Ana SayfaMEZOPOTAMYA YA SOSYALÎSTEkonomik kriz, işçi direnişleri ve gelecekleri…

Ekonomik kriz, işçi direnişleri ve gelecekleri…

Sinan Çiftyürek / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

Sosyalist Mezopotamya, Sayı 12, Haziran 2022

Ekonomik kriz ve işsizlik, zamlar, yoksulluk gibi sosyal sonuçları dehşet verici boyutlarda seyrederken, Ocak-Şubat aylarında yaygın işçi grev ve direnişleri gerçekleşti. Yaşanan işçi eylemliliği, başta asgari ücret olmak üzere 2022 yılı işçi ücretlerinin az-çok belirlenmesinin ardından durdu! “İşçi direnişleri esas Nisan’da başlayacak” tespitleri de şu ana kadar gerçekleşmedi ve iş yerleri, sokaklar yakında gerçekleşeceğinin işaretlerini de görünürde taşımıyor. İşçiler, yoksullar öfke yüklü ama sokaklara yeterince yansımıyor. Ekonomik nedenlerle işçiler, yoksullar stres yüklü, intiharlar artıyor ama Diyarbakır ve İstanbul Kartal’daki “Geçinemiyoruz mitinglerinde” parti ve sendika kadroları dışında işçiler, yoksul halk yok denecek kadar azdı! İşsizler, asgari ücretliler, açlık sınırı altında yaşayan milyonlar neden iş yerinde, sokakta demokratik tepki vermiyor? Bu açıdan, işçi sınıfının kalifiye ve az çok iş-çalışma garantisi bulunan kesiminin şimdilik grev ve direnişten uzak durması; İşçi sınıfının yaşadığı sendikasızlık – örgütsüzlük ve sosyalist hareketin sınıfla bağının zayıflığı başta olmak üzere bazı nedenler üzerinde duracağız. Önce işçi, emekçi eylemliliğini tetikleyen ya da besleyen belli başlı ekonomik, sosyal ve siyasal faktörlere bakalım.

İşçi eylemliliğini tetikleyen faktörler

*İşçileri, emekçileri geren birden fazla sorun var. Halkları özelde Kürt halkını polis devleti kıskacına alan siyasal baskılar; Cumhur İttifakı’nın, muhalefeti sindirmenin aracı haline getirdiği yargı; Kürt halkının kazanılmış statülerini ortadan kaldırmak için Kürdistan parçalarında aralıksız sürdürülen askeri harekatlar; başta Kürtçe olmak üzere farklı dillerde müziği bile yasaklamaya giden kültürel müdahaleler ve artan kadın cinayetleri yaşanıyor ama şu anki süreçte toplumda öfke birikimini en önde mayalandıran ekonomik kriz ve sosyal sonuçlarıdır. Ekonomik kriz zaten vardı, Covid-19 ile birlikte kriz ve sosyal sonuçları hızla ağırlaştı. Bu devam ediyor. Denilebilir ki sömürülenler, yoksullar ekonomi ile yatıp kalkıyorlar. Elektrik, doğalgaz faturalarını zamlardan dolayı ödeyemeyen ve tencereye artık patates bile koyamayanların aklı elbette ekonomide ve pazar-çarşıdaki fiyatlarda olacak. Çünkü ekonomi her şeyin belirleyeni durumda. Ağırlaşan ekonomik kriz beraberinde yoksulluğu, işsizliği, açlığı toplumda yayarak kitleselleştiriyor. Bu durumun somut göstergesi, Türkiye’nin, Dünya GSYH’den aldığı payın giderek düşmesidir. Örneğin, “2013 yılında bu pay yüzde 1,3 iken, 2020 yılında 0,86’ya geriledi.” AKP’nin 2023 hedefleri arasında; GSYH’yi 2 trilyon dolara, kişi başına geliri 20 bin dolara ve ihracatı 500 milyar dolara çıkararak “dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girmek” vardı. Fakat; 2021 yılında 806 milyar dolara düşen GSYH ve 8080 dolara gerileyen kişi başına gelirle G-20’de bile tutunamadı 21. sıraya geriledi. Yani evdeki hesap çarşıya uymadı!

Ekonomik kriz ve pandemi sürecigelir dağılımını da aşırı bozdu. Zengin daha zengin fakir daha fakirleşti ama bankalar son iki yılda karlarını katladı, sermaye grupları yıllık karlarını artırdı. Zengin-fakir gelir uçurumunun derinleşmesi tepkiyi büyüten etkenlerden biridir.

*Toplam ücretlilerin yüzde 50’den fazlası asgari ücretli, özel sektörde bu oran %70’e varıyor. Yani asgari ücret hızla ortalama ya da “normal” ücrete dönüşüyor. Daha da beteri 4 milyona yakın işçi asgari ücretin altında bir ücretle çalışıyor. Buna bir de zam yağmurları ve enflasyonun tırmanması eklenince, ücretle geçinen sabit gelirlilerin alım gücünü günlük-anlık olarak eritiyor. Reel enflasyonun, açıklanan resmi rakamlardan çok yüksek düzeyde seyretmesi halkı bunaltıyor. Birçok konuda gerçeği toplumla paylaşmayan TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarına işçilerin, halkın inanması bir yana Cumhur hükümetinden üst düzey yöneticiler bile inanmıyor çünkü pazar – çarşı – mutfaktaki yansımalarıyla dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkeler arasında Türkiye var.

Başta enerji bütün ürünlere günlük-haftalık yapılan zamlar öyle %5, %10 hatta %20 de değil çoktandır %40, %50 oranında yapılıyor! Doğalgaz fiyatına konutlarda %35, elektrik üretiminde %44, sanayide ise %50 zam yapılırken asgari ücretliye yılda bir defa %50 zam yapılması sosyal yıkımı derinleştiriyor. Zamlar ve yüksek enflasyonla tırmanan hayat pahalılığı ve eriyen alım gücü, kabarık faturalar, zorla uygulanan kitlesel ücretsiz izinler, esnek çalışma adına vahşi çalışma koşulları ve de işin tuzu biberi ağır çalışma koşulları gibi sorunlar, etrafı kuşatılan işçilerin, yoksulların eylemliliğini tetikleyen başlıca ekonomik, sosyal sorunlar arasında. Türkiye’de ağır ve uzun çalışma koşulları nedeniyle zaten biriken bir tepki – öfke vardı. Düşük ücret ile çalışmak ve üstüne üstlük düşük ücretlerin de temel tüketim maddelerine gelen inanılmaz zamlarla kısa sürede erimesi eyleme dönüşen işçi öfkesinde bardağı taşıran son damlalar oldu.

*Asgari ücretin bile bir kısmının işverenler tarafından yasadışı yollarla geri alınması durumu öfkeyi tetikleyen bir diğer unsur. Başta Kürdistan illerinde ve genel olarak Türkiye’de yaygın olarak asgari ücretle çalışan işçiler, aldıkları resmi asgari ücret olan 4250 liranın bir kısmını işverene elden geri iade ediyor. Yani işveren resmiyette 4250 lirayı işçinin hesabına yatırıyor ama işçiyi işe almanın ön şartı haline getirdiği ikili gizli anlaşma gereği ücretin bir kısmını geri alıyor. “Tabii, asgari ücretli çalışanların neredeyse beşte biri bu şekilde çalışıyor. 4250 lira alıyorsan, ay sonunda 1250 lirasını çekip patrona iade ediyorsun. Sigortalı görünen işçilerin çoğu böyle çalıştırılıyor. Resmi asgari ücretin dışında bir de bu şekilde işleyen fiili asgari ücret politikası var. Devlet buna müdahil olmuyor mu? Hayır, buna göz yumuluyor ki sermaye aleyhine çarklar dönebilsin.” (İrfan Aktan’ın, Başaran Aksu ile 05.02.2022 tarihli röportajından). Devletin alenen izlediği patronların bu yasadışı uygulamasına bir de kayıt dışı, sigortasız ve çok ama çok ucuza günden en az 12 saat çalıştırılan Suriyeli işçilerin dramını ekleyin.

*Ücretli emek gücünün bir parçası olan 14 milyon civarında emeklinin büyük kısmı asgari ücretin altında maaşa mahkûm edilmiş bir yaşam içerisinde. Bu durumlarını görmezlikten gelenErdoğan, “Emeklilerimiz bugün tarihlerinin en iyi gelir seviyesine sahiptir” deyince emeklilerden ilginç yanıt geldi: “Yaşamın gerçeklerini saat beşten sonra pazarlarda görüyoruz” diyerek yaşadıkları sefaleti özetlediler. Yani çürük ve ucuz sebze, meyve alabilmek için pazara akşamın geç saatlerinde gidiyorlar. Emeklilerin bu hali ekonomik kriz manzaralarının bir diğer yüzü ve aynı zamanda işçi emekçi öfkesinin de bir başka nedeni.

*İktidar kanadı sıkça “şu kadar büyüdük” nutukları atıyor atmaya da “büyüme” aş, iş yaratmıyorsa, tersine işsizlik-yoksulluk büyüyorsa neye yarar? Vatandaş patates alamıyorsa en büyük köprü, saray, karakol, cami yapmışsın kime yarar! “En büyüklere sahip olma” kompleksinin bedelini yoksul halk ödüyor.

Sosyal kanser olarak işsizlik büyüyor ki işçilerin tepki ve eylemlerinin temelinde, çalışan her işçinin ensesinde hissettiği “ben yarın işsiz kalabilirim” basıncı olarak işsizlik de var. Kapitalizm çalışmayı “kutsallık” mertebesine çıkardı ama çalışmak isteyene iş imkanı sunamıyor yani işçi çalışmak istiyor ama iş yok! Kapitalizm, iktisadi çalışmayı araç olmaktan çıkartıp amaç haline getirerek kutsallaştırdı. Öyle ki aklı iktisadi akla, iktisadi aklı da akıl dışılığa vardırarak, genelde insanı, özelde ücretli emek gücünü çalışmanın kölesi haline getirdi. Fakat aynı kapitalizm, üretim sürecinde teknolojik girdilerin büyümesiyle orantılı ücretli emek gücünü gittikçe iktisadi çalışmadan kopartarak işsizler ordusunu büyütüyor. İşsizlik dün burjuvazi için çalışan emek gücünü baskılama aracı olarak yedek emek gücüydü. Bugün artık 1 milyarı bulan işsizler ordusu, kapitalist sistemi tehdit eden bir güç haline geldi çünkü hızla büyüyen işsizlik kapitalizmin sosyal çelişkisini derinleştiriyor.

Türk hükümeti, işsizliği rakamlarla oynayarak düşük göstermeye çalışıyor fakat mızrak çuvala sığmıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK); “Türkiye’de işsizlik oranı, şubatta bir önceki aya göre 0,5 puan azalarak yüzde 10,7 seviyesinde gerçekleşti” yani işsizlik düştü diyor ama bir hastane için açılan 78 kişilik işçi kadrosuna 13 bin 213 işsizin başvurması TÜİK’i yalanlıyor. İşsizlerden ve mezun olmuş işsiz 500 bin öğretmen adaylarından her gün birisi işsiz olduğu için intihar ediyor ama Erdoğan buna rağmen “İsteyen herkesin çalışacak işi var” diyebiliyor! Devlet kurumu TÜİK bile, Ocak 2022 için işsiz sayısı 3 859 000 der. 15-24 yaş arası gençlerde işsizlik oranı %27. Türkiye’nin de içinde olduğu OECD ülkelerinde işsizlik oranı ortalama %5,2 iken Türkiye’de ise %13,9’dur. Toplumu saran sosyal kanser olarak işsizlik, yoksulluğu artıran en önemli sorun.

İşsizliği nasıl ki rakamlarla oynayarak çözemiyorlarsa, ekonomik krizi de faiz ve kurlarla oynayarak çözüm üretilemez! Dolar, tıpkı suyun dibine itildikçe tekrar su yüzüne çıkan su kabağı gibi! Merkez Bankası; dolar fırladıkça piyasaya dolar sürerek müdahale eder ama kısa süre içerisinde yine yükselir hatta önceki seviyeyi aşar.

*Tarım üreticileri,AKP hükümetinin yıllardır yandaş ithalatçı tüccarları zenginleştirmek için teşvik ettiği tarım ürünlerinde ithalat politikasına, son yıllarda mazot, gübre vb. tarımsal girdilerde rekor kıran zamlar da eklenince üretim yapamıyor. Küçük tarımsal üretici bu durumu bir dizi etkinlikle protesto etti ama hükümet politikasında ısrar ediyor. Onca zengin kaynaklarına rağmen tarımsal ürünlerde; buğday, nohut, mercimek, üzüm, ayçiçeği yağı gibi temel ürünlerde düştüğü ithalatçı konum tarımı aşan sonuçlara yol açıyor. Artan ve mutfağı yangına çeviren gıda fiyatlarındaki enflasyon işçi ve işsizin de en temel yaşam sorunu olarak eylemlerin tetikleyicilerinden biridir.

*Aslında daha kapsamlı işçi emekçi isyan ve direnişi gerçekleşebilirdi. Çünkübelirttiğimiz ekonomik tabloda“Her 10 kişiden 6’sı kendini stresli hissediyor”. Diyarbakır özelinde “Kendimi çok güvende hissediyorum” diyen yok. Artan stres ve intiharların nedenleri arasında ise “ekonomik sebepler, gelecek kaygısı, iş, eğitim, korona, sağlık…” Yani esas ekonomik, sosyal sorunlar belirleyici. Ancak stres yaratan hatta intihara sürükleyen bu sorunların yarattığı tepki ve öfke yeterince sokağa yansıması yerine içe dönük çöküş olarak intiharlar artıyor. Ekonomik nedenlerle intihar etmek, tepkiyi dışa yani sorunun kaynağına yöneltmek yerine içe çevirmek çöküştür.

*Bu ekonomik sosyal manzaralara, Kürdistan özeline ilişkin şunu ekleyelim; kapitalist gelişme ile birlikte işçi sınıfı da nicel olarak büyüyor. Küresel kapitalizmin çevresi olarak Türkiye ve Türkiye’nin çevresi olarak Kürdistan’da kapitalizmin gelişmesinin sonucu bugün her il hatta ilçede organize sanayi bölgesi inşa edilmiş ve proleterleşme süreci hızla büyümektedir. İlk başta “ekmek kapısı” olarak fabrikaların açılması sevinçle karşılanıyor ama çok geçmeden işçi, karnını bile doyurmayan düşük ücret, uzun ve ağır çalışma koşullarıyla yüzleşince Urfa’da bulunan Uğur ve Özak Tekstil’de olduğu gibi tepki ve direnişlere yol açıyor. Uğur Tekstil’de işçiler işten atılırken, Özak Tekstil’de de işçiler ücretsiz izne gönderilmişti. Buna karşı iki fabrikada da işçiler işyerinin önünde işverene karşı direniş yaparken sendika merkezine de tutumu nedeniyle tepki göstermişlerdi.

Altını çizmek istediğim şudur; Kürdistan’da halkımızın başat politik meselesi ulusal özgürlük mücadelesini engellemek için aralıksız devam eden baskı, tutuklamalar, kayyum atama vb. ile ekonomik kriz ve yoksullaşma, işsizlik, yaygınlaşan açlık gibi sosyal sonuçlar örtüşünce çok daha güçlü direnişlerin yükselmesi lazım.

*Devletin sopasını da arkalayan sermayenin, işçilere adeta 19. yüzyıl kapitalizminin vahşi uygulamalarını dayatması, geleceklerini karartan işsizlik, açlık sınırının altına düşen asgari ücret ve faturaların ultra yükselmesi… İşte işçi emekçi eylemliliğinin başlıca nedenleri. İşçiler grev ve direnişlerle, açıkça sermayeye ve siyasal iktidara “bakın bıçak kemiğe dayandı, zamları geri çekin ücretleri yükseltin” mesajını işyerinde, sokakta ve meydanlarda verdiler. Öyle ki İstanbul, İzmir, Antep, Kızıltepe, Doğubeyazıt işçilerin, emekçilerin grev ve direnişlerine sahne oldu. Ve bir anda “artık yeter Tayyip istifa” çağrılarıyla sokağa fırlayarak yürümeye başladılar. İki aylık gibi kısa bir sürede 100’den fazla grev ve direniş yaşandı. Grevlerin önemli bir kısmı kazanım elde ederek sonuçlandı. Grev ve direnişlerde İstanbul 33 ile ilk sırada yer alırken, 32 grevle Antep ikinci, 25 grevle İzmir üçüncü sırada yer aldı. Grevleri esas mavi yakalı işçiler gerçekleştirse de beyaz yakalılar da az sayıda da olsa greve gittiler.

Bu ekonomik ve sosyal manzaralarda güçlü işçi direnişleri gerçekleşebilirdi

Özetlediğimiz bu tabloda daha güçlü, yaygın ve sonuç alıcı direnişlerin gerçekleşmesi gerekirken, yapılan ücret zamlarıyla grev ve direnişler durdu. İki ay devam eden eylemlilik büyük kazanımlara yol açan emek dalgasına dönüşmeden alınan ücret zamlarıyla sonuçlandırıldı. Yani grev ve direnişlerin ufku ücretlerin artırılmasıyla sınırlı kaldı. “Dipten gelen dalga olarak” nitelendirilen bu eylemler eğer dipteki hareketin ilk dışa vurumu ise arkası neden gelmedi, gelmiyor? Grev ve direnişlere neden olan ekonomik kriz ve ağır sosyal sonuçları, zam, enflasyon ve asgari ücret zammı daha açıklanmadan erimesiyle alım güçlerinin hızla düşmesi sürerken, işsizlik büyüyerek ağırlaşırken daha radikal eylemlere yönelim olması gerekirken işçiler, işsizler neden hareketsiz? Bu ağır kriz koşullarında işçi direnişleri yeniden başlar mı?

Bir: Başta mevcut sendikaların örgütlülüğü zayıf, toplam işçi sayısı içerisinde sendikalı işçi sayısı zaten çok düşük. Öyle ki sendikalı işçi sayısı 2 milyon 189 bin. En büyük sendika olan Türk-İş’in bile ancak 1 milyon 213 bin üyesi var. Sendikalarda mesele sadece nicel zayıflık değil. Cumartesi, pazar günleri kapalı olan sendikalardan ne beklenir ki? Ekonomik, sosyal haklar uğruna mücadeleyi sistem içi hedeflerde bile siyasi mücadeleyle birleştiremedikleri için sendikalar grev ve direnişlerde olumsuz rol oynadı. Sendikaların reform araçları olduğu doğru ama mevcut sendikalar tutarlı reformist politika ve mücadele bile geliştiremiyorlar. Sendika yönetimleri, hükümetin asgari ücrete %50 zam yapması karşısında afalladılar çünkü ufukları hem ücret sendikacılığı ile sınırlı hem de ideolojik-siyasal öngörüden yoksundular. Yoksa %50 asgari ücret zammının daha verilmeden her şeye gelen zamlarla zaten eritilmiş olduğunu göreceklerdi.

Kurulu sendikalar son yıllarda; “İş barışı”, “sosyal uzlaşmacılık”, “çağdaş sendikacılık”, “yeni nesil sendikacılık” gibi kulağa hoş gelen kavramlar kullansalar da siyasal duruş olarak sınıf mücadelesi ekseninde uzak devlet ve sermaye ile uzlaşma üzerinde buluşuyorlar. Bu haliyle işçinin tepki ve öfkelerinin eyleme, direnişe teşvik etmeleri beklenemez.

İki: Sendikalı, kalifiye emeği temsil eden ve az-çok iş güvenceli işçilerin grev ve direnişlere kalkışmaması dikkat çekicidir ve yeni de değildir. Dikkat edilirse işçiler arasında Ocak-Şubat 2022 eylemlerine katılım, esas olarak örgütsüz, güvencesiz ve küçük işyerlerindeki işçilerden geldi. Yani Yemeksepeti, Trendyol, HepsiJet, Sürat Kargo, Scotty ve Yurtiçi Kargo gibi Kurye işçileri ile Migros, A101, ŞOK, BİM vb. market çalışanları gibi en diptekilerden gelmesinin üzerinde düşünmemiz lazım. DİSK ve Türk-İş’e bağlı kimi sendikalarda örgütlü işçilerde bazı direnişler yaşandı ama direnişlerde öne çıkan belirttiğimiz sektörlerdeki sendikasız işçiler etkin rol oynadılar. Çünkü “direnişler sendikal örgütlenmenin olmadığı sektörlerde bir taban hareketi olarak başladı. Tabii ki klasik sendikacılığın neyi başaramadığını da gösterdi bize. Onların ihmal ettiği kesimdi ayaklananlar.”

Demek ki işçi kardeşliği ve birliğine dayalı ortak kurtuluş fikriyatı ideolojik olarak işçiler arasında gelişmediği için göreceli olarak durumu iyi olan işçiler direnişe katılmıyorlar. Bu durum “altta kalanın canı çıksın” egemen kültürünün aşılamadığının göstergesi.

Üç: Grev ve direnişlerin, ücret zamlarının belirlenmesiyle aniden kesilmesinde, Türk toplumunda hakim olan “devlet baba” kültürü ile birlikte şükretme kültürünün rolü olmuştur. “Vatanımız tehlike altında, ikinci milli kurtuluş savaşı veriyoruz. Devletimiz savaşıyor aman ha bu süreçte dikkatli olalım” vb. propagandası, Türk ve özellikle “son vatanımız” söylemine en çok bağlı olan Balkan ve Kafkas kökenli işçi emekçilerde daima ciddi karşılık bulmuştur. Bu demografik ya da sosyolojik faktörün dün de bugün de etkili olduğunu düşünüyorum.

Dört: Her ne kadar Kürt ulusal demokratik mücadelesi içerisinde siyasallaşmış Kürt işçi emekçi damarı ile Türkiye metropollerindeki işçi direnişlerinde deneyim sahibi politikleşmiş bir işçi damarı varsa da yeterli olmadığı son Ocak-Şubat eylemlerinde de görüldü. Bu yetersizlikte sosyalist hareketin sınıfla bağının zayıflığı dolayısıyla işçi sınıfının yeterince siyasallaşmaması belirleyici etkenlerin başında gelir.

Çözüm nerede?

Ekonomik kriz ağırlaşıyor patatesin kilosu halen 10 TL civarında, döviz kurları yeniden tırmanmaya başladı, kimse önünü göremiyor. Tüketici bugün 5 liraya satın aldığı ürünü “yarın 10 hatta 15 liraya bulamam” kaygısıyla gücü oranında daha fazla almaya çalışıyor. AKP iktidarının izlediği savaş politikalarının ekonomi ve sokak üzerinde etkileri dikkate alındığında öfke büyüyor, süreç yeni eylemlere gebe. Yani akacağı kanal ve güven veren örgütlülükle buluşursa işçi direniş ve grevleri yeniden ve daha güçlü gelişebilir.

*Bu koşullarda işçiye güven veren, eylemliliğinin her alan ve aşamasında arkadan seyretmek yerine işçilerle birlikte ama önlerinde yürüyen sendikal örgütlenme ihtiyacı mücadelenin pratiği içerisinde kendini dayatıyor. İşçi sınıfının mevcut sendikalarla, ekonomik haklar uğruna mücadeleyi bile sürdüremeyeceği son eylemlerle bir kez daha açığa çıktı. Mevcut sendikalar çoktandır tıkanmış ya dipten gelen güçlü işçi dalgasıyla sendikal bürokrasi aşılacak ya da alternatif sendikalarla mevcut sendikalar aşılacak. Her iki durumda da yeni işçi örgütlenmesi kendini dayatıyor. Hem sendikalar içerisinde hem de alternatif sendikalarla doğrudan demokrasiye dayanan işçi örgütlülüğü kendini dayatıyor.

Ana akım sendikaların dışında yeni işçi sendikaları resmen veya fiilen var ve kuruluyorlar. Kurulan sendikalar son işçi eylemliliğinde aktif rol oynadılar. Elbette yeni kurulan sendikalar, mevcut sendikaların yanlış ve eksikliklerinden ders çıkararak “yola çıktık”larını belirtiyorlar. Tabi pratikte görmemiz lazım. Burada şunun altını çizelim: Ana akım sendikaları aşma hedefiyle kurulan yeni işçi sendikaları açısından en kritik nokta; Gerek kuruluş aşamasında gerekse sonraki süreçte sendikayı, bir parti ya da grubun siyasal ufku ve çıkarlarıyla sınırlı alana hapsetmemek lazım. Yoksa aşılmak istenen sendikalara dönülür!

*İşçi sınıfının bugün ekonomik, sosyal haklar mücadelesinde yarın siyasal iktidar hedefinde başarıya ulaşmasının yolu; devrimci, militan örgütlenmeye dayansa da sendikal örgütlenme ile yetinmemesi. Mesleki örgütü olan sendikaların yanı sıra, işyerlerinden başlayan ve ülkeye yayılan ağlarla örülü işçilerin birliğini hedefleyen devrimci siyasal örgütlenme. KKP olarak biz bunu Yurtsever Sosyalist İşçiler olarak belirlemiştik. Ve üçüncü halka işçilerin doğrudan siyasal örgütlenmesi olarak kendi partileri saflarında örgütlenmeleridir. Unutmayalım ki işçinin karşısında, işverenin birden fazla örgütü var. Bunların başında da işçilerin her grev ve direnişinde işverenin sopası olarak işçilere karşı kullandığı devleti gelmektedir.

*İş saatleri ve iş gününün kısaltılması mücadelesi küresel trend olarak gelişiyor ve bazı devletler somut adımlarını atıyorlar. Bu hedef doğrultusunda mücadelenin geliştirilmesi birçok açıdan işçiye nefes aldıracak stratejik öneme sahiptir. Bu nedenle çalışma saati olarak 8 hatta 10, 12 saat yerine ücretler düşürülmeden 6 saatlik iş günü ya da aynı anlama gelecek olan haftalık dört günlük çalışma hedeflenmeli. Ki teknolojik gelişmenin üretime uyarlanması olarak robotları üretimde daha fazla kullanmakla bu sağlanabilir. İş saati ya da iş gününün düşürülmesiyle işçi, iktisadi çalışmadan özgürleşen zamanıyla siyasete, sanat ve edebiyata daha fazla zaman ayırabilir. KKP bir süre önce “İş İş İş, 6 Saatlik İş, Herkese İş” kampanyasıyla iş saatlerinin düşürülmesi mücadelesini sürdürmüştü. Bunu sürdürmeye devam edecek.

*İşçi sınıfı, toplumdan, sınıf mücadelesi de genel toplumsal mücadeleden kopuk değildir. Bundan hareketle, işçiler, sermayeye karşı sınıf mücadelesini geliştirirken, ulusal özgürlük ve demokrasi mücadelesinin dinamikleriyle yürümek zorundalar. Unutmayalım ki işçi sınıfı, ulusal özgürlük ve demokrasi-sosyalizm mücadelesinin en büyük dinamiğidir. Halkta açlık sınırının altında yaşayanların oranının her gün genişlediği mevcut ekonomik kriz koşullarında emek-sermaye çelişkisinin derinleşmesiyle paralel özgürlük ve demokrasi mücadelesinin iklimi de oldukça gerilmiş durumda. Ulusal özgürlük ve demokrasi mücadelesinde tek adam rejimini geriletmek işçi sınıfının da mücadele hedefleri arasındadır.

Somutta işçiler, sınıf mücadelesi ile birlikte genel siyasal demokratik mücadeleyi büyütmeyle yüz yüzeler! Art arda yaşanan iki gelişme, ekonomik kriz ve sosyal sorunlar altında ezilen emekçilere ve kuşatma altındaki siyasete nefes alma borusu oldu. İlki, merkezinde İstanbul ve Antep’in bulunduğu yakın dönemin yani Ocak-Şubat işçi eylemliliği; ikincisi ise milyonların alanlara aktığı 2022 Newroz’u! Bu ikisinin verdiği mesaj, örgütlülüğü her alanda geliştirelim.

25.05.2022

[email protected]

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights