Ana SayfaSIYASETÖZÜR DİLEME SORUMLULUĞUMUZ VAR!* / SİNAN ÇİFTYÜREK

ÖZÜR DİLEME SORUMLULUĞUMUZ VAR!* / SİNAN ÇİFTYÜREK

Kürt, Çerkes, Laz, Arnavut, Arap… toplumlarının torunları olarak bizlerin de bir özür dileme sorumluluğu bulunmaktadır. “Dilememeliyiz! Bizi ilgilendiren bir olay değil” diyerek özür dilemeye itiraz edenlerin tavırlarını doğru bulmuyoruz.

***

Değerli dostlar,

Paneli düzenleyen yoldaşlar,

Hepinizi Özgürlük ve Sosyalizm Partisi adına saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

 

1850’lilerden bu yana Anadolu ve Kürdistan, sürgünler-katliamlar-soykırımlar toprağına dönüştürüldü. Müslüman olmayan halklar başta olmak üzere kendi topraklarında katliama, soykırıma uğratılan tüm halkların ve gerek yaşamını yitirenlerin gerekse sağ kalıp yaşamları boyunca inanılmaz acılar içerisinde yaşayanların BÜYÜK ANILARI ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUM!

 

Öncelikle, “1. Dünya Savaşı ve Sonrası Trabzon ve Pontos Sorunu” gibi bir meseleyi, tam da ırkçı milliyetçiliğin tavan yaptığı bu ortamda ele alan bir panel düzenleyen ve bunun için çaba harcayan herkese, emek ve çabalarından dolayı teşekkür ediyorum.

Panelin esas konusu üzerinde elbette görüş ve önerilerimizi dile getireceğiz ama siyasetçi kimliğim nedeniyle öncelikle gerek bölgemiz gerekse Kürdistan’da yaşanan ve hepimizi ilgilendirmenin ötesinde doğrudan etkileyen kimi siyasal sorunlar üzerinde kısaca duracağım.

 

Dağlık Karabağ üzerinden, Azerbaycan-Ermenistan çatışmasının yeniden alevlenmesi kaygı verici!

Değerli dostlar,

“Son yirmi yıldır Afganistan-Mısır-Ukrayna üçgeninde savaş devam ediyor fakat savaşların yoğunluk merkezleri kaygan zeminde sürekli yer değiştiriyor. Savaşın yoğunluk merkezi, gün oluyor Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye, Kürdistan’a; gün oluyor Kuzey Kafkasya’da Gürcistan -Ukrayna’ya; gün oluyor, “Şii-Sünni karşıtlığı” iddiaları üzerinden Yemen’e kaydırıldı. Bu üçgende savaşın ağırlık merkezi yarın Güney Kafkasya’ya kaydırılırsa yani Ermenistan-Azerbaycan arasında uzun süredir dondurulmuş olan savaş yeniden patlak verirse kimse şaşırmasın!” demiştim! 09. 04. 2015 tarihli “Avrasya’da Savaşın Değişen Ağırlık Merkezleri Ve Yemen!” başlıklı yazımda.

Güney Kafkasya’da savaş yeniden alevlendi! Acaba yeniden alevlenen savaşın tek nedeni, Azerbaycan’ın rövanş almak, Ermenistan’ın (Karabağ’ın) ise mevcut konumunu korumak için sürekli tetikte olmalarıyla paralel, savaş potansiyelinin diri tutulması mıdır? Dilerim böyledir yani küresel ve bölgesel savaş tanrılarından bağımsız yerel bir çatışma ile sınırlıdır! Eğer durum gerçekten Rusya ve ABD başta olmak üzere küresel ve bölgesel savaş tanrılarının Avrasya üzerinde ki egemenlik hesaplarından bağımsız bir çatışma ise yıllardan beri olduğu gibi çatışmanın yeniden soğutmaya alınacağını söyleyebiliriz.

Yok, eğer küresel güçlerden birinin emperyal çıkarları gereği Afganistan-Ukrayna-Mısır üçgeninde yıllardır sürdürülen savaşın ağırlık merkezi bu kez Güney Kafkasya’ya bilinçli kaydırılıyorsa; yanı savaş Suriye’de şimdilik soğutmaya alınırken, Ermenistan-Azerbaycan arasında tırmandırılmak isteniyorsa o zaman savaş bu bölgede ağırlaşacak demektir. Çok geçmeden bu soruların yanıtlarını alabileceğiz!

Katıldığım bir TV programında bana “ABD ile Rusya, Suriye üzerinde anlaştılar ne diyorsun” yönündeki soruya yanıtım; “hayır anlaşmadılar sadece geçici uzlaştılar. Antakya’nın Güney ucundaki küçücük alanda dünyanın ve bölgenin belli başlı tüm aktörlerinin askeri olarak yerleşmiş olmaları, ortamı olağan üstü gerdi süreç fazlasıyla ısınmaya başladı durum daha fazla böyle sürdürülemezdi ve soğutmaya aldılar.

Çünkü bir adım ötesi ABD ile Rusya’yı doğrudan çatışmalara itecek muhtemel kazalara gebeydi. Çünkü bu iki güç merkezinin başını çektiği küresel eksenler ne çatışarak ne de savaşarak Afganistan-Ukrayna-Mısır üçgeninde meseleleri (paylaşım pastasını) çözemiyorlar. Zaten Suriye’de, Cenevre 3 öncesinde ABD ile Rusya’nın öncülüğünde başlatılan ateşkes süreci bir yanıyla bu yenişememenin ürünüdür. Çünkü çözemedikleri gibi taraflar, yani ABD (ve Batı) Avrasya üzerinden ki egemenlik hesaplarından, Rusya (ve Doğu ekseni) ise “Asya bizimdir sizin buralar da ne işiniz var” tezinden milim geri adım atmıyorlar!

Emperyal çıkar hesaplarından geri adım atmadıkları içindir ve savaş postmodern özellikte devam ettirildiği içindir ki belirttiğim üçgende çatışma; bölgelerden birinde yoğunlaşırken diğerinde soğutmaya almaya çalışıyorlar ve bunda belli ölçüde başarılı da oluyorlar.

Kısacası, ABD ile Rusya bugün Suriye üzerinde anlaşmadılar çünkü Suriye sadece zincirin halkalarında biridir halkanın (paylaşım pastasının) bütünü üzerinde az çok hem fikir olunmadan tek bir halka (sadece Suriye) üzerinde olsa olsa geçici uzlaşma olabilir ki olan da budur!

Çağrımız ve beklentimiz yirmi yıldır soğutmaya alınan Ermeni-Azeri ihtilafının başta MİNKS Grubu olmak üzere arabulucular aracılığıyla barışçıl çözümüdür.

Dostlar şunu da eklemek istiyorum; Karabağ’ın bağımsızlık meselesi var olduğu gibi yanı sıra Kızıl Kürdistan’ın da özerklik meselesi bulunuyor.

Karabağ Cumhuriyeti temsilcisi Dawid Babayan “bizde Kürdistan bölgesi gibi bağımsız olmak istiyoruz. Nasıl ki Kürdistan Bölgesi Irak’tan ayrılmak istiyorsa biz de Azerbaycan denetiminde yaşamak istemiyoruz” diyor. Biz Kürdistan komünistleri olarak; Karabağ’ın özgür iradesiyle kendi kaderini tayin etmesini desteklerken, Karabağ’ın da Kızıl Kürdistan meselesini çözmelerini bekliyoruz.

Karabağ eğer bağımsızlık hedefinde Güney Kürdistan’ı örnek almak istiyorsa, Güney Kürdistan meclisinin, Kürt dilinin yanı sıra Türkmence, Ermenice, Süryanice, Arapçaya ana dilde eğitimin de ötesinde resmi dil statüsü tanığını hatırlatarak Kızıl Kürdistan’ın özerklik talebini karşılamaya çağırıyoruz.

 

Kuzey Kürdistan’da yaşananlar dehşet verici

 

Değerli dostlar!

Yüz yıl önce yaşanmış katliam ve soykırımlarda yaşamını yitirenleri anmak, Türk rejiminin izlediği politikalar ile sonuçlarını irdeleyip geleceğe dönük sonuçlar çıkarmak elbette önemli ve bunun için bugün bir aradayız.

Türk rejimi, dün Müslüman olmayan halklara ne yaptıysa sonrasında ve bugün benzerini bu kez Türk olmayan Müslümanlara özelde de halkımıza (Kürtlere) yapıyor.

Son altı aydan beri Kürdistan’da yapılanlar ve nedenleri üzerinde bir iki şeyi izninizle sizinle paylaşmak istiyorum.

1990 yıllarda kırsalımız bugün ise ulusal özgürlük bilincinin en yüksek olduğu kentlerimiz boşaltılıyor. Tank ve TOMA’lar eşliğinde kentlerimizin yıkılarak boşaltma sırası şimdi Gever, Nusaybin, Şırnak’a geldi! Birkaç haftadan beri belirttiğim kentlerimiz kuşatma altında. Daha önce Silvan, Cizre, Sur’da yaşandığı gibi sokağa çıkma yasaklarının duyurulmasıyla birlikte halk kentti boşaltıyor.

Kentlerimiz öyle ki ulusal özgürlük mücadelesinin on yıllardır ağır yükünü omuzlamış kentlerimiz sıraya konulmuşçasına yakılıp yıkılarak boşaltılıyor. Varto, Silvan ile başladı Silopi, Derik ile sürdü ve Cizre, Sur üzerinden olabildiğince ağırlaştı şimdi Gever, Nusaybin, Şırnak ile devam ettiriliyor!

Kentlerimizin fiziki yıkımı ile birlikte tarihi kültürel mirası da yok edilerek molozlarla birlikte gömülüyor. Elbette daha da önemlisi nice canlar Cizre’de yaşandığı gibi bodrumlarda yok ediliyor! Kısacası Türk rejimi kültürel-sosyal soykırımı fiziki katliam eşliğin sürdürüyor.

 

Değerli dostlar!

Türk devleti birden fazla nedenle özellikle 7 Haziran sonrası halkımıza saldırı için bahane arıyordu ve aradığı bahaneyi kentlerde kurulan silahlı barikatlar (hendekler) üzerinden buldu. Demek istediğim barikat kurulsun kurulmasın, silahlı özerklik ilan edilsin edilmesin, devlet Kürd’e savaş ilan edecekti burası açık. Bizim sorguladığımız Kürt siyasetin somutta da PKK’nin, devletin savaş ilanına yanıtı birden fazla nedenle silahlı mücadele olmamalıydı! Çünkü;

*Kürt siyaseti HDP ile kısmi barışçıl ortamda (7 Haziran’da) bile siyaseten önemli sonuçlar üretmiş ve üçüncü büyük grup olarak Mecliste güçlü siyasal temsile ulaşmış iken;

*Kürdistan’ın il,  ilçe ve nahiyeler toplamında 100 belediyeyi yıllardan beri yönetiyorken yani yerel yönetimler zaten Kürt siyasetinin ellerindeyken;

*KCK veya DTK, HDP halka sokağa, meydanlara “çıkın” çağrısı yaptığında yüz binler çağrıya yanıt verip sokağa akıyor iken;

*Türk rejimi ve AKP hükümeti, sivil siyasetten, kırılgan da olsa çatışmasız siyasal iklimden, “Kürtlere, bölücülere yarıyor” diyerek büyük rahatsız duyduğu bu zeminden kurtulmak isteğiyle ortamı açıkça terörize etme arayışındayken;

*Suriye’nin aksine Türk devleti, Kürdistan’da çekilmek bir yana sürekli kırsalda ve kentlerde yeni kalekollarla askeri olarak yerleşiyor iken;

*Türkiye’nin Şii-Sünni hegemonya hesaplarıyla İran’la ve uçak krizinin tetiklemesiyle de Rusya ile yaşadıkları, Kürt siyasetine kimi fırsatları sunmasına karşın bu destekler kırılgan olduğu açık iken;

*Güney ve Rojava bugün bölgesel-küresel siyaset denkleminde yer almalarına karşın Kuzey ve Doğu yani iki büyük Kürdistan parçası halen küresel hatta bölgesel denklemin dışında tutulurken;

*TC devleti; bağımsızlıkta kararlı davranan Güney Kürdistan ile statüyü/özerk yönetimi sağlama alma mücadelesindeki Rojava’nın, Kuzey Kürdistan üzerindeki çok yönlü etkilerini ancak ördüğü fiziki duvarlarla engelleme çaresizliği içerisindeyken …..

Kuzey Kürdistan kentlerinde bugün silahlı özerklik ilan etmek yanlıştı. Çünkü devletin istediği ya da özel bir çabayla Kürt siyasetini itmeye çalıştığı yere, PKK’nin kendisi adım atarak, devletin sivil siyaset alanını terörize edip çapraz ateş altına almanın altın fırsatını kendi eliyle devlete vermiş oldu.

 

Değerli dostlar

Kürdistan’da bugün çıkış yolu silahlı özerklikte değil sivil itaatsizliğe dayalı statü arayışında aranmalıydı, aranmalıdır diyoruz. Kuzey Kürdistan’ın küresel/bölgesel denkleme alınmasının yolunu da, silahlı mücadele ile değil ancak sivil itaatsizliğe dayalı mücadele açabilir dedik, burada da tekrarlıyoruz!

Ayrıca;

Dün Kobanê’ye sahip çıkan halkımız bugün devletin Cizre, Sur, Nusaybin’de onca hukuksuzluğuna, sıkıyönetimden beter uygulamalarına rağmen seyirci kalıyorsa bunun üzerinde düşünmeliyiz diyoruz!

Çözüm aranırken öncelikle şu an birinci meselemizin; Cizre’de, Sur’da yaşananın şimdi aynısının Yüksekova, Nusaybin’de yaşanması nasıl engellenecektir? Bu meselede iç basınç yetmez, yetmiyor uluslararası basınç da gereklidir.

İkinci ve kilit mesele şudur; hangi siyasetle kentlerimizin boşalmasını engelleyeceğiz!

Üçüncüsü: şurası açık bunca olup bitenden sonra bugünkü koşullarda kentlerde silahlı özyönetim sürdürülemez.  Hendekler eşliğinde silahlı öz yönetimin ilan edileceği kentin geleceğinin Cizre, Sur, Derik … olacağı açıkken çağrımız, esas KCK’nin bu gerçeği dikkate alıp bir an evvel barikat savaşını sonlandırarak sivil siyasetin önünü açmasıdır.

Çağrımız; Türk devletinin yüzyılı aşkındır silah ve katliamlarla çözemediği Kürt/Kürdistan meselesinde silahta ısrar etmek yerine siyasal çözüme dönmesidir.

 

Gelelim Panelin asıl konusu olan Pontus/ Trabzon meselesine

 

Değerli dostlar, yoldaşlar

İnanıyorum ki panelin konusu hakkında burada çok değerli konuşmacılarımız konuşacak ve kendi adıma bundan epeyce yararlanacağımı peşinen belirteyim. Önce Ermenilere sonra başta Trabzon olmak üzere Rumlara dönük 1900’lı yılların başında gerçekleştirilen ve soykırım olarak adlandırılması gereken katliam ve tehcirin verileri epeyce sunuldu, burada da sunulacaktır. Ben özetle bu soykırım ve tehcir politikasının ana hatları ve arka planı üzerinde duracağım. Çünkü can alıcı mesele şudur:

Türk Rejimi neden soykırıma yöneldi ve hangi politikalarla gerçekleştirdi?

Birincisi: genel olarak kapitalizm, modernizm ve ulus devlet üçlüsünün el ele vererek ve önemlisi birbirini besleyen bir trendle geliştirdikleri merkezileştirmestandartlaştırma- tektipleştirme politikalarının, genel olarak halklar ve dilleri üzerindeki ağır sosyal, kültürel ve fiziki sonuçlarıdır. Öyle ki modern merkezileşme-standartlaşma-tektipleştirmenin halklar ve ana diller alanındaki sonuçları dehşet vericidir!

Tarihte on binlerce halk ve ana dilleri varken günümüze bu sayının 5-6 bine kadar gerilediği ki bu dillerin yarısının da ancak on bin kişilik gruplarca, dörtte biri ise bin kişiden bile daha az gruplarca konuşulabildiği belirtiliyor. Kısacası belli başlı emperyalist, sömürgeci uluslar lehine, baskı altındaki halklar/uluslar ve dilleri eritiliyor dahası ırkçı şoven merkezileştirme ve tektipleştirme politikalarıyla bilinçli yok ediliyorlar!

Dillerin ve halkların yok edilmesinde Avrupa başı çekiyor. Asya, Afrika ve Amerika özellikle Güney Amerika kıtası Avrupa ile kıyaslandığında diller ve halklar bakımında halen zengin. Bu kıtaların her biri halen 1800 ile 2000 arası değişen sayıda halkı ve dilini kapsıyor. Diller ve halklar açısında Avrupa neden en çorak kıta durumuna düşürüldü? Çünkü Avrupa ulus devletin, modernist merkezileştirme ile tektipleştirmenin ana vatanıdır!

 

İşte bu genel trend, 1850’lilerden itibaren Osmanlı rejimini de etkisi altına almış ve merkezileşmenin-tektipleşmenin ilk adımları başta özerk Kürdistan beyliklerine dönük olmak üzere o zamandan atılmaya başlanmıştı.

  1. yüzyıl sonu 19. yüzyıl başında Merkezileştirme-Türkleştirme siyaseti gereği, Müslüman halkları yanına alarak, Müslüman olmayan halkları soykırım, katliam ve tehcirlerle Anadolu ile Kürdistan’da etnik temizlik süreci başlatıldı.Rumların da, Pontos başta olmak üzere bulundukları topraklarından katliamlarla söküp atmaları- atılmaları öncelikle bu siyasetin ürünüdür.

İkincisi; bu genelin yönelişin yanı sıra Türklerin Anadolu ve Kürdistan’da yerleşik halk olmamaları gerçeği yatar. Gelip yerleştikleri toprakları yurt edinebilmek için; Osmanlının son yıllarından başlayarak ve Cumhuriyet rejimi boyunca öncelikle Müslüman olmayan halklara sonra ise Türk olmayan Müslüman halklara dönük etnik temizlikle Anadolu ve Kürdistan’ı yurt edinmeyi hedeflediler. Zaten eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül;

“İzmir Ticaret Odasının kurucuları arasında tek bir Türk ve Müslüman olmadığı, hepsinin Levanten olduğunu, Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da sadece bir Müslüman mahallesi olduğu, diğerlerinin Ermeni, Rum ve Yahudi semtleriymiş. Ulus inşa etme sürecinde, Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler yaşamaya devam etseydi bugün acaba böyle bir milli devlet olabilir miydi?” (Taraf Gazetesi 13 Kasım 2008) derken açıkça Rumları ve Ermenileri Anadolu ile Kürdistan’da etnik temizlikle kovduklarını kabul edecekti.
Türk yetkililerin bugün de sıkça tekrarladıkları; tek millet, tek devlet, tek din, tek dil, tek bayrak hedefini Anadolu ve Kürdistan’da gerçekleştirmek için önce Osmanlı sonra Türk cumhuriyet rejimi birden fazla soykırıma giriştiler. Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Êzidi ve Kürtleri soykırıma uğratarak, kalanlar ise topraklarından zorla sürerek Anadolu ve Kürdistan’ı etnik olarak Türkleştirmek, inançsal olarak İslamlaştırmak istediler ve önemli ölçüde de başardılar.

Osmanlının son yıllarında, Müslüman olmayan halkları Anadolu ve Kürdistan’dan etnik olarak temizlemede “Müslüman birliği” belirleyici Türklük ikincil iken; Cumhuriyet ile birlikte ve Müslüman olmayan halklar büyük oranda “bertaraf” edildikten sonra bu kez Türk-İslam sentezi öne çıkartılarak herkesin Türkleştirilmesi hedeflendi. Burada ise artık Türklük belirleyici, İslam kimliğine ise tamamlayıcı misyon verildi. Halen izlenen politika budur.

Üçüncüsü; önce Osmanlı rejimi, sonra Cumhuriyet; “Hıristiyan-Müslüman çelişkisini bilinçli bir siyasetle kaşıyıp derinleştirerek kendi lehine kullandı. Türk rejimi, Hıristiyan ve Musevi halklara karşı “hepimiz Müslüman’ız” silahını kullanırken; Müslüman ve Müslüman olmayan ezilen halkların siyasal temsilcileri ise önce Osmanlıya, sonra ırkçı Cumhuriyet rejimine karşı ortaklaşamaması, Türk rejiminin böl-parçala-yönet siyasetinde işini kolaylaştırdı.

Demek istediğim, Osmanlının son yıllarından Cumhuriyet’e ve Cumhuriyetten de günümüze kadar izlenen siyaset ana hatlarıyla aynıdır. Şöyle ki;

Dini ve etnik farklılıklar kullanılarak halkları birbirine kırdırtmak, güçten düşürmek! Hıristiyan ve Musevi halkları, Müslüman milletlerin egemenlerinin desteğiyle ortadan kaldırmak veya toprağından sürmek! Türk olmayan Müslüman halklara ise şoven asimilasyon ve entegrasyonu planlı uygulamak!

Dördüncüsü; Osmanlı devletinin bu siyaseti son yıllarda ana hatlarıyla Bedirhan Bey üzerinden Nasturi ve Kürtlere karşı izlediğini de görebiliriz.

Osmanlı yönetimi, Bedirhan Bey’e doğrudan Nasturilere “saldırın” demez ama el altında saldırının zeminin hazırlar. Bedirhan Bey Nasturi halkına dönük katliama giriştiğinde de, buna göz yumar, görmezlikten gelir dahası ellerini ovuşturarak bir taşla iki kuş vurduğunu düşünür. Nasıl mı?

Osmanlı, Bedirhan Bey eliyle Hıristiyan bir halk olan Nasturileri katliamla tasfiye eder. Böylece Osmanlı hem Batı Avrupa’nın kendi içindeki eli olarak gördüğü Nasturilerden kurtulmuş olur hem de Fransız ve İngiliz merkezli Batıyı, Nasturilere karşı peş peşe iki büyük katliam yapan Bedirhan Bey üzerinden Kürtlere karşı düşman hale getirmiş olur!

Öyle ki Fransızlar ısrarla Osmanlı devletinden Bedirhan Bey’in kellesini isterler. Ne demek bu? Osmanlı eğer Bedirhan ve diğer Kürt beyleri üzerinden Kürtlere dönük saldırıya geçerse, Batı’dan karşı ses gelmeyecek hatta Nasturi katliamı nedeniyle destek bile gelebilir. Öyle de olur! Osmanlı rejimi, Bedirhan Bey ve diğer Kürt beyliklerini, merkezileştirme siyaseti gereği tasfiye ederken Batıdan tepki gelmez.

Bedirhan Bey’in, birincisi 1843’te başlayıp Ağustos ayı başlarına kadar süren, ikincisi ise 1846 sonbaharında başlatılan saldırılarda toplam20 bin civarında Nasturi halkını katlettiği söylenir. Kimi kaynaklar ise birincisinde 10 bin ikincisinde 20 bin civarında olduğunu belirtir. O yıllarda Hakkari ve çevresinde toplam Nasturi nüfusunun 100-150 bin civarında olduğu düşünülürse, Bedirhan Bey’in Nasturi halkına karşı soykırıma giriştiğini kabul etmeliyiz! Biz Kürdistanlı komünistleri bunu kabul ediyoruz!

Beşincisi; Rumların ve Ermenilerin kendi iç siyasal birliklerini yaratamaması en büyük sorunlarıydı ama sorunları bununla sınırlı değildi. Her iki halkın da bir diğer zayıf yanı ise Anadolu ve Kürdistan’ın her yanında, Trabzon’dan Tokat’a, İstanbul’dan Çukurova’ya ve Kuzey Kürdistan’ın her yerinde nüfus olarak az-çok var olmaları ama hiçbir yerde çoğunluk oluşturmamaları idi; bu durum siyasal ulusal direnişlerini olumsuz etkiledi.

Altıncısı; başta Ermeni soykırımı olmak üzere Anadolu ve Kürdistan’da yaşanan soykırımlarda Batının, özellikle Almanya’nın günahı büyüktür. Almanya, soykırımlarda (esas Ermeni soykırımında) salt bilgi sahibi değil aynı zaman planlayıcıydı. Alman komutanların yer yer doğrudan soykırımda yer aldıklarına dair bilgi-belge var. Sadece Almanya değil genelde Batı az çok bu soykırımdan haberdardı. Talat Paşa, ABD elçisi Morgenthau’ya, “Abdülhamit’in yapamadığını biz yaptık” diyerek daha önce başlatılan ama yarım kalan soykırımı “tamamladık” diye böbürlenmiştir.

 

Sonuç olarak; Kavimler kapısı Anadolu ve Kürdistan’ı; Rumlardan, Ermenilerden, Êzidilerden, Asurîlerden “temizleyen”ler bu yaptıklarıyla övünmek değil utanmalı, dahası tarihe nasıl hesap verilecek diye düşünmelidirler!

Müslüman olmayan nüfus bugün; Azerbaycan’da %4, Mısır’da %11, Suriye %12, Kuveyt %5, BAE %10, Irak %5 ve hatta İran bile %2 civarındayken, Türkiye’de Müslüman olmayan nüfus devletin resmi söylemiyle %0.1 ile %0.2 arasında değişen bir orana kadar geriletilmiş ise; Müslüman olmayan halkların ana yurtları olan Anadolu ve Kürdistan’da, “nüfusun %99,9’nun Müslüman hale getirildiği” ile övünmek yani bu coğrafya da Müslüman halkların köklerini kazımakla övünmek utanç vericidir! Bizler bu utanca hayır diyerek sırtımızda taşımamalıyız.

Çağrı yerine

I – Türk rejiminin gerek, Ermeni, Rum, Süryani, Êzidi gibi Müslüman olmayan halklara yönelik baskı- katliam ve soykırımdan dolayı öncelikle halklardan özür dilemesi dahası maddi ve manevi taleplerini karşılaması lazım. Bunun için mücadele edilmelidir.

II – Zorla Müslümanlaştırılmış Rum, Ermeni ve diğer inançlardan olan herkesin özgür iradesiyle kendi kimliğine dönmeye çağırmalı ve bunun koşullarının yaratılması için mücadele etmeliyiz.

III – “İslam kardeşliği” adı altında geliştirilmek istenen Hıristiyan, Musevi karşıtlığına “hayır” diyerek tutum almalıyız.

IV – Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında Müslüman olmayan tüm halklara dönük gerçekleştirilen katliam-tehcir-soykırımlarda belirleyici olan Türk devleti ile egemen sınıflarının siyaset ve icraatlarıdır. Yanı sıra bu ırkçı siyasetin icrasında, mülkiyet hırsı ve inanç faktörü nedeniyle Türk olmayan Müslüman toplumların egemen sınıflarının da dolaylı ve doğrudan yer aldıkları açıktır. Bu nedenle Kürt, Çerkes, Laz, Arnavut, Arap …. toplumlarının torunları olarak bizlerin de bir özür dileme sorumluluğu bulunmaktadır. “Dilememeliyiz! Bizi ilgilendiren bir olay değil” diyerek özür dilemeye itiraz edenler şu soruları yanıtlamak durumundadırlar:

a- Katledilen ve sürülen Ermeni, Süryani, Rum halkının mülklerine kim el koydu? Gerek Anadolu ve gerekse Kürdistan kentlerindeki Hıristiyan, Musevi milletlerin malı mülkü kime hangi ulustan, uluslardan egemen sınıflara kaldı?

b- 1900’lı yıllara kadar Anadolu ve Kürdistan kentlerinin bir çoğunda % 10 ile % 30 arasında değişen nüfusa sahip Müslüman olmayan halkların mülkleri, Müslüman milletlerden egemen sınıflara kalmadıysa kime kaldı?

c- Müslüman egemen sınıflar, Hıristiyan, Musevi, Êzidi malına mülküne el koymak için hiçbir şey yapmadığı halde Türk rejimi kendiliğinden mi onlara mülkiyet bağışladı? Genelde farklı milletlerden Müslüman egemen sınıflar Hıristiyan ve Musevi milletlerin malını mülkünü almak istemediler de devlet zorla mı onlara verdi?

d- Müslüman milletlerden egemen sınıflar, mülkiyet hırsı ve inanç farkı nedeniyle Osmanlı ve Cumhuriyet sürecinde devlete yardım etmeselerdi, devlet Kürdistan ve Anadolu’da Müslüman olmayan halkları etnik olarak kolayca temizleyebilir miydi?

Beni dinlediğiniz için teşekkürlerimi saygılarımı sunuyor, Panelin başarıyla sonuçlanmasını diliyorum. 08.04.2016

 

* “1. Dünya Savaşı ve Sonrası Trabzon ve Pontos Sorunu” panelinde yapılan açılış konuşması.

[email protected]

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights