Ana SayfaSIYASETMÜLKİYET, İKTİDAR, DEVLET (=DEMOKRASİ) VE… / TEMEL DEMİRER

MÜLKİYET, İKTİDAR, DEVLET (=DEMOKRASİ) VE… / TEMEL DEMİRER

Marksist kurama göre, sosyalizme geçiş için üretim araçlarını toplumsallaştırmak amacıyla üretenlerin hâkimiyetine denk düşen; komünizme geçiş için proletaryanın hâkimiyeti sağlamasıdır. Bu süreçte, proletaryanın burjuva üzerindeki bir diktatörlüğünden bahsedebiliriz.

 

MÜLKİYET, İKTİDAR,

DEVLET (=DEMOKRASİ) VE…

TEMEL DEMİRER

 

I) MÜLKİYET, ÖZEL MÜLKİYET HAKKI VE EŞİTSİZLİĞİ

II) ŞİDDET VE -TEKELİ OLARAK- İKTİDAR

III) DEVLET MESELESİ

IV) “DEMOKRASİ” FASLI!

V) DİKTA YA DA DEMOKRASİ = DEVLET

V.1) ÖNE ÇIKAN -YAPISAL- EĞİLİM(LER)

V.2) “ZIRVA(LAR)” KONUSUNDA BİR KAÇ SATIR

VI) İLK ARA “SONUÇ”

VI.1) PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ/ DEMOKRASİSİ

 

MÜLKİYET, İKTİDAR, DEVLET (=DEMOKRASİ) VE…[1] / TEMEL DEMİRER

 

“Antiqua quae nunc sunt,

fuerant olim nova.”[2]

‘Mülkiyet, İktidar, Devlet (=Demokrasi) Ve…’ başlığında ifade edeceklerim geniş bir alanı kapsıyor. Bu nedenle konuyu bana önerenlerin, uzun bir sunuma hazır olmaları gerekiyor.

O hâlde Antonio Gramsci’nin, “Eskinin çürüyüp yok olduğu, yeninin ise bir türlü ortaya çıkamadığı bir değersizleşme, bir çürüme, bir nihilizm dönemi yaşıyoruz,”[3] saptamasının altını defalarca çizerek, başlayalım.

I) MÜLKİYET, ÖZEL MÜLKİYET HAKKI VE EŞİTSİZLİĞİ

Artı ürün, artı değeri bu da özel mülkiyet kavramını ortaya çıkarmıştır.

Douglass C. North’a göre, “Kendisinin güvenliğinin sağlanması ekonomik gelişmenin temel şartı”; Bertrand Russell’a göre de, “güvenliğin ve özgürlüğün en önemli şartlarından” olan özel mülkiyet esasında esarettir. (Çünkü “aitlik” ve “sahip olmak”la sahip oldukça köleleşirsin!)

“İslâmın prensipleri arasında zekat, beytülmal, sadaka kurumları ve ribanın haram olması, mülkiyetin lüzumundan fazla ve zararlı şekilde birikmesine engel olmuştur” zırvasını bir kenara bırakırsak; bir eşya sahibine o eşyayı kullanma, eşyadan faydalanma, tasarruf etme yetkilerini veren imtiyazdır. Eşya menkul ise, menkul kıymet; gayrimenkul ise, gayrimenkul mülkiyet denir.

Jean Jacques Rousseau’nun ifade ettiği gibi, bir tarlanın etrafını çitleyip “Burası bana aittir” diyen ve bu söze inanların “uygar toplumu”yla başlayan özel mülkiyet kurumu, insanlık tarihini kana bulayan, hırsızlıklara, cinayetlere ve savaşlara yol açan gelişmelerin de başlatıcısı olmuştur.

Bütün kötülüklerin anasıdır. Çünkü bir kimsenin, bir mal üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma tekelidir.

Proudhon’a göre hırsızlıktır; bize göreyse -“Adalet mülkün temelidir” mantık(sızlığ)ı açısından- özel mülkiyet hırsızlıktır. Çünkü liberalizmin temel kavramı olan özel mülkiyet birinin, ötekine baskın olmasıdır.

Nihayetinde sınıflı toplumla yaratılan, artı değere el konulması yoluyla oluşan özel mülkiyet, servetin -çoğunluğa rağmen- azınlığın elinde yoğunlaşmasıdır ki, özel mülkiyet, aynı zamanda egemenlik “hakkı”dır da.

Kolay mı? Anglo Sakson hukuk sisteminde mülkiyet hakkı kutsal kabul edilmiştir.

Roma hukukunda mülkiyet hakkı “ayni bir hak” olarak görülüp, üç önemli niteliği söz konusudur: i) “usus” yani kullanma; ii) “fructus” yani yararlanma; iii) “abusus” yani tasarruf edebilme hakkı…

Özel mülkiyetin mutlak bir hak olduğu Roma hukukunda kullanma, tasarruf ve yararlanma hakları bakımından malikin yetkileri sınırsızdır. (Kamulaştırma yoluyla devletin mülkiyete müdahalesi istisnası dışında.)

Özel mülkiyet hakkı, 1789 ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde de tanınıp güvence altına alınır; bu bildirgeden beri hemen tüm kapitalist anayasalarda, “dokunulamaz” “kutsal” bir hak olarak yer almaktadır.

Temelini sınıflı toplumdan, devlet olgusundan alan üretici ve olsun olmasın, her türlü emek ve artı-değer ile artı-ürün üzerinde tahakküm sağlayan bir güç olan özel mülkiyet hakkı, egemen sınıfın devleti ile birlikte askeri, toplumsal ve ekonomik motifli baskıcı kurumlar, kanunlar ve anayasalar tarafından koruma alınmıştır.

Bir nesne üzerindeki o nesneyi kullanma, yararlanma, alım, satım, kiralama, ödünç verme gibi her türlü tasarrufu yapabilme hakkına verilen isimdir.

Özel mülkiyet hakkı, “kutsal” falan değildir, yağmadır, hırsızlıktır!

Evet özel mülkiyet hakkının temelinde, gasp vardır; kaba kuvvet ile elde edilirken; insan(lar)ın büyük kısmı, komünizmin mülkiyet hakkını yok edeceğinden korkar. Hâlbuki kapitalizm, bu hakkı her on kişiden dokuzu için zaten ortadan kaldırmıştır. (Mülkiyet hakkı konusunda sosyalist yaklaşım bu hakkın her bireyde eşit olması gerektiğini varsayar.)

Tıpkı Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Özel mülkiyeti yok etme niyetimiz sizi dehşete düşürüyor. Oysa şu anki toplumunuzun onda dokuzu zaten özel mülkiyetten yoksundur: Onun bir azınlık için varolması, yalnızca onda dokuzunun ellerinin boş olması sayesindedir. Bu yüzden bizi, varoluşu için gereken koşulun, toplumun ezici çoğunluğunun özel mülkiyetten mahrum olması olan bir mülkiyet formunu yok etmek istediğimiz için kınıyorsunuz. Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle; niyetimiz tam olarak budur,”[4] ifadelerindeki üzere…

Özel mülkiyet Neolitik Devrim ile birlikte ortaya çıkan bir olgudur. Tarım devrimine dek avcılık ve toplayıcılıkla geçinen topluluklar, özel mülkiyet kavramına sahip değildi. Çünkü topluluk, ortak olarak herkes için yetecek kadar ürün topluyordu; herkes ihtiyacı kadar alıyordu. Üretimde herhangi bir artık söz konusu değildi. Çünkü avladıklarını ve topladıklarını muhafaza edemiyorlardı. Ki zaten herkesin erzakı bittiğinde ava gidildiği için, muhafaza etmeye gerek de yoktu. Ancak tarım devriminden sonra, insanlar tüketebileceklerinden çok daha fazla mahsul elde etmeye başladılar. Üstelik bu, depolanmaya da uygun bir üründü.

Dolayısıyla, artık ürün ortaya çıkınca, artığın kime ait olacağı sorusu da ortaya çıkmış oldu. Böylelikle ilkel komünal topluluklar (Karl Marx’ta bir toplumsal değişme kategorisi olarak ilkel komünal toplum) sona erdi; tarlaların etrafı çevrilmeye başlandı. Üstüne üstlük, özel mülkiyetin doğuşu, miras meselesini de ortaya çıkardı. Bu da, evlilik kurumunu ortaya çıkardı.

Thomas More’un, “Özel mülkiyet tamamıyla terk edilmedikçe, malların eşit ve adil bir yöntemle dağıtılması ya da insanların yaşamının refaha kavuşması olanaksızdır. Özel mülkiyet var olduğu sürece insanlığın en büyük ve en faydalı kesimi yoksulluğun ve çetin yaşamın getirdiği kaygıların malum yükü altında ezilecektir. Kabul, bu yük bir dereceye kadar hafifletilebilir; ama asla tamamen ortadan kaldırılamaz,”[5] diye tanımladığı insanlar arasındaki eşitsizliğin sebebidir.

“Kişinin sahip olduğu, sahiplendiği, el koyduğu taşınır ve taşınmaz mal(lar)” olarak tarif edilen özel mülkiyet, bir şahsın elinde bulundurduğu malın kendisi ve menfaati ile birlikte ona ait olması, malın başka birisi ile ilişiğinin bulunmamasını ifade eder. Bu, üretim araçları için de geçerlidir ve en önemli biçimini yani “sermaye” niteliğini bu alandan alır.

Azınlığın zenginliğinin, çoğunluğun köleliğinin kaynağıdır ve bu konuda Karl Marx şunları der: “Özel mülkiyet bizi öylesine alıklaştırmış ve sınırlı kılmıştır ki bir nesne ancak ona malik olduğumuz, demek ki (o nesne) bizim için sermaye olarak var olduğu ya da bizim tarafımızdan dolayımsız sahip olunduğu, yenildiği, içildiği, giyildiği, içinde oturulduğu, vb., kısacası bizim tarafımızdan kullanıldığı zaman bizimdir.”[6]

Karl Marx’ın haklı bir çıkarsaması, bir nesnenin “benim olması” ile ona “malik olmam” arasında ince bir çizgiye işaret etmekteyken; özel mülkiyet, emeğin metalaşmasına vesile olurken; doğayı da köleleştirir.

Kölelik üreten özel mülkiyet John Locke’a göre, toplum sözleşmesinin dolayısıyla da, devletin temelidir; Peter Kropotkin için de, eşitsizliğin temelidir.

Mülkiyet eşitsizliğinin nedeni “özelleştirilmesi”dir. Çünkü herkes hukuk karşısında “eşittir” dense de, konumunu/ pozisyonunu mülkü belirler.

Yunus Emre’nin, “mal sahibi mülk sahibi,/ hani bunun ilk sahibi” notunu düştüğü özel mülkiyet yığınlar açısından açlığa, kıtlığa, yoksulluğa neden olur. Özel mülkiyet barbarlığıyladır ki bir tarafta zenginlik büyürken (Amerika, Avrupa); öte yanda kıtlık ve yoksulluk katlanır. (Afrika, Asya)

Evet özel mülkiyet toplumsal sınıfların, mülk sahipleri ve kölelerin ve ilk devletin doğmasına sebep olan hadisedir ve üretimin toplumsal niteliğiyle çelişir (ve bu çelişkiden sosyalizm doğar).

Üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olması üretimin, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için değil, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın kâr etmesi için yapılmasına neden olur. Dolayısıyla toplumsal ihtiyaçları karşılamak için yapılması gereken üretimin, bir avuç sömürücünün sınıfsal çıkarları doğrultusunda yapılması kapitalist sisteme içkin yıkıcı bir çelişkidir.

O hâlde burada durup Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Komünizm kimseyi toplumsal ürünleri mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yalnızca, insanı bu mülk edinme bicimi aracılığıyla başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakır,”[7] notunun altını çizerek bir parantez açmalı…

Marksizm insanların kendi emekleriyle mülk edinmesine karşı değildir. Üretim araçları, doğadan elde edinilen herhangi bir hammadde, bir toprak parçası yani sermayeye dönüşebilen herhangi bir şey; bunların sahibi yoktur. Bunlar sadece insanların değil dünyada yaşayan bütün canlıların ortak malıdır. Marksizme göre bunların herhangi birinin sahibi benim demek hırsızlıktır.

Salt sermayeyi arttıran ve var olması sadece burjuva sınıfının çıkarları doğrultusunda olan işçi emeği sayesinde edinilen özel mülkiyet hırsızlıktır. Bir otomobil düşünün, yapımında gerekli olan bütün malzemeler yeryüzünden elde edilir.

Marksizm insanların kendi emekleriyle otomobil alma hakkını elinden almaz ama işçilerine ancak işçilere açlıktan ölmeyeceği kadar maaş verip o otomobili üreten fabrikaya sahibi olma hakkını elinden alır ki zaten öyle bir hak da yoktur. Ve herkese aynı ücret de verilmez. Verilen emek sayesinde yapılan her şey emek sahiplerine geri döner, üç beş kişiyi zengin etmez.

Dünyadaki bütün savaşları, acıları ve yoksulluğu üreten, Marksizmin hırsızlık olarak kabul ettiği özel mülkiyet şeklidir. Bu öyle bir şeydir ki değerini arz-talep durumu sayesinde artırır veya azaltır. Yani toplumda bunlara sahip ne kadar az insan varsa değeri o kadar artar.

Bu da, bu sistem devam ettiği sürece dünyadaki savaşların, kıtlığın, acının ve yoksulluğun da hiçbir zaman bitmeyeceği anlamına gelir. O yüzden “arabamı sokaktaki herkesle mi paylaşacağım?”, “evim bütün mahallenin ortak malı mı olacak?”, “alnımın teriyle kazandığım şeyleri herkesle neden paylaşayım”, “o zaman hiç çalışmadan başkalarının sırtından geçinen asalaklar olmaz mı?” biçimindeki sorular sorarak Marksizmi çürütmeye çalışmak en hafif şekliyle cahilliktir.

Özel mülkiyet, çoğunlukla kişisel mülkiyetle eş tutulur. Oysa özel mülkiyet, kişisel mülkiyeti kapsar. Ancak sadece onunla sınırlı değildir. Zira “özel”den kasıt, toplumsal olmayandır.

Özetle Marksistler mülkiyeti kişisel mülkiyet ve özel mülkiyet olarak ikiye ayırırlar.

Birincisi dış fırçası gibi şeyler, yani tüketim araçları: Devlet buna dokunmuyor.

İkincisiyse üretim araçları: Devlet bunlara el koyup, kamulaştırıyor.

İnsan(lık)ın mülksüzler ile mülk sahipleri olarak ikiye ayrılması… Mülksüzlerin mülk sahiplerine köleliğini devreye sokan özel mülkiyet açısından soru(n) bu kadar açıkken; “yarin yanağından gayri herşeyin ortak olması gerekliliğini savunanlar”ın karşı olduğu özel mülkiyet konusunda Oscar Wilde’ın, ‘The Soul of Man Under Socialism’ başlıklı yapıtındaki şu not kesinlikle göz ardı edilmemelidir:

“With the abolition of private property, then, we shall have true, beautiful, healthy individualism. Nobody will waste his life in accumulating things, and the symbols for things. one will live. To live is the rarest thing in the world. most people exist, that is all/ Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla, insan gerçek, güzel ve sağlıklı bir bireyselliğe kavuşacaktır. Hiç kimse hayatını nesneler ve nesnelerin sembolü olan şeyler biriktirmekle ziyan etmeyecektir. İnsan yaşayacaktır. Yaşamak dünyada en ender bulunan şeydir. Çoğu insan yalnızca ‘vardır’, o kadar.”

Toparlarsak insan(lık)ın içinde bulunduğu üretim ilişkileri mülkiyet ilişkilerini beraberinde getirdiği için ve toplumsal emek idesiyle, bireyin emeği, salt kendi çıkarına olamayacağı için “özel” olarak değerlendirilemez. Şu an içinde bulunduğumuz kapitalist üretim sisteminde, bir üretenin ürettiğine yani kendi yarattığına ulaşamamasından kaynaklı, kendine ve kendini ve doğayı yeniden yaratma iddiasındaki emeğine yabancılaşır ve kendini evinde hissetmez ve yabancılaşma alabildiğine insanlığı sarıp sarmalar. İnsanın kendine, emeğine, ürettiğine ve doğaya yabancılaşmaması için ve bu sarmalın daraltılması ve biraz sonrasında kırılması için bugünkü mülkiyet ilişkilerinin kaldırılması elzem ve aynı zamanda insanı insan yapan değerlerden kaynaklı insanlık mücadelesidir.

Özetle Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Özel mülkiyet, başkasının işgücünden serbestçe yararlanma yetisidir” ve “içindeki ilkel ve gizli olan kölelik ilk mülkiyettir,”[8] notunu düştüğü özel mülkiyet kavramı, de facto olarak para, devlet, iktidar kavramlarını varsayar. Birini ötekinden bağımsız düşünemezsiniz.

Kapitalist sömürü sistemin temeli özel mülkiyettir. Kaba inşaatı devlettir. Çatısı rüşvettir. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi ise aksesuarı…

Bugün dünyanın tamamına yayılmış adaletsizliğin temelinde özel mülkiyet olduğu açıktır. Her anlaşmazlık sahip olanla olmayan arasındadır.

Ve tarihsel gelişim ve değişim içerisinde ele alınması gereken bir konudur; tabii, “Her tarihsel dönemde mülkiyet, değişik biçimlerde ve birbirlerinden tümüyle farklı toplumsal ilişkiler içinde gelişmiştir. Dolayısıyla, burjuva mülkiyetini tanımlamak, burjuva üretimin tüm toplumsal ilişkilerinin açıklanmasından başka bir şey değildir. Mülkiyeti, sanki bağımsız bir ilişki, ayrı bir kategori, soyut ve ölümsüz bir düşünceymiş gibi tanımlamak, metafiziğin ya da hukukun kuruntusundan başka bir şey olamaz,”[9] diyen Karl Marx’ın notunu unutmadan!

II) ŞİDDET VE -TEKELİ OLARAK- İKTİDAR

Devlet, Jean-Jacques Rousseau’ya göre, özel mülkiyet kavramı ile birlikte ortaya çıkıp, doğası gereği şiddet ve şiddeti örgütleyen bir iktidar tekelidir.

Bir hareketin, bir gücün derecesi, sertliği olarak tanımlanabilen şiddet, toplumsal yapı, mülkiyet ilişkileri ve eşitsizliklere dayanırken; iktidar/ devlet de egemen sınıfın şiddet aygıtıdır.

Zygmunt Bauman’ın, “Modern uygarlığın şiddet içermeyen karakteri tam bir yanılsamadır. Daha doğrusu onun, kendini kandırma ve kendini ilahlaştırmasının; kısacası, onun meşrulaştırıcı mitinin ayrılmaz bir parçasıdır. Uygarlaşma sürecinde gerçekte olan şey, şiddetin daha etkili biçimde yeniden düzenlenmesi ve şiddete yeni alanlar açılmasıdır. Şiddetin varlığına son verilmemiş, yalnızca gözden uzaklaştırılmıştır,” notunu düştüğü ve siyasal-toplumsal gerçeklerden soyutlanarak kavranması mümkün olmayan şiddet, güç ve iktidarla ortaya çıkabildiği gibi; güçsüzlük ve iktidarsızlıkla da ortaya çıkabilir. İlki egemene aitken; ikincisi de egemen karşısında ezilenin refleksidir.[10]

Simone Weil’in, “İnsanı cesede dönüştürme yetisi olarak” tanımladığı; Jacques Derrida’nın, “Şiddet söylenemeyen şeydir, çünkü ona ancak bir şeyi anlatmaktan artık umudu kestiğimizde başvururuz,” diye formüle ettiği olgu nihai kertede “Şiddet kötüdür” önermesi yerine, “sosyal bir kurum olarak” olarak kavraması gereken[11] şiddet, “Bağrında yeni bir toplum yatan bütün eski toplumların ebesi”dir de Friedrich Engels’in hatırlattığı üzere…

Sertlikle, yoğun bir güçle meydana gelen, yapılan veya etkili olan bir şeyin özelliğine denk düşen şiddet, yalnız bir başkasını öldürmek değildir; sadece fiziksel de değildir; çok daha derin bir şeydir.

Mesela sınıflı sömürücü yapılarda şiddet her yerdedir: Okulda, evde, bahçede, sokakta, doğada, ailede, trafikte, filmlerde, dizilerde, bilgisayar oyunlarında ve hatta çizgi filmlerde…

Çeşitli düşünürlerin “toplum sözleşmesi” ideasına bağlı anlattıkları ve Thomas Hobbes’a göre, modern toplumlarda kontrat yoluyla egemenin tekeline verilendir. Hâlihazırdaki toplumlarda çoğunlukla kanunlardır bu kontrat!

Ancak hukuk da, “devlet şiddeti”nin kapsama alanından muaf değildir. Devlet şiddetinde, dostlar ve düşmanlar ayırımı temeldir. Devlet burada iç ve dış dostları ve düşmanları belirler. Devlet “olağanüstü durum” ilan ederek hukuki şiddeti sınırlar ve devletin çıkarlarının ön plana alınmasını sağlar. Yani hukuksal şiddet, diğer bir deyişle cezanın hukuki bir süreç sonucu ortaya çıkması olanağı sınırlanmış ve saf şiddetin yolu yeniden açılmış olur. Ve bu yüzden devlet şiddeti bir yandan vatan, millet, din, ümmet aşkına sahip olmak ve öte yandan bu tanımlamalara göre ötekiler olanlara nefret duymak gibi duygusal öğeleri de içerir. Bu nefret dolu şiddet kaynağını öfke, korku, kıskançlık ve hasetten fazlasıyla alacaktır.”[12]

Çünkü sınıflı sömürücü yapılar, nihai kertede şiddetin örgütlenmesinden başka bir şey değilken; “meşru şiddet tekeli” yalnızca ve kesinlikle devlete aittir.

Max Weber’e göre, modern devletin elinde olması gereken şiddet tekeli ya da “monopoly of violence” diye de bilinen Weberyan devlet karakteristiği veya “iktidar”ı/ “devlet”i mümkün kılan tanımda; şiddet tekeli yasallık ile dirsek temasındadır. Devletler bu “tekel”i yasallık şemsiyesi altında sunarak “meşru”, “medeni” ve hâliyle “ahlâklı” kılarken bu “tekel”i tehdit eden her türlü rekabet’e sıfır tahammül politikasını (kaçınılmaz olarak) şiddet’le uygular!

Yani ek cümleyle: Devlet belli sınırlar dahilinde, meşru şiddet kullanma tekeline sahip tek kurumdur. Bu da sınıflı sömürücü devletlerin en temel konseptlerinden birisidir.[13] Üstelik devlet şiddetinin “yasallık”ının kaynağı da devletin kendisinden başka şey değildir. Bir başka deyişle devlet şiddetinin meşruiyeti kendinden menkuldür.

Özel mülkiyetin de facto olarak devreye soktuğu “şiddet tekeli”, iktidarda somutlanır.

Devletin üst kademesinde, ülkeyi bir sınıf için yöneten kişi ve kişilerin yapabilme becerisine sahip olmaları, kudretli olmalarıdır iktidar.[14]

“Tek işlevi bastırmak olsaydı, iktidar kırılgan bir şey olurdu,” diyen Michel Foucault’ya göre, “siyasal olarak toplumda gücü elinde bulunduran” iktidar hem rızaya, hem de zora dayanır; etki veya kontrol yoluyla kullanılır; hem ekonomik, hem politik, hem de ideolojik ve kültüreldir.

Gücü elinde bulundurma yetkisi ve bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıfları yönetme becerisi olması yanında insanları kedere[15] (ve edilgenliğe) gark eder iktidar. Bir noktadan sonra gücünü verili sınıfın ne kadar hâkim ideolojiye sahip olduğudur.

İktidar (erk veya potestas), genel olarak hareket etme yeteneği anlamına gelir. Buradan birçok deyim çıkartılabilir. Siyasal açıdan iktidar dendiğinde ise akla yasama, yürütme, yargı erki gibi organlar gelir.

Başkalarıyla ilişkide iktidar, eşit olmayan bir ilişki yaratır. Bir ya da birden çok kişinin arzu edilen davranışta bulunmasını sağlama olgusu iktidarı ifade eder.

Astlık-üstlük, korku, ilahi korku, var olma zorunluluğu, çekicilik gibi birçok neden iktidarın kaynağını oluşturabilir. Siyasal ve sosyolojik bir sistematikten bahsedersek, iktidarın kaynağını ikiye ayırabiliriz: ilahi kaynak ve sosyal kaynak.

İlahi kaynakta, ilahi korku ve kutsallık tabi olma olgusunu açıklar.

Sosyal kaynaklarda ise yine ikili bir ayrım görülür: materyalist ve insancıl sosyal kaynak.

Materyalist sosyal kaynakta, en güçlünün yasasından söz edilir; iktisadi veya biyolojik nedene dayanır.

İnsancıl sosyal kaynakta, iktidarı toplum sözleşmesine dayandırmak mümkündür. “insanların, biçimsel eşitliği nedeniyle -serbest rızaya dayanan- bir ortak yaşam paktı” olarak görülür. Burada John Locke’a gönderme yapılabilir. Aynı zamanda bu tanım, aslen demokrasiyle ile ilgilidir.

Platon’un, “İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir,” notunu düştüğü olguya ilişkin olarak; Erich Fromm, “İktidardan moral olarak etkilenen hiçbir zaman eleştirel bir ruh hâline sahip olamaz ve hiçbir zaman devrimci değildir”; Lev Nikolayeviç Tolstoy, “İktidar, kitlelerin bir araya toplanan, yoğunlaşan iradelerinin açıklanan ya da açıklanmayan sessiz bir kabul edişle, seçilen idarecilerin üzerinde toplanmasıdır”; George Orwell, “İktidarın tadını alanların önemli bir kısmı, bu konumu kaybetmemek için, deri değiştiren yılanlar gibi, her gün başka kimliklere bürünürler,” dedikleri iktidar, kaynağı ne olursa olsun toplumun her hücresinde bulunur. İktidar bütün topluluğa etki ettiği zaman siyasal iktidar olarak adlandırılır. İktidar kendisini kabul ettirmek için tüm maddi araçlarını kullanabilir. Dış etkenlere göre değişebilirlik taşıyan iktidar, grup üyelerinin rızalarıyla az çok doğrudan ilişkilidir.

Ve Hannah Arendt’e göre, iktidar (power), uyum içinde eylem kabiliyetine tekabül eder. İktidar tek bir kişiye değil gruba aittir ve grup bir arada olduğu sürece var olabilir. Bir kişi için “iktidarda” derken, aslında onun ait olduğu grup-topluluk adına eyleme kudretine sahip olduğundan bahsederiz. Grup ortadan kalktığında kişinin iktidarı da sona erer.[16]

Toplum üzerinde devlet olarak, aile üzerinde erkek olarak açığa çıkan, “Koşulsuz olarak itaat edilmesi zorunlu bir otorite” olan iktidar, muktedir olma durumu/hâlidir. Ancak siyasal erki elinde bulundurmak salt bir “iktidar” payesini eline almak anlamına gelmez. Ekonomik ve siyasal etkenler bunda belirleyicidir.

“Kılıcı” elinde tutan iktidar, emekçileri sürüleştirirken; elindeki güçlerle (para, bilgi, fiziksel güç, töre ve gelenekler vs.) insan(lar)a hükmeden(yöneten)dir; Lord Acton’un, “İktidar yozlaşmaya meyillidir, mutlak iktidar mutlaka yozlaşır,” uyarısı kapsamında…

İktidar, üretim ve deneyime dayalı insan özneleri arasındaki ilişki olarak tanımlanır. Bazı öznelerin diğerleri üzerinde sembolik ya da fiziksel şiddet kullanma eğilimidir. Tarih nice iktidar mücadelelerine sahne olurken; kadın ile erkek arasındaki iktidar ilişkisi de bu asli boyutudur.

Özetle iktidar ya da iktidar ilişkisi, “emretme ve itaat”e dayanır; “emir ve itaat” ilişkisi üzerinde yükselir.

Teorik olarak, “Devlet gücünü kullanarak vatandaşlarının sosyal ve hukuksal ihtiyaçlarını karşılamak”la yükümlüdür. Ancak tarihte hiç bir zaman bu böyle olmamıştır. Çünkü iktidar insan yapısına ters ve insani zaafların odağı olmuştur. Zengin ve fakir arası uçurum hep açılmıştır.

İşbölümünün ürünü olan her iktidar, doğası gereği bir gasptır.

İktidarı, “Tekdüzeleştirme sürecinin meşruiyet kazanması ve ötekinin görünür görünmez türlü biçimlerde ortadan kaldırılması” olarak tanımlayan Edward Said’in yanında; Max Weber’e göreyse iktidar “Başkalarının neler yapacağını, olabildiğince doğru biçimde, önceden görebilme yeteneğinden başka bir şey değil”dir.[17]

İktidar, başkalarının davranışlarını etkileyebilme, kontrol edebilme ve kendi istek ve arzularına göre yönlendirebilme gücüdür. İktidarın iki türlü öğesi bulunur. Bunlardan birisi güç ve zorlama, ikincisi ise benimsetme, hegemonyadır.

Özü itibariyle iktidar, hâkim ve söz sahibi olma yetisidir. Bir yanıyla “Bilirim” diyerek, topluluğa yön tayin etme çabasıyken;[18] öte yandan da Michel Foucault’nun altını çizdiği “Panopticon” tahakkümüdür. Yani aynı anda hem bilgi üzerinde, hem de toplum üzerinde denetime dayanır.

Kapitalist dünyanın genelinde gücünü, halktan değil, sermaye-medya-ordu/ bürokrat üçgeninden alan sınırlı yetki ve yaptırım olarak, “İnsanlığın en büyük sorunu ‘iktidar’dır… İktidar hiçbir zaman sadece dayatma değil, aynı zamanda ‘tanınma’dır. İnsan güce sadece güç olduğu için biat etmeye veya biat ettirme meyline kapılırsa, gücün kölesi hâline gelir. İktidarda olan da gücün kölesi olur, ona tabi olanlar da! İktidarda olan her şeyini gücü elinde bulundurmaya bağladığı oranda, gücünü yitirdiği anda, her şeyini yitirme kaygısı ile kendi gücünün kölesi olur.”[19]

Bir diğer yandan Pierre-Joseph Proudhon’un ifadesiyle, “İktidar yasaklama gücü”yken; sadece güç ile de karıştırılmaması gereken şeydir.[20] İktidar ve güç terimleri eşdeğer olarak kullanılsa da birbirinden farklı anlamları vardır. Güç bir ilişkiyi anlatır.

Güç, nesneler üzerinde etki edendir. Bir eşeğe karşı bir iktidarımız olmaz, gücümüz olur. İktidar olması için o eşeğin iradeye sahip olması gerekir. İktidarın sahibi olduğunu düşündüğümüz kişi, yaptırım uyguladığı “şey” de bir kişi ise iktidardan söz edebiliriz.

İktidar olması için her iki tarafın da “hayır” diyebilecek durumda olması gerekir. Her iktidar karşısındakini kuşkusuz nesnelleştirir. Yani bir öznenin başka bir özneye kendi iradesini sanki onun iradesiymiş gibi kabul ettirme sanatına iktidar denir.

İktidar ilişkisi sadece onay ilişkisi değil aynı zamanda direniş ilişkisidir.[21] İktidar şiddetle değil, ekonomi-politik sözle başlar.[22]

Murathan Mungan’ın, “Ortalamanın iktidarı bizi böylesine kirleten sevgilim/ budala çoğunluğun öldürücü hakları,” notunu düştüğü iktidar, bir şey(ler)i dayatma, bir şey(ler)i yaptırma gücü; icra yeteneği ve yeterliliğiyken; Milan Kundera, “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa, orası sizin kimliğiniz olur,” saptamasının altını çizdiği meseleye ilişkin Fernando Savater, Emil Cioran’a sorar: – “İktidar nedir Cioran?”

Cioran da – “İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir,”[23] yanıtını verir!

Karl Marx’ın ifadesiyle, “Politik iktidar bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücünden başka bir şey değil”ken; Michel Foucault’ya göre de, bir eylem kümesinin, başka bir eylem kümesi üzerindeki eylemleridir. İktidar alıp kullanılan elle tutulan somut bir şey değildir. Bir ilişkiler ağıdır.

Ve de iktidarın olduğu yerde direnişde olmak zorundadır. Yani bütün iktidar ilişkilerinde diyalektik bir biçimde, ancak birbirlerini önceleyecek biçimde bir iktidar ve bir de muhalefet vardır.[24]

III) DEVLET MESELESİ

İ. Lenin’in 1917’de, “Sınıfların uzlaşmaz çelişkisinden devlet kurulmuştur,”[25]uyarısını dillendirdiği meseleye ilişkin olarak, 1875’deki ‘Gotha Programının Eleştirisi’nde Karl Marx, “Özgür demokratik devlet var olamaz,”[26]demişti.

Bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı olarak sınıflı-sömürücü devlet: i) Hükmetmek, izlemek ve dinlenmektir; ii) Denetim altına almaktır, telkin etmektir; iii) Sansürlemek ve sınırlamaktır; iv) Soymaktır, sömürmektir. Kapitalist modernitenin daha fazla kâr üzerine kurulu ekonomik sistemiyle koşullanan, milliyetçilikle cilalanan, eğitimle tanrısallaştırılan, dinle kutsanan, aileyle korunan, kanunla legalleşen hâkimiyetin şiddet ve iktidar aracıdır.

Devletin ne olup ne olmadığı konusu, ta MÖ’den başlayıp günümüze kadar konuşulup tartışılagelen bir meseledir. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı bir devlet tanımı bulunmamaktadır.

Platon (MÖ 427-347), açık bir devlet tanımı yapmaktan kaçınır, ancak ideal bir devlette bulunması gereken dört temel erdem üzerinde durarak devleti tanımlaya gider. Bunları “bilgelik”, “yiğitlik”, ‘ölçülülük’ ve “adalet” olarak sırlayabiliriz.

Aristoteles’e (384-322) göre devlet, “İyi bir amaçla kurulmuş, en yüksek iyiyi amaç edinen bir topluluktur.”

Cicero (MÖ 106-43) ise devleti, “Ortak bir fayda amacıyla mutabakat oluşturmuş olup, hukuki bağlarla birleşmiş insan topluluğu” biçiminde tanımlar. Cicero’nun devlet tanımında, “ortak fayda” ve “hukuki bağ” anahtar kelimeler niteliğindedirler.

Cicero’nun tanımını, “egemenlik” olgusuyla biraz daha pekiştiren Jean Bodin’e (1530-1596) göre devlet, “Birçok ailenin (toplumun) ortak çıkarlarının egemen bir güçle, yasa uyarınca yönetilmesidir”.

Thomas Hobbes’e (1588-1679) göre devlet, “İnsanların bir toplumsal sözleşmeyle doğa durumuna son vermesidir”. Hobbes’e göre doğa durumu, herkesin herkes ile savaş hâlinde olduğu bir düzendir. Onun tabiriyle doğa durumunda herkes eşittir; oysa “Eşitlikten güvensizlik doğar, güvensizlikten de savaş çıkar”. Bu anlamıyla devlet, doğa durumundaki savaş hâline son verebilecek yegâne mekanizmadır.

Jean Jacques Rousseau’ya (1712-1778) göre devlet, “Bir birliğe katılmış bireylerin birlik antlaşmasıyla oluşturmuş oldukları tüzel bir kişiliktir”.

Karl Marx da (1818-1883) devleti sınıf çatışması üzerinde açıklarken; sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış egemen sınıfın bir baskı aracı olduğunun altını çizer. Marksizmin devlet kavramsallaştırması liberalizmin iki temel eleştirisi üzerinde şekillenmiştir. Bunlardan ilki, tarafsız devlet teorisi iken, öbürü devlet ile toplum, siyasal ile iktisadi alan ikiliklerine dayanan liberal toplumsal modeldir.

Karl Marx, henüz 25 yaşındayken kaleme aldığı ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’[27] (1843) çalışmasında Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in devleti evrensel çıkarların savunucusu ve kamu yararının kurucusu olarak kavramsallaştırmasına karşı çıkarak, devletin doğasının evrensel olarak değil, söz konusu dönem için mülkiyetin tikel çıkarları etrafında anlaşılabileceğini ileri sürer. Tarihsel materyalist bakış açısı geliştikçe Marx ve Engels’in çalışmalarında devletin sınıfsal kökenine ilişkin vurgular artmıştır. Bununla birlikte, özellikle Marx’ın siyasal ve iktisadi alanların birbirinden kopuk biçimde değerlendirilmesine dayanan liberal görüşlere dönük eleştirileri de Marksizmin bu kurumu kavramsallaştırması ve tarihselleştirmesinde etkili olmuştur.

1844 yılında kaleme aldığı ‘Yahudi Sorunu Üzerine’[28] başlıklı kısa çalışmasında Marx, politik alan/devlet ile burjuva iktisadi alan arasında kategorik bir ayrım gözeten liberal görüşleri sert biçimde eleştirmiş ve siyasal olan ile iktisadi üretim sürecinin (burjuva/sivil toplum) birbirinden ayrılamayacağını savunmuştur. Bu konudaki vurgular, ‘Alman İdeolojisi’nde[29] (1845) sistematik hâle gelmiştir. ‘Alman İdeolojisi’nde devlet, “İçerisinde yönetici sınıfın üyelerinin kendi ortak çıkarlarını dayattıkları ve bir çağa has tüm sivil toplumun simgelenmiş olduğu bir form” olarak tanımlanır.

Aynı eserde, Marx ve Engels, devleti, burjuvaların karşılıklı mülkiyet ve çıkarlarının temini için hem içeride hem de dışarıda zorunlu olarak kullandıkları bir örgütlenme biçimi olarak tanımlamakla onun sınıfsal içeriğinin altını kalın biçimde çizmişlerdir. Devletin egemen sınıfın çıkarlarını savunmak ve genişletmek amacıyla yine bu sınıf tarafından kullanılan bir kurum olduğu vurgusu belki de en net biçimde ‘Komünist Parti Manifestosu’nda (1848) formüle edilmiştir. Bu ünlü tarife göre “[m]odern devlet iktidarı (staatsgewalt) bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir.”[30] Bu tanımlardan yola çıkarak söyleyecek olursak, devlet sınıfsal bir hegemonyanın kurumsal hâlidir.

Bunun içindir ki V. İ. Lenin, ‘Devlet ve Devrim’de, Friedrich Engels de, ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde[31] bunun altını çizerken; yine Friedrich Engels’in, ‘Anti-Dühring’deki ifadesiyle, “Modern devlet, formu ne olursa olsun bir kapitalist makinedir, kapitalistlerin devletidir ve ulusal sermayenin kişileşmiş hâlidir.”[32]

Martin Carnoy’un, “Marksist devlet teorisini farklı kılan nokta liberal devlet teorilerinin aksine burada devlet (kapitalist devlet) burjuvazinin baskıcı bir aparatı gibi kabul edilir,” diye tarif ettiği devlet konusunda Paul Sweezy, “Sınıf yapısının devamlılığı, yani düzenin istikrarı için yönetici sınıfın elinde bir araçtır,” derken V. İ. Lenin de ekler: “Proleter devriminin devlet karşısında alacağı tutum, her zaman için pratik bir öneme sahiptir. ‘Devlet’ konusunda oportünist önyargılara karşı mücadele etmeden, emekçi kitleleri genel olarak burjuvazinin, özel olarak da emperyalist burjuvazinin nüfuzundan kurtarma mücadelesi vermek imkânsızdır.”[33]

Unutulmasın: Devlet, sınıf tahakkümünü destekleyen ve onu merkeze alan bir birlik bütünlük anlayışını hedefler ve devam ettirir. V. İ. Lenin, 11 Temmuz 1919’da Sverdlovsk Üniversitesi’nde devlet üzerine bir söylev vermiş, 24 Temmuz 1919’da yine bu üniversitede, cepheye giden öğrencilerle de konuşmuştu. Bu iki metin ‘Devlet Üzerine’ adıyla kitaplaştırıldı.[34]

Bu konuda V. İ. Lenin, devletin oluşumu için şöyle der: “Toplumun daha büyük kesimini öteki küçük kesim için sistemli olarak çalışmak zorunda bırakmak, ancak sürekli bir baskı aygıtıyla mümkündür. Sınıflar yokken, böyle bir aygıt da yoktu. Toplumun sınıflara bölünmesi ve bu bölünmenin büyüyüp kökleşmesiyle birlikte her yerde özel bir de kurum ortaya çıktı: devlet.”

Yine burjuva devletinin gücüne de şöyle değinir: “Devletin özgür olduğu ve herkesin hak ve çıkarlarını savunmakla görevli olduğu şeklindeki burjuva yalanını, yalnızca bilinçli ikiyüzlüler, bilim insanları, papazlar değil, eski önyargıları içtenlikle yineleyen ve eski kapitalist toplumdan sosyalizme geçişi bir türlü kavrayamayan yığınla başka insan da destekliyor, savunuyor. Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağlı insanlar değil, yalnızca sermayenin boyunduruğu altında bulunan ya da sermayenin satın aldığı insanlar değil -ki her türden bilim insanı, sanatçı, din adamı vb. gibi sermayenin hizmetinde sayısız insan vardır – basitçe burjuva özgürlükleri denilen hurafelerin etkisi altında bulunan sıradan insanlar bile, dünya ölçeğinde başlatılan Bolşeviklik karşıtı kampanyaya destek verdiler.”

İ. Lenin, konuşmasını şöyle bitirir: “Ancak dünyanın hiçbir yerinde sömürü ve sömürme olanağı kalmadığında; toprak sahibi ve fabrika sahibi kalmadığında, patlayana dek tıkınanların karşısında açlıktan kıvrananlar kalmadığında… ve bunların bir daha var olmalarının olanağı kalmadığında, bu makineye hurdaya çıkaracak, parçalanmaya terk edeceğiz. O zaman devlet de olmayacak, sömürü de. Komünist partimizin konuya ilişkin görüşü budur.”

IV) “DEMOKRASİ” FASLI!

“Tarih boyunca birçok devlet tanımı yapılmış, devletin ortaya çıkışı, işlevi ve geleceği hakkında çözümlemeler öne sürülmüştür. Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden filozoflardan Platon’da devlet; birlikte yaşama zorunluluğundan doğan, Hobbes’da herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Rousseau ve Spinoza’da toplum sözleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan bir oluşumdur.

Pozitif hukukun kurucusu sayılan Hugo Grotius ‘Savaş ve Barış Hukuku Üzerine’ başlıklı çalışmasında Devleti hukukun koruyucusu ve garantisi olarak görür. Ona göre insanın doğasında toplum içinde yaşama isteği vardır. Bu istek, aklının verdiği ölçüde düzenli ve barış içinde yaşama isteğidir. Doğal hukukun kendisini gerçekleştirebilmesi için devlete gereksinimi vardır. Dolayısıyla devlet, kendisinden önce ve var oluşunun nedeni olan hukuku korumakla yükümlüdür,”[35] dense de; demokrasiyi, hakları sınıfsal devlet gerçeğinden bağımsız algılayan bu önermelerin hiçbirisi doğru değildir.

Soyut varsayımların aksine,[36] sürdürülemez kapitalizmde demokrasi: Yalandır, dolandır; masaldır, kuramdır; zandır, sanaldır.

Yunanca bir kelime olup, anlamı “halk gücü” olan demokrasi için Marksistler, “Hangi sınıf için?” demeyi asla unutmamak durumundalar iken; Jean Jacques Rousseau’nun, “Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve varolmayacaktır”; Albert Camus’nün, “Demokrasi, çoğunluğun kanunu değil, azınlığın saygısıdır”; Pierre-Joseph Proudhon’un, “Demokrasi keyfi güçten başka bir şey değildir,” diye betimledikleridir.

Demokrasi için, “Çoğunluğun diktatörlüğüdür” derler; inanmayın! Demokrasi, olsa olsa, çoğulcu değil çoğunlukçudur!

Kolay mı? Bir bakarsınız 12 Eylül 1980 darbecisi Kenan Evren yüzde 98 halk desteği alır; Recep Tayyip Erdoğan da “demokrasi havarisi” oluverir…[37]

Zaten en güzel yorumu Aziz Nesin, ‘Zübük’ün de, “Demokrasi öyle bir şeydir ki tadından yenmez,”[38] diyerek yapmamış mıydı?

Immanuel Kant’ın, “Halka yapılan zulüm” diye betimlediği demokrasi baskı uygulama aracı iken; üretim ilişkisinden koparıldığında ucubeye dönüşen; ne idüğü belirsiz bir kavram olarak, günümüzün dokunulmazlık kazanmış fetişsel yönetim biçimi olarak demokrasi, sınıflar dengesinden bağımsız olarak kavranamayacağı gibi, sınıf mücadelesinin demokrasi uğruna yadsınması, sınıf işbirlikçiliğinin, dolayısıyla mülk sahibi sınıfların çürüyen düzeninin toplumsal meşruiyet kaynaklarını desteklemektedir.

O nedenle bugün demokrasi öyle muğlaklaştırılmış, bulandırılmış bir kavramdır ki, bunun için de yıllar öncesinden Benjamin Franklin, “Demokrasi, iki kurtla bir kuzunun öğle yemeğinde ne yeneceğini oylamasıdır. Özgürlük ise tam teçhizatlı bir kuzunun oylamaya karşı çıkmasıdır,” demişti.

XVIII. ve XIX. yüzyılda, ‘Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve ‘Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ ile yükselen değer hâline gelen demokrasi; bugün plütokrasiye dönüşürken; artık insanlık modern kölelerden başka bir şey değildir. Günümüzde “demokrasi” denilen şey, az sayıda insanın kontrolü, iktidarı, sömürüsü içindir.[39]

Klasik kuramlar için demokrasi, yani yığınların siyasal yaşama katılması bir düştür. Toplumu hep azınlıklar yönetir. Zaten demokrasilerde temel kurumlar olarak kabul edilen siyasi partilerde bile demokrasi yok. Demokrasi, kuramsal olarak halkın, halk tarafından halk için yönetimi olarak tanımlansa bile, bu gerçekle bağdaşmamaktadır.

Bu bağlamda “Saf demokrasi, ya da sadece demokrasi,… yeni baskısından, yeni katıksız saçmalıklarından başka bir şey değildir,” der V. İ. Lenin…

Aslı sorulursa, sınıflı-sömürücü yapılarda demokrasi illüzyonel imgeden ibaret olan bir yönetim biçimidir. Evet demokrasi, “Özgürlük ve Eşitlik” ambalajıyla sunulsa da; pratikte durum çok farklıdır. Çünkü sömürücü sınıflı demokrasi = yalandır; kandırmacadır; sınıfsal çıkarların realizasyonudur; hem de Magna Carta’nın öncesinde de, sonrasında da…

O hâlde “Demokrasi” diye yazılanı “Diktatörlük” diye okumak en doğrusu olur; Malcom X.’in, “Eğer beyaz adamın kendisi için yaptığı şeyi sen kendin için yapmayı beceremiyorsan ‘ben beyaz adamla eşitim’ deme! Eğer demokrasi eşitlikse biz neden eşit değiliz?!” saptamasındaki üzere!

Demos = halk… Kratos = iktidar… sözcüklerinden oluşan demokrasi = halkın iktidarı olarak sunulsa da; bu genellemeci bir yalandan ibarettir. Örneğin okullarda öğretilen, “Demokrasi halkın kendi kendini seçme hakkıdır” yalanı karşınızdayken; çoğunluğun buna inandırılması gibi…

Halkın kendini yönettiğini sandığı, ancak hep başkaları tarafından güdüldüğü yönetim biçimi hakkında Recep Tayyip Erdoğan, “Demokrasi bir trendir istediğimiz yerde ineriz” der!

Otoritenin iktidar olmak için izlediği yollardan birisi olarak demokrasi; yalanların üstünü örtmek için kullanılır. Bir göz boyama aracıdır. Savaşları meşrulaştırmaya yararken; şimdi AKP “(yarı)münevver(ler)i” Alev Alatlı şunların altını çizer: “Halkın, siyasi parti adı altındaki ‘çıkar gruplarının’ veya ideolojilerinin ya da ikisinin birlikte devlet gücüne hükmetmelerini sağladığı oyundur demokrasi… Oyunu kazanan, yani seçimden ‘galip çıkan’ taraf, hani ‘başbuğumuzun’ da fikir babası olan ‘Weber’in iddiası doğrultusunda ‘fiziki güç kullanımı’ hakkını da ele geçirir. Fiziki güçten kasıt silahlı kuvvetler, bürokrasi, mahkemeler ve emniyet teşkilâtının yaptırım gücüdür.”

Oligarşinin makyajlı hâli olarak demokrasi, tam anlamıyla modern kölelikten başka bir şey değildir.[40]

Hiçbir toplumda ve tarihin hiçbir aşamasında saf bir demokrasi olmadı ve olmayacaktır da. Demokrasi, her durumda bir sınıfın egemenliğini dile getirir ve bu anlamda da bir sınıfın damgasını taşır.

Bu durumda, yönetim biçimi olarak demokrasi, ikiye ayrılır. Bunlardan birisi “burjuva demokrasisi”, diğeri “proletarya demokrasisi”dir.

O hâlde, demokrasiden söz edildiğinde en başta sorulması gereken soru “Kimin için demokrasi?” sorusudur. Buna göre, demokrasinin niteliğini, iktidarı hangi sınıfın elinde bulundurduğu belirler.

Demokrasiler, aynı zamanda iktidarda olmayan sınıflar üzerinde bir baskı gücü, yani diktatörlük anlamına gelir. Her demokrasi, aynı zamanda bir diktatörlüktür.

Yani; burjuva demokrasisi; burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı ve halk için diktatörlüktür.

Sosyalist demokrasi ise; işçi sınıfı ve halk için demokrasi, burjuvazi ve diğer sömürücü sınıfların kalıntıları için diktatörlüktür.

İ. Lenin, ‘Devlet ve Devrim’de bu durumu; “demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür,” biçiminde ifade eder.

Tek başına genel oy hakkının varlığı, “halkın kendi kendini yönetmesini” sağlayamaz. Burjuvazi, bir anayasa yaparak, bir parlamento ve başka temsili kurumlar kurarak, halkın genel oy hakkını kabul etti diye, otomatik olarak kendi iktidarını halkla paylaşmış olmaz. Tersine, kurduğu devlet örgütlenmesi ile, halkın oy kullanma hakkını, kendi iktidarını güçlendirecek bir araca dönüştürür. Burjuva demokrasilerinde sistem, emekçi halkın politik faaliyetlerini felce uğratacak, kısıtlayacak ve gerektiğinde politik faaliyetten uzak tutacak tarzda organize edilmiştir.

Demokrasi hakkında yanlış ve çarpık görüşler vardır: demokrasi “azınlığın çoğunluğun kararlarına uyduğu” bir yönetim biçimi değildir; öyle görünse de, esas olan bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliği olmasıdır. Demokrasi, tüm vatandaşların yönetime eşit katılımı da değildir. Herkesin bir oy hakkı vardır ama demokrasilerin sınıfsal niteliğini belirleyen, sayısal bir çoğunluk değil, iktidar gücünü kimin elinde bulundurduğudur.

Demokrasi kelimesi, bu sınıfsal niteliğinden ayrı olarak ifade edildiğinde, somut bir olguyu tanımlamaktan uzak kalır. Dolayısıyla, demokrasiden söz edilirken, sınıfsal niteliğiyle birlikte kullanılır.

Ne yazık ki bugün sandığa gidip mühür basılmasından ötürü, demokrasi için insanlığın keşfettiği en iyi yönetim biçimi denmektedir. Pek tabii yanlıştır.

James M. Buchanan’ın, “Demokratik karar mekanizması garanti edildiği sürece her şey yolunda gider düşüncesini kabul etmiyorum. Ben bunu ‘seçim safsatası’ olarak adlandırıyorum,” uyarısı “es” geçilmeden unutulmasın: Demokrasinin en önemli özelliği, her seçmene aptalca bir tercihte bulunma şansı tanımasıdır. Oysa özgürlük için atılan her bir adım demokrasi koşusunda bir eylem ve mücadele içerir.

Kaldı ki teoride iddia edildiği üzere, çoğunluğun hâkimiyeti ya da halkın sözünün geçtiği sistem değildir demokrasi, kapitalin hâkimiyetidir.

Burjuva egemenliği koşullarında oligarşik egemenliğin kutsanmasından; emekçilerin, devlet tarafından sopalanmasından; halkı uyutmasından başka bir anlam ifade etmeyen demokrasi; tüm çağların en büyük yalanı; ama yalanların en mantıklılarındandır! Pratiğiyse ABD’nin Irak’a götürdüğü, ihraç ettiğidir!

Unutulmasın köleci toplumlarda bile zulüm, “demokrasi” kılıfıyla yürümüştür.

Yeri gelmişken bir parantez açalım: “Demokrasi” deyince; onun “esin kaynağı” olan kadim Grek gerçeği mi?[41]

Kadim Yunan’da kadınlar, gençler, yabancılar ve kölelerin (toplumun yüzde 50’sinden fazlasını oluşturan bir kesimin) fikir beyan etmesi ve oy kullanması olanaksızdı. Buna karşın oy vermeye muktedir olanların görüşleri ise büyük ölçüde alınırdı. Bu sisteme (doğrudan) “demokrasi” adı verilmiş ve o dönem için en gelişmiş yönetim anlayışı olarak tarihe geçmiştir. Bugüne göre oldukça dar kapsamlı olan bu açılım, o devirde ise geniş kapsamlı olduğu için eleştirilmiştir. Platon, “oy kullanabilme kıstaslarına sahip olan fakir ve cahiller, aynı haklara sahip bilgili olanlara üstünlük sağlayabilir”, Aristoteles ise, bu sistem “Ya tiranlık ya zenginlerin iktidarı ya da genel yarar gözetmekten uzak halk egemenliği” yaratabilir demiştir.

Devlet, politika ve ekonomi tanımlarının “bugün anladığımız anlamıyla” harmanlanması ise yüz yıllar sonra, XVI. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Rousseau, “eğitim ve mülkiyet durumlarına bakılmaksızın herkesi kamuyu ilgilendiren konularda irade koymaya” çağırmıştır. Aynı dönemde Smith, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” yaklaşımıyla kapitalist-liberal sistemin temellerini atmış, “ulusların zenginleşme formülü” gibi, iyi yönetilmezse çığırından çıkabilecek, vahşi bir başlığı da işin içine dahil etmiştir.

Daha sonra Karl Marx bu şekliyle oluşacak “burjuva demokrasi”sine ciddi eleştiriler getirmiştir. Karl Marx’a göre böyle bir demokraside üretim araçları ve para, işveren konumundaki “azınlığın” eline geçecektir. Çalışan (proleter) yığınlar ise sayıca artacaktır. İşverenler, sürekli “artı-değer” (gerekli olandan daha fazla üretim) çoğaltmak peşinde olduğundan, çalışanlara ödenen ücret ürettiklerinden çok daha az olacaktır. Sistemin çalışması için artı-değer her hâlükârda katlanarak büyütülmeye çalışılacaktır (batmış büyük şirketlerin kurtarılması/ devletleştirilmesi, kârlı devlet şirketlerinin özelleştirilmesi, uluslararası sömürgeciliğin artması, vs). Ancak Karl Marx’a göre, sömürü sistemi sürdürülemeyecektir.[42]

“Neden” mi?

Gayet basit: Kapitalist sınıfın yükseliş döneminde, liberalizm, demokrasi (cumhuriyet) düşüncesi de yükseliyor, tarihsel haklar, özgürlükler mücadelesinin en önemli talebi (aracı) oluyordu.

Kapitalist üretim tarzı egemenliğini kurar, kapitalist sınıf egemen sınıf konumuna yerleşirken haklar, özgürlükler alanında da önemli kazanımlar elde ediyordu. Ne ki bir süre sonra, özgürlüklerin, kapitalist sınıf için üretim, yatırım, ticaret serbestisi (liberty) ile, işçinin özgürlüğünün de işgücünü satma serbestisinin ufkuyla sınırlı kaldığı ortaya çıktı.

Bir taraftan teknolojik gelişmeler, insan ve bilgi dolaşımını hızlandırırken (göç dalgaları da bu dönemde hızlandı), liberal demokrasinin yetersizlikleri, zaafları, haklar, özgürlükler mücadelesinin önüne koyduğu engeller, bu engellerle kapitalizmin öteki sınıfının, işçilerin kendi çıkarlarını koruma refleksi arasındaki düşünsel, fiziki bağlar dikkat çekmeye başladı.

Liberal demokrasiye karşı sosyal demokrasi bu ortamda, hem liberal demokrasinin teorik varsayımlarına, hem gerçek yetersizliklerine, hem de genel olarak kapitalizmin özelliklerine karşı şekillendi. Sosyal demokrasi, işçi sınıfıyla entelektüellerin bir işbirliği idi, haklar, özgürlükler mücadelesini kapitalizmin ufkunun ötesine taşımayı amaçlıyordu. Sosyal demokrasi, kapitalizmin ilk ticari krizinin, Avrupa çapında yaşanan 1848 ayaklanmalarının (başarısız devrimlerinin) ardından şekillendi, hızla kitlesel bir harekete dönüştü. Aynı dönemde kapitalist sınıf da servetini, ekonomik modelini koruyabilmek amacıyla, ülkesinde “toplumsal reform” fikrine yakınlaşıyor, uluslararası alanda da saldırgan, katliamcı, soykırımcı bir emperyalizmi geliştiriyordu.[43]

Bu da kapitalizm açısından asılsız bir çok varsayımı yerle yeksan ediyordu.

“Nasıl” mı?

Rivayete göre kapitalizm ve demokrasi birbirini tamamlayan ideal çiftti. Kapitalizm geliştikçe demokrasi gelişecek, demokrasi geliştikçe kapitalizm daha da mutlu olacaktı. Küreselleşme bu çiftin ailesinin mutlu çağıydı. Aslında bu evliliğin yürümeyeceği ABD’nin anayasasının çerçevesini hazırlayan, 4.Başkan James Maddison’un, “Demokrasiler her zaman sarsıntılar, çatışmalar gösterisi olmuştur: Her seferinde, bireysel özgürlüklerle ya da mülkiyet hakkıyla uyumsuz oldukları ortaya çıkmıştır; yaşamları genelde kısa olduğu kadar ölümleri de şiddetli olmuştur” sözleriyle vurguladığı gibi başından belliydi. Bu alıntıyı aktaran yazar, “Demokrasi sözcüğü Bağımsızlık Deklarasyonu’nda, ABD anayasasında yer almaz” diyor.

Kapitalizm, özel mülkiyet, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” kimse kapitaliste karışmasın anlamına gelen bireysel özgürlüklere ve nihayet emekçi sınıfların (halkın) bu koşulları kabul ettiği, istikrarlı bir siyasi coğrafyanın varlığına dayanır.

Demokrasiyse, toplumun çoğunluğunun iradesini siyasi yönetime yansıtan biçimdir. Kapitalizm sık sık yaşamsal krizlere girer, bu krizlerden ancak kendini yenileyerek, bir önceki dönemde yaptıklarını yıkarak, yeniden yaparak, toplumda şiddetli sarsıntılar yaratarak çıkabilir. Bu yeniden yapılanmayı desteklemek için toplumsal zenginlikleri, değişimi yürüten azınlığın gereksinimlerine yönlendirir.

Bu süreçte toplumsal huzursuzluk artar, kapitalizme güven sarsılır. Toplumsal irade, toplumsal çıkar, önce yıkıma direnmeye çalışır; sonra toplumsal adaleti, gelir dağılımını sorgulamaya, buradan dikkatini, kapitalizme, özel mülkiyete yoğunlaştırmaya başlar; nihayet “neden başka türlü bir yaşam olmasın” sorusuna gelir.

Tabii gerçekte bu süreç böyle değil, kimi aşamaları atlayarak, patlamalar yaratarak gelişiyor. Çoğunluk iradesi, istekleri ve çıkarları kapitalist özgürlüklerle, bireysel mülkiyetle çelişmeye başlıyor.

Bu noktada kapitalizm, James Maddison’un tanımladığı yere, demokrasiden kurtulma arzusuna geri döner. Son yıllarda yoğunlaşan “Demokrasi mi, özgürlükler mi? Demokrasi mi istikrar ve düzen mi” tartışması, kapitalizmin bu boşanma arzusuna ilişkindir. Son dönemde görülen toplumsal hareketler, patlamalar, demokrasi tarafında da benzer bir boşanma, kapitalizmden kurtulma arzusunun gelişmekte olduğunu gösteriyordu.[44]

V) DİKTA YA DA DEMOKRASİ = DEVLET

Yeri geldi ifade edeyim: Demokrasi = devlet, dedikleri şey nihayetinde bir sınıfın “Vi et armis/ Güçlü ve silahlı” diktasından başka hiçbir şey değildir.

Oysa liberal teoride, diktatörlük kavramı en yalın ifadesiyle demokratik olarak nitelendirilmeyen yönetim şekillerini tanımlamak için kullanılır. Liberal yaklaşımların diktatörlüğe dair analitik bir tanım koyamamasının, buna karşın genellemelere başvurmasının başlıca nedeni, kavramın karşıtı olarak kabul ettikleri temel kıstasın, yani “demokratik olmayan” tiplerin hem tarihsel bağlamda hem de pratik açısından çok çeşitli olmasıdır…

Diktatörlüğün topyekûn olumsuzlama içermesinin kaynağında egemen sınıfların ideolojik hegemonyası yer alır. Diktatörlük kavramı açıklanırken onun “ne”liğinden ziyade, ne olmadığı üzerinde durulur. Çoğulcu-parlamenter rejimlerin önkabulüne dayanan bu anlayışta kalın bir sınır çizgisi çekilir. Giovanni Sartori’nin yaptığı gibi demokratik olmayan veya onun deyimiyle “demokrasi karşıtı” tipler, totalitarizm, otoritarizm, diktatörlük, despotizm ve mutlakıyetçilik ölçeğine yerleştirilir.

Geniş bir bağlama sahip bu ölçekte liberal yaklaşımları kısıtlayan faktör, kapitalist toplumsal formasyonlardaki ilişkilerin ve siyasi özne profillerinin çoğalmasıdır. Bu nedenle liberal yöntem, kapitalizmin doğuşu ve sonrasına dair diktatörlük üzerine bir tasniflendirmeye girişir. Belirtmek gerekir ki, tasniflendirme demokrasi ve karşıtı üzerinden bir düalizmle gerçekleşir.

Juan Linz’in ‘Totaliter ve Otoriter Rejimler’[45] kitabında değindiği üzere polikrasi ve monokrasi olarak başlayan tasnif, XVIII. yüzyılda mutlakıyet ve despotluk şeklinde hükümet sistemlerini anlatmayı esas alır.

XIX. ve özellikle XX. yüzyılın başında düalist tasnifte indirgemecilik eğilimi artarak liberal hukuk devleti ve -mutlak karşıtı- diktatörlük olarak ayrıştırılmaya gidilmiştir. Liberal hukuk devleti, liberal yaklaşımda, piyasa rasyonalitesinin ve anayasal güvence gibi özelliklerin sağlanması bakımından devlet örgütlenmesinin zirve noktası kabul edilirken, yeni tip otokratik ve otoriter rejim profillerinin hepsi diktatörlük tanımı içinde sayılmıştır.

Liberal teorinin bu tarzdaki indirgemeci düalizmi, daha sonraki yıllarda Arendt’te görüleceği üzere totalitarizm başlığı altında devam etmiştir…

Kimi kaynaklarda etimolojik açıdan dikta yani “hiçbir şart olmaksızın körü körüne uyulması gereken buyruk” anlamından türediği varsayılan diktatörlük sözcüğü, Linz’e göre asıl tarihsel içeriğini Roma döneminde kazanmıştır. Yasada ve uygulamada “olağanüstü hâller için öngörülen” ve “olağanüstü durumun makamı” anlamında kullanılan diktatörlük, o dönemde belli zaman periyotlarına bağlılığı ve sınırlı bir mahiyete sahip oluşu imlemektedir. Ancak liberal teorinin “faşizm-komünizm özdeşliği” yaratma gibi teleolojik yaklaşımı Roma özelindeki kullanımını iğdiş ederek parçalamıştır.

Ne var ki, liberal teorinin modern toplumlardaki zemini olan kapitalist üretim tarzının ve kapitalist devletin girdiği ekonomik ve siyasi krizler, diktatörlük tanımını değişik bir bağlama yerleştirmiştir. 1948 yılında Clinton Rossiter’in, ‘Constitutional Dictatorship: Crisis Government in The Modern Democracies’ kitabında geliştirdiği “anayasal diktatörlük”, görece olumlu bir bağlamda, istisnai ve olağanüstü durumlarda toplumsal düzeni korumaya yönelik ortaya çıkan rejimi tanımlamak için kullanılmıştır. Kötü bir karşılığı olan cunta tipi diktatörlüklerden farklı olarak anayasal diktatörlük rejimlerinin, kriz koşullarında serbest piyasayı “düzenleyecek” kuralları tesis etmesi ve onları uygulayacak sisteminin restorasyonunu gerçekleştirmesi hem kapitalistler hem de liberaller açısından farklı farklı anlamlara sahiptir. Devletin kapitalist çıkarların sürekliliği açısından “güçlü” olması gerekirken, anayasal sınırlamaya tabi olması liberaller açısından nispeten kabul edilebilir eşiktir.[46]

Ki bu da, liberal söylemin karaya oturduğu noktadır; çünkü sürdürülemez kapitalizmin totaliter olmaktan başka açarı yoktur ve kalmamıştır da![47]

Yeri geldi “Demokrasi, dikta değildir,” diyenlere hatırlatalım: “Şiddet sadece fiziksel zor değildir. Bir hakkın ihlâli de şiddettir. İktidarın her zor kullanımı şiddet değildir ama iktidara tanınan meşru otorite suiistimal edildiği zaman yasal zor şiddete döner. Şiddet, cürümdür. Yalnız fiziksel zorla değil, hakların ihlâl edilmesi, verilen yetkilerin kötüye kullanılması, sistemli bir ihlâl pratiği hâlinde de tezahür eder. İktidarın hak ihlâli bir kabahat değil, cürümdür,”[48] vurgusuyla Ahmet İnsel, “Siyasette şiddet sadece fiziki güç kullanma, öldürme, yok etme, hapse atma, sürgüne yollama yollarıyla gerçekleşmez. Bir etnik grubu etnik çoğunluğun sahip olduğu bazı haklardan mahrum bırakmak, bir inanç grubunun hak kullanımını kısıtlamak, insanları bütünüyle güvencesiz ve korumasız bırakarak aşırı sömürülmelerini mümkün kılmak gibi yöntemler bugün siyasal alanda karşılığını bulan şiddet yöntemleri. Yaşamın bir atık olarak üretilmesi de keza öyle,”[49] sözleriyle tartışmaya açar“devlet terörü” kavramını.

Tulu Gümüştekin ise, “Asıl sorun, dünyadaki adaletsizliğin, artık her toplumda yankı bulması olarak özetlenebilir. Terör, yalnızca az sayıda militan eliyle gerçekleşmiyor, devletler de terör uygulayabiliyor. (…) Terörle mücadele, temel olarak dünyanın neresinde olursa olsun adaletsizlik, eşitsizlik ve güvensizliklerle mücadele anlamına gelmeye başladı, XXI. yüzyılı böyle değerlendirmemiz gerekecek,[50] diye ekler…

Evet burjuvazinin “demokrasi” dediği şey, artık emekçiler için “devlet terörü”nden başka bir şey değildir.

Örneğin ABD’nin 11 Eylül 2001’den sonra gündemine aldığı ‘imparatorluk’ projesiyle,[51] hem federal hükümeti kilitleyen, bir borç krizinin eşiğine getiren tıkanma, hem de ABD’de cumhuriyetin demokratik içeriğinin boşaltılarak hayalete çevrilmesi arasında yakın bir ilişki vardır…

Özetle, ABD’nin imparatorluk projesi, dünya devleti konumunu koruma çabası, devleti iflas ettirmekle kalmamış, bir sınıflar ittifakını zengin ederken bunun yükünü toplumsal harcamalarda kesintiler üzerinden halkın sırtına yıkar olmuş. Bu sırada da halkını yakından denetleyecek bir güvenlik aygıtını inşa etmiş. Terörizme karşı savaş söylemi, hemen her yerde koyu renkli insanları, Müslümanları hedef aldığından, Çay Partisi gibi ırkçı, dinci, yabancı düşmanı ve devleti kilitleme kapasitesine sahip, bir hareketin oluşmasının ideolojik zeminini de kurmuş.

Bunlardan kalkarak bazı sınıfların baskısıyla kaynak yaratma kapasitesinin ötesinde açılmak, yayılmak zorunda kalan ABD’nin yönetiminin, ekonomisinin istikrarını kaybetmeye, ‘Der Spiegel’in deyimiyle 237 yıllık demokrasisinin de yaşamının sonuna gelmeye başladığı düşünülebilir.[52]

“Nasıl” mı?

Gleen Beck, ‘Cowards/ Korkaklar’ başlıklı yapıtında şu bilgileri aktarır: 11 Eylül terör saldırısının ardından çıkarılan “Patriot Act”, devlet yöneticilerine Anayasa’ya aykırı yetkiler verdi. 1942’de Başkan Roosewelt de benzer yetkiler almış ve 10 hafta içinde 110.000 yabancıyı “halkın güvenliği için” hapse atmış veya ülke dışına sürmüştü. “Patriot Act”den sonra da 1.300 kamu ve 2.000 özel şirketten 854.000 kişi takibata uğradı ve The National Security Agency(NSA), ülke dışındakilere ilaveten, ülke içindeki haberleşmeyi de kontrol altında tutmaya başladı. Devlet, bilgisayarlardaki tüm bilgilere ulaşıyor ve istediği kişileri cep telefonları vasıtasıyla takip edebiliyordu. “Allah” ve “bomb/ bomba” kelimeleri geçen her konuşma ve ileti, takip için yeterli oldu![53]

Bu basit bir durum değildir; sürdürülemez kapitalist demokrasinin özetidir ki, bu kadar da değil!

Öte yandan anayasa Profesörü Michael Glennon,[54] Amerikan devletinde kararları, yasama-yürütme-yargı organlarının başına seçimlerle gelip gidenlerin, televizyonlarda, merasimlerde, uluslararası gezilerde, görünen politikacıların değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, halkın cahilliğinden, iradesinin ifadelerinden adeta nefret eden üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatının aldığını, onaylanması ve yasalaştırılması için politikacıların önüne konduğunu örneklerle sergiliyor. Senato komisyonlarına seçilen “politikacıların” hemen hepsinin daha önce bu güvenlik aparatında çalışmış ya da bu aparatla çalışmış insanlardan oluşuyor olması da bu yapılanmanın bir başka özelliği…

Kararlar, yasa taslakları bu aparatın uzmanları tarafından formüle ediliyor, bu uzmanlarla birlikte çalışan komisyonlarda elden geçiyor; Başkanın, yasamanın önüne geliyor. Glennon “hiçbir başkan Ulusal Güvenlik konseyinde yapılan önerileri göz ardı edemez”, “kulağına fısıldanan öneriyi geri çeviremez, Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilâtı (CIA) her istediğini her zaman alır” diyor. Bu yüzden hükümetler geliyor ve gidiyor, güvenlik politikaları değişmiyor. Örneğin Bush’tan Obama’ya ulusal güvenlik konusunda tam bir süreklilik ve aynı eğilim üzerinde gelişme gözleniyor. Obama seçim kampanyasında Bush’un dış politikasını, iç güvenlik, izleme gözleme dinleme pratiklerini sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçildikten sonra bu uygulamalara devam etmekle kalmadı bunları daha da geliştirdi, güçlendirdi.

Glennon İngiltere’de, burası en ileri kapitalist ülkeyken, hegemonyasının zirvesindeyken gözlemlenmiş bu gizli yönetimin, esas devlet-iş yapan devlet yapısının, Amerikan devletinde de, II. Dünya savaşından sonra, ABD hegemonyası kurulurken, Truman döneminde oluşmaya başladığını anlatıyor. Glennon’un bu oluşma sürecine ilişkin anlattıkları, sürecin bir komplo biçiminde değil, devleti oluşturan güvenlik ağının karşısına gelen gereksinimlere verdiği tepkilerden, iç ve dış tehlike, risk algısından kaynaklandığını gösteriyor. Kısacası karşımızdaki, kapitalist sınıf-kapitalist ekonomi-hegemonya süreci gibi parametrelerin altında şekillenen yapısal, adeta kendiliğinden bir süreç.

Truman dâhil, her iki partiden birçok temsilci, senatör, “başımıza polis devleti gelecek”, CIA- FBI (Federal Soruşturma Bürosu) “gestapo olacak”, Pentagon “Alman genelkurmayına benzemeye başladı” gibi ifadelerle kaygılarını dile getiriyorlar ama gelişmeleri engelleyemiyorlar. Dahası o günden bu yana seçilmiş politikacıların kaygıları eleştirileri, bu güvenlik aparatının, daha da yayılarak, merkezileşerek denetimden daha da uzaklaşarak adeta bir otokrasiye dönüşmesini de engelleyememiş.

Washington Post’un 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasına göre bugünlerde, bu güvenlik aparatı en azından 46 federal bürodan, 2000 özel şirketten, milyondan fazla çalışandan oluşuyor ve yılda bir triyon dolar harcıyor. Glennon Savunma Bakanlığının yaklaşık 700.000 personelinden yalnızca 250’sini devlet başkanının atayabildiğini vurguluyor.

Tüm bunlar bizi “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür” saptamasının ötesine, parlamenter demokrasi, seçimler, seçilmiş yöneticiler aslında, devletin özünü, gerçek yöneticileri, güç merkezlerini gizleyen bir örtüdür düşüncesine, oradan da, muhafazakâr kesimler arasında gelişen “demokrasi özgürlükleri (kapitalist özgürlükleri) sınırlıyor” tartışmasını anımsayarak, artık kapitalist demokrasinin hiçbir biçimi mümkün değil galiba sonucuna götürüyor![55]

Nasıl götürmesin ki?! ‘The Washington Post’ta ‘Neden Demokrasiler Zenginden Alıp Yoksula Vermiyor’[56] başlıklı deneme bu konuda ilginç veriler sunarken, demokrasi kavramı üzerinde de düşündürtüyor.

Anımsanırsa, Platon demokrasiyi yoksulların (çoğunluğun) iktidarı olarak tanımlıyordu. Platon’a göre demokrasi, çok fazla ses, çok renkli düşünce, çoğunluğun, azınlık (zenginler) üzerindeki diktatörlüğü, kısacası anarşi demekti.

Platon’un bu tanımından yola çıkınca şöyle düşünmek olanaklı. Bugün “demokrasilerde”, yoksulların (çoğunluğun) yönetimi söz konusu olmadığına göre bu yönetimlere demokrasi denebilir mi? Eğer bunlara çoğunluğun yönetimi, demokrasi diyeceksek neden yoksullar ekonomik ve siyasi kararları belirleyerek yoksulluktan kurtulmaya çalışmıyorlar? Evet, Platon’dan bu kadar radikal sonuçlar çıkartmak olanaklı. Liberal düşüncede Platon’un adının kötüye çıkmış olması boşuna değil!

Yukarda değindiğim yazarlar gelir dağılımındaki eşitsizliklerin her yerde arttığına, Piketti’nin kitabına, siyasetçilerin bu konularda kaygılanmaya başlamasına değiniyorlar; antik Yunan’dan bu yana düşünürlerin, gelir dağılımındaki bozulmanın siyasi istikrarsızlığa yol açtığına ilişkin korkularını anımsatıyorlar.

Ancak, bugün, birçok araştırmacı “eşitsizlikle, siyasi şiddet arasında”, “rejim değişikliği (demokratik devrim) talebi arasında ampirik bir ilişki bulamadıklarını” söylüyormuş. Kimi araştırmaların bulguları da “bugünün toplumsal mutabakatında, eşitsizliğin düzeyinin önemli olmadığını” gösteriyormuş. Buna karşılık, ‘Lupu&Pontussan’ın araştırmaları, yeniden-dağılım politikaları açısından eşitsizliğin düzeyinin değil, yapısının önemi olduğunu gösteriyormuş.[57]

‘Gimpelson&Treisman’ denemelerinin devamında, ‘Misperceiving Inequality/ Eşitsizliği Yanlış Algılamak’ başlıklı[58] çalışmalarının bulgularını şöyle aktarırlar: 2009 yılında 40 ülkeyi kapsayan bir araştırmada, sorulara cevap verenlerin yalnızca yüzde 29’u, önlerine konan beş farklı gelir dağılımı grafiği içinden doğrusunu seçebilmiş. Sorulara cevap verenler zenginin, gerçekte ne kadar zengin olduğu konusunda da çoğunlukla yanlış kanaatlere sahipmiş. Örneğin Güney Afrika’da da sorulara cevap verenler en üst düzey şirket yöneticilerinin yıllık gelirinin 77 bin dolar olduğunu düşünüyorlarmuş. Hâlbuki bu gelir gerçekte ortalama 1.7 milyon dolar civarındaymış.

Araştırmanın sorularına cevap verenler, ülkelerindeki gelir dağılımı içinde kendi konumlarını, olduğundan çok daha iyi bir yere yerleştirme eğilimindelermiş. Nihayet sorulara cevap verenler gelir dağılımının gelişme trendi üzerine yanlış algılara sahipmiş.

Yazarlar eşitsizliğe ilişkin algıların, yeniden dağılım talepleriyle ilişkisini saptıyorlar ancak, “önemli olan eşitsizliğin maddi gerçekliği değil, bireylerin bu konudaki inançlarıdır” sonucuna ulaşıyorlar.

Diğer taraftan, gelir dağılımının gelişme yönüyle ilgili sorulara cevap verenlerin içinde “zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun arttığına, bunun da dünya barışı için nükleer silahlardan, bulaşıcı hastalıklardan, dinci nefretten daha tehlikeli olduğuna inananların oranı 2000 yılında yüzde 14’ten 2014 yılında yüzde 27’ye” yükselmiş. Yazarlar, “ya bu insanlar eşitsizliğin gerçek durumu hakkında doğru bilgilere sahip olsalardı…” diyerek bitiyorlar.

“Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen ülkelerde neden yoksullar ekonomik ve siyasi kararları belirleyerek yoksulluktan kurtulmaya çalışmıyorlar” sorusuna dönersek: Sanırım bu rejimler yalnızca küçük bir azınlık için demokrasi. Geri kalanın olup bitenden haberi bile yok, onlar din, milliyet, ırk, futbol, TV dizileri filan gibi işlerle, “çalış senin de olur” fantezilerine inanmakla meşguller![59] Yani uyutuluyorlar…

Bunlar nasıl böyle olmasın ki, emekçiler “Dictator legibus faciendis et rei publicae/ Yasa yapmak için görevlendirilmiş diktatör” tarafından yapılan “yasalar”la yönetilirken; bu hâlde hepimize J. S. Mc Celland’ın, “Eğer Batı siyasi düşüncesi diye bir şey varsa, bunun köklü bir anti-demokratizmle malûl olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur,” saptamasını anımsatıyor![60]

Kolay mı? “Dört tarafının ve hatta yerin, göğün düşmanla çevrili, içerdeki vatan hainlerinin bu düşmanlar ile işbirliği yaparak ülkeyi çökertmek çabasında olduğu”nu düşünenlerin çoğunlukta ve iktidarda olduğu bir yerküredeyiz…[61]

Hindistan’da iktidar partisi ve lideri Modi, ülkesindeki muhalif çevrelerin aslında Pakistan’ın uzantıları ve ajanı olduğu kanaatinde, daha geçenlerde yapılan bir gösteri dolayısı ile bir üniversite öğrencisi “fitne ve isyan” çıkarma suçundan gözaltına alındı. Macaristan’da ve Polonya’da hâlihazırda iktidarda olanlar, üstelik AB üyesi oldukları hâlde, Batı’nın milli çıkarlarına karşı düşman olduğu kanaatinde ve ülkelerindeki muhalif çevreleri, “dış düşmanlar ile işbirliği yapan iç düşmanlar” olarak tanımlıyor. Bizde, tüm muhalif çevrelerin, toptan “paralel darbe” ile ilintilendirilmesine benzer şekilde, Polonya’da, muhalefet eden tüm çevreler, “uklad” ittifakı olarak suçlanıyor. İktidarın nezdinde, “uklad”, eski komünist çevreler ve liberaller aynı çıkar ağı ve ittifak içinde Polonya’yı içerden çökertmek için oluşmuş bir cephe. Bu yaklaşıma göre, “zaten laik liberaller ile ateist komünistler aynı felsefede, kilise ve sıradan Polonyalıya karşıtlıkta buluşuyor”. İktidar partisi de, ihanetin tarihini on sekizinci yüzyıla kadar uzatıyor, Polonya’nın tarihini Hıristiyanlığın kaderi ile buluşturup, kendi liderliği altında Polonya’nın, tüm düşmanlıklara, tarihsel yıkıma karşı, “milletlerin İsa”sı (‘Christ of Nations’) olarak geri döneceğini ileri sürüyor. Oldukça tanıdık bir mantık, değil mi?

İşin garibi, “Batı’nın Ortadoğu’daki karakolu” diye bilinen İsrail’deki iktidar partisi ve sağ müttefik çevreler de benzer bir iddialar ile muhalefeti sindirmeye çalışıyor. Filistin ile barış yanlısı olanları, İsrail devletini şu veya bu nedenle suçlayanları, düşman ve ajan ilan ediyor. Arap ve Filistinlilerden değil, İsrail’in Yahudi muhalif vatandaşlarından söz ediyorum. Likud partisi üyesi Yaov Kish, Meclis’e, “Planted Bill” denilen ve “karşıt faaliyette bulunan sivil toplum kuruluşlarının, yabancıların İsrail’e yerleştirdiği ajanlık faaliyetleri olarak” cezalandırılmasını öngören bir kanun teklifi verdi. Aralık ayında, yerleşimcileri savunan, aşırı sağ grup Im Tirtzu, barış ve insan hakları savunucularını “Arap teröristlere” yardım ve yataklık eden ajanlar olarak tasvir eden çarpıcı bir video yayımladı. Bu video, “İsrail’de İşkenceye karşı Halk Komitesi” (Public Committee againist Torture in Israel) başkanı Yishai Menuhin’i, “Hollandaya bağlı gizli ajan”, B’Tselem ve Ha-Moked insan hakları derneklerinin başkanlarını Norveç ve Avrupa Birliği ajanları, Sessizliği Bozmak (Breaking the Silence) belgeselinin yönetmeni Avner Gvaryahu’yu Alman ajanı olarak tanıtıyor ve hedef gösteriyordu.

Im Tirtzu grubunun gözde politikacısı Miri Regev, Netanyahu hükümetinin Kültür Bakanı olarak, aralarında Amos Oz veDavid Grossman’ın bulunduğu İsrail’in en önemli yazar ve liberal çevre mensuplarının adlarından oluşan, muhtemel ajan listesi yayımlamıştı. Yine tanıdık geliyor, değil mi? Aydın düşmanlığı, farklı düşüneni “ülkesine, değerlerine yabancılaşmış seçkinler” ve dahi “muhtemel ajan” ilan etmek sıradan bir otoriter siyaset aracıdır. Kendi davasını, “ülkenin kaderi”, “tarihin öznesi”, “dinin, milletin temsilcisi” saymak, gerisini susturmaya, silmeye, yok etmeye çalışmak yine sıradan otoriter zihniyet/siyaset özellikleridir. Otoriter zihniyetin, dini, dili, milleti yoktur, o benzer bir zihniyetin, her toplumdaki farklı tabirler ile ama son derece sıradan açılımlarından ibarettir. İslâm, Hıristiyan, Hinduizm adına asıp kesenler, Türklük- Müslümanlık, Lehlik-Hıristiyanlık, Hint milliyetçiliği- Hinduizm, Yahudilik-İsrail’in bekası adı altında kurtarıcı rolüne soyunanlar ve tüm benzerleri, farklı lehçeler ile aynı dili konuşan, aynı yolun yolcularıdır. İnsanlığa ve dahi kendi din ve millet mensuplarına ve onların adına, baskı, zulûm bedeli ile vaat ettikleri, sadece ve sadece husumetleri çoğaltmak, savaşları kışkırtmak, daha fazla yıkım, daha fazla çöküş olabilir.[62]

V.1) ÖNE ÇIKAN -YAPISAL- EĞİLİM(LER)

Sara Whyatt’ın, “Hayatımız gözetleniyor,”[63] diye tanımladığı denetim/ gözetim toplumu tarafından kontrol altında tutuluyoruz![64]

Hepimiz, tüm yönetilenler, emekçiler; Franz Kafka’nın ‘Dava’sındaki, Josef K’dan farksızız.

Öyküyü bilirsiniz: Josef K, bir sabah uyandığında kendini korkunç bir suçla -onu suçlayanların dile getiremeyeceği korkunçlukta bir suçla!- itham edilmiş olarak bulur. Dava, sirküler bir mantıkla işleyen, koyduğu kurallara maruz kalanlar dahil dışlanmışların, oyunun kurallarını ve bu kuralları koyanları anlamalarını -ve karşı çıkmalarını- engelleyen bir rejim altında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu ürkütücü bir şekilde betimler.

“Hukuk Bilimcisi Daniel J.Slove bu metaforu şöyle açıklar: Kafka metaforunun yakaladığı sorunlar, enformasyon toplamaktan çok enformasyon işleme -veri depolama, veri kullanımı ya da veri analizi- sorunlarıdır. Bu sorunlar, halk ile modern devlet arasındaki iktidar ilişkilerini etkiler. Çaresizlik ve iktidarsızlık algısı yaratarak yalnızca bireyi yıldırmaz aynı zamanda, insanların, yaşamları üzerine önemli kararlar veren kurumlarla olan ilişki biçimlerini değiştirerek toplumsal yapıyı da etkiler.

Josef K’nın yaşadığı, suçlayıcılarının kimliğini tespit etmede bir iktidarsızlık hâli ve bürokratik cinnetlerden biridir. Bu da giderek bir Amerikan gerçekliğine dönüşmektedir. Biz şu anda, bir insanın tam olarak ne yaptığını bilmeden bir dizi suçlarla suçlanabildiği bir toplumda yaşamaktayız. Bu insan bir gece yarısı SWAT (Özel Silahlar ve Taktikler birimi) polisinin seyyar elemanlarınca gözaltına alınabilir. Bilinmeyen nedenlerle seyahat edemez ve kendini uçuşuna izin verilmeyenler listesinde bulabilir. Gizli bir mahkemenin verdiği gizli bir emirle telefonları dinlenir ya da İnternet’i gözetlenebilir. Bu insanın neden hedeflendiğini anlamak için başvurabileceği bir mercii de yoktur. Gerçekten de Kafka’nın kâbusu budur. Ve bu kâbus giderek bir Amerikan gerçekliğine dönüşmektedir.”[65]

Sadece Amerikan gerçekliği mi? Elbette hayır! Bu artık tüm sürdürülemez kapitalist dünyayı kucaklayan bir gerçektir.

Hızla somut verileri sıralayalım:

i) Başkan Barack Obama, ABD resmi kurumlarında sık sık yaşanan sızıntıları ve güvenlik ihlâllerini önlemek amacıyla tüm federal güvenlik birimi çalışanlarına birbirlerini ihbar etme emri verdi. ‘Drudge Report’ sitesinin haberine göre çalışanlar, kuşkulu gördükleri meslektaşlarının davranışlarından yetkilileri haberdar edecekler![66]

ii) Amerikan Federal kurumlarında, Wikileaks sonrası çalışanların birbirini izlemeleri ve “iç tehdit” durumunda üstlerini uyarmaları için talimat verildiği ortaya çıktı. ‘McClatchty’ yayıncılık grubuna bağlı gazetecilerin ortaya çıkardığı bilgilere göre istihbarat teşkilâtlarından iç güvenliği ilgilendirmeyen Eğitim Bakanlığı’na, hatta gönüllü yardım programı Peace Corps üyelerine kadar her devlet çalışanı birbirlerini ajan gibi izlemek ve şüpheli davranışları bildirmek zorunda![67]

iii) “Amerikan toplumu konuyu keyfi, orantısız ve denetimsiz bir şekilde kişisel mahremiyetin -dolayısıyla da anayasanın- ihlâliyle yüz yüze”![68]

iv) Almanya, istihbarat teşkilâtlarına muhbirlik yapanlara ödenmek üzere 2013 yılında yaklaşık 20 milyon Euro bütçe ayırdı. Almanya’da tartışma yaratan ödenekle ilgili haber ‘Bild’ gazetesi’nde yayınlandı. Habere göre, federal hükümet 2013 yılında muhbirlere 19 milyon 534 bin Euro ödenek ayırdı. Bu tutarın 2.4 milyon Euro’sunun muhbirlere prim olarak ödenecek![69]

v) Artık demokrasinin, bireysel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının teknolojik temeli oluştu. FBI’dan bir uzmana göre, ABD’de devlet tüm telefon konuşmalarının, elektronik haberleşmenin andaki ve geçmişteki kayıtlarına ulaşabiliyor, vatandaşlarını dinliyor, kaydediyormuş. Bu gelişmelere paralel, muhafazakâr çevrelerde, demokrasinin, ekonomik özgürlüklere zarar vermeye başladığına ilişkin bir itiraz gelişiyor. Bu ikisini bir araya koyunca da bu uygarlığın geleceği açısından kaygı duymamak olanaksız![70]

vi) Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), yabancı bir ülkedeki telefon konuşmalarının yüzde 100’ünü kaydeden ve daha sonra bunları tekrar dinleme imkânı sunan bir teknoloji geliştirdi. MYSTIC isimli program 2009’da hayata geçti. RETRO ismi verilen geriye dönük dinleme özelliği de eklendikten sonra ilk kez 2011’de bir ülkede kullanılmaya başlandı. 2013 tarihli belgelere göre NSA, operasyonu başka ülkelere de yaymayı planlıyordu![71]

vii) NSA’nın dünya genelinde yaklaşık 100 bin bilgisayara, bilgi toplama ve siber saldırılara imkân tanıyan casus bir yazılım yerleştirdiği tespit edildi. ‘The New York Times’ gazetesinin NSA belgeleri ve uzmanlara dayandırdığı haberine göre, ABD dışındaki ülkelerde gerçekleştirilen uygulamada genellikle ağlar yoluyla erişilen bilgisayarlara casus yazılım yerleştiriliyor. NSA’in bazı bilgisayarlara ise internete hiç bağlanmasa bile casus yazılımı bir şekilde yükleyerek internet erişimi olmayan bilgisayarların içinde bulunan verilere de ulaşabildiği ve bunları değiştirebildiği kaydediliyor![72]

viii) NSA 35 ülkenin liderinin telefon konuşmalarını takip ettiği ortaya çıktı. ‘The Guardian’ eski NSA sistem analisti Edward Snowden’a[73] dayanarak verdiği habere göre, NSA, liderleri dinlemek için Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı gibi birimlerin üst düzey yetkililerini, bu kişilere ilişkin ellerindeki iletişim bilgilerini kendileriyle paylaşma yönünde teşvik ediyor![74]

ix) AB ofislerindeki bilgisayar ağlarına girildiği, Türkiye’nin Washington’la işbirliği yaptığı açıklandı. NSA telefon ve internet kayıtlarını izlediğini açıklayan eski CIA çalışanı Edward Snowden yeni bir skandalı daha ortaya çıkardı. ‘Der Spiegel’, Eylül 2010 tarihli, konuyla ilgili “çok gizli” bir belgenin hâlen Snowden’da olduğunu yazdı. Belgeye göre, AB’nin Washington’daki diplomatik temsilciliğine mikrofonlar yerleştirildi, binadaki bilgisayarlara girilerek elektronik posta ve kurumsal belgeler izlendi![75]

x) NSA eski çalışanı Edward Snowden’ın[76]sızdırdığı “telekulak” belgeleri Fransa’yı salladı. Snowden’ın belgeleri paylaştığı ‘The Guardian’ eski muhabiri Glenn Greenwald ile ortak çalışarak NSA’nın Fransa ile ilgili belgelerini tarayan ‘Le Monde’ gazetesi, Fransa’nın düzenli olarak ABD tarafından izlendiğini ortaya çıkardı…[77]

İncelenen binlerce belgeden derlenen verilere göre, NSA, dünyayı 3 bölgeye ayırmış. Almanya, Polonya, Avusturya ve Fransa’yı üçüncü grup ülkeler olarak sınıflandıran NSA, İngilizce konuşan ülkeler İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı ikinci grup, diğer ülkeleri dinleyen ABD’nin 16 gizli servisinin verilerini ise birinci grup olarak sınıflandırmış.

Fransa’da 8 Aralık 2012 – 8 Ocak 2013 arasındaki 30 günde, 70.3 milyon telefon dinleme verisi kaydetmiş. Fransa’nın telefonlarını “DRTBOX” ve “WHITEBOX” kodları ile dinleyen NSA’in arşivlerinde DRTBOX kodu ile 62.5 milyon, WHITEBOX kodu ile de 7.8 milyon veri bulunuyor

Kurum, 8 Şubat-8 Mart tarihleri arasındaki bir aylık sürede ise, bütün dünyada 124,8 milyar telefon, 97,1 milyar da internet haberleşmesini takip etmiş. Afganistan, Rusya, Çin en yakından izlenen ülkeler. Dinleme sayısı açısından Avrupa’da Almanya ve İngiltere başı çekiyor, üçüncü sırada ise Fransa geliyor![78]

xi) ABD’nin “Prism” adı verilen bir program dahilinde dünya çapında milyonlarca telefonu ve internet trafiğini izlediğini ortaya çıkaran eski CIA çalışanı Edward Snowden, NSA’nın kullandığı “Xkeyscore” casus program yazılımının sırlarını açtı. Snowden’ın ‘The Guardian’a gönderdiği belgelere göre, NSA’nın en gizli programlarından olan XKeyscore, milyonlarca kişinin internet yazışmalarını, konuşmalarını, sosyal ağlar üzerinden yaptıkları görüşmeleri ve kişisel bilgilerini içeren geniş bir veritabanını takip etme olanağını sağlıyor![79]

xii) ‘The Guardian’, ‘Snowden belgelerine’ dayandırdığı haberinde, NSA’in Britanya Devlet İletişim Merkezi’ne (GCHQ) 3 yıl boyunca en az 100 milyon sterlin aktardığını ve bunun karşılığında bilgilere erişim ve istihbarat daireleri üzerinde kontrol hakkı istediğini yazdı. Habere göre NSA, GCHQ’dan Prism ve Tempora adlı izleme programlarıyla ‘telefon konuşmalarının her yerde ve her zaman takip edilmesini’ istedi. GCHQ da aldığı parayı ‘yatırım portföyü’ adı altında kayıtlara geçirdi. GCHQ’yu ‘ABD adına casusluk yapmakla’ itham eden gazete, “GCHQ giderek daha fazla ABD istihbaratına bağımlı hâle geldi” eleştirisi yaptı![80]

xiii) İngiltere’nin Batılı istihbarat servisleri için Ortadoğu’da çok sayıda e-mail, telefon görüşmeleri ve internet trafiğini incelediği gizli bir internet izleme birimi kurduğu ortaya çıktı. ‘The Independent’, birimin bölgeye yerleştirilen sualtı optik fiber kabloları aracılığıyla telefon görüşmelerini dinlediğini ve internet trafiğini izlediğini yazdı. İşlendikten sonra Cheltenham’daki GCHQ merkezine gönderilen bilgiler, aynı zamanda NSA ile de paylaşılıyor![81]

xiv) İngiltere’de terörle mücadele kapsamında kişilerin yaptıkları bütün telefon görüşmelerinin kayıtları, bütün SMS’lerin içeriği, bütün e-postalar ve kişiler tarafından ziyaret edilen bütün web sayfalarının kayıtlarının arşivleneceği açıklandı. Söz konusu veri bankasında yapılan görüşmeler, gönderilen SMS ve e-postaların içeriklerinin yer almayacağı, ancak kimin kimi aradığı, alıcı ve vericinin adres ve telefon numaralarının saklanacağı belirtiliyor. Yeni proje çerçevesinde İngiltere’de hizmet veren bütün telekomünikasyon şirketlerinden sözkonusu kayıtları 1 yıl boyunca toplamaları ve daha sonra da bu kayıtları güvenlik birimlerine devretmeleri istenecek. İngiltere’de yapılacak bu düzenlemeyle güvenlik birimlerinin ilk kez telekomünikasyon alanındaki bu kadar detaylı bilgiye ulaşma imkânı kazanacağı ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde de kimin kiminle sosyalleştiğinin böylece ortaya çıkacağı belirtiliyor![82]

xv) NSA’nın internetten bilgi toplamada kullandığı “XKeyscore” programı da ‘The Guardian’ tarafından yayınlandı. ABD, internet kullanıcılarının tüm özel yazışma ve aktivitelerini izleyen program için dünya çapında 180 noktaya 700 servis sağlayıcı yerleştirmiş![83]

xvi) ‘The Wall Street Journal’, NSA’nın mevcut sorumluları ile eski sorumlularına dayandırdığı haberinde, NSA’nın ABD’nin internet trafiğinin yüzde 75’ini izleme kapasitesine sahip olduğunu yazdı![84]

xvii) NSA on milyonlarca Amerikalının telefon konuşması kaydını topladığı bildirildi. ‘The Guardian’ın haberine göre Verizon şirketi, gizli bir mahkeme kararıyla, bütün müşterilerine ait elektronik verileri NSA’ya teslim etti![85]

xviii) ABD’de 11 Eylül sonrası zincirleme giden devlet organlarının yasadışı uygulamalarında bir halkanın da FBI olduğu ve FBI’ın terörizm bahanesiyle Amerika’daki sol görüşlü grupları izlediği ortaya çıktı. Adalet Bakanlığı Başmüfettişliği raporuna göre, bakanlığa bağlı FBI, yetkilerini aşarak ABD’deki sol eğilimli örgütleri soruşturmuş, sonra da bu faaliyetleriyle ilgili Kongre ve kamuoyunu yalan söylemiş![86]

xix) NSA milyonlarca kişinin telefon kayıtlarına ait bilgileri teknoloji şirketlerinden aldığının ortaya çıkmasının ardından, NSA’nın “küresel veri takip etme ve sınıflandırma” aracı ortaya çıktı![87]

xx) Amerikalılar telefon kayıtlarının istihbarat birimlerine verildiğini öğrenmenin şokunu yaşarken dünyanın geri kalanı için durumun daha da vahim olduğu ortaya çıktı. ‘The Washington Post’ ile ‘The Guardian’, aralarında ‘Google’, ‘Yahoo’, ‘Skype’, ‘Microsoft’ ve ‘Facebook’un da olduğu 9 internet şirketinin “server”larındaki bütün kullanıcı bilgilerini devlete açtığını ortaya çıkardı![88]

Bu kadar da değil; bunların sözüm ona “tazminat”lı “pişmanlıklar”la[89] artısı da var; şöyle ki!

John Grisham’ın, “ABD feci bir yanlış yaptığını kabul etsin,”[90] dese de; ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ‘2009 İnsan Hakları Raporu’nda Rusya, Çin, Küba’yı hedef alırken; Pekin’in, “Kendine bak” yanıtını verdiği;[91] Rusya’nın da, ABD insan haklarını inceleyen 100 sayfalık raporunda Washington’u yerden yere vurduğu[92] yerkürede egemenlerin söylediği her şeyin bir yalanın ötesinde anlamı yoktur ve olamaz da…

İşte bunlara dair kimi örnekler!

i) 2011’in Aralık ayında imzalanan savunma yasası ABD Başkanı Barack Obama’ya, dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiyi istediği gibi tutuklama yetkisi veriyor![93]

ii) ABD Başkanı Barack Obama, seçilmeden önce kapatacağını vaat ettiği Guantanamo esir kampının açık kalmasına izin veren 2013 Ulusal Savunma Yönetimi Yasası’nı imzaladı. Obama daha önce Guantanamo’nun kapatılmasına sınırlamalar getiren yasayı veto edebileceğini söylemişti![94]

iii) ABD istihbarat örgütü CIA’in, terör şüphelilerinin çırılçıplak fotoğraflarını çektiği ortaya çıktı. Guardian gazetesinin bir ABD yetkilisine dayandırdığı haberine göre 11 Eylül saldırılarının ardından başlatılan “teröre karşı savaş” sırasında şüphelilerin, Libya, Mısır, Suriye gibi ülkelerdeki sorgu merkezlerine gönderilmeden önce gözleri ve elleri bağlı hâlde çıplak fotoğraflarının çekildiği belirtildi. Şüphelilerin vücutlarında yaralanmalar görüldüğü, bazı fotoğraflarında CIA görevlileri de şüphelilerin yanında yer aldığı aktarıldı. İnsan Hakları İçin Doktorlar örgütünden Dr. Vincent Iacopino, fotoğrafları cinsel saldırı olarak nitelendirdi![95]

iv) ABD Senatosu 9 Temmuz 2008 günü telekulak yasasının vatandaşların özel hayatı üzerindeki tahakkümünü perçinlerken, daha önce bu yasaya karşı muhalefet gütmüş dönemin Demokrat başkan adayı Barack Obama 180 derece çark edip yasa lehine oy kullandı. Amerika’da telefon görüşmelerini dinleyip devlete rapor eden telekomünikasyon şirketlerine dava açılmasını önleyen tasarının 69’a karşı 28 oyla Senato’dan geçmesiyle ilgili siyah adayın ofisi “Senatör Obama, genişletilmiş ama hâlâ eksiği gediği olan telekulak yasasını destekliyor” açıklamasını yaptı![96]

v) BM İnsan Hakları Konseyi, 11 Mayıs 2015 tarihinde ABD’nin insan hakları karnesini ele aldı:[97]En çok siyah ve azınlıklara yönelik ırkçı polis şiddeti ile kitlesel dinlemeler sorgulandı![98]

vi) ABD’nin Michigan eyaletinde, elindeki bir kalem bıçak yüzünden 8 polisin etrafını sardığı ve 6 polisin 46 defa ateş ederek öldürdüğü akıl hastası evsizle ilgili görülen davada polisler cezasız kaldı![99]

vii) NBC’nin haberine göre, FBI ajanları, Boston maratonu saldırılarıyla ilgili sorguladığı ve Tamerlan Tsarnayev’i tanıdığı tespit edilen İbrahim Todaşev isimli şahsı öldürdü. Tsarnaev ile boks maçları aracılığıyla tanışan 27 yaşındaki Todaşev’in 26 Mayıs 2013’de sorgu sırasında FBI ajanları tarafından öldürüldüğü belirtildi. FBI söz konusu ölüm haberini doğruladı![100]

viii) ‘The Washington Post’un araştırmasına göre, ABD’de polis beş ayda 385 kişiyi öldürdü. Bu rakam, FBI’ın tuttuğu kaydın iki katı. Bu oranın devam etmesi durumunda bir yılda 1000 kişi polis tarafından öldürülmüş olacak… Haberde, polis tarafından öldürülen kişilerin yarısının beyaz, diğer yarısının bir azınlığa mensup olduğu aktarıldı. Silah taşımayan kurbanların üçte ikisi ise siyahi ya da Hispanik. Siyahların öldürülme oranı, beyazlar ya da diğer azınlıkların üç katı olarak ortaya çıkarken, kurbanların yaş aralığının 16-83 olduğu aktarıldı. Habere göre, öldürülenlerin yüzde 80’inde “potansiyel olarak ölümcül bir alet” bulunduğu rapor edilmiş. Ayrıca öldürülen kişilerin 92’sinin zihinsel hastalığa sahip olduğu belirtilmiş![101]

ix) ABD’nin Missouri eyaletine bağlı Ferguson’da Michael Brown adlı siyah gencin polis Darren Wilson tarafından vurularak öldürülmesinin üzerinden geçen bir yılda en az 1083 kişi daha polis şiddetine kurban gitti. ‘ViceNews’ün derlediği bilgilere göre 9 Ağustos 2014’den Mayıs 2015’e dek öldürülen 1083 kişiden 499’u beyaz, 273’ü siyah, 161’i Latinlerden oluşuyor. Ancak bu sayıların ABD nüfusuna oranlanması sonucunda siyahların öldürülme oranı beyazlara göre 3.28 kez daha yüksek.

Söz konusu cinayetleri işleyen polislerden 756’sı hakkındaki soruşturma hâlen devam ederken, 257’si ise ‘kaza’ denilerek aklandı. Polislerin sadece 18’i suçlu bulunurken, yedisi hayatını kaybetti, dördü suç ortaklığından suçlandı, 41’i hakkındaki durum ise bilinmiyor.

Öldürülen Amerikalıların 370’i 10 ila 30, 492’si 30 ila 50, 185’i ise 50 ila 70 yaşları arasında. 25 yaş altında 195 kişinin ölümüne neden olan Amerikan polisi, olaydan birkaç gün önce, “Genç ölmek istemiyorum” diye tweet atan 19 yaşındaki Christian Taylor adlı silahsız siyah genci öldürmüştü![102]

  1. x) “Okullara düzenlenen silahlı saldırılar, kitlesel kıyımlar, bireysel silahlanmadan medya aracılığıyla kanıksatılan şiddete kadar bir dizi faktörün sonucu. ABD’deki toplumsal cinnet ‘ruhsal’ değil ‘siyasal’…”[103]Örneğin borçları yüzünden iflas bayrağı çeken Detroit’in bir diğer yüzü kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar… ABD’de en çok suç işlenen 25 mahalleden dördü Detroit’te. Tüm ülkede en çok suç işlenen mahalle West Chicago ve Livernois Bulvarı arasında. 1000 kişi başına burada yılda 149.48 suç işleniyor. Tecavüz, cinayet, hırsızlık, uyuşturucu. Başınıza bir şey gelme ihtimali yedide bir… bazıları 1960’lı yıllardan kalma 11 bin çözülmemiş cinayet vakası var. ABD’nin en çok cinayet işlenen ikinci şehri![104]
  2. xi) ABD’de, 1944’te iki beyaz kızın öldürülmesi suçlamasıyla 3 ayda yargılanarak idam edilen 14 yaşındaki siyahî çocuk George Stinney’in masum olduğu 2014 yılında resmen kabul edildi![105]

xii) ABD’nin Teksas eyaletinde 1989’da gerçek suçlunun yerine yanlış bir kişinin idam edildiği ortaya çıktı. Columbia Hukuk Fakültesi’nden bir grubun raporuna göre, katile tıpa tıp benzeyen, ön adı aynı olan ve olay gecesi suç mahalline yakın bir yerde bulunan Carlos de Luna, bu talihsiz rastlantıların bedelini canıyla ödedi![106]

xiii) ABD, maruz kaldıkları kötü muameleler ve şiddet eylemleri nedeniyle yerli kabilelerden resmen özür diledi. Cherokee kabilesi şefi Chad Smith, özür dilenmesini talep etmediklerini, ancak özrün kabul edildiğini söyleyerek “Özür dilemek zordur, bazen de özrü kabul etmek zordur” diye konuştu. Törenin yapıldığı mezarlıkta 12 yerli kabilesinden 36 kişi yatıyor![107]

xiv) ABD’de Başkan adayları, televizyona çıkıp, medyanın sorularını cevaplarlar. Televizyonun bu başarısı, medyanın ve özellikle de televizyon kanallarının kontrol edilme gereğini ortaya çıkartır. ABD’de medyanın yüzde 82’sini Museviler kontrol ediyor. Ancak, bunların sadece yüzde 10’u Siyonist, gerisi liberal sayılıyor![108]

xv) ABD’de Parayı veren iktidara konuyor. Gelişmiş ülkelerde, politikacıları, seçimlere bir danışmanlar grubu hazırlıyor. Bu grup, lider adayının konuşmalarını hazırlıyor; giyimine çeki düzen veriyor; sorulabilecek sorulara cevaplar hazırlıyor. Danışmanlar grubu, propaganda dönemini yönlendirip, gündem oluşturmaya çalışıyor. ABD başkanlık seçimlerinde Trump, daha önce Kennedy’nin yaptığına benzer bir propaganda sürdürüyor. Gereğinde aleyhte propaganda yapıp, gündemi hiç kaybetmiyor; kendisini sosyal medyada en çok takip ettiren kişi olmaya devam ediyor. Örneğin, Twitter’da Trump’ın takipçi sayısı, Hillary Clinton’ın üzerine çıktı. Başkan adaylarının danışmanları arasında da büyük bir yarış var. Danışmanların kalitesi çeşitli kriterlere göre değerlendiriliyor. ABD seçimlerinde öne çıkmış danışmanların ilk 13 tanesi şu kişiler![109]

 

1 Eric Schmidt Barack Obama’nın danışmanı. Alphabet Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Google eski CEO’su. Şu anda, Hillary Clinton için çalışıyor. Düşmanlarıyla her zaman yakın arkadaşlık kurmasıyla tanınıyor.
2 Mark Zuckerberg Facebook’u kullanan 1 milyarın üzerindeki kişiye etki ediyor. En son 2015 yıllında, Göçmenlik Yasası’nın çıkması için lobicilik yaptı. Politikacılar yerine, belli gruplar için faaliyetlerde bulunuyor.
3 Justin McConney Donald Trump’ın kampanyasını yürütüyor. Miss Universe ve Çırak (Apprentice) TV programlarının yapımcısı. Tek başına çalışıyor ve hiç bir sosyal medya adresi yok.
4 Stephanie Hannon Hillary Clinton’un teknoloji danışmanı. Daha önce, Google’un sosyal ilişkiler direktörü idi. Google Haritaları ve Gmail’i piyasa ile tanıştırdı. Hillary kazanırsa, bir kadın olarak, o da kazanmış olacak.
5 Larry Ellison Kendisi dünyanın en zengin 10 kişisi arasında ve Cumhuriyetçi (Muhafazakâr). Havai’de bir ada satın alarak, kendi gelişmiş ütopik toplumunu oluşturmak peşinde. Beğendiği başkan adaylarına, danışmanlık değil, ciddi para yardımı yapıyor.
6 Aidan King ve David Frederick Bu adamların işleri danışman oldukları başkan adaylarına para bulmak. Üstelik, adaylardan para istemiyorlar. Buldukları paradan yüzde alıyorlar. Ayrıca, adaylar için, çok kullanışlı bir internet sayfası hazırlıyorlar. Şu anda, Hillary Clinton için çalışıyorlar.
7 John Lee ABD çapında, oy kullanan herkesin günlük davranışlarını kontrol eden bir veri programı yaptı. John Kerry’nin başkanlık kampanyasını yürütmüştü. Politikacılar tarafından en çok kullanılan NGP VAN programı ona ait. Partilerin kapı kapı dolaşıp nasıl propaganda yapacağını planlıyor. (AKP’nin yürüttüğü temel propaganda zemininin geniş ölçekli programlayıcısı, sayılabilir.)
8 Sheryl Sandberg ABD Hazine Bakanlığı’nın en üst seviyedeki bürokratı idi. Kadın oylarına en çok etki edebilen kişi olarak biliniyor.
9 Susan Molinari Google Kamu Politikası Başkan Yardımcısı. Google onun vasıtasıyla lobi faaliyetlerine 2015 yılında 13 milyon dolar yatırdı. Babası eski bir Kongre üyesi olan Susan, veri güvenliği, vergi reformu gibi konularda Kongre ve Senato’da lobi faaliyetlerinde bulunuyor.
10 Erin Hill ActBlue’nun en üst yöneticisi. Amerikalıların internet aracılığı ile tek tuşla partilere yardım yapmasını sağlıyor.
11 Joe Rospars 2008 ve 2012’de Obama’nın baş teknik danışmanı idi. Obama’nın konuşmalarını da o yazdı. Facebook ve You Tube’a 2000 civarında seçim propaganda videosu yerleştirdi. Blue State   Digital’ın kurucusu.
12 Kimye Eşi ile birlikte şu anda her sosyal medya kanalında en çok takipçisi olan kişi. 54.2 milyon takipçisi var.
13 Michael Palmer “i360”ın kurucusu. Cumhuriyetçiler için seçmen analizi yapıp, olması gereken davranış biçimlerini oluşturuyor. Koch ailesine de danışmanlık yapıyor.

 

xvi) ‘The Guardian’ın haberine göre ABD polisi yılda 925 kişiyi öldürüyor. Buna göre bir ABD vatandaşının kendi polisi tarafından öldürülmesi riski, terör saldırısında ölme riskinden 58 kat daha fazla![110]

xvii) ABD, dünyanın en büyük cezaevi olmaya devam ediyor. Her yıl yüz binlerce kişinin yargılanarak cezaevlerinde konulduğu ülkede, 2011’de 95 bin çocuk cezaevlerine girdi. Cezaevlerindeki doluluk oranı ise ürkütücü boyutlarda! ‘ABD Kongresi Araştırmalar Servisi’ (CRS)’nin raporuna göre, ülkede 2.2 milyonu aşkın kişi federal ve ya eyalet cezaevlerinde bulunuyor. Bu da her 100 bin kişiden 716’sının hapiste olduğu anlamına geliyor. Böylelikle ABD, nüfusuna oranla en fazla mahkûma sahip ülke unvanını da elinde bulunduruyor. Şartlı salıverilmiş ve ya takipte olanların toplamı ise 4.8 milyon civarında. 313 milyon nüfuslu ABD’de sokakta dolaşan her 100 yetişkinden 2’sinin gözetim altında yaşadığı anlamına geliyorken; çocuk mahkûmların sayısı da bir hayli fazla. Cezaevlerinde 18 yaş altında 95 bin çocuk bulunuyor. 2007-2011 yılları arasında 64 yaş üstü mahkûmlardaki artış oranı ise diğer yaş gruplarına oranla onlarca kat daha fazla olarak gerçekleşti![111]

xviii) ABD Adalet Bakanlığı Başmüfettişliği tarafından yapılan incelemede, FBI’ın 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından solcu ve çevreci grupları sanki terör zanlılarıymış gibi izlediği ve Amerikan Kongresi’ne “yanlış ve yanıltıcı” bilgi verdiği sonucuna ulaşıldı. Kongre’nin talebi üzerine 4 yıldır hazırlanan başmüfettişlik raporunda, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD Başkanı George W. Bush tarafından yetkileri artırılan FBI, aralarında çevre örgütü Greenpeace, hayvan hakları koruyucusu PETA ve savaş karşıtı Thomas Merton Merkezi gibi tanınmış kuruluşları takip altına aldığı belirtildi. Rapora göre FBI, ortada terör şüphesi uyandıracak hiçbir kanıt veya bilgi olmamasına rağmen bu kuruluşları mercek altına aldı ve Pittsburgh’da 2002 yılında yapılan Afganistan işgalini ve Irak’a yönelik tehditleri protesto eylemine bir ajan gönderdi. Ajan ise gösteride bildiri dağıtan “Ortadoğu görünümlü” bir göstericinin fotoğraflarını çekerek, “Irak’ta kitle imha silahları olmadığını öne süren Thomas Merton Merkezi’nin Müslüman gruplarla bağlantılı olabileceğine” ilişkin bir rapor hazırladı![112]

xix) ABD Savunma Bakanı Leon Panetta günah çıkardı: “Bin Ladin’i bulmak için işkenceler yapıldı. Bunlara gerek yoktu”![113]

xx) ABD Senatosu, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından esir alınan “terör zanlılarına” CIA’nın uyguladığı işkencenin ulaştığı korkunç boyutları ortaya seren raporunu nihayet yayımladı.[114]5 yılda 40 milyon dolar harcanan bir soruşturmanın sonucu olan 6300 sayfalık raporun Obama yönetiminin erteletme çabaları sonucunda kamuoyuna açıklanan 528 sayfalık özetine göre, Bush yönetimi dönemindeki sorgulamalarda bugüne dek bilinenden çok daha vahşi işkence yöntemleri çok daha geniş çapta uygulanmış.Bu şekilde alınan ifadelerden tek bir saldırıyı bile önleyebilen bilgi elde edilememiş. Tersine, bir kısmı zaten tümüyle “masum” olan esirler işkenceden canlarını kurtarmak için “uyduruk” hikâyeler anlatmış. Ancak CIA, bunları yıllarca Beyaz Saray ve Kongre’ye “hayatlar kurtaran çok değerli istihbarat” olarak takdim etmiş![115]

xxi) ‘ABD Senatosu İstihbarat Komitesi’nin CIA’in 6 milyon belgesinin taranmasıyla hazırlanan raporda, istihbarat kuruluşunun ‘Zorlayıcı sorgu teknikleri’ olarak adlandırdığı yöntemlerle ‘Bazı saldırıların püskürtüldüğü, teröristlerin yakalandığı ve birçok yaşamın kurtarıldığı’na yönelik iddiası yalanlandı. CIA’in daha önce açıkladığından çok daha yoğun ve vahşi yöntemlerle işkence yaptığını belgeleyen Senato raporunda “Birçok defa mahkûmlar, psikolojik olarak harap oldu.

Halüsinasyon, paranoya, uykusuzluktan mustarip olan mahkûmların bazıları kendilerine zarar vermeye çalıştı” denildi. 2002 yılında CIA’in ilk kez bu yöntemlerle sorguladığı El Kaide zanlısı Ebu Zübeyde’ye 83 kez suda boğulma hissi veren ‘waterboarding’ adlı işkencenin uygulandığını belirten raporda, Ebu Zübeyde’nin bu yöntemle sorgulanmadan önce daha fazla bilgi verdiği ancak işkencenin ardından kendisinden daha az bilgi elde edildiği kaydedildi. Ayrıca CIA’in bu yöntemle sorguladığı tutuklu sayısını da çarpıttığı belirtildi. CIA’ye göre ‘100’den az mahkûm’ bu yöntemle sorgulandı ancak CIA belgelerini inceleyen Senato İstihbarat Komitesi, bu rakamın 118 olduğunu rapor etti![116]

xxii) CIA’nın işkence raporlarında açıklanmayan ayrıntılardan bazı örnekler veren Amerikalı gazeteci Seymour M. Hersh, “Ebu Gureyb Cezaevi’nde Iraklı gençlere ve çocuklara annelerinin gözleri önünde tecavüz edildi ve bu videoya alındı. İşte ABD böyle savaşıyor” diye konuştu![117]

xxiii) CIA yetkilisi Jose A. Rodriguez Jr. 5 Aralık 2014’de ‘Washington Post’ta yazdığı yazıda, “Biz bize ne söyleniyorsa onu yaptık” ifadelerini kullandı![118]

xxiv) NSA çalışanı Thomas Drake izinsiz dinlenme yapıldığına ilişkin belgeleri; eski CIA ajanı Jeffrey Sterling, New York Times muhabiri James Risen’e İran’ın nükleer programına ilişkin yaptığı açıklamalardan ötürü soruşturma geçiriyor. Eski bir FBI ajanı olan dilbilimci Shamai Leibowitz ise açıklama yapılmadan 20 aydır hapiste tutuluyor. Yine devlete çalışan Bradley Manning Wikileaks’e bilgi sızdırdığı için ve Stephen Kim de Kuzey Kore ile ilgili yaptığı röportajla ilgili soruşturmaya tabi tutulmuş durumda![119]

xxv) ‘Uluslararası Af Örgütü’, CIA’nın terörle savaş bahanesiyle başvurduğu yasa dışı insan kaçırma, işkence yapma ve gizli hapishanelerde tutma programında işbirliği yapan Avrupa ülkelerini soruşturmaların önüne duvar örmekle[120] suçladı![121]

xxvi) ABD, İran’da düzenlenen ve dönemin başbakanı Muhammed Musaddık’ın devrilmesi ile sonuçlanan darbedeki sorumluluğunu sonunda resmen kabul etti. Ulusal Güvenlik Arşivi’nin internet sitesinde Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası çerçevesinde yayımlanan belgeler, “Musaddık ve liderliğini yaptığı Ulusal Cephe Partisi hükümetinin devrilmesine yol açan askerî darbenin, ABD dış politikası çerçevesinde CIA emriyle düzenlendiğini” resmen ortaya koyuyor. Musaddık, göreve gelmesinin ardından İran petrollerini millileştirmişti![122]

xxvii) ‘The Associated Press’ (AP) haber ajansının Hitler rejimiyle resmi işbirliği yaptığı ve bu kapsamda ABD gazetelerine propaganda şefi Joseph Goebbels tarafından üretilen materyallerin sağlandığı ortaya çıktı. ‘The Guardian’ gazetesinin ‘Studies in Contemporary History/ Modern Tarih Çalışmaları’ dergisinde yayımlanan ve tarihçi Harriet Scharnberg imzalı çalışmaya dayandırdığı habere göre, AP ile 1933’te iktidara gelen Nazi partisi karşılıklı çıkar sağlayan bir işbirliği içindeydi![123]

xxviii) CIA’nın yaptığı insanlık onuruna aykırı işkenceleri ifşa eden Senato raporunun yayımlanmasının ardından İngiltere’de de benzer bir skandal yaşandı. İngiliz istihbaratı tarafından, CIA ajanlarına teslim edilen Libyalı Abdülhâkim Belhac, İngiltere’den 1 milyon sterlinlik tazminat ve sığınma hakkı talep etti. ‘The Daily Mail’, Londra hükümetinin Belhac’ı susturmak için 372 bin sterlin harcadığını yazdı![124]

xxix) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), ABD’nin istihbarat teşkilâtı CIA’i “insanlık dışı işkence yapma” suçundan mahkûm etti. AİHM, 2003 yılında sadece bir isim benzerliği nedeniyle kaçırılan ve ağır işkenceye maruz kalan Lübnan asıllı Alman vatandaşı Halid El-Masri’nin tazminat talebi ile açtığı davayı haklı buldu. Böylece ilk defa bir mahkeme CIA’in terör şüphelilerine yaptığı muameleyi ‘işkence’ olarak nitelemiş oldu. AİHM kararında “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yüce divanı oybirliği ile El-Masri’nin CIA tarafından kaçırılma, yasadışı tutukluluk, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye maruz bırakıldığına karar vermiştir” denildi.

El-Masri, Aralık 2003’te El Kaide üyesi olduğu şüphesi üzerine CIA tarafından Makedonya’nın başkenti Üsküp’te kaçırılmıştı. Gizlice Afganistan’a götürülen El-Masri, cinsel organının kesilmesi gibi korkunç işkencelere maruz kalmıştı. 23 gün hücrede tutulan El-Masri, dili yeterli olmamasına rağmen İngilizce sorgulanmıştı. Yaklaşık bir ay sonra araba satıcısı El-Masri’nin El Kaide ile hiçbir ilgisi olmadığı ve sadece bir isim benzerliğine kurban gittiği anlaşılmıştı. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları ve Terörle Mücadele Özel Raportörü Ben Emmerson, AİHM’in kararını “George W. Bush hükümetinin döneminde yapılan insan hakları ihlâllerinden sorumlu tutulması adına bir mihenk taşı” olduğunu söyledi![125]

xxx) ABD Senatosu İstihbarat Komitesi’nin CIA ‘sorgulama yöntemleri’ adlı raporu CIA’nin sorgulama yöntemlerinde düzenli olarak işkence kullanıldığını teyit etti.[126] Bu haber dünya gündemini olduğu kadar İngiltere ve Almanya gündemini de sarstı, üstelik Avrupa ülkelerinin CIA ile yoğun iş birliğinde olduğu hiç şaşılacak bir durum değil. ‘The Guardian’dan Natalie Nouğayrède, “Avrupa CIA işkence raporundaki suç ortaklığını açıklamalı”; ‘Der Spiegel’den Jakob Augstein, “… ‘Aklanmak’ için parmağımızla önce kendimizi gösterelim” dediler![127]

xxxi) ABD Senatosu’nun yayınladığı ‘CIA işkenceleri’ raporunun ardından Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) de Britanyalı askerlerin, Irak’ın işgali sırasında uyguladığı hukuksuzluğu gözler önüne serdi. Raporda, 13 yaşından 101 yaşına kadar Iraklıların ifadeleri yer aldı![128]

xxxii) Irak işgali sırasında Iraklı tutsaklara yönelik insanlık dışı uygulamalarıyla gündeme gelen Ebu Greyb Cezaevi skandalının kahramanlarından eski Amerikalı kadın asker Lynndie England, ‘The Daily’de 20 Mart 2012’de yayımlanan söyleşisinde, 2004 yılında yaşananlardan ötürü kimseden özür dilemeyeceğini belirtti. Bir çocuk annesi 29 yaşındaki England, “Kurbanları için herhangi bir acıma duymadığını” kaydetti![129]

xxxiii) Afganistan’da ABD ve İngiltere’nin yeni gizli hapishaneleri bulunduğu açıklandı. İddianın sahibi olan Afganistan hükümeti, ABD ve İngiltere ordusunun Afganistan’da gizli tutuklama merkezi kurduğunu kaydetti. ‘Gazeteport’un haberine göre üslerdeki gizli hapishanelerde tutulan Afganistan vatandaşlarının akibeti konusunda haber alınamamasından sonra Karzai yönetimi konuyu araştırmak için gerçekleri inceleme komisyonu kurdu. Komisyon yaptığı açıklamada, ABD ve İngiltere’ye ait altı tutuklama merkezinin olduğunu ve bu hapishanelerdeki mahkûmlara farklı bir prosedür dayatıldığını belirtti![130]

xxxiv) “AB’de radikal fişleme devrede!”[131]

xxxv) 16 Mart 1988’de Saddam Hüseyin rejimine ait uçaklar tarafından kimyasal gazlarla bombalanan Halepçe kurbanlarından 20’sinin temsilcileri, Haziran ayında Paris Asliye Mahkemesi’nde, katliamda sorumluluğu bulunan Fransız şirketler hakkında suç duyurusunda bulunmuştu. Suç duyurusunda, hangi şirketlerin Halepçe Katliamı’nda Saddam rejimi ile işbirliği yaptığının tespitini sağlayan belgeler de sunulmuştu. AFP’ye açıklamada bulunan adli bir kaynağa göre Paris Savcılığı’nın, “cinayetlere suç ortaklığı”, “cinayetlere teşebbüse suç ortaklığı” ve bu suçlarda kullanılan ürünlere “yataklık etme” suçlamasıyla soruşturma başlatılması için iddianame hazırladı. Ancak bu soruşturma için “insanlığa karşı suç” nitelemesi, “geriye yürümezlik ilkesi” nedeniyle kabul edilmedi. Zaman aşımına uğramayan insanlığa karşı suçlar, Fransız Ceza Kanunu’na 1994’te girdi.

Sorgu yargıçlarının, tüzel veya gerçek kişilerin olası sorumluluklarını araştırmadan önce suç duyurusunda belirtilen olayların zaman aşımına uğrayıp uğramadığını tespit edeceği belirtildi. Haziran ayındaki basın toplantısı sırasında mağdurların avukatları Fransız David Pere ile Amerikalı meslektaşı Gavriel Mairone, bazıları kamusal olmayan 100 bin belge topladıklarını açıklamışlardı. Bunlarda Irak rejimi tarafından 1983 ve 1988 arasındaki kimyasal silahların elde edilmesine ilişkin aşamalar detayları ile yer alıyor. Belgelere göre bu proje kapsamında 427 şirket Irak devletinden parasal yardım aldı. Avukat Mairone göre bu şirketlerden en az 20’si ne yaptıklarının tamamen bilincindeydi. Bunlar arasında Fransız kimyasal endüstrisinden iki şirket de bulunuyor. AFP, avukat David Pere’nin suç duyurusunda hedeflenen şirketlerin isimlerini vermeyi reddettiğini belirtti![132]

xxxvi) İngiltere’nin 90 Afganlıyı gizlice bir kampta tuttuğu ortaya çıktı. Afganlılardan 8’inin avukatları, tutsakların hiçbir suçlama yöneltilmeksizin 14 aydır Bastion kampında tutulduklarını duyururken İngiltere Savunma Bakanı Philip Hammond olayı doğruladı![133]

xxxvii) İngiliz vatandaşı olan terör zanlılarının, işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı iddialarıyla ilgili soruşturma sürerken, İngiltere’de yeni bir skandal daha ortaya çıktı. İngiliz MI6 ve MI5 polis servislerinin, yurt dışındaki tutuklulara bilgi alabilmek için illegal şekilde işkence uyguladıkları belgelendi. Skandalı ortaya çıkaran ‘The Guardian’, işkenceleri belgeleyen, ancak detayları soruşturma hâlen devam ettiği için kamuoyuna duyurmadığı bazı dokümanlara ulaştığını duyurdu![134]

xxxviii) Bangladeş’te destek verilen hükümet yanlısı milisler binden fazla insanın ölümünden sorumlu İngiliz hükümetinin, Bangladeş’te yargısız infazlar gerçekleştiren hükümete bağlı bir milis gücünü eğittiği öne sürüldü. İnsan hakları örgütleri tarafından “ölüm timleri” olarak tanımlanan ‘Hızlı Etki Taburu’ (RAB) adıyla bilinen gücün yüzlerce yargısız infaz gerçekleştirdiği ve kurbanlarına işkence ettiği belirtildi![135]

xxxix) İngiliz ordusunun, 1970’li yıllarda ‘Askeri Tepki Kuvveti’ adlı gizli bir birim kurarak İrlanda’nın başkenti Belfast’ta IRA üyesi olduğundan şüphelenilen herkesi öldürdüğü ilk kez resmen kabul edildi. 1970’i yıllarda Kuzey İrlanda yargısız infazlarda bulunduğu ortaya çıkan gizli İngiliz birliğine mensup Simon Cursey, yaptığı infazlar için hiçbir vicdani rahatsızlık duymadığını söylerken şu ifadeleri kullandı: “Çünkü bizim infaz ettiklerimiz kadınları ve çocukları öldürüyordu. Onlar hiç uğruna insanları öldürüyordu”![136]

xl) Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından hazırlanan bir rapora göre, gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) hesaplamasına fuhuş, uyuşturucu gibi yasadışı faaliyetlerin de eklenmesiyle GSYH’si en fazla yükselen ülke İtalya oldu. OECD’nin “Ulusal hesaplamalarda yeni standartların GSYH ve diğer makro-ekonomik göstergeler üzerindeki etkisi” başlıklı raporuna göre İtalya’da yasadışı faaliyetlerin de hesaba katılmasıyla GSYH yüzde 1 oranında arttı. Hesaplamaya göre yasa dışı faaliyetlerle GSYH’si en fazla yükselen 3 ülke İtalya, İspanya ve Polonya oldu. Bu alanda AB ortalaması ise yüzde 0.2 olarak hesaplandı.

Brüksel merkezli Bruegel düşünce kuruluşu, OECD’nin raporunu “Karanlık tarafa hoş geldiniz” başlığıyla duyurdu. Kimi haber siteleri de İtalya’nın tahmini fuhuş ve uyuşturucu gelirleriyle GSYH’sini en fazla yükselten ülke olmasının “şaşırtıcı olmadığını” belirterek, “Ne de olsa eski başbakanı küçük yaştaki bir hayat kadınıyla birlikte olmakla suçlanan bir ülke” diye yazdı![137]

xli) Yaklaşık 35 yıldır, kapitalizmin küresel çapta egemen ideolojisi neo-liberalizm, serbest piyasa (serbest ticaret) en ileri demokrasiden daha özgürlükçüdür, kaynakların en optimum, riskin en etkin biçimde dağıtılmasını sağlar diyordu. Ama böyle olmadı; hatta tam tersi! Uluslararası finans medyasının yorumcularından ekonomist, Anatol Kaletsky, “Bugün, bir dönemin bittiğine, bugüne kadar istikrarını koruyabilen toplumlarda bir dağılmanın gelmekte olduğuna ilişkin bir önsezi dünyada yayılıyor” diyor; “mali serbestliğe, merkez bankası bağımsızlığına, maliye ve para politikaları ayrımına, devletin ekonomiye müdahalesine ilişkin varsayımların (neo-liberalizmin-y.n) giderek sorgulanacağını”[138] ifade ediyor!

xlii) 2016’da küresel çapta gelir dağılımdaki bozulma o düzeye geldi ki 62 milyarderin serveti, dünyanın en yoksul yüzde ellisini oluşturan 3.6 milyar insanının toplam varlıklarından daha büyük![139]

xliii) ‘Oxfam’ın verilerine göre, dünyanın en yoksul yüzde 50’lik kesimin varlıkları, 2010 ila 2015 yılları arasında nüfusun 400 milyon artmasına rağmen yüzde 41 oranında düştü.

Aynı zaman diliminde dünyanın en zengin 62 kişisinin varlıkları da 500 milyar dolardan 1.76 trilyon dolara çıktı.

Kuruluşun raporunda, 2010 yılında dünyanın en zengin 388 kişisinin varlıklarının en yoksul yüzde 50’ye denk geldiği belirtilirken bu oranın 2014 yılında 80’e düştüğü, 2015 yılında da düşmeye devam ettiği belirtiliyor![140]

xliv) Avustralya hükümeti, İngiltere tarafından “Göçmen Çocuk Programı” kapsamında gönderilip yıllarca çalışma kamplarında çalıştırılan ve şiddete maruz kalan binlerce kişiden özür diledi. Başbakan Kevin Rudd, 16 Kasım 2009’da Canberra’daki hükümet sarayındaki törende yaptığı konuşmada, 1930-70 arasında İngiltere’den gemilerle getirilerek yetimhanelere yerleştirilen ve çalışma kamplarında çalıştırılan yaklaşık 500 bin “unutulmuş Avustralyalıdan”, ailelerinden koparıldıkları ve çektikleri acılar nedeniyle özür dileyerek; “Gerçek şu ki bu korkunç bir hikâyedir” dedi![141]

xlv) Resmi sıfatlarından biri Müminlerin Emiri olan Fas kralının, ailesinin, yakınlarının eleştirilmesi, hapis ve ağır para cezalarına çarptırılma nedeni olmaya devam ediyor. Fas usulü bu monarşik parlamenter rejimde ifade özgürlüğünün sınırları, Kral’ın arzusuna göre genişleyip daralıyor. Ülkenin yurtdışında saygınlığına gölge düşürdüğü gerekçesiyle gazetecilere soruşturma açılıyor, gözaltına alınıyor, yurtdışına çıkışları yasaklanıyor. Ya da iki yıldır Fas’ta yaşayan Hollandalı bir gazeteci aniden sınır dışı ediliyor.

Fas’ta hakkında eleştirel söz söylenmesi, hatta sadece haber yapılması yasak olan dört tabu konu var. Fas’ın işgal ettiği, eski İspanyol sömürgesi Batı Sahra konusu ve 40 yıldan beri bağımsızlık mücadelesi yürüten Polisario Cephesi; İslâmi hareketler; insan hakları ihlâlleri; merkezinde Saray’ın olduğu, gayri resmi adı Mahzen olan, girift siyasi- iktisadi çıkar ilişkileri ağı. Kral, ailesi ve akrabalarının ülkenin GSYİH’nin dörtte birine yakın bir kısmını şahsen veya dolaylı olarak kontrol ettiği bir Fas usulü parlamenter monarşi söz konusu![142]

xlvi) İrlanda yönetiminin Magdelana Çamaşırhaneleri ile ilgili raporu ülkeyi sarstı. Katolik rahibeler tarafından yönetilen ve ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazandığı 1922 yılından 1996 yılına kadar faaliyette bulunan çamaşırhanelerde yüzlerce kadın ve genç kız zorla çalıştırılmış.

118 eski kurbanın da yer aldığı soruşturma raporuna göre İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Komitesi’nin 2011 yılında soruşturulmasını talep ettiği çamaşırhanede, yüzde 15’i beş seneden fazla kalan, toplam 10 bin 12 kadın çalıştı. 2 binden fazla kadının yetkililer tarafından bu evlere gönderildiği, kaçmaları hâlinde tutuklandıklarının belirtildiği raporda, kadınların birçoğunun, önemsiz suçlar nedeniyle çamaşırhanelere yollandığı vurgulandı![143]

xlvii) Kanada’da 34.5 milyonu bulan nüfusun 1.2 milyonu yerli. Nüfusu hızla artan bu topluluk için en temel sorunlar fakirlik, tutuklamalar ve madde kullanımı. ‘MacDonald Laurier Enstitüsü’nün raporuna göre Kanada yakın bir gelecekte “yerli isyanı”na sahne olabilir. Raporu hazırlayan eski askeri yetkili Douglas Bland, “Kanada’daki birçok yerli için hayat bunaltıcı, karanlık ve tehlikeli” ifadesini kullandı![144]

xlviii) Nepal’de, neredeyse tüm sakinlerinin ev sahibi olabilmek amacıyla böbreklerini sattığı kasabada, tüm evlerin 25 Nisan’da gerçekleşen 7.8 büyüklüğündeki deprem sonrasında yerle bir oldu. Nepal’in Hoksa kasabası, ülkede “böbrek vadisi” olarak anılıyor. Zira kasabada yaşayanların neredeyse hepsi başkent Kathmandu çevresinde yoğun olarak faaliyet gösteren organ mafyasının kurbanı olmuş. Kasabada yaşayanların sadece 2 bin dolara sattıkları böbrekleri sayesinde aldıkları evler ise ülkede büyük zarara yol açan ve 9 binden fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan deprem sonrası yıkıldı![145]

xlxix) BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, 2014 yılında dünyada savaş, çatışma veya baskılar yüzünden evlerini terk edenlerin sayısının 60 milyona dayandığını duyurdu![146]

l) ‘Institute for Economics and Peace’in 2015 verilerine göre dünyada yalnızca 11 ülke savaşmazken, 164 ülke bir çatışma şekli ile karşı karşıya![147]

li) Dünya çapında askeri harcamalar dört yıllık gerileme sürecinin ardından yeniden yükselişte. ‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI’) açıkladığı rapora göre 2015 yılında dünyada askeri amaçlı 1 trilyon 471 milyar euroluk harcama yapıldı. Bu, bir önceki 2014 yılına göre yüzde 1’lik artış anlamına geliyor.

ABD’nin askeri harcamaları 2015 yılında 595 milyar doları bulurken Çin’in harcamaları yüzde 7.4’lük artışla 215 milyar dolara yükseldi. Çin’i yüzde 5.7’lik artış ve 87 milyar dolarla Suudi Arabistan, yüzde 7.5’lik artış ve 66 milyar dolarla Rusya izledi. SIPRI raporunda silah satışlarının 2011-2015 döneminde, 2006-2010 dönemine göre yüzde 14’lük artış gösterdiğine dikkat çekiliyor![148]

lii) Dünya genelinde silah ithalatının büyük kısmı Asya ve Ortadoğu ülkelerine yapıldı. Türkiye ile İran arasındaki bölgede ağır silah satışı yüzde 61 oranında arttı. 2011 – 2015 yıllarını kapsayan dönemde yalnızca Hindistan 30 milyon nüfuslu Suudi Arabistan’dan daha fazla silah satın aldı. Suudi Arabistan’ın silah ithalatı 2006-2010 yıllarını kapsayan döneme göre 3 kat artış gösterdi. Silah ithalatçısı ülkeler listesinde 5 milyon nüfuslu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ise 4’üncü sırada yer alıyor. BAE’yi 6’ncı sırada Türkiye izliyor![149]

liii) Suriye-Irak-Doğu Akdeniz hattında soğuk savaş rüzgârlarının günlük maliyeti 20 milyon dolara ulaştı![150]

liv) ‘Londra’daki Savunma Araştırmaları Kraliyet Enstitüsü’ne göre, 2015’in Kasım ayında Rusya’nın Suriye’deki operasyonları günde 4 milyon dolara mal oldu. Türkiye’nin Rus jetini düşürmesinden sonra ise harcamalar 8 milyon dolara çıkarıldı. Bu rakam bir yılda ise 3 milyar dolara denk geliyor. ‘Bloomberg’e konuşan Rusya hükümetinden bir kaynak ise, 2016 bütçesinden Suriye operasyonları için 1.2 milyar dolar ayrıldığını söyledi![151]

lv) SIPRI, 2011-2015 arasında dünyadaki silah ticareti raporunda, uluslararası silah ticareti hacminin 2011-2015 yılları arasında, 2006-2010 yıllarına göre yüzde 14 oranında arttığı açıklandı. Dört yıllık periyodlar şeklinde yayınlanan rapora göre, silah alımında en fazla artışın yaşandığı bölge Ortadoğu oldu. Ortadoğu, 2006-2010 yılları arasında dünyadaki silah ithalatının yüzde 18’lik dilimine sahipken, bu oran 2011-2015 yılları arasında yüzde 25’e yükseldi. Buna göre, Ortadoğu’nun silah ithalatı sekiz yılda yüzde 61 oranında arttı.

Dünyada en çok silah ithal eden bölge ise yüzde 46’lık oranla Asya ve Okyanusya oldu. Asya ve Okyanusya bölgesi 2006-2010 döneminde de yüzde 42’lik payla ilk sıradaydı. Yemen’de Şiî kökenli Husilere karşı savaşan ve bölgede İran’la sorun yaşayan Suudi Arabistan, 2011 ila 2015 yılları arasında silah ithalatını yüzde 275 oranında artırdı. Suudi Arabistan, son dört yılda dünyada en çok silah ithal eden ikinci ülke oldu. Ortadoğu’da Birleşik Arap Emirlikleri yüzde 35, Katar ise yüzde 279 oranında silah ithalatını artırdı. Irak’ta ise silah ithalatı yüzde 83 oranında artış gösterdi.

En çok silah ihraç eden ülkeler ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Almanya olurken, en çok silah ithal eden ilk beş ülke Hindistan, Suudi Arabistan, Çin, Birleşik Arap Emirlikleri ve Avustralya oldu. Rusya ve ABD dünyadaki silah ihracatının yüzde 58’ine sahip olurken, ABD yüzde 33’lük ihracat oranıyla dünyanın en çok silah satan ülkesi konumunda. ABD’nin en çok silah sattığı ülke ise Suudi Arabistan. Çin ise ABD’nin düzeyine ulaşamasa da silah ihracatını yüzde 88 oranında arttırdı.

ABD’nin en büyük müşterileri: Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye olurken; Rusya’nın en büyük müşterileri de Hindistan, Çin ve Vietnam oldu![152]

lvi) ‘The Guardian’ın, BM’nin bir raporuna dayanarak verdiği haberinde, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde görevli 14 Fransız askerinin 2013 ve 2014 yıllarında 10 çocuğa cinsel tacizde bulunduğunu iddia etmişti. Rapordaki iddialara göre, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti Bangui’deki bir mülteci kampında, güvenliği sağlamakla görevli Birleşmiş Milletler barış gücü askerleri yemek isteyen erkek çocuklara tecavüz etti![153]

lvii) BM Barış Gücü askerlerinin Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çocuklara yönelik taciz ve tecavüzde bulunduğuna dair yeni vakalar ortaya çıktı. BM askerlerinin çocuk tacizi skandalı bitmiyor! Çatışmaların yaşandığı ülkelerde sivil halkı korumak için görevlendirilen BM Barış Gücü askerlerinin çocukları taciz ettiği ortaya çıkarken, skandalın boyutları büyüyor. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeid Ra’ad Al Hussein, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde (OAC) BM Barış Gücü askerlerinin dâhil olduğu yeni çocuk tacizi vakaları olduğunu açıkladı. 14-16 yaş arasındaki dört kızın Avrupa Birliği Gücü’ne bağlı askerler tarafından istismar edildiğini ifade eden Al Hussein, iki kızın tecavüze uğradığını diğer iki kızın ise fuhşa zorlandığını söyledi.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde istikrarın sağlanmasına yardımcı olmak için konuşlandırılan Barış Gücü’nün 2015’te karıştığı taciz vakalarının sayısının 34 olduğu tahmin ediliyor. BM Genel Sekreteri Vekili Anthony Banbury ise, BM çalışanlarının dünya genelinde dahil olduğu taciz vakalarının sayısını 69 olarak açıkladı. Banbury, OAC’deki vakaya karışan askerlerin Gürcistan ve Fransa’dan olduğunu belirtti.

İlk çocuk tacizi vakası, Temmuz 2014’te, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nde çalışan Andres Kompass’ın Fransız yetkililere bazı belgeleri sızdırmasıyla ortaya çıkmıştı. Kompass’ın 14 Fransız askerinin çocuk tacizine karıştığını sızdırması üzerine Fransız yetkililer olayın açığa çıkarılması için soruşturma başlatırken, Kompass, Zeid Ra’ad Al Hussein tarafından protokolü bozduğu gerekçesiyle açığa alındı. Kompass’ın görevi bir süre sonra geri verildi.

Washington merkezli düşünce kuruluşu Heritage Foundation’ın BM uzmanı Brett Schaefer, “BM’deki diğer insanlar da sorunun bir parçası. BM’nin ayrıcalıkları ve dokunulmazlığı kendi çalışanlarına kalkan sağlıyor” diyor. BM raporlarında taciz ve tecavüze maruz kalan çocukların yaşı 7’ye kadar düşerken, bazı vakaların “yemek önererek” gerçekleştiği aktarılıyor![154]

lviii) ‘Survival International’in raporunda, Afrika yağmur ormanlarındaki kabilelerin çocuklarına, bayağı işler karşılığında tutkal ve alkol verildiği bildirildi. Raporda, Kongo Cumhuriyetinde piyasa simsarlarının, 2013 yılında düzenli olarak Bayaka kabilesinden çocuklara tuvalet temizleme karşılığında tutkal dayattıkları dile getiriliyor.

Kamerun’da, yağmur ormanlarındaki evlerinden yasadışı bir şekilde tahliye edilen Bayaka kabilesinden insanlara genelde yaptıkları işler karşılığında günlük 5 bardak kaçak içki veriliyor. Topraklarının ellerinden alınmasının yol açtığı yoksulluk ve depresyon, bu insanları sorunlardan kaçış yolu olarak içki içmeye zorluyor.

Orta Afrika’nın büyük bir kesiminde mülksüzleştirilmiş ve avcı-toplayıcı olan bu insanlara yaptıkları iş karşılığında bağımlılık yapıcı maddeler, çoğunlukla da ev yapımı alkollü içecek veriliyor![155]

lix) ‘İnsan ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin Temmuz 2014 verilerine göre, 7 milyarı aşan dünya nüfusunun 2.2 milyarını çocuklar oluşturuyor ve 210 milyon çocuk anne ile babası olmadan yaşamını sürdürmek zorunda. Aynı veriler yoksul, kimsesiz ve hatta insan ticareti açısından en savunmasız kesimin çocuklardan oluştuğunu gösteriyor. UNESCO’nun daha önce hazırladığı bir raporda ise, dünyada en az 61 milyon çocuk eğitim hakkından tamamen mahrum kalmış durumda![156]

lx) Dünya genelinde her 100 kız çocuğundan 11’i, 15 yaşına gelmeden evlendiriliyor, ve bu da onların sağlık, eğitim ve korunma haklarını tehlikeye düşürmekte. 2012 yılında 5 yaşından küçük yaklaşık 6.6 milyon çocuk önlenebilir nedenler yüzünden yaşamını yitirdi.

Dünyadaki çocukların yüzde 15’i, ekonomik sömürüden korunma hakkını zedeleyecek, eğitim ve oyun oynama haklarını ihlâl edecek şekilde çeşitli işlerde çalıştırılmakta.

Çocuklar arasındaki eşitsizlik doğumdan itibaren etkili olurken, dünyadaki en yoksul çocukların doğumda vasıflı nezaretçi eşliğinde dünyaya gelme şansları en varlıklı kesimlerden çocuklara göre neredeyse üç kat daha az.

Çad’da 100 erkek çocuğuna karşın 44 kız çocuğu okula gidiyor. Bu durum kız çocuklarını okulların sağlayabileceği eğitimden, korumadan ve hizmetlerden yoksun bırakmakta.

Her 10 dakikada bir, dünyanın herhangi bir yerinde bir kız çocuğu şiddet yüzünden yaşamını yitirmekte.

5 yaşından küçük çocuk ölümlerinin yaklaşık yarısı yetersiz beslenmeyle ilişkilendirilebilir. Bu, her yıl yaklaşık 3 milyon çocuğun yok yere ölümü anlamına gelmekte![157]

lxi) Ve nihayet Küresel ekonomide “kara günler”in sayısı sürekli artıyorken;[158] kapitalizmin cicim yılları bitti. Bu sadece Marksistlerin değil tüm dünya ekonomistlerinin kabullendiği bir gerçek![159]

Yaman Törüner’in dikkat çektiği, “Küresel durgunluk”;[160] Ergin Yıldızoğlu’na, “Bu böyle gitmez…”[161] “Krizden çıkma olasılığı zayıflıyor…”[162] dedirtiyor!

‘The Wall Street Journal’in “1930’ların dönüşü” başlıklı yorumunda vurgulandığı gibi, halk arasında, demokrasinin zenginlerden yana çarpıtıldığı; serbest ticaretin zararlı, dış dünyanın düşman olduğu; liderlerin gerçekleri halktan gizlediği; göçmenlerin ekonomiyi talan ettiği; karizmanın düşünceden önemli; kabalığın, bayağılığın özgünlük olduğu düşüncelerinin yayınlaşması; geleneksel muhafazakâr partiler zayıflarken sağ popülizmin, demagogların yükselmesi küresel bir gerçeklik kazanmış durumda.

Bunlara birçok Avrupa ülkesinde rastlamak olanaklı ama ABD’de toplantıları giderek faşist gösterilere benzemeye başlayan Donald Trump -Prof. Herf, ‘The American Interest’de, Mussolini’yle benzerliklerini vurguluyordu-, Almanya’da aşırı sağın yükselişi, bu iki ülkenin dünya ekonomisi içindeki yerinden dolayı özellikle kaygı verici boyutlara ulaşıyor![163]

lxii) Mesela… Hollanda’da göç ve İslâm karşıtı söyleme sahip aşırı sağcı ‘Özgürlük Partisi’ne (PVV) ilgi artıyor![164]

‘Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfDP) Başkanı Frauke Petry, “Polis yasadışı yollarla ülkeye giren sığınmacıları gerekirse vurmalı,”[165] diye haykırıyor ve bu öneriye benzeri görülmemiş bir destek geliyor![166]

Ayrıca Hollandalı futbol kulübü PSV taraftarlarının Atletico Madrid maçı öncesi dilencilere yönelik aşağılayıcı tavırlarının yankısı sürerken, benzer görüntüler Avrupa Ligi’nde oynanan Lazio-Sparta Prag karşılaşması öncesinde yaşandı. İki Sparta Prag taraftarının Roma’nın merkezinde yer alan Sant’Angelo Köprüsü üzerinde dilencilik yapan bir kadının üzerine idrarını yaptı. Taraftarlardan biri, yerde diz çöken kadının üzerine idrarını yaptığı sırada diğer kişi kadrajdan çıkıyor. Bu sırada çaresiz kadının bölgeden uzaklaşmaya çalıştığı görülüyor![167]

Binlerce örnek vermek mümkünken; İslâmofobi ile ırkçılığın iç içe geçerek yükseldiği Avrupa açısından her şey Sezin Öney’in, “Aşırı sağın normalleşmesi”[168] saptamasını doğruluyor!

Sıraladığım bunca örnek ardından, “demokrasi” denen burjuva iktidarları konusunda, “umutvar”, “olumlu” ne denilebilir ki?

V.2) “ZIRVA(LAR)” KONUSUNDA BİR KAÇ SATIR

Gerçekler tüm yakıcılığıyla karşımızdayken “Hiçbir şey” diyeceğim! Ama…

“Obama kördüğümü çözebilirse tarih onu dönüştürücü bir lider olarak hatırlayacak. Yoksa Bush gibi, felaketle özdeşleşen bir lider olarak akıllara kazınacak” diyen Verda Özer ekliyor: “Kepenk indiren ABD değil, demokratik kapitalizm”![169]

Özetle hâlâ “demokratik kapitalizm” zırvasına (ve emperyalist Obama’ya!) sarılabilmekte…

Sadece bu kadar mı? Değil elbet; Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç’a, Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Bodur Okyay’a göz kırpanlar da yok değil hani!

Malumunuz üzere: B-20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç’tan sonra Kale Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Bodur Okyay da kapitalizmi eleştirdi…

“Vahşi kapitalizme dur demeden terör bitmez” diyen Okyay ekledi: “Refahı yeryüzüne yayacak kapsayıcı bir büyüme dönemine ihtiyaç var”![170]

Benzer biçimde ‘The Guardian’ yazarı Paul Mason’un Ekim 2015’de yayımlanan, ‘Post-Kapitalizm: Geleceğe İlişkin Bir Rehber’, başlıklı kitabına göre de, sermaye kendi kendine hareket eden bir “şey”; kapitalizm çökmüyor, sermaye mutasyona uğruyor. Bu kez bu mutasyon artık kapitalizmin ufkunu aşmaya yönelik olarak şekilleniyormuş![171]

Malum “Kapitalist gerçekçilik” kapitalizmden başka bir “dünyanın” düşünülmesine izin vermez. Bu gerçekçiliği benimseyenler, verili üretim ilişkilerini, mülkiyet ve iktidar yapılarını sorgulamadan, bugünkü sorunların çözümlerini, yarının bizzat bu iktidar ve mülkiyet yapıları içinde üretilecek fantezileri hemen benimserlerken; gülelim mi, “ağlayalım” mı?

Ha bundan bir adım öncesinde de Ali Koç, iş dünyasının önde gelenlerinin gözlerinin içine baka baka kapitalizmi “lanetledi”. Dünyadaki bütün kötülüklerin anasının içki değil, kapitalizm olduğunu açıkladı. Aklımda kaldığı kadarıyla “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması lazım” dedi…[172]

Ali Koç, sosyal açıdan sürdürülemez bir ortamda bulunulduğuna dikkat çekip, “Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz,” vurgusuyla ekledi:

“Benim dile getirdiğim sistem eleştirisinin temelinde, yüzyıllardır emek ve sermaye arasındaki dengede gidip gelen sarkacın bu kez fazlaca sermaye tarafına kaçmış olması yatıyor. Sermayenin getirisi, ekonomideki büyüme hızını ve emeğin getirisini aşınca kapitalist sistem bugün tanıklık ettiğimiz türden eşitsizlikler yaratmaya başlıyor. Aslında insanlık tarihi boyunca ekonomik bölüşümün nasıl olacağı hep tartışılmış. Bu bölüşüm hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlikçi olmadı. Bunu beklemek gerçekçi de değil. Bugün geldiğimiz noktada, iki sistem galip çıkmış: kapitalizm ve liberal demokrasi. Eleştiri olduğunda da doğal olarak bu iki sisteme eleştiri oluyor. Benim açımdan konunun temeli, kapitalizmin ortadan kaldırılması ya da yok edilmesi değil, kapitalizmin daha sürdürülebilir, eşitlikçi ve adaletli bir sisteme dönüşmesi.

Bana göre sosyal açıdan sürdürülemez bir ortamdayız. Ekonomik açıdan sürdürülebilirlik artık yetmiyor, sosyal açıdan da sürdürülebilirliği sağlamak gerekiyor. Pek çok veriye bakınca bunun sürdürülemeyeceğini görüyorsunuz. Nitekim mülteci krizi ve göç dalgaları, terör bunun örnekleri. Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz.

Bu eşitsizliğe, vicdan sızlatan tabloya karşı biz kayıtsız kaldığımız takdirde başkaları başka şekilde bunu ele alacak ve bu tür sosyal patlamaların çok daha fazlasını görme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğiz. Benim dikkat çektiğim sorunlar belki de daha çok zengin ülkelerde yaşanacak sorunlar. Ancak yine de bizim de ders ve önlem almamız lazım. Bizim ülke olarak geleceğimiz çok parlak, ama bugün kırmızı alarm veren tehlikelere karşı hep beraber omuz omuza vermediğimiz takdirde bizim başımıza da çok ciddi problemler gelebilir.”[173]

Bu saptamalardan Ali Koç’un “demokrat” olduğu sonucu değil; kapitalizmin kritik bir eşikte olduğu sonucu çıkar!

“Nasıl” mı?

Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi Ali Koç’un sözüyle eylemi arasında uçurum var. Hak arayan yüzlerce metal işçisinin Koç fabrikalarından tazminatsız ve keyfi olarak atıldığı gerçeği ortada duruyor. Renault aynı eylemleri yapan hiçbir işçiyi işten atmazken Koç neden attı? Ali Koç, Ford Türkiye’nin yönetim kurulu başkanı. Ford ondan sorulur. Ali Koç’un kapitalizme ve eşitsizliğe ilişkin eleştirilerinin tutarlı olması için önce Ford’a bakmak lazım. Ali Koç Ford’da işçilerin sendika seçme özgürlüğüne neden müdahale edildiğini açıklasın. Ford Gölcük fabrikasında bir başka sendikaya üye olduğu için işten atılan 88 işçiyi izah etsin. Aksi hâlde soyut bir kapitalizm karşıtı söylem gök kubbede hoş bir PR olarak kalır.

Ali Bey, eşitsizliği ve adaletsizliği önce kendi işletmelerinizden başlayarak minimuma indirmeye ne dersiniz? Yoksa “gerçek sorun kapitalizm” derken “bizler zavallı kapitalistler de sistem kurbanıyız” mı demek istediniz? Ziya Paşa ile bitirelim: Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde![174]

Bu kadar da değil elbet! “Laik sermayenin temsilcisiydi”; “Demokrat bir burjuvaydı”; “Gezi direnişçilerine el uzatmıştı,” dediği Koç’ları tarih ile anımsamak gerek…

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet eliyle palazlanıp sonra da TÜSİAD çatısı altında birleşen burjuvazi ekonomik ve politik süreçlere damgalarını daha kesin vurdu. Her günahta hükümetlerin suç ortakları oldu.

Askerlerin eseri gözüken 12 Eylül darbesinin iki ana aktöründen biri (Diğeri ABD öncülüğündeki emperyalizm) burjuvazinin ta kendisiydi.

Öncesinde bir taraftan ilanlarla… Diğer taraftan, ekonomik hamlelerle hükümete savaş açan burjuvazi, darbe sonrasında da açıkça bir itirafta bulundu: “Bugüne kadar hep işçiler güldü bundan sonra biz güleceğiz!”

Bu kanlı tarihi görmezden mi geleceğiz? İyisi mi biz Koç’ları sınıfsal pozisyonlarıyla hatırlayalım yeter![175]

Coğrafyamız ve yerküredeki verili felaket tablosu ancak; bu tür zırvalar ile öznelerinin yerle yeksan edilmesiyle aşılabilir.

VI) İLK ARA “SONUÇ”

Yerküre bir eşiktedir.

Karl Marx’ın, “Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur,”[176] uyarısının muhatabı olan işbölümünün devreye soktuğu özel mülkiyet saçmalığı, yerküreyi bir uçurumun kenarına getirmiştir.

Verili durumun sürdürülmesi mümkün değildir!

İ. Lenin’in, “Korkunuzu, telaşınızı anlıyoruz. Bugün otlandığınız toprakları, fabrikaları madenleri korumak için her türlü vahşete hazırsınız. Ama bilmelisiniz ki, korkunun ecele faydası yoktur ve hiçbir vahşet bizi haklı davamızdan caydıramayacaktır. Sizi, kendi yarattığınız sosyal-siyasal çelişmeler içinde, döktüğünüz ve dökeceğiniz kanlar içinde boğacağız,” formülasyonundaki üzere mülksüzleştirenler ya mülksüzleştirilecektir[177]veya yaşanılan karanlığın ötesindeki “demir ökçe” vahşetle yüz yüze kalınacaktır!

Günümüzde “burjuva demokrasisi”, her gün biraz daha tükenen ve çürüyen bir müsveddesinden başka bir şey değilken; şimdi aslolan, sınıflı-sömürücü ilişkileri “ama”sız, “fakat”sızca hedeflemektir.

Unutulmasın: Kapitalist iktidarların -bütün biçimleriyle- ortadan kaldırılması, emekçilerin yönetime katılabildiği gerçek ve doğrudan demokrasinin uygulanmasına muhtaçtır.

İşte tam da bunun için proleter diktatörlüğü/ demokrasisi çözümü, yeni karar/ katılım biçimlerinin kurulup genişletilmesi öngörürken; özgür üreticiler topluluğunun çoğulculuğundan ve yeni insanın ahlâkından vazgeçemez.[178]

“Burjuva demokrasisi” denilen şey -ki komünistler siyasal özgürlük kavgası verirler![179]– her zaman belirli sınıf ilişkileri zemininde yükselen ve bu ilişkileri yeniden üreten bir devlet ile bu ilişkilerin oluşturduğu toplumda somutlaşırken; ücretli işin/emeğin, sermayenin hâkimiyetinde olduğu koşullarda eşitlikçi-özgürlük mümkün değildir.

VI.1) PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ/ DEMOKRASİSİ

“Eşitlikçi-özgürlükçü proletarya diktatörlüğü/ demokrasisi” deyince, yine malum -yarı münevver- itirazlarla karşılaşacağız!

Onlara Francis Bacon’un, “Reddetmek için okuma! Kabul etmek için okuma! Konuşmak için okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!” uyarısının altını çizerek[180] ekleyelim: İşçi iktidarının politik kurumsallaşmasını simgeleyen en önemli sembol kavramdır “Eşitlikçi-özgürlükçü proletarya diktatörlüğü/ demokrasisi”.

Marksist kurama göre, sosyalizme geçiş için üretim araçlarını toplumsallaştırmak amacıyla üretenlerin hâkimiyetine denk düşen; komünizme geçiş için proletaryanın hâkimiyeti sağlamasıdır. Bu süreçte, proletaryanın burjuva üzerindeki bir diktatörlüğünden bahsedebiliriz.

Bu dönem zorunlu bir tarihsel dönemdir. Bu dönemde proletarya sınıf olarak iktidarı elinde bulundururken; adım adım sönümlenerek sınıfsız topluma geçişi sağlar.

Sınıflı toplumdan sınıfsız topluma kendiliğinden geçiş söz konusu olmayacaktır. Bir öznel irade devreye girmek zorundadır ki, bu da Marksist tarih anlayışına göre, kapitalist toplumun bağrında ortaya çıkmış olan proletaryanın iradesidir. Çünkü, Marksist tarih anlayışında tarihin öznesi proletaryadır. Ayrıca burjuvazi kendiliğinden iktidardan tamamen vazgeçmeyeceği ve her an iktidarı almaya çalışacağı için proletaryanın diktatörlüğü de zorunludur.

Bunun dışında toplumsal konumu gereği proletarya, sınıflı toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradeyken; Marksizm için kapitalizmle komünizm arasında uzanan geçiş döneminin siyasal biçimini ifade eder. Sosyalizm dönemi, komünizme yani sınıfsız topluma geçiş dönemi olması itibariyle proletarya diktatörlüğü dönemidir. Proletarya diktatörlüğü kavramı Marksist devlet anlayışına, sınıf teorisine bağlı bir önermedir.

Marksizme göre, bu dönem zorunlu bir tarihsel dönemdir. Bu dönemde proletarya sınıf olarak iktidarı elinde bulundurur; dünya sosyalizmine geçildiği durumda adım adım sönümlenerek sınıfsız topluma geçişi sağlar. Yani sanıldığının aksine proletarya diktatörlüğü sönümlenmez sosyalizm, sönümlenerek komünizm yani sınıfsız sömürüsüz dünyaya geçiş yapılır.

Bu kavramla ilgili sık yapılan hatalardan biri geçmiş toplumlarda, üretim biçimlerinde etkili olan toplumsal yasaların bu evrede geçersiz olacağı sanılmasıdır. Hayır, bu çok büyük bir hatadır. Toplumsal formasyonlarda, üretim ilişkilerinde tezahür eden kavramlar toplum yasalarıdır ve geçmişin birer birikimine sahiplerdir. Yani geçmişte insan toplumu şiddet uygulayarak iktidara gelip, iktidarı bir dönüştürme aracı olarak kullanıyorsa gene aynı biçimde kullanılacaktır. Sonuçta sınıflı toplumların hepsinde iktidar kendisini bir diktatörlük olarak cisimleştirir.

Bu bir sürecin adıdır. Sosyalizmden hemen önce kapitalist ilişkilerin sonlandırılması ve üretim araçlarının asıl sahiplerine verilmesi aşamasında yaşanacak olan geçiş döneminin adıdır proletarya diktatörlüğü. Söz konusu diktatörlük, sosyalist anayasal bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyetin amacı, kapitalist ekonomik sistem ile onun sosyo-politik araç ve desteklerini devirmektir. Başka türlüsü elbette kanlı bir şiddet yolu olmak zorundadır, şiddet yerine konan bir çözümdür bir yerde bu yönetim.

Marx’ın yaşamı boyunca Paris Komünü haricinde böyle bir deneme ve girişim olmamıştır. Olmadığı için de teoride kalmıştır. Sonradan V. İ. Lenin ‘Devlet ve Devrim’ yapıtında işin pratik açılımlarını belirtmiş, ne olacağını belirtmiştir.

Kimse diktatörlük kısmına takılmasın, sosyalist cumhuriyette çoğulculuktan vazgeçilmeyecekken; azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatoryası kırılıp, çoğunluğun azınlık üzerinde egemenliği kurulacaktır ki, bu hâliyle proletarya diktatörlüğü, kapitalizmle komünizm arasında uzanan geçiş döneminin siyasal biçimini ifade eder. Sosyalizm dönemi, komünizme yani sınıfsız topluma geçiş dönemi olması itibariyle proletarya diktatörlüğü dönemidir.

Diktatörlük kelimesi Marksist terminolojide bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki hegemonyasını korumak için kullandığı güçlerin tümünü ifade eder.

Kapitalizmin yönetim biçimi, eğitim sistemiyle, medyasıyla, dini inançlarıyla, kriz dönemlerinde atılan “hepimiz aynı gemideyiz” palavrasıyla sınıf çelişkilerini burjuvazi adına gizleyen olgu burjuvazi diktatörlüğüdür.

İşçilerin örgütlenip siyasal iktidarı almaları ile de proletarya diktatörlüğü kurulur. Bu diktatörlük sayesinde fabrikalar ve tarlalar, kısacası üretim araçları kamusallaştırılır. Burjuvazinin tekrardan canlanmasını sağlayacak karşı-devrimci ve emperyalist unsurlar yok edilir.

Karl Marx’ın ilk olarak ‘Gotha Programının Eleştirisi’nde kullanıp, kapitalizmden komünizme geçiş için düşündüğü ara devreyi belirten kavram. Fakat bu “ara devre”nin sanıldığı gibi diktatörlükle ya da devletçi (hiyerarşik) bir yapıyla alâkâsı yoktur. Çünkü proletarya özü itibariyle evrensellik bilincine kavuşmuş, insanın insan üzerindeki tahakkümüne son verip, sınıfları ortadan kaldırmak üzere hareket eden bir sınıftır. Bu anlamda bu kavram proletaryanın evrensellik, özgürlük, kardeşlik gibi “değerleri”nin hayata geçirilmesi anlamındaki egemenliğini simgeler.

‘1844 El Yazmaları’nda ve ‘Alman İdeolojisi’nde devlet hakkında yazdıkları ile beraber değerlendirilmesi gereken proletarya diktatörlüğü için Karl Marx, bu politikanın devrim olana kadar sadece bir araç olarak kullanılabileceğini, esas devrimin politikayı ve devleti ortadan kaldıracak bir “sosyal devrim” olacağını yazmıştı.

Bilindiği üzere toplumsal sınıflar var olduğu sürece, şu veya bu sınıfça kurulacak olan iktidarın, özünde o sınıfın, diğer sınıf üzerinde diktatörlüğü olacağını bilmeyenlere göre tam bir öcüdür. Ancak bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların çekiştirip durduğu proletarya diktatörlüğü kavramını Karl Marx kullandığı diğer kavramlarla ilişkili bir şekilde tarif eder.

Karl Marx, proletarya diktatörlüğünü burjuva diktatörlüğüyle, yani içinde yaşadığımızı düzenle ilişkili biçimde ele almıştır. Onun için burjuva diktatörlüğü, yani kapitalizm, proletarya diktatörlüğü tarafından alaşağı edilecek bir azınlık sultasıdır.

İkincisi: Proletarya diktatörlüğü tüm sınıfları ortadan kaldırma projesini, yani diktatörlüğü yok etme projesini hayata geçirecek bir toplumsal projedir. İnşa hâlindeki bir geçiş sürecidir; tıpkı Karl Marx’ın, ‘Gotha Programının Eleştirisi’ndeki “Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, birinin diğerine devrimci dönüşüm dönemi vardır. Buna bir de siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki bu proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz,”[181] ifadesindeki üzere “Marx’ın politik düşüncesinde ve ayrıca Leninizm’de kilit bir kavramdır. Marx, J. Wedermayer’e yazdığı bir mektupta (5 Mart 1852), sınıfları ve sınıf mücadelesini keşfettiğini reddetmekte ‘yeni olarak yaptığım, 1) sınıfların varlığının sadece üretim aşamalarıyla sınırlı olduğunu, 2) sınıf mücadelesinin proletarya diktatörlüğüne yöneleceğini, 3) yalnızca bu diktatörlüğün sınıfların kaldırılmasını ve sınıfsız bir toplumun oluşmasını sağlayabileceğini kanıtlamaktadır,’ demektedir.

Bununla birlikte, Marx hiçbir yerde bu konuyla ilgili ne demek istediğini kesin olarak açıklamamıştır. Sınıf mücadeleleri’nde komünizmden ve devrimci sosyalizmden söz ederken, devrimin devamlı olduğunu belirtir ve proletaryanın sınıf diktatörlüğünün sınıfların ortadan kaldırılması için alınan yolda gerekli bir ara nokta olduğunu söyler. ‘Gotha Programının Eleştirisi’nde de kapitalist ve komünist toplumlar arasında birinden diğerine değişim sürecinden söz eder. Politik atmosferde uygun bir değişim periyodu vardır ve bu periyotta devlet sadece proletaryanın devrimci diktatörlüğü şeklinde yer alır…

Marx’ın bu konuda düşüncelerini açıkladığı en önemli eseri 1871’de Paris Komünü sırasında yazdığı ‘Fransa’da İç Savaş’tır. Daha sonra Marx, ‘Komün bir şehrin istisnaî bir konjoktürde yükselişidir ve Komün’ün çoğunluğu ne sosyalistti ne olabilirdi,’ demiştir.[182] Diğer yandan 1891 yılında ‘Fransa’da iç savaş’ın yeni baskısının önsözünde Engels ‘Paris Komünü’ne bakın; o proletarya diktatörlüğüydü’ demişti.

Marx’ın Komünü görüş açısından, bu haklı bir iddiadır. Marx için Paris Komünü ‘İşçilere ekonomik özgürlüklerini kazandırmak için bulunmuş bir politik form’dur ve önemi daha önceki devrimlerde görülmemiş bir biçimde devletin organlarını parçalamaya başlayarak halka güç vermesindendir. Şimdiye kadar devlet tarafından kullanılan inisiyatif komün’ün ellerindeydi. Belediye meclis üyeleri yerel seçimle seçilmişlerdi ve çoğunluğu işçi veya işçi sınıfının bilgili delegeleriydi. Komün sadece temsilî bir oluşum değildi, aynı zamanda yaşama ve yürütme görevini de üstlenmişti. Orduyu ve polisi dağıttı ve yerine silahlı halkı koydu. Hâkimler de diğer devlet memurları gibi seçildiler. Marx ayrıca ‘Komünal yapı, tüm toplumu, devletin sırtından geçinen parazitlerden arındıracaktı,’ demişti.

Kısaca, Marx Komünü işçi sınıfına güç vermek için bir çaba ve mümkün olduğu kadar doğrudan demokrasiye yakın bir geçiş olarak gördü.

Marx’ın bakış açısıyla bu, proletarya diktatörlüğünün sözlük anlamıyla anlaşıldığına işaret eder. Diğer bir deyişle, proletaryanın sadece devletin günlük görevlerini diğerlerine bırakmasıyla burjuvazinin şimdiye kadar sürdürdüğü hegemonyayı uygulayacağı bir rejim değil, işçi sınıfının şimdiye kadar devletin yürüttüğü birçok görevi yapmasını içeren bir yönetim şekli demek istemişti.”[183]

Karl Marx bu terimi, Fransız komünist devrimci Auguste Blanqui’den almışken; ismiyle müsemma bir diktatörlüktür toplumsal devrimin ürünü olan proletarya iktidarı.[184]

Tam da bunun için “Tarihte tek bir devrim yoktur ki devrimi yapanlar zaferden sonra silahlarını bırakıp, bu kadarı yeter diyerek arkalarına yaslanmış olsunlar. Bu tür devrimlerin olabileceğini düşünen biri devrimci değildir, dahası işçi sınıfının en büyük düşmanıdır. Yine tarihte tek bir devrim yoktur ki iktidarın mülk sahibi bir azınlıktan diğerine devredilmesinden ibaret olsun; ikinci sınıf bir devrim, burjuva devrimleri bile böyle olmamıştır,”[185] vurgusuyla ekler V. İ. Lenin:[186]

“Burjuvazi ikiyüzlülük etmek ve gerçekte, burjuvazi diktatörlüğü, sömürücülerin emekçi yığınlar üzerinde diktatörlüğü olan (burjuva) demokratik cumhuriyete, ‘tüm halkın iktidarı’ ya da genel olarak demokrasi, ya da saf demokrasi adını vermek zorundadır. Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, Austerlitz’ler ve Renner’ler (şimdi heyhat, Friedrich Adler tarafından yardım görüyorlar) bu yalan ve bu ikiyüzlülüğü destekliyorlar. Marksistler, komünistler ise, onları teşhir ediyor ve işçiler ile emekçi yığınlara düpedüz doğruyu söylüyorlar: gerçekte, demokratik cumhuriyet, kurucu meclis, genel oy, vb., burjuvazi diktatörlüğüdür ve emeği kapitalist boyunduruktan kurtarmak için, bu diktatörlüğün yerine proletarya diktatörlüğünü geçirmekten başka hiçbir yol yoktur. İnsanlığı kapitalist boyunduruktan, burjuva demokrasisinin, zenginler için demokrasinin yalan, düzen ve ikiyüzlülüğünden kurtarmaya ve yoksullar için demokrasiyi kurmaya, yani şimdi (en demokratik burjuva cumhuriyette bile) demokrasinin iyilikleri emekçilerin engin çoğunluğu için pratik olarak erişilmesi olanaksız şeyler olarak kaldıkları hâlde, bu iyilikleri pratik olarak işçi ve yoksul köylülerin yararına sunmaya yalnızca proletarya diktatörlüğü yeteneklidir.

Örneğin, toplanma ve basın özgürlüğünü alalım. Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, Austerlitz’ler ve Renner’ler, işçileri Almanya ve Avusturya’daki güncel kurucu meclis seçimlerinin ‘demokratik olarak’ yapıldıklarına inandırmaya çalışıyorlar. Bir yalandır bu: kapitalistler, sömürücüler, büyük toprak sahipleri ve karaborsacılar, gerçekte, en iyi toplantı salonlarının 9/10’unu, ve kâğıt stoklarının, basımevlerinin vb. 9/10’unu ellerinde tutuyorlar. Kent işçisi, tarım ücretlisi ve kır gündelikçisi, (Friedrich Adler’in de ne yazık ki kendilerine katıldığı Kautsky’ler ve Renner’ler tarafından kurtarılmış bulunan) ‘çok kutsal mülkiyet hakkı’ tarafından, burjuva devlet iktidar aygıtı, yani burjuva memurlar, burjuva yargıçlar vb. tarafından, gerçekte demokrasinin dışında tutulmaktadırlar. Alman ‘demokratik’ (burjuva demokratik) cumhuriyetindeki güncel ‘toplanma ve basın özgürlüğü’ bir yalan ve bir ikiyüzlülüktür, çünkü gerçekte zenginler için basını satın alma ve bozma özgürlüğü, zenginler için halkı burjuva gazetelerin yalanları ile zehirleme özgürlüğü, zenginler için özel köşklere, en iyi yapılara vb. ‘özel olarak’ sahip olma özgürlüğüdür bu.

Bu, ‘saf’, ‘evrensel’ demokrasinin yerine, ‘bir tek sınıfın diktatörlüğü’nü geçirmek olacaktır, diye haykırır Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, Austerlitz’ler ve Renner’ler (yabancı meslektaşları, Gomper’ler, Henderson’lar, Renaudel’ler, Vandervelde’ler ve hempaları ile bir ağızdan).

Bu yalan, diye yanıtlayacağız biz de. Proletarya diktatörlüğünü, (burjuva demokratik cumhuriyet biçimleri altında ikiyüzlüce maskelenmiş) fiilî burjuva diktatörlüğü yerine geçirmek olacaktır bu. Zenginler için demokrasi yerine, yoksullar için demokrasiyi geçirmek olacaktır bu. Azınlık için, sömürücüler için toplanma ve basın özgürlüğü yerine, nüfusun çoğunluğu için, emekçiler için toplanma ve basın özgürlüğünü geçirmek alacaktır bu. Yalan olmaktan çıkıp bir gerçek durumuna gelecek demokrasiyi, tarihsel bir ölçek üzerinde, olağanüstü bir biçimde genişletmek olacaktır, insanlığı, hatta en ‘demokratik’ ve en cumhuriyetçi, her burjuva demokrasiyi bozan ve güdükleştiren sermaye zincirlerinden kurtarmak olacaktır bu. Burjuva devlet yerine, genel olarak devletin gitgide yok olmasına götüren tek yol olan proleter devletin geçmesi olacaktır bu.

Ama neden bu ereğe bir tek sınıfın diktatörlüğü olmadan erişilmesin? Neden ‘saf’ demokrasiye doğrudan doğruya geçilmesin? Diye soranlar, burjuvazinin ikiyüzlü dostları ya da burjuvazi tarafından aldatılmış saf küçük-burjuva ve ham kafalardır.

Yanıt veriyoruz: çünkü her kapitalist toplumda, kesin rol ya burjuvaziye, ya da proletaryaya düşer, oysa küçük patronlar, ‘saf’, yani sınıfların üstünde ya da sınıfların dışındaki demokrasi biçimindeki alıkça düşleri ile ister istemez duraksama ve güçsüzlük içinde kalakalırlar. Çünkü bir sınıfın bir başka sınıfı ezdiği bir toplumdan kurtulmayı, yalnızca ezilen sınıfın diktatörlüğü sağlar. Çünkü, kapitalizm tarafından biraraya getirilmiş ve ‘eğitilmiş’, ve küçük-burjuvalar olarak yaşayan kararsız emekçiler yığınını ardından sürüklemeye, ya da hiç olmazsa ‘etkisizleştirme’ye yetenekli tek sınıf olduğuna göre, yalnızca proletarya burjuvaziyi yenmeye, devirmeye yeteneklidir.

Çünkü sömürücülerin direncini bastırmak için uzun ve güç bir çaba göstermeksizin sermaye boyunduruğunu alaşağı etme düşünü, işçileri ve kendi kendilerini aldatarak, yalnızca iyilik taslayan küçük-burjuva ve ham kafalar görebilirler. Almanya ve Avusturya’da, sömürücülerin bu direnci henüz açık biçimler almadı. Çünkü mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi bu ülkelerde henüz başlamadı. Ama başladığı zaman, zorlu, öfkeli bir direnç ile karşılaşacak. Bunu işçilerden ve kendilerinden saklamakla, Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, Austerlitz’ler ve Renner’ler, proletarya çıkarlarına ihanet ediyor, proletaryayı burjuvazi ile uzlaşma konumuna getirmek için, bir ‘toplumsal barış’, sömürülenlerin sömürücüler ile uzlaşması için, en kararlaştırıcı anda, sınıf savaşımı ve burjuva boyunduruğunu yıkma konumlarını yüzüstü bırakıyorlar.”

Proletarya diktatörlüğü mücadelesi de[187] bu ve benzeri ihtiyaçları karşılar…

Bunları tümü size “hayal”/ “ütopya” gelebilir.

Ama siz, siz olun Léo Campion’nun, “Ütopya: Yarının gerçeğidir” ve Abensour’un, “Ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur,” sözlerini unutmayın!

İmkânsız isten gerçekçilik olarak “ütopya” sözcüğü, bir kelime oyununun ürünüdür. Yunancada, yer/ mekân anlamına gelen, “topos”un başına olumsuzluk takısı eklenerek icat edilmiştir: “U-topos, olmayan yer, yok-ülke” anlamına gelir.

İşte bunun için de M. A. Kılıçbay’ın -Thomas Hobbes’un- ‘Leviathan’ına yazdığı önsözdeki ifadeyle, “Her ütopya, bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita (bilinmeyen yerler) diye gösterilen yerlerden alır” veya imkânsızı isteyerek, gerçekçi olur!

8 Nisan 2016 20:41:17, Ankara.

N O T L A R

[1] HÊVÎ (Eğitim ve Dayanışma Dergi)’nin 17 Nisan 2016 tarihinde Ankara’da düzenlediği söyleşide yapılan konuşma…

[2] “Bugün eski olan, bir zamanlar yeni idi.”

[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri (Felsefe ve Politika Sorunları Seçmeler), Çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011.

[4] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev: Celâl Üster-Nur Ediş, Can Yay., 2008.

[5] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2016.

[6] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev: Murat Belge, İletişim Yay., 2000.

[7] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev: Celâl Üster-Nur Ediş, Can Yay., 2008.

[8] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Sevim Belli, 3. Baskı, Sol Yay., 1999.

[9] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[10] Bu gerçekleri alt üst etmek kastındaki Aysel Sağır, “Şiddetsiz bir direniş mümkün müdür? Münasebetsiz bir soru gibi anlaşılabilir. Hele hele yaşadığımız coğrafya başta olmak üzere şiddet dört bir tarafta kol gezerken, şiddetsiz bir direnişten bahsetmek ütopya sınırlarını zorluyor gibi gözükebilir. Ancak katı gerçekliğe teslim olmamakta her zaman fayda var. Zira şiddetsiz direniş mümkün. Tarihte de zaten bunun örnekleri var. Her şeyden önemlisi şiddetsizlikle ilgili büyük düşünürlerin felsefesi var. Gandi’nin, Martin Luther King’in bunu başardığı düşünülürse… Aslında şiddetsizliğin gerçek olabilmesi için öncelikle bu kavramın dolaşımda olması, zihinlerde kendisine genişçe bir yer açması gerekiyor,” (Aysel Sağır, “Şiddetsizlik, Haysiyetin Saygı Vasıtasıyla Dışavurumudur”, Birgün, 31 Mart 2016, s.2.) derken Todd May da: “Şiddetsiz faaliyet, başkalarına onların haysiyetine saygı duyacak ve eşitliğini varsayacak biçimde yaklaşır. Ötekinin haysiyeti ve eşitliği önemli ve saygı duyulan şeylerdir… Şiddetsizlikte değer olarak haysiyetin aynı madalyonun iki yüzü olduğunu söyleyebiliriz. Bir tarafta, şiddetsizliğin saygı duyması gereken haysiyet, diğer tarafta ise buna saygı gösteren haysiyetli davranış mevcuttur… Şiddetsizlik, haysiyetin saygı vasıtasıyla dışavurumudur.” (Todd May, Şiddetsiz Direniş, çev: Can Kayaş, Ayrıntı Yay., 2016.)

Hayat ve sınıflı-sömürü gerçeğiyle alâkâsı olmayan bu tür “vaaz”lara hatırlatalım: “Silahın etiği olur mu? Olur ve hep olmuştur. Yalnızca silah konusunda değil, genel olarak da devrimcilik, insanın ‘yaptıklarından’ çok ‘yapmadıklarıyla’ oluşturduğu bir şeydir. Yalnızca herhangi bir eylem anında değil, bir devrimci olarak günlük yaşamda da önümüze bir durum çıktığında, biz ona bakarız ve doğru bulmuyorsak eğer, yapmayız. Bazı hâllerde, ‘haklı’ olmakla ‘doğru’ olmak arasında da bir ince çizgi vardır ve biz o çizgiyi görmezlikten gelemeyiz.

Nikaragua’daki Sandinist devrimin önderlerinden Tomas Borge, devrimden sonra cezaevi kapısına yığılan ve içerdeki eski diktatörlüğün ‘ulusal muhafızlarını’ öldürmek isteyen halka şöyle seslenmişti: ‘Onlara benzemek istiyorsanız eğer, buyurun ne yapacaksanız yapın!’

Uruguay’daki Tupamaro gerillalarının önderlerinden Mauricio Rosencof, bütün mücadeleleri boyunca hiç patlayıcı kullanmadıklarını söylüyordu: ‘Çünkü bu tam olarak kontrol edilemez bir şeydir’…” (Ender Öndeş, “Sokaktan Başka Şansımız Var mı?”, Gündem, 23 Mart 2016, s.4.)

[11] David Riches, Antropolojik Açıdan Şiddet, Çev: Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1989.

[12] Talat Parman, “Baba Oğul İlişkisinde Şiddetin İletişkisi…”, s.27, Psikanaliz Yazıları, “Erkeksilik”, Bağlam Yay., 2002.

[13] Geçerken aktarayım: Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2015 faaliyet raporuna göre, devletin emniyet kadrolarında 273 bin görevli var. 273 bin görevlinin 260 bini emniyet hizmetinde. Emniyet hizmetinde olanların ise 230 bini polis olarak hizmet veriyor. Yapılan açıklamalara göre, polis sayısının 75 bin artırılması söz konusu.

Ülkelerdeki polis sayısı nüfusa göre değerlendiriliyor. Yüz bin nüfusa düşen polis sayısı Belçika’da 421, Almanya’da 296, Fransa’da 356, Türkiye’de ise 285 polis.

Polislerin görev alanı geniş. Asayiş, trafik, mali suçlar, narkotik gibi ana uğraşılar yanında polisler pasaport veriyor. 163 hudut kapısında yolcu giriş çıkışını kontrol ediyor. Toplumsal olaylar ve koruma, polislerin yeni sorumluluk alanları.

2015 yılında polisler 48.863 toplumsal olaya müdahale etti. 5.608 şüpheliyi yakaladı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2015 yılı faaliyet raporuna göre, emniyet hizmetinde görevli 230 bin polisin 12 bini koruma hizmetinde. Kişi olarak, 145 kişiyi polis koruyor. 2.546 kamu binası, 166 parti binası, 262 yabancı ülke temsilciliği polis tarafından korunuyor.

Özel bir kanuna dayalı olarak İçişleri Bakanlığı kontrolünde faaliyet gösteren özel güvenlik görevlilerinin sayıları 245 bine ulaştı. Emniyet hizmetinde polis olarak görev yapanların sayısının üzerine çıktı.

Şimdilerde faaliyet hâlinde 1.384 özel güvenlik şirketi var. Özel güvenlik görevlileri özel eğitim görüyorlar, sınavla işe başlayabiliyorlar. Yaptıkları hizmete göre bazıları silah taşıyor. Özel güvenlik görevlilerince korunan AVM, işyeri, banka ve konut gibi birimlerin sayıları 69 bine ulaştı. 273 kişi ise özel güvenlik görevlisi tarafından korunuyor. (Güngör Uras, “230 Bin Polis Var, 254 Bin Koruma!”, Milliyet, 24 Mart 2016, s.9.)

[14] “Sadece siyasal iktidar değil, her çeşit iktidar çatışmacı ve savaşçıdır. Muktedirin gücü hasmı yenmek, zafer kazanmak, fethetmek üzerine kuruludur.” (Oya Baydar, http://t24.com.tr/…ahmak-bariscilar-ve-iktidar/5730)

[15] “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyuyorlar? Neden kederli tutkular gereksiniyorlar? Evet, kederli tutkular tattırmak iktidarın işleyişi için zorunludur… Çok basit bir nedenle, çünkü sizi kederle duygulandıran beden sizinkine uygun olmayan bir ilişki çerçevesinde duygulandırdığı ölçüde kederle duygulandırmaktadır. Spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. Kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. İşte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. Endişe hiçbir zaman zekânın ya da bir hayatın kültürel oyunu hâline gelememiştir. Ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üzerinde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. O andan itibaren kederde hiçbir şey sizi ortak bir mefhuma götürmeyecektir. Yani, iki beden ve ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız.” (Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, Çev: Ulus Baker, Kabalcı Yay., 2008.)

[16] Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yay., s.57.

[17] “İktidar, alınması düşünülen sonuçların ürünü olarak tanımlanabilir. Böyle olunca da iktidar, nicel bir kavramdır: Aynı isteklere sahip iki kişiden biri, ötekinin gerçekleştirdiği bütün istekleri ve bunların yanı sıra başka istekleri de gerçekleştirirse, ondan daha iktidarlıdır.” (Bertrant Russel, İktidar, Çev: Mete Ergin, Cem Yay., 2002.)

[18] “İktidar; ne bunu yapacak hakka, ne bilgeliğe, ne de erdeme sahip yaratıklar tarafından gözaltında tutulmak, casus gibi izlenmek, idare edilmek, yasalara bağımlı kılınmak, sayılmak, kaydedilmek, fikir aşılanmak, vaaz verilmek, denetlenmek, hesaplanmak, değer biçilmek, sansür edilmek ve emredilmektir. İktidar her türlü işlemle, her türlü hareketle not edilmek, kayda geçirilmek, sıraya alınmak, değeri belirlenmek, lisans verilmek, yetki verilmek, nasihat edilmek, yasak koyulmak, reformdan geçirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. İktidar kamu yararı gerekçesiyle ve genel çıkarlar adına yükümlülüğe bağlanmak, yetiştirilmek, soyulmak, sömürülmek, tekellere bağımlı kalmak, zorbalığa maruz kalmak, köşeye sıkıştırılmak, gizemlerle büyülenmek ve yağmalanmaktır. En ufak bir direnişte ya da yakınma sözcüğü karşısında baskıya uğramak, ceza görmek, azarlanmak, taciz edilmek, takip edilmek, istismara uğramak, sopayla dövülmek, silahsız bırakılmak, hapse atılmak, yargılanmak, mahkûm edilmek, kurşuna dizilmek, sürgüne gönderilmek, feda edilmek, satılmak, ihanete uğramaktır. Alay edilmek, gülünç duruma düşürülmek, öfkelendirilmek, onursuz bırakılmaktır. İktidar budur, onun adaleti budur, onun ahlâkı budur…” (Pierre-Joseph Proudhon.)

[19] Nuray Mert, “İktidar”, Milliyet, 14 Nisan 2011

[20] Miguel de Unamuno, İspanyol faşistlerinin suratına şöyle haykırır: “Kazanacaksınız, çünkü haddinden fazla kaba gücünüz var. ama ikna edemeyeceksiniz. Zira ikna edebilmek için anlatabilmeniz lazımdır. Ama anlatabilmek için gerekene sahip değilsiniz: Akıl ve mücadelede haklılık.”

[21] “İnsanın iktidara karşı savaşımı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.” (Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Tarihi, çev: Erhan Bener, Can Yay., 7. baskı, 2008, s.12.)

[22] “İktidar bir töz değildir. İktidar, kökeni uzun uzadıya araştırılması gereken esrarengiz bir şey de değildir. İktidar yalnızca bireyler arasındaki bir tür ilişkidir. Bu tür ilişkiler spesifik ilişkilerdir; yani mübadeleyle, üretimle, iletişimle hiçbir ilgileri yoktur; ama onlarla birleştirilebilirler. İktidarın karakteristik özelliği, bazı insanların başka insanların davranışını az çok bütünüyle (ama asla tamamen ya da zorlamayla değil) belirleyebilmeleridir. Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakla ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o taktirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. Yönetime boyun eğmiştir. Eğer birey özgür kalabilecek hâldeyse, bu özgürlük ne kadar dar kapsamlı olursa olsun, iktidar onu yönetime tabi kılmayı başarabilir. Potansiyel bir reddetme ve başkaldırı olmadan iktidardan söz edilemez.” (Michel Foucault, Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 4.Baskı, 2014.)

[23] “Yönetmek için gereken vasıflarla iktidara gelmek için gerekenlerin aynı olmadıklarını söyle ona. İşlerin iyi idaresi insanın kendini unutup sadece başkalarıyla, özellikle de en muhtaç durumdakilerle ilgilenmesini gerektirir, oysa iktidara gelmek için insanların en açgözlüsü olup kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye bile hazır olmak lazım.” (Amin Maalouf, Semerkant, Yayına Hazırlayan: Selahattin Özpalabıyıklar, Çev: Esin Talû-Çelikkan, Yapı Kredi Yay, 2001.)

[24] ‘Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği’nde Michel Foucault şunların altını çizer: “İktidardan söz edildiği zaman, insanların aklına hemen bir siyasi yapı, bir hükümet, hâkim bir toplumsal sınıf, kölenin karşısındaki efendi, vb. gelir. ‘İktidar ilişkileri’ terimini kullandığımda düşündüğüm şey bu değil. Demek istiyorum ki, ne olursa olsun bütün insan ilişkilerinde -ister şu anda yaptığımız gibi sözlü iletişim sağlama, ister bir aşk ilişkisi ya da kurumsal veya ekonomik bir ilişki söz konusu olsun- iktidar hep vardır: bir kişinin başkasının davranışlarını yönlendirdiği ilişkiyi kastediyorum. Bunlar, dolayısıyla farklı biçimler altında farklı düzeylerde rastlanabilecek olan ilişkilerdir: bu iktidar ilişkileri hareketli ilişkilerdir, yani değişikliğe uğrayabilirler, kesin ve değişmez biçimde verili değillerdir. Söz gelimi, benim daha yaşlı olmam ve sizin ilk başta bu yüzden çekingen olmanız durumu konuşma içerisinde tersine dönebilir ve tam da daha genç olduğu için birinin önünde çekingen durumuna düşen ben olabilirim. Demek ki iktidar ilişkileri değişebilir, tersine dönebilir ve kalıcı olmayan şeylerdir. Ayrıca, özneler özgür olmayınca iktidar ilişkilerinden söz edilemeyeceği de belirtilmelidir. Eğer iki kişiden biri tamamen ötekinin yönetiminde olur ve onun şeyi, üzerinde sınırsız ve sonsuz bir şiddet uygulayabileceği nesnesi hâline gelirse, burada iktidar ilişkileri olmaz. Bir iktidar ilişkisinin uygulanabilmesi için her iki tarafta da en azından belli bir özgürlük olmalıdır. İktidar ilişkisi tamamen dengesiz olduğu zaman, birinin diğeri üzerinde tüm iktidara sahip olduğu söylenebildiği zaman bile, bir iktidar başkası üzerinde yalnızca o başkası için kendini öldürme, pencereden atlama ya da ötekini öldürme imkânı açık olduğunda uygulanabilir. Bu demektir ki, iktidar ilişkilerinde mutlaka direniş imkânı vardır, zira hiç bir direniş imkânı (şiddetli direniş gösterme, kaçıp kurtulma, hileye başvurma, durumu tam tersine çeviren stratejiler) olmasaydı iktidar ilişkisi de olmazdı. Genel biçim böyle olunca bana sık sık yöneltilen “ama iktidar her yerdeyse, o zaman özgürlük yoktur” sorusunu cevaplamayı reddediyorum. Şöyle cevaplarım: her toplumsal alanda iktidar ilişkilerine rastlanıyorsa, bunun nedeni her yerde özgürlüğün de olmasıdır. Şimdi fiilen tahakküm durumları da vardır. Pek çok örnekte iktidar ilişkileri öyle bir şekilde sabitlenmiştir ki hep asimetrik durumdadırlar ve bu yüzden özgürlüğe düşen pay son derece sınırlı kalır. Kuşkusuz çok şematik olan bir örnek seçersek: on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların toplumundaki geleneksel karı koca ilişkisinde, yalnızca erkek iktidarının bulunduğunu söyleyemeyiz. Kadın da bir sürü şey yapabilecek güçtedir: kocasını aldatabilir, ondan para koparabilir, onunla cinsel ilişkiye girmeyi reddedebilir. Ama gene de kadın, bütün bunlar eninde sonunda bir takım hilelerden başka bir şey olmaması ve durumun asla tersine dönmemesi ölçüsünde bir tahakküm ilişkisine tabiydi. Ekonomik, toplumsal, kurumsal ya da cinsel nitelikli bu tahakküm örneklerinde, asıl sorun direnişin nerede örgütleneceğini öğrenmekte yatar. Örneğin, direnişi siyasi tahakküme -sendikayla, partiyle- karşı koyacak bir işçi sınıfında mı olacak ve hangi biçimi -grev, genel grev, devrim ya da parlamenter mücadele- alacaktır? Böyle bir tahakküm durumunda, bütün bu sorular çok özgül bir yaklaşımla, tahakkümün işlevine ve kesin biçimine bakarak cevaplanmalıdır. Kaldı ki “iktidar her yerde olduğu için özgürlüğe yer yok” şeklindeki açıklama da bana hiç uygun gözükmüyor. İktidarın her şeyi denetleyen ve özgürlüğe hiçbir şekilde yer bırakmayan tahakküm sistemi olduğu fikri bana atfedilemez.” (Michel Foucault, Özne ve İktidar, Çev: Işık Ergüden-Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 4.Baskı, 2014.)

[25] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, 2009.

[26] Karl Marx – Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002.

[27] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[28] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997.

[29] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev: Sevim Belli, 3. Baskı, Sol Yay., 1999.

[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev: Celâl Üster-Nur Ediş, Can Yay., 2008.

[31] “Uygarlığın temeli, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürülmesi olduğunun, onun tüm gelişmesi sürekli bir çelişme içinde hareket eder. Üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda, ezilen sınıfın, yani büyük çoğunluğun durumunda bir gerilemedir. Birileri için her iyilik, diğerleri için kesinkes bir kötülüktür; bir sınıfın her yeni kurtuluşu, bir diğer sınıf için yeni bir baskıdır. Sonuçları bugün herkesçe bilinen makinelerin uygulamaya konması, bunun en çarpıcı kanıtıdır. Ve Barbarlarda haklar ve ödevler ayrımı, gördüğümüz gibi, henüz neredeyse yapılamazken, uygarlık bir sınıfa hemen hemen tüm hakları, diğerine ise hemen hemen tüm ödevleri vererek, bunların farkını ve karşıtlığını en aptala bile malum eder.

Fakat böyle olmamalıdır. Egemen sınıf için iyi olan, egemen sınıfın kendisiyle özdeşleştirdiği tüm toplum için de iyi olmalıdır. Dolayısıyla, uygarlık ne kadar ilerlerse, onun zorunlulukla yarattığı kötülükleri sevgi örtüsüyle örtmek, allayıp pullamak ya da yadsımak, uzun sözün kısası, ne daha önceki toplum biçimlerinde, ne de bizzat uygarlığın ilk aşamalarında bilinen ve sonunda şu iddiada doruğa çıkan geleneksel ikiyüzlülüğe bürünmek zorundadır: Ezilen sınıfın sömüren sınıf tarafından sömürülmesi, ancak ve yalnız bizzat sömürülen sınıfın yararına yapılmaktadır; ve eğer bunu kavramayıp, hatta isyankârlaşırsa, bu, velinimetlerine, sömürücülere karşı en kötü nankörlüktür.” (Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: İsmail H. Yarkın, İnter Yay., s.204-205.)

[32] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[33] Vladimir İlyiç Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, Nisan 2009.

[34] V. İ. Lenin, Devlet Üzerine, Çev. Mazlum Beyhan, Yordam Yay., 2016.

[35] A. Hicri İzgören, “Halkına Zulmeden Devlet”, Gündem, 22 Ekim 2015, s.15.

[36] “Demokrasi: Yunanca’dan türemiş bir kelime olan demokrasi, basit anlamıyla halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Demokrasi, batı toplumlarının sınıfsal yapılarındaki gelişmeler sonucunda ortaya çıkan bir yönetim anlayışı olarak, günümüzde bu gelişmeler sonucu, bazı temel ilkeler üzerine oturmuştur. Bir devletin demokratik olabilmesi için; i) serbest seçim ve temsil ilkesinin, ii) genel ve eşit oy ilkesinin, iii) seçimler sonucu oluşan parlamentoda çoğunluğun yönetme hakkına saygı ilkesinin, iv) azınlığın haklarının korunması ve çoğunluğun yetkilerinin sınırlanması ilkesinin, v) yasalar önünde eşitlik ilkesinin, vi) kişinin devlete karşı temel hak ve hürriyetlerinin korunması ilkesinin; anayasal düzen içinde güvence altına alınmış ve uygulanıyor olması gerekir.” (Necmi Yüzbaşıoğlu, Anayasa Hukukunun Temel Kavramları, Turhan Yay., 2000.)

[37] Bu konuya ilişkin olarak, “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın… Egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir,” der Friedrich Nietsche…

[38] Aziz Nesin, Zübük, Nesin Yay., 2005.

[39] “Aktif gücü elinde bulunduran sadece devlet olmamalıdır. Eğer insanlar medeni olmak istiyorlarsa, organizasyon kurma sanatı geliştirmeli ve genişletilmelidir,” der Alexis de Tocqueville…

[40] “Demokrasinin üstünlüğü, ülkenin başına en iyi yöneticileri getirmesi değildir. Hatta tam tersine, demokrasi en iyi yöneticilerin iş başına gelmesine engel olan rejimin adıdır. Demokrasi, mediokrasidir. Yani ‘vasat insanlar rejimi’dir. Demokrasinin üstün yönü, iktidara alternatif olacak meşru bir muhalefeti bünyesinde bulundurmasıdır. Bu sayede demokrasilerde iktidar değişikliği için isyan çıkarmaya gerek yoktur. Ama bunu önce halk içine sindirmelidir. En kötüsü de, demokratik yöntemlerle başa geçen vasat insanların yerine, isyanlarla veya darbelerle vasat altı kişilerin geçmesidir. Son Söz: Demokraside isyan değil, seçim olur.” (Ege Cansen, “Halk Düşmanı Hükümetler”, Hürriyet, 29 Ocak 2011.)

[41] Kadim Yunan’da Aristoteles (Aristo), “Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” “Demokrasi oligarşiyle karşılaştırıldığında hâlâ daha güvenli ve devrimlere daha az muhataptır. Çünkü oligarşilerde oligarklar kendi içlerinde ve halkla çelişkiye düşmeye meyillidir,” derken Platon (Eflatun) da eklerdi:

“Demokraside meclisler ahır gibidir, içeridekiler tepişir; ama tekmeyi hep dışarıdakiler yer.” “Demokrasinin temel ilkesi halkın egemenliğidir… Ama doğru tercihlerin yapılabilmesi için de halkın çoğunluğu iyi eğitim görmüş kişilerden oluşması gerekir. Eğer böyle değilse demokrasi otokrasiye dönüşür.” “Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

[42] Servet Topaloğlu, “Günümüz Gerçeklerinde Yeni Nesli Anlayabilmek”, Milliyet, 20 Eylül 2013, s.26.

[43] Ergin Yıldızoğlu, “Liberal Demokrasiden Sosyal Demokrasiye Yeniden…”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2015, s.11.

[44] Ergin Yıldızoğlu, “Demokrasi mi? Güvenlik mi?”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s.10.

[45] Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, çev: Ergun Özbudun, Liberte Yay., 2012.

[46] Kansu Yıldırım, “Diktatörlük Üzerine Liberal Savların Eleştirisi”, Birgün Kitap, Yıl:11, No:155, 5 Aralık 2014-1 Ocak 2015, s.12.

[47] “Totaliter rejimler, sadece şiddet içeren eylemleri değil, sözle, yazmayla, fikrini ifade etmekle sınırlı kalan muhalif veya iktidarın aykırı bulduğu eylemleri de terör suçu içine katmanın ileri örneklerini verdiler. İktidarın açıkça yanında yer almayanlar bilkuvve düşmanlardı.” (Ahmet İnsel, “Siyaseten Terör Suçu ve Totalitarizm”, Cumhuriyet, 17 Mart 2016, s.11.)

[48] Ahmet İnsel, “Hak İhlâli de Şiddettir”, Radikal, 7 Ocak 2014, s.16.

[49] Ahmet İnsel, “Karşı-Şiddet mi Şiddet Karşıtlığı mı?”, Radikal, 6 Mayıs 2014, s. 14.

[50] Tulu Gümüştekin, “Terör ve İnsanlık”, Sabah, 14 Ocak 2015, s.6.

[51] 11 Eylül saldırısından sonra, ABD istihbarat örgütlerinin yetkileri genişletildi. Saldırıdan 6 hafta sonra çıkarılan bir yasa ile (Patriot Act), hükümete kişilerin şahsi bilgilerine ve haberleşmesine erişilme yetkisi verildi.

Mayıs 2006’da, NSA (National Security Agency) telefon şirketlerinin bilgilerine ulaşma yetkisi aldı. Eylül 2007’de Microsoft, NSA ile PRISM programı dahilinde işbirliğine başladı. Google, Yahoo ve Facebook’un da sisteme dahil edildiği ancak 2013’te ortaya çıkabildi. Temmuz 2008’de kabul edilen bir yasa ile (FISA), gerekli görülen durumlarda, resmi istihbarat örgütlerinin internet ve telefon şirketlerinden bilgi alabileceği kabul edildi. Aralık 2012’de, Obama FISA yasasının geçerliliğini 5 yıl daha uzattı. The Post’un Ağustos 2013’teki yayımına göre, ABD Hükümeti istihbarat için “örtülü ödenek”ten (black budget) karşılanmak üzere 52.6 milyar dolar harcadı. NSA ve CIA, bu ödenekten 18 milyar dolar pay aldı. Der Spiegel’e göre, NSA iPhone, Blactberry ve Android telefonlara ait her türlü bilgiye ve şifrelere ulaşabiliyor.

ABD’de DNI’a (The Director of National Intelligence) bilgi aktaran 18 istihbarat örgütü var. DNI bu bilgileri derleyip, ‘Başkan’a veriyor. İstihbarat örgütleri şunlar:

  1. a) Program yürüten örgütler: i) CIA (Central Intelligence Agency): En iyi fonlanan casusluk örgütü. ii) DIA (Defence Int. Agency): Askeri ve silaha bağlı istihbarat. iii) FBI (National Security Branch): Üst seviye milli güvenlik analiz örgütü. iv) NGIA (National Geospatial – Int. Agency): Doğal felaketlerden, sınır ihlâllerine; olimpiyat oyunlarının güvenliğinden, teröristlerin takibine kadar istihbarat. v) NRO (National Reconnaissance Office): Casus uydularını yöneten ünite. vi) NSA telefonları, teröristlerin yazışma ve görüşmelerini dinler; bilgisayar ve telefon şirketleri ile işbirliği yapar.
  2. b) Askeri istihbarat örgütleri: i) Hava istihbaratı (Air Force Int.) hava – deniz – kara sızmalarını denetler. ii) Kara istihbaratı (Army Int.): Asker ve komutanlar hakkında istihbarat. iii) Sahil Güvenlik istihbaratı (Coast Guard Int.): Limanların, sahillerin ve su yollarının korumasını yapar. iv) Deniz istihbaratı (Marine Corps Int.): Özellikle denizden karaya yapılacak müdahaleleri planlar. v) Deniz yolları istihbaratı (Naval Int.): Korsanları takip eder, ticaret gemilerini izler.
  3. c) Yardımcı istihbarat örgütleri: i) TOIA (Treasury Office of Int. and Analysis): Kara para operasyonlarını takip eder. ii) SBIR (State Bureau of Int. and Research): Belli konu ve bölgeler hakkında detaylı araştırmalar yapar. iii) DHS (Department of Homeland Security): Siber güvenlik, uyuşturucu trafiği gibi konuları izler. iv) DOE (Department of Energy Int.): Diğer ülkelerdeki nükleer programların istihbaratı. (Bir zamanlar Manhattan Projesi’ni yönetmişti.) v) DEA (Justice Dept. National Security Int.): Her türlü büyük suçların istihbaratını yapar. (Yaman Törüner, “Kimsenin Gizlisi Saklısı Kalmadı”, Milliyet, 18 Kasım 2013, s.10.)

[52] Ergin Yıldızoğlu, “İmparatorluk ve Cumhuriyet”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2013, s.4.

[53] Yaman Törüner, “Kutuplaşmış Toplum”, Milliyet, 24 Temmuz 2012, s.8.

[54] Michael J. Glennon, National Securıty And Double Government, Oxford University Press, New York, 2014.

[55] Ergin Yıldızoğlu, “Demokrasinin Gizlediği Diktatörlük”, Birgün Kitap, Yıl:11, No:155, 5 Aralık 2014-1 Ocak 2015, s.14-15.

[56] Gimpelson&Treisman, “Neden Demokrasiler Zenginden Alıp Yoksula Vermiyor”, The Washington Post,11 Haziran 2015.

[57] American Political Science Review, Mayıs 2011

[58] http://www.nber.org/papers/w21174

[59] Ergin Yıldızoğlu, “Demokrasi ve Yoksullar”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2015, s.8.

[60] Bir de “İhtişam iktidarın parfümüdür. Kötü kokusunu bastırır,” (Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.) sözünü…

[61] Uluslararası Af Örgütü’nün “Adaletsizlik ve zulüm artık eskisi gibi işlemeyecek” başlığı altında yayınladığı raporunda baskı zulüm ve yasaklamalara rağmen 2011 yılında protesto gösterilerinin dünyanın her yerinde arttığına dikkat çekti.

Rapora göre “En az 91 ülkede ifade özgürlüğüne dayatılan kısıtlamalara rağmen, kadınlar ve erkekler sokaklarda, yayınlar yaparak ve internet üzerinden demokrasi, özgürlük ve adalet isteklerini dile getirdi.

Rapordan rakamlar şöyle:

»En az 55 silahlı grup ve hükümet gücü ya da yedek birlikler çocukları asker olarak kullanıyor. Sadece 35 ülke konvansiyonel silahların transferi konusunda ulusal rapor yayınlıyor.

»Dünyada 198 ülkeden 21’inde on yıl önceki oranın üçte birinden daha az ölüm cezası uygulandı. 2011 yılında en az 18 bin 750 kişi ölüm cezasına mahkûm edildi.

»Mısır, Libya ve Tunus’ta önceki rejimler altında yaşanan ihlâller, işkence, göstericilere karşı aşırı güç kullanımı ve ifade özgürlüğü üzerindeki sınırlamalar devam etti. Bölge çapında, kadınlara, azınlıklara ve göçmenlere karşı uzun süredir devam eden ayrımcılık yaygın bir şekilde uygulanmaya devam etti. Esas olarak İran, Irak, Suudi Arabistan ve Yemen’de gerçekleşen infazların sayısı arttı.

»Dünya silah ticaretinin yüzde 75’i Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin tarafından gerçekleştiriliyor. (“Baskı, Zulüm ve Şiddet Arttı”, Birgün, 25 Mayıs 2012, s.11.)

[62] Nuray Mert, “Zulmün Dini, Dili, Milleti Yoktur!”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2016, s.6.

[63] Celâl Üster, “Sara Whyatt: Hayatımız Gözetleniyor”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2013, s.6.

[64] ABD Ulusal Güvenlik Kurumu NSA’nın izleme ve dinleme programı ABD ve Brezilya ilişkilerini germeye devam ediyor. Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, NSA’nın kendisine, yardımcılarına ve devlete ait Petrobas şirketinin yazışmalarını izlediği gerekçesiyle Washington’a planladığı ziyareti iptal etti. ABD’nin izleme skandalını ortaya çıkaran CIA ve NSA eski çalışanı Edward Snowden’ın basına sızdırdığı belgeleri ele geçiren gazeteci Glenn Greenwald, Brezilya Devlet Başkanı Rousseff ile Meksika Devlet Başkanı Enrique Pena Nieto’nun seçilmeden önce de, elektronik postalarının ABD istihbaratı tarafından okunduğunu söylemişti. Brezilya Cumhurbaşkanı Roussef, “Doğrulanması hâlinde bu bilgi, NSA programının sadece terörizmle mücadele değil ABD’ye ticari faaliyetlerde de avantaj sağlamak için kullanıldığı anlamına gelir” (“Telekulak Kabak Tadı Verdi”, Gündem, 19 Eylül 2013, s.13.)

[65] John W. Whitehead, “Kafka’nın Amerikası”, Evrensel, 9 Ağustos 2013, s.10.

[66] “Obama Jurnale Umut Bağladı”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2013, s.15.

[67] “Devlet Çalışanları Birbirini Gözetliyor!”, Milliyet, 11 Temmuz 2013, s.25.

[68] Oğuz Kaan Pehlivan, “Amerika’da Paradigma Değişimi: NSA ve İstihbaratın Denetimi”, Radikal, 29 Kasım 2013, s.16.

[69] “Muhbirlere Servet Akıtmışlar! Tam 20 Milyon Euro, Hem de Nakit!”, Habertürk, 28 Şubat 2013.

[70] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Veri’, Büyük Tehlike”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2013, s.15.

[71] “ABD Bir Ülkedeki Tüm Konuşmaları Dinlemiş!”, Milliyet, 20 Mart 2014, s.14.

[72] “El Atmadık Yer Bırakmamışlar”, Gündem, 16 Ocak 2014, s.13.

[73] ABD Yönetimi, ‘Data Takip’ skandalını ortaya çıkaran eski CIA ajanı Edward Snowden’ı ele geçirmek için uğraşıyor. WikiLeaks muhbiri Bradley Manning, dışişleri yazışmalarını sızdırdığı gerekçesiyle ağır hapis cezasıyla karşı karşıya. (“Basın Özgürlüğü Tehlikede mi?”, Hürriyet, 24 Temmuz 2013, s.22.)

[74] “NSA’dan 35 Lidere Telekulak”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2013, s.14.

[75] “ABD, Avrupa’yı İzliyor”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2013, s.16.

[76] Edward Snowden’ın açıkladığı NSA belgelerine göre ABD’nin Ulusal Güvenlik Ajansı, 35 ülke liderini, çevresindekileri, birçok ülkede vatandaşların büyük bir kısmını, dev şirketlerin çalışanlarını, yöneticilerini, akıllı telefonları, internet iletişimleri üzerinden izliyor, Google, Yahoo gibi kuruluşların hesaplarına girerek bilgi topluyormuş. Avrupa ülkelerinin liderleri, başta Alman Şansölyesi Merkel olmak üzere adeta şok geçirdiler.

Şimdi aklınıza “Casablanca” (1942) filmindeki ünlü sahne gelmiyor mu? Yiyici polis şefi Louis (Henried), Rick’in (Bogard) gazinosunu, “ikinci bir emre kadar” kapatırken kendisine şaşkınlıkla bakan Rick’e sitem ediyor: “Rick, şoke oldum şoke! Burada kumar oynanıyormuş.” Tam o sırada bir garson gelip Louis’ye bir avuç para veriyor: “Efendim bugünkü kazancınız”…

Devletlerarası ilişkiler güç, dolayısıyla egemenlik bağımlılık, rekabet ilişkileridir; dostları olmaz, çıkarları olur. Bunları biliyoruz. Devletlerin gizli örgütleri, casusları olduğunu da. Bunlar, her türlü teknolojik, kurumsal, insani (para, cinsellik, tehdit) kullanarak bilgi toplarlar. Bu nedenle muhafazakâr The Times gazetesinin yazarı Giles Whittell’in NSA’yı savunan açıklaması bana çok mantıklı geldi: “Biz casusuz casusluk yaparız, yerse…”. Peki “bu şoke oldum şoke!” saçmalığı da ne? (Ergin Yıldızoğlu, “Şoke Oldum, Şoke!”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2013, s.4.)

[77] ABD’nin 17 istihbarat örgütünden biri olan NSA Fransa cumhurbaşkanlarının telefon görüşmelerini dinlemiş. (Ahmet İnsel, “Müttefikler Arasında İstihbarat Savaşları”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2015, s.13.) NSA’nın 2006-2012 yılları arasında, dönemin Cumhurbaşkanları Chirac, Sarkozy ve Hollande’ı dinlediği ortaya çıktı. (“ABD, Fransız Liderleri 6 Yıl Boyunca Dinlemiş”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2015, s.10.)

[78] Arzu Çakır Morin, “ABD’nin Telekulağı Her Yere Girmiş”, Hürriyet, 22 Ekim 2013, s.24.

[79] “The Guardian: Yaptığınız Her Şey İzleniyor”, Taraf, 1 Ağustos 2013, s.2.

[80] “ABD Parasını Verdi İstihbaratı Aldı”, Radikal, 3 Ağustos 2013, s.16-17.

[81] “Ortadoğu’da Dinleme Üssü”, Taraf, 24 Ağustos 2013, s.2.

[82] Nevsal Elevli, “İngiliz Casusların Kuşatmasına İsyan”, Milliyet, 20 Şubat 2012, s.16.

[83] “ABD Bizi Gözetliyor!”, Haber Türk, 1 Ağustos 2013… http://ekonomi.haberturk.com/is-yasam/haber/865612-abd-bizi-gozetliyor

[84] “Big Brother Ruhumuzu İzliyor”, Gündem, 22 Ağustos 2013, s.12.

[85] “Obama Sizi Dinliyor”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2013, s.14.

[86] FBI, Amerikan Solunun Ensesinden Ayrılmamış”, Radikal, 22 Eylül 2010, s.13.

[87] “İstihbaratta Sınır Yokmuş”, Taraf, 10 Haziran 2013, s.10.

[88] “Amerikalıları Değil Yabancıları İzliyoruz”, Milliyet, 8 Haziran 2013, s.29.

[89] Britanya hükümeti, Kenya’da 1952’de Mau Mau isyanının bastırılması sırasında işkence gören kişiler için tazminat ödeyeceğini resmen açıkladı. Dışişleri Bakanı William Hague, ülkenin eski kolonisi Kenya’daki isyanda işkenceye maruz kalan 5.228 mağdura 19.9 milyon sterlin tazminat ödeneceğini açıkladı.

Hague, Avam Kamarası’nda yaptığı açıklamada, hükümetinin Kenyalılara yönelik kötü muameleyle ilgili ‘samimi pişmanlık duyduğunu’ söyledi: “Majestelerinin hükümeti adına, Kenya’daki olaylarda yer alan kişilerin acılarını anladığımızı açıkça ortaya koymak istiyorum. Britanya, sömürge yönetimi sırasında Kenyalıların işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını kabul ediyor. Hükümet, kötü muameleden dolayı samimi pişmanlık duyuyor.”

Londra’daki Yüksek Mahkeme 2012 yılında, sömürge yetkilileri tarafından işkence gördükleri gerekçesiyle şikâyetçi olan üç Kenya vatandaşının dava başvurularını kabul etmişti. Davacılardan Paulo Muoka Nzili gözaltındayken hadım edildiğini, Wambuga Wa Nyingi birçok kez dövüldüğünü ve Jane Muthoni Mara ise cinsel tacize uğradığını söylemişti. (“İşkence İçin Özür Dileyen Britanya Tazminat Ödeyecek”, Radikal, 7 Haziran 2013, s.23.)

[90] John Grisham, “ABD Feci Bir Yanlış Yaptığını Kabul Etsin”, Radikal, 14 Ağustos 2013, s.17.

[91] “İnsan Hakları İçin Karne Savaşı”, Radikal, 13 Mart 2010, s.13.

[92] “Bu da Rusya’nın ABD Raporu”, Milliyet, 5 Ocak 2012, s.20.

[93] “Obama Artık İstediği Gibi Adam Kaçırabilir”, Milliyet, 31 Mart 2012, s.20.

[94] “Obama Guantanamo’yu Yine Kapat(a)madı”, Radikal, 5 Ocak 2013, s.28.

[95] “Çıplak Fotoğraf İşkencesi”, Cumhuriyet, 30 Mart 2016, s.13.

[96] “Obama’dan Son Çark Telekulakta”, Radikal, 11 Temmuz 2008, s.12.

[97] ABD’de daha iyi bir toplum yaratmak amacıyla başlatılan meşru bir girişim olarak görülen, öjenik adıyla da bilinen soy ıslah programları, çocuk yetiştirme yeterliliği bulunmadığı kanaatine varılan kişilerin kendi rızaları alınmadan zorla kısırlaştırılmasını öngörüyordu. Kurbanlarının çok büyük bir bölümünü yoksullar, akıl hastaları ve Afrika kökenli Amerikalıların oluşturduğu program, Adolf Hitler’in saf ırk yaratma fikrinden esinlenmişti.

İlk kez Kuzey Carolina eyaletinde başlatılan öjenik programlar, her ne kadar II. Dünya Savaşı sırasında gözden düşmüş olsa da 1979’da yasaklanana kadar ABD’nin 33 eyaletinde uygulandı. Resmen yasaklanmış olmasına karşın, ABD’nin California eyaletinde etkisini sürdüren program nedeniyle 2006-2010 yıllarında eyalet hapishanelerindeki 150 kadın mahkûm, eyalet yönetiminin izni alınmadan hiçbir tıbbi gereklilik olmadığı hâlde kısırlaştırıldı.

Soy ıslah programları kurbanlarından 83 yaşındaki Naomi Schenck, 1948’de program çerçevesinde kendi rızası alınmadan kısırlaştırılmasına ilişkin anılarını anlatırken, henüz 17 yaşında, yeni evli olduğu sıralarda düşük yapması nedeniyle hızla ameliyat odasına getirildiğini hatırladığını belirtti. Ameliyat odasına alındıktan sonra bir doktorun “Kes onu” diye bağırdığını duyduğunu anlatan Shenck, “Ben ‘kes onu’ sözüyle ne denilmek istendiğini anlamadım. Daha sonra omuriliğimden su alındığını ve onay vermediğim hâlde kısırlaştırıldığımı öğrendim” dedi.

Nazi toplama kampı Auschwitz-Birkenau’da yaptığı acı verici ölümcül deneylerle bilinen bir Nazi doktoru, Mengele, bütün dünyada üstün ırk meraklılarına esin kaynağı oldu. Toplama kamplarında mahkûmlar üzerinde tüyler ürpertici insan deneyleri gerçekleştirdiği için kendisine “Ölüm Meleği” adı verildi. 1944 yılının başında savaş suçlusu ilan edildi. Savaşın bitmesinden sonra ilk olarak başka bir isimle Avusturya’da saklandı, daha sonra Güney Amerika’ya kaçtı. (“Mengele ABD’ye de Uğramış”, Gündem, 26 Haziran 2014, s.13.)

[98] “ABD Yönetiminin Hesap Günü Geldi”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015, s.17.

[99] “Evsizi 46 Kurşunla İnfaz Etmenin Cezası Yok!”, Gündem, 31 Ekim 2014, s.13.

[100] “FBI, Boston Zanlısını Tanıyan Şahsı Öldürdü”, Milliyet, 26 Mayıs 2013… http://dunya.milliyet.com.tr/fbi-boston-zanlisini-taniyan/dunya/detay/1712453/

[101] “ABD Polisi Her Gün İki Kişiyi Öldürüyor”, Milliyet, 1 Haziran 2015, s.19.

[102] “Obama Polise Askeri Teçhizatı Yasakladı”, Milliyet, 19 Mayıs 2015, s.20.

[103] Mustafa K. Erdemol, “ABD Toplumsal Cinnet Geçiriyor”, Birgün, 1 Mart 2016, s.10.

[104] Pınar Ersoy, “Zirveden İflasa Bir Detroit Hikâyesi – Korku Başkenti!”, Milliyet, 12 Ağustos 2013, s.10.

[105] “70 Yıl Sonra Gelen Adalet”, Sabah, 19 Aralık 2014, s.6.

[106] “Teksas ‘Adaleti’…”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2012, s.12.

[107] “ABD, Yerlilerden Özür Diledi”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2010, s.10.

[108] Yaman Törüner, “İşte Demokrasi Böyle Bir Şey!”, Milliyet, 28 Mart 2016, s.9.

[109] Yaman Törüner, “Para Konuşur”, Milliyet, 21 Mart 2016, s.8.

[110] “Terör Değil Polis Öldürüyor”, Sabah, 12 Mart 2015, s.26.

[111] “Dünyanın En Büyük Cezaevi: ABD”, Alternatif Siyaset, 8 Şubat 2013… http://alternatifsiyaset.net/2013/02/08/dunyanin-en-buyuk-cezaevi-abd/

[112] “FBI Yalan Dolanla İzlemiş”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2010, s.10.

[113] “Ladin İçin İşkence Yaptık”, Taraf, 5 Şubat 2013, s.3.

[114] Türkiye, ABD Senatosu tarafından ortaya konan CIA’nın insanlık dışı işkence yöntemlerini kınadı. Senatonun raporunu şeffaflık açısından önemli bulduğunu ve sorumluların hesap vermesini isteyen Dışişleri, CIA’nın işkence yaptığı tutukluların naklinde İncirlik Üssü’nü kullandığı iddialarını ise unuttu.

– Türkiye CIA’nın gizli gözaltı programında en az bir zanlının yakalanmasında rol oynadı, havaalanları ile hava sahasının yasadışı nakillerde kullanımına izin verdi.

– 2006’da Türk makamları, El Kaide’nin Afganistan’daki harekât sorumlusu olduğu iddiasıyla Abdül Baki’yi yakalayarak ABD’ye teslim etti. Bu kişi 2007 Nisanı’nda Guantanamo’ya gönderildi.

– CIA’nın nakiller için kullandığı Richmor Havacılık’a ait en az bir uçak 2002 Temmuz sonlarında Adana’ya indi.

– Guantanamo’ya yasadışı nakledilen en az 6 kişi İncirlik’ten geçti. Cezayir uyruklu 6 kişi 2002’de Bosna Hersek’de gözaltına alınarak önce Tuzla’daki NATO üssüne götürüldü, C-130 tipi askeri uçakla Guantanamo’ya nakledilmeden önce İncirlik’te ikmal yaptı. (Duygu Güvenç, “İncirlik’i Unuttular”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2014, s.13.)

[115] “CIA ile Hesaplaşma… İşkence Raporu Yayınlandı”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2014, s.12.

[116] “CIA’in ‘İşkence Raporu’ Açıklandı”, Hürriyet, 10 Aralık 2014, s.21.

[117] “Her Türlü Hayvanlığı Yapmışlar”, Yeni Şafak, 21 Aralık 2014, s.10.

[118] “İşkence Raporu ABD’yi Karıştırdı”, Evrensel, 10 Aralık 2014, s.11.

[119] “Obama İşkencecileri Koruyor”, Birgün, 11 Nisan 2012, s.11.

[120] 11 Eylül saldırıları sonrası El Kaide şüphelilerini “gizli hapishaneler”de sorgulayan CIA’ya 54 ülke örtülü destek verdi. Örtülü destek veren ülkeler arasında Türkiye’nin adı 49’uncu sırada yer aldı. (“54 Ülkeden CIA’ya Örtülü Destek”, ntvmsnbc, 5 Şubat 2013.)

[121] “CIA’nın Suç Ortağı Avrupa!”, Birgün, 29 Mart 2012, s.11.

[122] “CIA’den Resmi Darbe İtirafı”, Taraf, 20 Ağustos 2013, s.2.

[123] “AP Nazilere Alet Oldu!”, Milliyet, 1 Nisan 2016, s.6.

[124] “İşkenceyi Örtmek İçin Servet Ödediler”, Sabah, 14 Aralık 2014, s.18.

[125] “AİHM, CIA’i İşkenceden Mahkûm Etti”, Milliyet, 15 Aralık 2012, s.24.

[126] Amerika Senatosu İstihbarat Komisyonu’nun, dokuz yıl ıkınıp sıkıldıktan sonra hazırlayıp ancak ufak bir kısmını açıklayabildiği rapor, CIA’nın tutuklulara Güçlendirilmiş Sorgulama Tekniklerini (işkence) yaygın biçimde uyguladığını ama bu tekniklerin hiçbir sonuç vermediğini anlatıyordu…

WEB indeksi 2014-2015 Raporu’na gelince, o da CIA işkence raporundan çok daha önemli. Bu rapor internet ortaya çıktığından bu yana dijital teknolojiye atfedilen “eşitlik, özgürlük” getirme beklentilerinin sınırlarını, düş kırıklığı yaratacak düzeyde ortaya koyuyor.

WEB indeksi 2014-15 Raporu’nun “web gittikçe daha az eşitlikçi, daha az özgür oluyor, hükümetlerin denetimi ve gözetimi altına daha çok giriyor” olarak özetlediği bulguları, bu durumu çok iyi yansıtıyor.

Rapora göre internetten ve “dijital devrimden” en çok, görece daha zengin ve iyi eğitimli insanlar yararlanıyorlar. Bu yalnızca bireyler için değil ülkeler için de geçerli. Zengin ülkelerde internet kullanımı son 10 yılda yüzde 45’ten yüzde 78’e yükselirken yoksul ülkelerde hâlâ yüzde 10’un altında kalmış. Yoksul ülkelerde internete bağlanma maliyeti zengin ülkelerden 80 kez daha yüksek. (Ergin Yıldızoğlu, “İki Rapor: Kontrol, Eşitsizlik, İşkence…”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2014, s.11.)

[127] “Avrupa CIA’nin Suç Ortağı”, Evrensel, 13 Aralık 2014, s.10.

[128] “İşkencede de Ortaklar!”, Birgün, 15 Aralık 2014, s.11.

[129] “Lynndie, Ebu Greyb İçin Pişman Değil”, Cumhuriyet, 21 Mart 2012, s.12.

[130] “Üslerde Gizli Hapishaneler”, Yeni Şafak, 2 Mayıs 2014, s.9.

[131] Murat Çakır, “AB’de Radikal Fişleme!”, Günlük, 21 Ağustos 2010, s.13.

[132] “Halepçe’de Fransız Parmağı”, Gündem, 29 Ağustos 2013, s.13.

[133] “İngiltere’nin Guantanamosu”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2013, s.16.

[134] “İngiltere’de Belgeli İşkence”, Evrensel, 6 Ağustos 2011, s.8.

[135] “Ölüm Timlerine İngiliz Eğitimi”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2010, s.12.

[136] “İngiltere’den Jitem İtirafı”, Yeni Şafak, 23 Kasım 2013, s.11.

[137] “İtalya Fuhuşla Büyüdü”, Cumhuriyet, 9 Mart 2015, s.9.

[138] Project Syndicat, 31 Mart 2016.

[139] Ergin Yıldızoğlu, “Teknoloji- ‘Kapitalist Gerçekçilik’-Umut”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2016, s.9.

[140] “62 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısınınkine Eşit”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2016, s.12.

[141] “Unutulmuş Avustralyalılara Özür”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2009, s.10.

[142] Ahmet İnsel, “İslâmi Parlamenter Monarşi Manzaraları”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2016, s.11.

[143] “Kirli Çamaşırlar Saçıldı”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2013, s.18.

[144] “Kızılderili Baharı”, Yeni Şafak, 16 Mayıs 2013, s.10.

[145] “Böbrekleri de Evleri de Gitti”, Milliyet, 11 Temmuz 2015, s.7.

[146] “60 Milyon Mülteci”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2015, s.17.

[147] Deniz Bağrıaçık, “Aç Kalmasın Çocuklar”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2015, s.16.

[148] “Askeri Harcamalar Yükselişte”, 5 Nisan 2016… http://www.dw.com/tr/askeri-harcamalar-y%C3%BCkseli%C5%9Fte/a-19163891

[149] “Dünya Silah Pazarının En İyi Müşterileri”, 22 Şubat 2016… http://www.dw.com/tr/d%C3%BCnya-silah-pazar%C4%B1n%C4%B1n-en-iyi-m%C3%BC%C5%9Fterileri/a-19064789

[150] “Günlük Maliyet 20 Milyon Dolar”, Haber Türk, 10 Aralık 2015, s.13.

[151] “Suriye Operasyonunun Maliyeti 3 Milyar Dolar”, Milliyet, 12 Aralık 2015, s.22.

[152] “Ortadoğu’da Silah İthalatı Patladı”, Milliyet 23 Şubat 2016, s.16.

[153] “Fransız Askerlere Ağır Ceza Sözü”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.24.

[154] “BM Askerlerinin Çocuk Tacizi Skandalı Bitmiyor”, Milliyet, 31 Ocak 2016, s.22.

[155] “Afrikalı Çocuklara, Emekleri Karşılığında Tutkal ve Alkol!”, Evrensel, 28 Ocak 2016, s.8.

[156] “Çocuk Hakları Günü’nde Ağır Tablo: Çocuklara Sömürü, Ölüm, Hapis Düşüyor”, Evrensel, 20 Kasım 2015, s.4.

[157] “Çocuklar Geleceksiz Bir Dünyada Yaşıyor”, Gündem, 1 Haziran 2015, s.16.

[158] Erinç Yeldan, “Kara Pazartesi Kara Salı…”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2015, s.9.

[159] Anıl Aba “Amerika’nın Borç Saati Hızla İlerliyor!”, 30 Kasım 2015… http://sendika7.org/2015/11/amerikanin-borc-saati-hizla-ilerliyor-anil-aba/

[160] Yaman Törüner, “Küresel Durgunluk”, Milliyet, 25 Ocak 2016, s.10.

[161] Ergin Yıldızoğlu, “Dünya Ekonomisinde Yeni Bir Yol Ayrımına Doğru”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2016, s.9.

[162] Ergin Yıldızoğlu, “Ufukta Fırtına Var”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2015, s.9.

[163] Ergin Yıldızoğlu, “Karanlığın İçinde Karanlık”, Cumhuriyet, 21 Mart 2016, s.7.

[164] “Brüksel Saldırıları ‘Camiler Kapatılsın’ Diyen Wilders’i Güçlendirdi”, Hürriyet, 27 Mart 2016… http://www.hurriyet.com.tr/bruksel-saldirilari-camiler-kapatilsin-diyen-wildersi-guclendirdi-40076463

[165] “Polis Sığınmacıları Gerektiğinde Vurmalı!”, Deutsche Welle Türkçe, 30 Ocak 2016… http://www.hurriyet.com.tr/polis-siginmacilari-gerektiginde-vurmali-40047372

[166] “Yasa Dışı Göçmenlerin Vurulmasını İsteyen Frauke Petry’nin Partisi Afd Güç Kazanıyor”, Hürriyet, 1 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/yasa-disi-gocmenlerin-vurulmasini-isteyen-frauke-petrynin-partisi-afd-guc-kazaniyor-40047955

[167] “Praglı Taraftarların ‘İdrarlı’ Saldırısı”, Milliyet, 19 Mart 2016, s.17.

[168] Sezin Öney, “Aşırı Sağın ‘Normalleşmesi’…”, Taraf, 10 Aralık 2015… http://www.taraf.com.tr/asiri-sagin-normallesmesi/

[169] Verda Özer, “Kepenk İndiren ABD Değil, Demokratik Kapitalizm”, Radikal, 15 Ekim 2013, s.14.

[170] Jale Özgentürk, “Zeynep Bodur’dan Ali Koç’a Destek: Vahşi Kapitalizme Dur Demeden Terör Bitmez”, Radikal, 21 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/jale_ozgenturk/zeynep-bodurdan-ali-koca-destek-vahsi-kapitalizme-dur-demeden-teror-bitmez-1476809

[171] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalizmden Sonra ‘Yeni-Ortaçağ’ mı?”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.8.

[172] Selahattin Duman, “Kapitalizmi Yedirtmem!”, Hürriyet, 23 Kasım 2015, s.23.

[173] Meltem Ersoy, “Ali Koç: Kapitalizmin Daha Adaletli Sisteme Dönüşmesi Şart”, Haber Türk, 10 Ocak 2016, s.6.

[174] Aziz Çelik, “Ali Koç’un Yaman Çelişkisi”, Birgün, 19 Kasım 2015, s.4.

[175] Bülent Falakaoğlu, “Mustafa Koç’u Nasıl Hatırlayalım?”, Evrensel, 1 Şubat 2016, s.5.

[176] Karl Marx, Kapital: Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Cilt 1: Sermayenin Üretim Süreci, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 2011.

[177] “Her şeyden önce, burjuvazinin ürettiği, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır.” (Karl Marx.)

[178] Proletaryaya özgü ahlâksal bir olgudan bahsedilecekse bu, direniş dönemlerinde ortaya çıkan dayanışmadır. Asıl olarak direniş anında ortaya çıktığı için de nüve şeklindedir ve yeni insanın ahlâkı için sağlıklı bir çekirdek oluşturur. Gelecek ahlâkı için sağlam bir temel oluşturduğu ileri sürülebilecek olan dayanışma, en çarpıcı şekilde direnişin Komün oluşturma aşamasında ortaya çıkıyor. Dayanışmayı geleceğin ahlâkının temeline yerleştirmek, temelinde görmek son derece önemlidir. Zira dayanışmayı proletarya üzerinden geçerek geleceğe taşımak, bölünmemiş, evveli toplumların insanının çok temel bir duygusunu tekrar diriltmek ve geleceğe taşımak anlamına gelir.

[179] “Rusya sosyal-demokratları her şeyden önce siyasal özgürlük elde etmek için çabalıyorlar. Yeni ve daha güzel bir toplum olan sosyalist düzen mücadelesinde bütün Rusya işçilerini geniş çaplı bir örgütlenmede, açıktan biraraya getirmek için siyasal özgürlüğe ihtiyaçları var.” (Vladimir İlyiç Lenin, Köy Yoksullarına-Sosyalistler Ne İster?, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 406, Nisan 2013.)

[180] “Bazıları birkaç Marksist kitap okumakla kendilerini çokbilmiş sanıyorlar, ama okudukları şeyler kafalarının içine iyice girmiyor, zihinlerinde kök salmıyor. Bazıları son derece kibirli oluyorlar. Kitaptan birkaç cümle okudular mı kendilerini bir şey sanıyorlar ve burunları Kafdağı’ndadır. Ama fırtına koptuğunda görün, o zaman onların tutumlarının işçiler ve emekçi köylülerin çoğundan çok değişik olduğu ortaya çıkıyor.” (Mao Zedung.)

[181] Karl Marx – Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev: Barışta Erdost, Sol Yay., 2002.

[182] F. Domela, Nieuwenhius, 22 Şubat 1881

[183] Ralph Miliband, “Proletarya Diktatörlüğü”, Marksist Düşünce Sözlüğü, Çev: Uygur Kocabaşoğlu, Der.: Tom Bottomore, İletişim Yay., 2001.

[184] “Gelişmenin seyri içerisinde üretim, toplumun bütününü içine alan bir kamu iktidarının elinde toplandığında, iktidar politik iktidar niteliğini kaybedecektir. Adı üstünde politik iktidar; bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmek üzere oluşturduğu örgütlü politik güç. Proletarya, örgütlenme yoluyla sömürüye karşı direnip, devrim yoluyla burjuva iktidarını devirip, zorla üretim sistemini değiştirdiğinde genel olarak sınıfsal varlıkları ve sınıf farklılıklarını da ortadan kaldırmış olacağından kendi sınıfsal üstünlüğünü de ortadan kaldırmış olacaktır.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev: Celâl Üster-Nur Ediş, Can Yay., 2008.)

[185] V. İ. Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.

[186] “Halklar, şu anda verilmekte olan mücadelenin büyüklüğünü ve önemini fark ediyor. Gereken tek şey, proletaryanın egemenliğini hayata geçireceği pratik formu bulmaktır. Bu form Sovyet sistemiyle proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü! Bu, bugüne dek kitleler için anlamsız bir sözden başka bir şey değildi. Sovyet sisteminin bütün dünyaya yayılması sayesinde bu söz, tüm modern dillere tercüme edilmiştir. Diktatörlüğün pratik formu işçi yığınları tarafından bulunmuştur. Rusya’da Sovyet iktidarı sayesinde, Almanya’da Spartakistler sayesinde ve diğer ülkelerdeki benzer örgütler, mesela İngiltere’deki sendika temsilcisi komiteleri sayesinde işçi yığınları için kavranabilir hâle gelmiştir. Bütün bunlar proletarya diktatörlüğünün devrimci formunun bulunduğunu, proletaryanın artık egemenliğini hayata geçirebilecek konumda olduğunu göstermektedir.” (V. İ. Lenin’den aktaran William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi, Çev: Can Saday, Yazılama Yay., 2011, s.274-275.)

[187] “İktidar durumuna gelmek için, bilinçli işçiler çoğunluğu kazanmalıdırlar, yığınlar üzerinde hiç bir zor uygulanmadığı sürece, iktidara geçmenin başka yolu yoktur. Biz Blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları değiliz. Biz Marksist, yani proleter sınıf savaşı yandaşlarıyız; küçük-burjuva coşkunluklara karşıyız, sonuna değin şovenizme, söz ebeliğine, burjuvazi kuyrukçuluğuna karşıyız. (V. İ. Lenin.)

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights