*Celâl Temel
I. Dünya Savaşı galibi İtilaf Devletleriyle Osmanlı Devleti arasında 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Bu tarihten Lozan Antlaşması’nın imzalandığı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu 1923 yılına kadar geçen beş yıllık dönem, yalnız Türk ulusu için değil, Kürd ulusu için de önemli bir dönemdir.
1918’e gelindiğinde Osmanlı Devleti pek çok toprağını kaybetmiş; Balkan ulusları ve Araplar imparatorluktan kopmuş, Ermeniler yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılmış, imparatorluk bakiyesi topraklarda ağırlıklı olarak Türkler ve Kürdler kalmıştı. I. Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı İmparatorluğu egemenliğindeki Kürd coğrafyası, Güney’de Süleymaniye, Kuzey’de Kafkaslara, Batı’da Fırat nehrinin batısına, Doğu’da Van Gölü’nün doğusuna kadar uzanıyordu. Musul dahil, o dönemde Kürdlerin çoğunluk hâlinde yaşadığı coğrafya, Türklerin çoğunluk hâlinde yaşadığı coğrafyadan az değildi ve nüfusu da en az Türk nüfus kadardı.
1908’den itibaren Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihat Terakki Cemiyeti (Fırkası), tek ulusa (Türk) dayalı bir devlet kurmanın plan ve programları içindeydi. Savaş öncesinde ve savaş sırasında nüfus mühendisliği çalışmaları yapmıştı. Savaşın bittiği 1918’den, nihai barış antlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihine kadar geçen beş yıllık süreçte, Kürdler fazla bir şey yapamazken Türk milliyetçileri, Osmanlı enkazı üzerinden yeni bir devlet kurdu.
Bu süreç, savaştan yenik çıkan Türk ulusu için başarı, Kürd ulusu için başarısızlık, Ermeni ve Grekler (Rum) için hayal kırıklığıdır. Bu kritik süreci, Türk kesimi, “Milli Mücadele Yılları”, 1922’de, kısa süren Türk-Yunan savaşı dışında bir savaş olmamasına karşın “Yedi Düvele Karşı Savaş Yılları” olarak adlandırır. Kürdler ise bu süreci çok az bilmektedirler ve bu sürece bir ad vermemişlerdir. Bu süreç, Kürdler için, “Aldanma ve Aldatılma Yılları” olarak adlandırılabilir.
Beş yıllık bu kısa dönemi, Kürdler açısından daha kısa üç döneme ayırabiliriz.
1) 30 Ekim 1918’de Mondros’la başlayan, 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması ile noktalanan, Kürdlerin oldukça aktif oldukları, yaklaşık iki yıllık PARİS BARIŞ KONFERANSI VE SEVR SÜRECİ.
2) 1920 yılı ortalarından, 1922 yılı ortalarına kadar süren, Koçgiri Ayaklanmasının da yaşandığı, yaklaşık iki yıllık BEKLEME VE BELİRSİZLİK SÜRECİ.
3) 1922 yılı ortalarından, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’na kadar süren, Kürdlerin adeta uykuda oldukları, yaklaşık bir yıllık LOZAN ANTLAŞMASI SÜRECİ.
Lozan Antlaşması’na Doğru
Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında, İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında yapılan görüşmeler sonunda, 18 Ocak 1919 tarihinde, Paris Barış Konferansı başladı. Bu konferansa, Ermeniler iki heyet hâlinde katılırken Kürdistan Teali Cemiyeti’nin girişimleri sonucunda, Avrupa’da bulunan Osmanlı’nın eski Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa’nın Kürdler adına konferansa katılması sağlandı. Ona yardımcı olacak delegelerin de gönderilmesi ve Güney’de İngilizlere karşı mücadele veren Şeyh Mahmud Berzenci’nin girişimleri sonuç vermedi. Bu konferans sonunda, 10 Ağustos 1920 tarihinde, İtilaf Devletleriyle Osmanlı Devleti arasında Sevr Antlaşması imzalandı. Kürdlere bazı haklar tanıyan bu antlaşma, yürürlüğe girmedi. Zaten Kürdler de bu antlaşmayı benimsemediler!..
Takip eden yıllarda, Lozan Antlaşması’na varıncaya kadar geçen süreçte, tarih sırasına aşağıdaki konferanslar ve antlaşmalar gerçekleşti.
– (12 Şubat-10 Mart) 1920: 1. Londra Konferansı (İngiltere, Fransa ve İtalya arasında; Kürd ve Ermeni sorunları tartışıldı.)
– (18-26 Nisan) 1920: San Remo Konferansı (İtilaf Devletleri arasında; Ermenistan ve Kürdistan konuları)
-10 Ağustos 1920: Sevr Antlaşması (İtilaf Devletleri-Osmanlı İmparatorluğu arasında, Kürdistan özerkliği ve bağımsızlığını öngören antlaşma)
– (21 Şubat-12 Mart) 1921: 2. Londra Konferansı (İtilaf Devletleri, Osmanlı Hükümeti ve TBMM Hükümeti arasında. Kürdlere özerklik de gündeme geldi.)
1922 yılı ortalarından itibaren, başta Büyük Britanya olmak üzere Batılı Devletler, Osmanlı Hükümeti’nden vazgeçerek; Erzurum ve Sivas kongreleri sonrasında, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi (BBM) Hükümeti’ni Lozan Konferansı’na çağırdılar. Daha iki yıl önce (1920’de) Sevr’de temsil edilen Kürdler ise Lozan’a çağırılmadı. Artık Osmanlı Devleti de ortada yoktu. BMM Hükümeti’nin muhatap durumuna gelmesi, ömrü iki aya süren son Osmanlı Meclis-i Mebusanının (OMM) İngilizlerin müdahalesiyle kapanmasıyla, Ankara’ya gelen mebusların BMM’ne (TBMM) katılmasıyla sağlandı. Son OMM dağıtılmasaydı bir ay sonra (23 Nisan 1920) BMM açılır mıydı? Burada, İngilizlerin Osmanlı’dan tamamıyla vazgeçtiği, BMM’nin açılmasına giden süreci hızlandırdığı sonucu çıkartılabilir.
Lozan Konferansı Başlıyor
Lozan Konferansı, 20 Kasım 1922 günü, İsviçre’nin Leman Gölü kenarındaki Lozan kentinde, “Yakın Doğu Sorunları Üzerine Laussane Konferansı, 1922-1923” adıyla açıldı. Çok sayıda devletin katıldığı konferans, Büyük Britanya Dışişleri Bakanı ve baş delegesi, konferansın başkanı Lord Curzon’un inisiyatifinde gelişti. Kürdler konferansta temsil edilmedi ve durumları doğrudan gündeme gelmedi. Bir ulus olarak veya bir topluluk olarak Kürdler çağrılmadığı hâlde konferansta Kürdlerin temsil edildiği algısı vardı. Konferansa TBMM Hükümeti adına katılan baş delege İsmet Paşa (İnönü), Kürd kökenli olsa da Kürdlükle bir ilgisi yoktu. Danışmanlardan Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel ise Kemalistlere yakın biriydi.
Konferansın ilerleyen aşamalarında, “Azınlıklar” ve “Musul” maddelerinde, Kürdlerin durumu tartışılırken Türk tarafı, hep “Onlar da bizdendir, asli unsurdur, Türk-Kürd birdir.” propagandası yaptı. Bu propaganda, konferansa Kürdistan’dan gönderildiği belirtilen “Türklerle beraberiz.” şeklindeki telgraflar ve bazı Kürd mebusların meclisteki konuşmaları da sebep oldu. Bu telgrafların çoğu bölgedeki valiler tarafından organize edilerek gönderilmişti.
TBMM dışındaki Kürd aydınlarının bir kısmı (özellikle eski Kürdistan Teali Cemiyeti mensupları) ise bu aldatmacanın farkındaydılar. Ancak seslerini duyuracak bir imkanları yoktu. Zaten çoğu o sıralarda can güvenliği nedeniyle başka yerlere gitmeye başlamış, kaçmak zorunda kalmışlardı. O sırada (1922 sonu, 1923 başı), Kürdleri temsil edecek hiçbir Kürd örgütü, hatta yayını yoktu. İki-üç yıl önce kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti gibi Kürd örgütleri ve Jîn dergisi gibi yayınları da kapanmış/kapatılmıştı.
İlk üç haftadan sonra, 12 Aralık 1922 tarihinde, konferansın gündemine “Azınlıklar” konusu geldi. Bu maddede Kürdlerin durumu gündeme gelse de Türk tarafı Kürdlerin azınlık olmadığını, mecliste temsil edildiklerini belirtirken Konferans Başkanı Curzon, “Meclise aldığınız Kürdler, okuma yazma bile bilmiyor” diye itiraz ediyordu. Başta 1. Meclis’in büyük hatibi Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey olmak üzere, TBMM’deki Kürd mebuslar bunu izzeti-nefis meselesi yapıp Curzon’u protesto ettiler. Batılılar da azınlık olarak gayrimüslimleri görürken azınlıkların korunması, Müslüman olmayan unsurların korunmasıyla sınırlı kaldı.
Asıl olarak, Musul maddesinde Kürdlerin durumu çok tartışıldı. İngiltere ve Türkiye’nin karşılıklı, Musul vilayetiyle ilgili olarak verdikleri farklı nüfus istatistiklerinin ikisinde de Kürdler çoğunluk görülüyordu. Ancak Türkiye ikinci çoğunluk grubunun Türkler (Türkmenler), İngilizler ise Araplar olduğunu belirtiyordu. İki taraf da Musul bizim olsun derken Kürdlere bir şey soran yoktu.
Konferansa Ara Veriliyor (4 Şubat 1923-23 Nisan 1923)
Konferans, Musul (esas olarak Kürdler) konusunda çıkan anlaşmazlıktan dolayı, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğradı, Türk heyeti döndü. Hemen ardından 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi toplandı, yabancı sermayeye imtiyazlar tanındı. 1 Nisan 1923 tarihinde, 1. Meclis dağıtıldı ve Lozan’a onay verecek, 2. Meclis seçmelerine başlandı. 23 Nisan 1923 tarihinde tekrar toplanan konferans, üç ay sonra, 24 Temmuz 1923 tarihinde antlaşmayla sona erdi. Antlaşma, daha yeni açılan ve daha hiç faaliyet göstermeyen 2. Meclis mebuslarınca onaylandı.
Bu son üç ayda (23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923) konferans görüşmeleri konusunda kamuoyuna fazla bir bilgi yansımadı. Arada (4 Şubat 1923-23 Nisan 1923) yapılan İngiliz-Türk ikili görüşmeleri hakkında ise hiç bilgimiz yok. Asıl sorun da bu. Düne kadar anlaşamayan, hasım olan İngilizler ve Türkler, nasıl anlaştılar? Bu antlaşmanın içinde en başta Kürdlerin durumu, Musul konusu (sonraya bırakılmasına karşın), petrol konusu olduğu açıktır.
1. Meclis’in son günlerinde, Musul’dan vazgeçildiğini anlayan mebuslar, Mustafa Kemal-İsmet Paşa ikilisinin bu tutumunu şiddetle eleştirmişlerdi. Ancak ikili, bazı tavizler karşısında Musul’dan kurtulmak istedi. İkili, Musul’un Türkiye’de kalması hâlinde Kürd nüfusun Türk nüfusla neredeyse eşit olacağı ve Kürd sorununun büyüyeceği kaygısını taşıyor; bunu açık söyleyemiyorlardı. Konu derindi…
Bu dönemdeki gelişmelerin en büyük nedenlerinden biri de Kürdlerle Ermeniler arasında çıkartılan çelişkilerdi. 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonraki süreçlerde, Batılıların Ermeni meselesindeki yanlış tutumları sonucu, Sevr-Lozan sürecinde, Akdeniz’den Karadeniz’e, tüm Kuzey Kürdistanı (Vilâyat-ı Sitte) da kapsayan ve gerçekçi olmayan Büyük Ermenistan Projesi gündemdeydi. Etrafta, “Kürdistan Ermenistan olacak” propagandası yaygındı. Bu durumda, Müslüman Kürdlerin, Hıristiyan Batıyı ve Ermenileri değil Müslüman Osmanlı’yı (Türkleri) tercih etmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Ve Lozan’ın en büyük kaybedeni mazlum iki halk, Kürdler ve Ermeniler oldu. Lozan’ın bir diğer kaybedeni de Yunanistan’dır…
Antlaşmada gayrimüslimlere azınlık hakları tanınırken Kürdlerden hiç söz edilmemiştir. Güya onlar çoğunluk sayılmıştır. 39. maddenin fıkralarında belirtilen, “Dilleri Türkçe olmayan vatandaşlara mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanma hakkı, vatandaşlara her yerde istediği bir dili kullanma hakkı, herkese kanun önünde eşitlik hakkı” gibi ifadeler de Kürdler için bir şey ifade etmemiştir. Türkiye bu maddeyi ısrarla ihlal ederken Kürdler veya Kürdler adına siyaset yapanlar, bu güne kadar, bu maddeyi zorlayarak herhangi bir şey yapmadılar/yapamadılar.
Yüz yıl önce, Lozan’da, emperyal güçler ve bölge güçleri hep birlikte, Kürdleri parçalara bölerek sömürge durumuna getirdiler, Kürdlere bir kefen diktiler. Kürdlerin görevi de bu kefeni yırtmak olmalıdır. Şartların uygun olduğu bu süreçte, neden Kürdistan kurulmamış, neden Sevr’de Kürdlere tanınan statü de ortadan kaldırılmıştır? Bu süreçte, hep Kürdlerin emperyalistlerle işbirliği yaptığı iddia edilir. Kürdler emperyalistlerle işbirliği yaptıysa hani Kürdistan? Kimin emperyalistlerle işbirliği yaptığı, kimin onlara meydan (!) okuduğu açık değil mi?..
Bitirirken…
Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi üzerinde kurulan Türkiye, bu antlaşmayla, uluslar arası topluma varlığını kabul ettirdi; üzerinde çoğunluk hâlinde yaşadığı ve üzerinde çoğunluk olmadığı, Kürdistan coğrafyasının önemli bir kısmının da tapusunu aldı. Yüz yıl önce imzalanan bu antlaşmayla, Kürdler tarihi bir haksızlığa uğratılarak, Kürdistan uluslararası bir sömürge hâline getirildi ve Kürdler dünyanın devletsiz en büyük halkı durumuna düşürüldü. 17. yüzyılda Kasrı-i Şirin Antlaşmasıyla ikiye bölünen Kürdistan bu kez beşe bölünmüş oldu.
Türkiye’nin egemenliğindeki Kuzey Kürdistan (Bakur), İran’ın egemenliğindeki Doğu Kürdistan (Rojhilat, bu parça daha önce koparılmıştı), Suriye’nin egemenliğindeki Güney-Batı Kürdistan (Rojava) ve Azerbaycan-Ermenistan egemenliğindeki Kafkas Kürdistanı’nda, Kürdlerin hiçbir resmi statüsü yoktur, Kürd halkı, asgari ulusal haklara bile sahip değildir.
Hâlen Irak devleti egemenliğindeki Güney Kürdistan’da (Başur) ise bir süredir federatif bir yapı vardır. Acil olarak Güney’deki bu federal yapının devletleşmesi, Güney-Batı’daki yapının özerkleşmesi gerekir. Suriye’nin egemenliğinde ve bir kısmı Türkiye’nin işgalindeki Güney-Batı Kürdistan’da verilen mücadele bir belirsizlik içindedir. İran egemenliğindeki Doğu Kürdistan’da, Kürd halkı İslami bir rejimin baskısı altındadır, her gün Kürd gençleri idam edilmektedir. Kürdlerin büyük çoğunlukla yaşadığı Kuzey Kürdistan’da ise Kürdlerin hiçbir ulusal hakları yoktur. Onlara gösterilen tek yol asimilasyondur, Türkleşmedir.
Kürdlerin bu durumda olmasının en önemli sebebi, yüz yıl önce imzalanan bu antlaşmadır. Kürdler, esas olarak kendi mücadeleleriyle özgürlüklerine kavuşacakları bilincindedirler ancak günümüzdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinde, diplomasi de önem kazanmıştır. Kürdler, haklı olarak, verdikleri mücadelede, bu durumun meydana gelmesinde ortak olan uluslararası toplumu da yanlarında görmek istemektedirler. Antlaşması’nın 100. yıl dönümü dolayısıyla, bir süredir Kürdler arasında, konuya kısmi bir ilgi olduğu görülüyor. Yeterli olmasa da bazı etkinlikler yapılıyor. Kürdler, esas olarak daha önce var olan kısmi özerkliklerini Lozan’la kaybettiler. Kürdler için, olanların telafisi mümkün olmamakla birlikte, Ortadoğu bölgesindeki huzur için uluslararası toplum, bir şeyler yapmak zorundadır.
Tüm bunlara karşın Kürdler haklıdır, mücadeleleri devam edecektir. Kürdlerin, ideoloji ve inanç kalıpları dışında, ulusal değerleri etrafında bir araya gelerek, uluslararası topluma kendilerini kabul ettirmesi gerekir. Büyük bir çoğunluk olan Kuzey Kürdleri, daha farklı sivil itaatsizlik eylemleri de ortaya koyabilirler.
Bilinmelidir ki, Ortadoğu’daki kargaşanın esas nedeni, bu bölgenin kadim halkı Kürdlere, 1923 yılında Lozan’da yapılan bu tarihi haksızlıktır. İran ve Suriye’deki gelişmeler, radikal dini grupların ve bazı terörist grupların ortaya çıkışı, hep bununla ilintilidir. Bu haksızlık sona erdirilmedikçe, Kürdler özgürlüklerine kavuşmadıkça, Ortadoğu’dan Batı’ya göçler bitmeyecek, tüm dünyadaki huzursuzluk sona ermeyecektir…
16.07.2023
“Araştırmacı-Yazar
İsmail Beşikçi Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi