Ana SayfaSIYASETREJİM DEMOKRATİKTİ, SONRA MI “OTORİTER”LEŞTİ!/SİNAN ÇİFTYÜREK

REJİM DEMOKRATİKTİ, SONRA MI “OTORİTER”LEŞTİ!/SİNAN ÇİFTYÜREK

Son haftalarda; “AKP Ankaralaştı”, “hükümet otoriterleşiyor” dahası “rejim otoriterleşti” vb. üzerine epeyce tartışıldı, yazıldı.  Öyle ki köşe yazarları, son haftalarda ağırlıkla bu konuyu işlediler halende işliyorlar. Özellikle liberal kesimin basın alanındaki temsilcileri; Dink cinayeti kararı, Roboski de 34 Kürt köylüsünün katliamı ve aralıksız genişletilerek sürdürülen KCK operasyonları karşısında, AKP hükümetinin pozisyonunu adeta şaşkınlıkla izliyorlar.  Şaşkınlıkla izliyorlar zira sanki yeni bir Erdoğan yeni bir AKP fotoğrafı görüyorlar!

Bu sorun irdelenirken rejimin niteliği kadar askeri vesayetin kalkıp kalkmadığı da tartışmanın ışığında daha iyi görülebilir.

1 – AKP’li çekirdek kadro, partiyi kurarken “Milli Görüş gömleğini çıkarttık” demekle zaten Ankaralılaşmanın ilk ciddi adımını böylece atmış oldular. Gerisi hükümet olma sürecinde devlet ve sermaye ile ve bu ikilinin sürekliliğinin gerektirdiği sorumluluklarla yüzleşmeleri AKP’nin Ankaralılaşma/devletleşme sürecini derinleştirecekti.

İkinci adım, Ergenekon operasyonları üzerinden geliştirildi. Ergenekon operasyonu, Kürt açılım, anayasa referandumu ve yargı reformu gibi bütün bu “demokratik adımlar”, AKP hükümeti eliyle icra edildiler ama bileşenleri, AKP bileşenleri ile sınırlı olmadığını daha önce yazmıştım. Söz konusu operasyon ve açılımların arkasında;

ABD rejiminin, Türk Ordu-derin devletin içindeki Avrasyacı damarın temizlenip yeniden yapılandırılması arayışları,

Uluslar arası ve Türkiye sermayesinin bölgesel, küresel ihtiyaçlarının Türkiye üzerinden bölgeye taşınmasının gereklilikleri,

TSK’nin üst düzey generallei içindeki belirli kadrolarında bu arayış ve gerekliliklere ikna olmaları ya da edilmeleri,

İşte bütün bu bileşenler, AKP hükümeti ile birlikte bilinen operasyon ve açılımlar üzerinde uzlaştılar.  İcra eden siyasi güç AKP hükümeti ama icraatların arkasında duran bileşen çok daha geniş idi ki buna Gülen Cemaati’ni de eklemek gerekiyor.

AKP’nin Ankaralılaştığı yanı devletlileştiği süreç aynı zamanda devletin de kısmen AKP ve Cemaatin rengine büründüğü süreçtir, bu karşılıklı olarak devam ediyor. Ancak denilebilir ki AKP, küresel aktörlerin de desteğine rağmen devleti dönüştürmekten çok kendisi dönüşerek devletleşti!

2 – AKP’nin Ankaralılaştığını, Ordu ve devlet ile nasıl uzlaştığının da ötesinde örtüştüğünü somut olaylar üzerinden görmek istiyorsak halen zihinlerde canlılığını koruyan üç olaya (cinayet ve katliama) bakmak yeterlidir. Bu üç olay; Mahkemenin karar verdiği Hrant Dink cinayeti, Roboski köyü katliamı ve topraktan fışkıran toplu mezarlardır.

Tüm olgu ve bulgular Dink cinayetinin arka planında devlet örgütünü işaret ettiği halde Mahkeme karar verirken “örgüt yoktur” dediğinde, “AKP hükümeti üzerine düşeni yaptı ama bağımsız yargının kararı bu yönde oldu ne yapalım”   denilerek geçiştirilemez. Hükümet üzerine düşeni yapmak yerine “kutsal” devlete toz kondurtmamaya çaba göstermiştir.

AKP ve Erdoğan’da aynı tavrı bariz olarak Roboski katliamında da görürüz. Göz göre göre 34 sivil Kürt genci-çocuğu, uçaklardan yapılan bombardımanla katledildiler. Bu açık katliama rağmen hükümet ve Erdoğan özür dilemek, dahası sorumlular hakkında soruşturma açtırmak bir yana katliamı nedeniyle Ordu ve MİT yetkilileri özenle savunup korudu. Roboski’de ki katliama bir özrü bile çok görmesi, Erdoğan’ın Dersim özrünün defolu oluşunu da pekiştirdi.

Kürdistan’ın özellikle de Diyarbakır-Şırnak-Hakkari üçgenin neredeyse her yerinde toplu mezarların bulunduğu, toprağa gömülü cesetler hakkında gerçeğe en yakın rakamları veren İHD, MAZLUM-DER gibi sivil kurumların raporlarına ve Diyarbakır İç Kalede tüyler ürpertici insan kafatası ve kemiklerine her gün bir yeninin eklenmesine rağmen, şu ana kadar dönemin sorumluları hakkında sözü edilir bir soruşturmanın yapılmamış olması da, AKP’nin iktidar sürecinde nasıl devletleştiği ve Ordu ile uzlaştığının tipik başka göstergeleridir.

AKP, Roboski katliamını, Ordu’nun özellikle en çok müdahil olduğu Kürt sorununda siyasete müdahale etmesini engellemede bir fırsat olarak görüp üzerine gitmek yerine, Ordu’yu savunup sahiplenmiş olmakla da muhtemel bir soruşturmanın da önünü kesmiştir.

3 – Türk rejimi için,  AKP iktidarı döneminde “otoriterleşti” demek yanlışın ötesinde siyasi körlük olur. Böyle bir iddia ne Osmanlı’nın son yıllarında gerçekleştirilen Ermeni soykırımını; ne Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte gayrı Müslimlere dönük izlenen baskı, tehcir ve 6-7 Eylül gibi devlet destekli provokasyonları; ne farklı ulus ve azınlıklardan tek bir ulus yaratma adına başlatılan ve 90 yıldır aralıksız sürdürülen ırkçı şoven asimilasyon politikalarını; ne Kürt halkına dönük sayısız katliam ve Dersim soykırımını; ne derin devletin planladığı 1 Mayıs 1977 ve Çorum, Maraş katliamlarını; ne Ordu tarafından gerçekleştirilen onca askeri, faşist darbeyi; ne de 1990 yıllarda Kürdistan’da onca faili meçhulü, onca toplu mezarı, onca yakılan, boşaltılan mezra, köye ve ilçelerin durumunu izah etmez. İzah etmez zira AKP daha siyaset sahnesinde yokken tüm bunlar yapılmıştı.

Türk devleti nitelik olarak başından beri ırkçı, gerici, otoriter olmanın ötesinde devlet ve sermayenin ihtiyaçları gerektirdiğinde faşist darbeler, hükümetler ürütebilen nitelikte idi.  AKP’nin bu niteliğe başından beri rötuşların dışında köklü bir itirazı yoktu ve olmadı. Olmazdı da çünkü AKP’yi kuran çekirdek kadro ya antikomünist anti Kürtçü Milli Görüş tedrisatından geçip gelmiş ya da MHP’nin geçmişteki militan karolarından kopup gelmiş kadrolardı. Bu kadroların devletin otoriter yapısıyla bir sorun yaşayacağını düşünmek saflık olur. Bu nedenle AKP, devletin otoriter niteliğinde adeta kendini buldu, dolaysıyla bütünleşti ama kendi rengini de vermeye çalıştı, çalışıyor. Polis, yargı, ordu yanı devlete kendi rengini vermeye çalışan AKP içinde de bir AKP ya da müttefikleri var. Bu müttefik Gülen Cemaatinden başkası değildir. Ali Bayramoğlu bunu “Neden otoriterleşiyoruz?- 2” başlıklı yazısında şöyle belirtir:

“Nitekim Ergenekon, KCK ve asker meselesinde tüm adli soruşturmalar genel ve sistematik takip yetkisine sahip ‘polis istihbarat birimleri’ merkezli yürütülüyor. Aylarca süren takip ve soruşturmalarda, savcılar ‘yönlendirici ve denetleyici’ değil, ‘onaylayıcı ve meşrulaştırıcı’ bir işlev görüyor. Mahkeme heyetleri önlerine gelen dosyalar itibariyle onları izliyor. Bu durumda bu yapı sadece suç takibi değil, suç alanı ve politikaların üretilmesi ve yürütülmesine soyunuyor. Buna imkân veren de emniyetin genel takip ve yönlendirme yetkisiyle, uygulama adı altında ‘kapsam tanımı’ yapma araçlarına sahip bulunması oluyor…

Gelelim asıl soruya: Bu yapı, hükümetten ayrışıyor ve neden ipleri germe eğilimi taşıyor?

Şu açıktır: Ergenekon, KCK ve asker soruşturma ve davaları bu yapının ana üssünü, ana gücünü oluşturmaktadır ve bu güç burada verilecek en küçük bir tavizi, makaranın geriye sarması olarak algılamaktadır. Bu çerçevede kural dışı uygulamalarını, fikir ile eylem, siyaset ile düşünce arasındaki farkları hiçe sayan tutumunu gevşeteceği yerde tahkim etmektedir” diyor!

Bu alıntı neye işaret ediyor? AKP hükümet sürecinde, iktidar içerisinde farklı iktidar odaklarının farklı hesaplarının olduğu ve bu hesapların bazen örtüştüğü gibi bazen de çatıştığına. Peki yeni olan ya da devlet ve hükümetin otoriter yapısını daha da pekiştiren ne ki bizim liberaller koro halinde “rejim ve hükümet otoriterleşiyor” diye yazıyorlar? Bu konuda üç önemli yeni gelişmeden söz edebiliriz.

Birincisi; hükümet olma sürecinde AKP kadrosunun, genelde devletin, özelde Türk devlet yapısının dikta özelliğiyle derinlemesine yüzleşirken orada bir nevi kendini bulması. Bu anlamda gerici, şoven devlet dokusuyla AKP’nin ehlileştirilmiş “Milli Görüş”ü birbiriyle buluşarak küresel girdilerin de etkisiyle yeni bir sentez ortaya çıkartmıştır.

AKP, siyaset kadrosunun dokusu, geldikleri gelenek ve savundukları siyaset disiplini itibariyle zaten otoriter yapıda kuruldu. Bu yapıda olan bir AKP’nin, devletin özetlediğim otoriter yapısıyla bir çelişkisi olmadı ve daha ilk günden bu yapıyla barışık yaşadı.

AKP’nin “çözeceğim” dediği ama askıda bıraktığı; Kürt ulusal özgürlük talepleri, anayasa meselesi, Alevi toplumunun talepleri, Kıbrıs ve AB yolunda atılacak adımların yarı yolda bırakılması sürecinde yaşanılanlar; Dink cinayeti ve Roboski katliamında alınan tavır, özel yetkili mahkemelerin KCK ve genelde muhaliflere karşı DGM’leri aratmayan tutumu, evinde kitap bulunduran ya da protesto eyleminde bulunan öğrencilerin yargılanmaları vb. tüm bunlar AKP’nin AP’lileşme, Erdoğan’ında Demirelleşme yolunda ilerlediğinin işaretleridir.

İkincisi; Ortadoğu savaş kokuyor ve TC devleti bu savaşın aktif bir tarafı olmaya hazırlanıyor ki Batı’nın da kendisine yüklediği misyon bu.

Suriye üzerinden yaşanılan bölgesel hatta küresel çaptaki saflaşma mezhepsel düzlemde ki saflaşma ile derinleşiyor. Öyle ki Suriye üzerinde ki saflaşma, Güney Kafkaslardan Mısır’a kadar uzanan geniş coğrafyada tehlikeli bir saflaşma olarak Şii-Sünni saflaşması üzerinden derinleşiyor. Tarihi kökleri çok gerilere dayanan bu saflaşmanın bölgesel aktörleri olarak İran ve Türkiye öne çıkıyor.

Bölge halklarını ciddi yoracak, halklar arası dini ve etnik ayrılıkları derinleştirecek saflaşma ve muhtemel bir savaş hesap edilemeyecek ağır sonuçlara yol açabilir. Ayrıca bölgedeki her gelişmede her olayda Kürt/Kürdistan meselesinin görünür olması ya da olay ve süreçlerin bir bileşeni haline gelmiş olması, Türk rejimini derinden kaygılandıran bir diğer temel gelişmedir.

Bunlar, Türkiye için neyi ifade eder? Devletin otoriter, baskıcı yapısının daha da pekişmesi, G-20’nin ve AB uyum yasalarının gereklerinin yerine getirilmesinin askıya alınması yanı AKP hükümetinden yeni demokratikleşme adımları beklenirken var olan demokrasi kırıntılarının da törpülenmesiyle yüzleşebiliriz.

Üçüncüsü; kapitalizmin derinleşen krizinin küresel ve ülkesel düzlemde siyaset üzerinde ki etkisi meselesidir. Derinleşen kriz ve işçi emekçi kitlelerin krizin yükünü “omuzlamayacağız” tavrı etrafında gelişecek olan kitlesel direniş ve eylemlilikler, siyaset iklimini sertleştirecektir. Bu ve paralel gelişmeler, devlet ve hükümetlerin ve tabi ki sermayenin, küresel çapta demokrasi oyununu oynama alanlarını daraltacaktır.

Zira unutmayalım ki kapitalist rejimlerde demokrasinin sınırını karşıt iki şey belirler.Birincisi, işçi emekçi kitlerin ve devrimci, ilerici muhalefetin ekonomik, sosyal, siyasal alandaki kazanımlarıyla demokrasi ve özgürlükler alanını genişletmeleridir. İkincisi, devrimci muhalefetin isyan ve direnişlerinin ucu gelip “kutsal” mülkiyete dayandığında, devlet ve hükümetlerin demokrasi ve özgürlükler alanını daraltma yönelimidir ki ben bunu sermayenin demokrasi oyununa “paydos” demesi olarak görüyorum. Şimdi bu sürece adım atılıyor. Kitleler en net olarak Wall street’te finans sermayenin merkezlerini hedeflediklerinde bu yaşandı. Ne zaman ki direnişçiler, sermayenin “kutsal” mekânlarına yanı özel mülkiyetin merkezlerine yöneldiler bu sermaye için demokrasi oyununun sınırına varılıyor demektir. Orada artık oyun biter sermayenin ve rejimlerinin (hükümetlerinin) gerçek yüzünü tüm çıplaklığı ile görebilirsin. Sergilenen yüz: baskıdır, saldırıdır, kitlesel katliamlara varan faşist pratiktir! Küresel çapta krizle paralel gidişat bu yöndedir. Örneğin;

Kapitalist liberalizmin merkezi ABD’de küçük çaplı gösterilerde bile polisin, göstericilerin gözüne gözüne biber gazını sıkması, neredeyse gösteriye katılan her eylemcinin tutuklanması bunun yakın örneğidir. ABD’de bunlar olurken, AKP hükümeti de Roboski katliamında orduyu sahiplenecek pratik geliştirecekti.

Dünyada bu yönde gelişmeler olurken, Türk rejim ve hükümetinde tersini yanı “demokratik” açılımlar beklemek yanlış olur. Türk rejimi ve AKP hükümetinin, genelde ilerici, devrimci özelde de Kürdistan ulusal demokratik muhalefetine karşı daha baskıcı daha saldırgan bir siyaset izleyeceğini söyleyebiliriz. Kısacası, rejim ve hükümet daha önce “demokratik” idi şimdi “otoriterleşiyor” denilemez, yeni olan anti demokratik yönünün derinleşmesidir.

4 – Asker siyasete karışmamalı doğru prensibinin altını çizerken şunu da ekleyelim; asker demek “baskıcı, otoriter, faşist”, sivil ise tersine “demokrat, özgürlükçü” genellemesi özellikle de Türk siyaset patriğinde yanlıştır. Ayrıca dünyada sivil siyasetin nasıl da canavarlaştığının somut örneği Almanya ve İtalya’dır. Ülkelerini ve dünyayı kana bulayan Alman Nazizm’i ve İtalyan faşizminin sivil siyasetin ürünü olduğunu hatırlatalım.

Türk siyaseti somutta da AKP hükümeti, sivil siyaset üzerindeki askeri vesayeti kaldırabildi mi? Bu soruya kısmen evet diyebiliriz. Kısmen çünkü Ergenekon operasyonunun arkasındaki bileşenlerin uzlaşabildiği sınırlar içerisinde askeri vesayet geriletildi, fakat aynı süreçte sivil siyaset de (AKP hükümetinin bileşenleri de) kısmen askerileşti! Bayramoğlu’ndan aktardığım alıntı dikkatli okunursa, sivil bir cemaatin polis ve istihbarat birimleri üzerinden nasılda baskıcı, otoriter hatta yeşil faşizan bir pratik geliştirdiğini ibretle görürüz.

Kısacası askeri vesayet kısmen geriletildi ama belirttiğim artan bölgesel savaş iklimi ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayetini güçlendirecek potansiyeli barındırdığını unutmayalım!

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights