Ana SayfaÇAND HUNERNAZIM HİKMET ANILIRKEN…

NAZIM HİKMET ANILIRKEN…

Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı TKP, ulusal sorunda hep Kemalizm’in etkisi altında kaldı. Elbette içlerinde işçi sınıfı ideolojisini çok iyi bilenleri de vardı. Fakat onlar partide hiç etkili olamamış, sanki devlet güdümlü bir politika parti merkezinde hep etkili olmuş izlenimi bende oluştu. Partinin akıbeti ise benim kanımı destekler nitelikte!..

 Nazım Hikmet 54. Ölüm Yıldönümünde Anılırken O’nun Ölü doğan TKP’si İse Artık Yok Aramızda!..

 Abuzer Bali Han / Yazarın tüm yazıları için tıklayınız

Nazım Hikmet (Nazım Hikmet Ran) 20 Kasım 1901 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan Selanik’te dünyaya geldi. Birçok kişi gibi o da ailesi tarafından 17 Ocak 1902 tarihinde nüfusa kaydedildi. O, 1913 yılında Galatasaray Lisesi’ne başlamış, 1917 yılında ise askeri bir okul olan Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girmişti. Birinci dünya savaşı yıllarına rastlayan bu dönemde okulu bırakarak Anadolu Kurtuluş Savaşı saflarına katılarak savaşmış. Düşüncelerinden dolayı bahriye okulunu bitirmeden okuldan ayrılmak zorunda kalmış. Nazım Hikmet çok iyi bir edebiyat eğitimi almış. Dedesi paşa olduğundan dolayı özel eğitim görmüş. Edebi sahada epeyce bilgi sahibi olduğundan dolayı aldığı edebiyat eğitimi, O’nun Bolu’ya öğretmen olarak atanmasına neden olmuş. Sonra bu mesleği benimsemeyip, birçok devrimci kişi gibi sosyalizme gönlünü kaptırmış!.. O’nun uluslararası sosyalistliği ilk kez ciddi anlamda Batum üzerinden Moskova’ya gitmesiyle başlar. Moskova’da siyasal bilimler ve iktisat dallarının yanı sıra politik seminerlere de katılarak kişiliğini geliştirir.

İlk şiiri olan Feryad-ı Vatan’ı 1913 tarihinde yazdığı halde, 1924 yılında Moskova’da ancak ilk şiir kitabı “28 Kanunisani”yi yayınlatabilmiş. Şiir kitabını yayınlattığı yıl İstanbul’a dönerek “Aydınlık” adlı dergide şiirlerini yayınlatmaya başlar. Bu dergide yayınlanan şiirlerinden dolayı O’nun şairlik yıldızı parlar! Fakat özel yaşam yıldızı da karanlık zindanların karanlığında soluk kalmasına neden olur!—

Şairlik yıldızı parlayan Nazım Hikmet’in şiirleri egemen gerici güçlerin gözüne diken gibi batmış. Bu nedenle o dönemde adam öldürse bile alamayacak olan 15 yıl gibi bir hapis cezası Nazım Hikmet Ran için istenmiş. Bu cezayı çekmemek işin Nazım tekrar Moskova’ya döner. 1928 yılında çıkan bir af ile O, tekrar Türkiye’ye döner. Bu kez de “Resimli Ay” dergisinde çalışmaya başlar. Aynı zamanda bu dergide şiirleri yayınlatır.

Nazım Hikmet, Türkiye’de serbest şiir yazma geleneğini ustalıkla ilk kullanan şairlerden biriydi. Belki de ilk başarılı örnek verenlerdendi. Nazım Hikmet, sadece bir şiir ustası olarak değil, edebi türlerin çoğuyla başarılı örnekler geride bırakmış. Nazım Hikmet’in şiirleri arasında “Özgürlük Savaşı Destanı”, “Memleketimde İnsan Manzaraları” en çok okunan ve basılanlar arasında yer alır. Hayal dünyası dünyaya sığmayan o koca şair, dönemindeki yöneticilere yaranmak ve dalkavukluk yapmaktan kaçınmış. O’nun ezilenlerden yana, işçi sınıfı saflarında yerini almasından dolayı, egemenler O’nu artık bir türlü rahat bırakmazlar. Devlet, Nazım Hikmet’i karanlık zindanlarda yıllarca sebepsiz yere tutuklayarak, o günkü devleti yönetenler ile bugünkü yöneticiler sanki bunca zamanı dondurarak idareyi devir almışlar gibi!..

 

Nazım, dışarda yaşarken aşksız hiç kalmamış. O’nun evlilikleri hep maceralı olmuş. Sovyetlerde okurken ilk kez birinci evliliğini yapar. İlk evliliği bir Türk olan Nüzhet Hanım’la yapar. Nazım Hikmet ve Nüzhet Hanım birbirlerinin çocukluk arkadaşı idi. Her ikisi de Moskova’da üniversite öğrencisi iken evlenmeye karar verirler. Nüzhet Hanım’ın ailesi böylesi acele bir evliliğe karşı olmalarına rağmen, Nazım ile Nüzhet Hanım evlenirler. Bir süre sonra Nüzhet Hanım’ın sağlığı bozulur. O, İstanbul’a geri döner. Bu evlilik iki yıl kadar sürmüş. Sonra belki de ailesinin etkisi ile Nüzhet Hanım boşanmaya karar vermiş. Bu boşanma, şairi oldukça mutsuz kılar! Bir insanın hayatındaki ilk evlilik, ilk mutluluk çok önemlidir. O mutluluğu bir kez insan kaçırdı mı onu bir daha kolay kolay yakalamak mümkün değil. Şairi yıkan bu ilk evliliğinin ardından gelen 12 evlilik daha şairi oyalayan ve zaman akışına O’nu kaptıran birer yaşantıya dönüşmüş. Nazım, ilk evliliğinde Nüzhet Hanım’ı çok sevmiş olacak ki, ondan sonra O’nun gibisini bir türlü bulamamış!

Nazım Hikmet Ran’ın ikinci eşi ise Rus kökenli olan Dr. Yelena Yurçenko (Lena)’dır. Bu her iki evlilikten sonra şairin şiirlerinde adı geçen Piraye Hanım ile O, daha 1930’lu yıllarda tanışır. Piraye Hanım’ı Nazım Hikmet’le tanıştıran Nazım’ın kız kardeşidir. Piraye, kocasından ayrılmış, dul bir kadındı. O’nun bir erkek ve bir de kız çocuğu vardı. Piraye Hanım’a yazdığı mektupların içeriğinden anlaşıldığı gibi O’nunla mutlu günler ve anılar yaşadığı şiirlerine de yansımış. Nazım ve Piraye aşklarını 31 Ocak 1935 yılında evlenerek pekiştirirler.

Nazım, Piraye adına evli kaldıkları sürece çok şiir yazar. O’na olan aşkını güzelim şiirlerinde satırlara dizer. Mahpusluk yılları her ikisinin de ilişkilerini soğutarak, Nazım, O’nu kalbinden koparıp attığında O, yeni aşklara yelken açar!..

Nazım Hikmet’in hapis yılları Atatürk’ün öleceği yıl olan 1938 yılına rastlar. Nazım’ın hapse atılması Nazım’ı hüzünlendirir. Nazım Hikmet, kendisine verilen cezayı çekmek için önce Çankırı, sonra Bursa ve İstanbul cezaevlerinde yatar. 1950 yılında çıkarılan bir af ile cezasının üçte ikisi affedilir. Cezaevinde iken bu defa kendisini ziyarete gelen ve dayısının kızı olan Münevver Hanım’a aşık olur. Bu tanışma devresinde büyük aşkı olan Piraye Hanım’dan resmi olarak boşanarak, Münevver Hanım’la evlenir…

1938 yılında komünizm propagandasını yapma suçundan 28 yıl hapis cezasına çarptırılır. Atatürk ile hemşeri olup, her ikisi de Selanikliydi. Bazı edebi ve siyasi toplantılarda bir araya geldikleri halde Atatürk ile Nazım Hikmet’in yıldızları birbiriyle barışık olmamış!..

Nazım’a 12 yıl hapis yatma O’na zor gelir. Dışarı çıkar çıkmaz Moskova’ya tekrar döner. Bu dönüş izinsiz olduğundan Nazım Hikmet, Türkiye vatandaşlığından çıkarılır. O, Polonya vatandaşlığına geçerek “Borzecki” soyadını alır. Bu tarihten sonra O, sadece Polonya’da değil, tüm sosyalist ülkelerde büyük ve enternasyonalist şair olarak ilgi görür. O’nun dünyada gezmediği memleketin sayısı pek azdı. Nazım Hikmet, hep Türkiye Komünist Partisi’nin üyesi olarak kaldı. O, komünist partinin bugünkü Türk solu ve sosyal demokratlarına miras bıraktığı şovenistlik duyguları, ne yazık ki Kürtler açısından Nazım Hikmet’e de bulaştırmıştı!  Çünkü şairin şiir ve yapıtlarında Kürtlere yer verilmemiş. O, her ezilen halktan bahsederken, gözünün önünde, burnunun dibinde yaşayan ve her türlü ulusal demokratik haktan mahrum olan milyonlarca Kürd’ü görmemezlikten gelmiş! Yalnız Nazım, ölümünden iki yıl önce 1961 yılında Bedirhan Paşa’nın torunu, Bedirhan Ali’nin oğlu ve Paris’te Sorbon Üniversitesi’nde Kürdoloji öğretim üyesi, kürsü başkanlığını yapan Prof. Dr. Kamuran Ali Bedirhan’a gönderdiği bir mektupta O, Kürtlerden de bahseder. Bu mektupta Nazım Hikmet Ran, Kürt sorunu konusunda sert Kemalizm eleştirisi yaparak konuya değinir. Mektup Nazım Hikmet’in el yazısı ile yazıldığı için orijinal içeriklidir. Mektubun el yazması şöyle:

Mektubun tam metnini bir kez daha okunması için Latin baskı harfleriyle aşağıda olduğu gibi hiçbir değişikliğe uğratılmadan yer verildi. Bu mektupla Nazım’ın Kürtlere bakış açısı ne kadar değişebilir bilemem. Bildiğim kadarıyla ben biraz mektuptan etkilendim. Fakat Nazım, her doğru bildiğini dobra dobra söyleyen ve bir masada Atatürk ile sohbet ederken O’nu bile kıracak kadar doğruları söyleyen biriydi. Kürtler için bildiği doğruları, onları şiirlerinde işlemeyişi, aşkları olan 13 hanıma mersiyeler dizmesi O’nun büyüklüğüne yaraşır cinsten değildi!. Yine de Nazım Hikmet’in Kürtlere bakış açısını, bunu Kürt eleştirmenlerine bırakarak bu konuyu daha fazla irdelemek istemiyorum!..

Nazım Hikmet’in hapishane yıllarının uzun zifiri karanlıkta geçen zamanını kısaltan nice hayali aşkları da olmuştur. Bu konular tamamen O’nun gizemli hayal dünyasında kalarak yok olmuşlardır! Hayali aşklar uğruna yazılan şiirlerinin kahramanları, onlar sadece birer ilham perisi olarak yaşayıp, uçup maziye karıştılar! Bu hayali aşkların dışında, Nazım’ın hayali olmayan ve şiirlerinin konusunu teşkil eden gerçek aşklarına değinmekte yarar var. Bu aşklar arasında yukarda bahsedilen eşlerinin yanı sıra, şiirlerine konu olan Nazım’ın şu diğer aşklarını da belirtirsek, O’nun aşka ne kadar değer verdiği daha iyi anlaşılır. Şiirlerinde adları geçen Sabiha, Azize, Şükufe, Semiha Berksoy, Suat Derviş, Cahit Uçuk gibi hanımların da Nazım’ın yaşantısına renk katan ve iz bırakan hanımlar arasında saymak gerekir. Son iki ad olan “Suat” ve “Cahit” adı erkek adı olduğu gibi hanım adı olarak da kullanılırlar. Tıpkı “Muzaffer” ve “İsmet” adlarında olduğu gibi!..

Nazım’ın hayatının son yıllarında iki hanım daha O’nun teklemeye başlayan kalbinde yer eder. Bu hanımlardan biri Dr. Galina Grigoryevna Kolesnikova’dır. Nazım Hikmet Ran, 1952 yılında Çin’i ziyaret ederken O, bir kalp krizini geçirir. Acele olarak Moskova’ya geri dönmek zorunda kalır. Bu dönüşte kendisinin sağlık sorunlarıyla ilgilenen Dr. Galina Grigoryevna Kolesnikova, Nazım Hikmet’e aşık olur. Nazım, O’nu da kırmaz! Bundan sonra Nazım’ın doktoru, O’nun en yakın yardımcısı ve eşi olur. Nazım bu hanımla da tam 7 yıl süren bir yorgun aşk yaşar. Zira bu eşinin O’nun şiirlerine aks edecek kadar yeri olmaz!..

1955 yılında Nazım Hikmet, görsel ve kalıcı bir film çalışmasını yapmak ister. Yorgun düşen kalbine Nazım Hikmet daha fazla güvenemez! Geride bir film bırakmak ister. Kendisine bu film için bir yardımcı ister. Yardımcı olarak kendinden 30 yaş daha küçük olan Vera Tulyakova gönderilir. Vera Tulyakova, genç, güzel ve sarışın bir hanım olarak karşısına çıkar. Bu sarışın genç kızı ilk görüşte Nazım beğenir ve kalbinde O’na da bir yer vermek ister. Yalnız onların aşkları önünde duran bir evlilik ve ondan geriye kalan bir de çocuk vardı. Vera Tulyakova kısa sürede eşinden boşanır. Bu yeni hanım 18 Kasım 1960 tarihinde Nazım Hikmet Ran ile resmi olarak evlenir. Vera Tulyakova, şairin son batmak üzere olan akşam güneşiydi. O’nunla tam 3 yıl yaşayacağını önceden bilemezdi. Nazım Hikmet,  Vera Tulyakova ile her gün gidecekmiş gibi dolu dolu olan tam üç yılını yaşarken, O’nun adına yazılan şiirler geride bıraktı.

Vera Tulyakova, Nazım’ın son aşkıydı. O, aşklarını şiirlerinde süsleyip dünya edebiyatına bırakırken, artık tüm aşklarını ebedileştirmişti. Nazım Hikmet 3 Haziran 1963 tarihinde bir kalp krizi sonucu, çok sevdiği yurdundan uzak, yad ellerde hayata gözlerini kapamadan, açık gözlerle bu dünyadan ayrılırken, tüm insanlara barış ve özgürlük mesajlarını şiirleriyle yollamıştı. Ne yazık ki bunca aradan yıllar geçmiş, O’nun yurdu halen özgürlüğe sevdalı, barışa hasret! O’nun memleketi her yöndeki sıralamalarda dünya devletleri listesinin en alt yerlerinde yer alırken, elbette Nazım’ın kemikleri mezarının dahi yad ellerde olduğu şu dönemde O’nun kemikleri iki defa daha sızlayacaktır! O’na Anadolu’da bir çınarın dibine gömülmesini bile çok görenler utansınlar!

Nazım’ın, Kamuran Bedirhan’a yazdığı şu dizeleri bir hakikati vurguladığı için önemlidir. Mektupta :”Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, ‘Vurun Kürt uşağı namus günüdür’ diye başlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı. Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü.

Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.

Türk ve Kürt halklarının Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki millet kardeş milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor.

Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için yaptığı kavgayı can ve gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor.

Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir elbirliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insani haklarına kavuşabilir.” diye yazıyordu.

Nazım Hikmet’in de içinde yer aldığı TKP, ulusal sorunda hep Kemalizm’in etkisi altında kaldı. Elbette içlerinde işçi sınıfı ideolojisini çok iyi bilenleri de vardı. Fakat onlar partide hiç etkili olamamış, sanki devlet güdümlü bir politika parti merkezinde hep etkili olmuş izlenimi bende oluştu. Partinin akıbeti ise benim kanımı destekler nitelikte!..

TKP’nin son yıllarını izlerken şu olayla onlar hakkında olumsuz bir kanıya vardım! Onları 1960 ve 1970’li yıllarda izlediğimde parti oportünist ve Kemalizm çizgisinde olanların hakimiyetindeydi. Dünya sorunlarını o zamanki Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin düşündüğü gibi düşünürken, TKP’lilerle aynı saflara düşüyorduk. Bu bir yanılgıdan ziyade Kürt sosyalistlerinin o zamanlar ya doğruyu bilmeyişleri ya da sosyalist  Kürt liderlerin oportünist bir çizgide politika yapmalarından kaynaklanıyordu. O dönemde lider olup da eleştirisini vermeyen ve halen örgüt liderliğini yapan sosyalist Kürtler, elbette onlar da halen tarihi bir sorumluluğu taşımaktadırlar!..

Anadolu anti emperyalist Ulusal Kurtuluş Hareketi, sadece Türkler için değil, Kürtler için de halen tarihin önemli ve şerefli sayfaları arasında yer alır. Nazım’ın deyişiyle: “O savaş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri olan Vurun Kürt uşağı namus günüdür! diye başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tanımağı vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü. Bu devir, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması devridir!” diye sözlerini bitirirken O’nun bu tespitini partinin daha kuruluş (10 Eylül 1920) yıllarında partinin liderlerinden biri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı zaten yapmıştı. O, bu görüşlerinden dolayı partide tek kalmış ve kimse O’nun bu doğru tespitini desteklememişti! Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kürtler için o dönemde çok şey söylemediği halde başı bir türlü dertlerden kurtulamamıştı! Kendi ifadesiyle de “Kürt sorununda söylenecek o kadar çok şey var ki ama…” diye düşüncesinin sonunu getirememişti!..

Aradan bunca yıl geçtiği halde, Türkiye’de Kürtler açısından doğruyu korkmadan söyleyen kaç Türk varki?!. Doğruyu söyleyenlerin çoğu da Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi hapislerde yatmaktalar! Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu doğru teşhislerinden dolayı yıllar öncesi tüm ömrünü mücadeleyle, bunun 22 yılını da hapiste geçirmek suretiyle bitirdi. Birçok kez gözaltına alınarak işkencelere maruz kaldı. O, yılmadan doğru bildiği şeyleri onlarca yapıta da aktardı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1925 yılında Şeyh Said ve diğer Kürt ayaklanmaları sebep gösterilerek çıkarılan Takriri Sükun Yasası ile de İstiklal Mahkemesinde yargılandı. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ile Şevket  Süreyya  Aydemir’in TKP’den ayrılmaları ve parti arşivini polise teslim etmesi ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve diğer parti üyeleri birlikte bir daha tutuklanırlar.

Partinin (TKP) uzun yıllar Doğu Almanya’da kalması ve “Bizim Radyo” adı altında Türkiye ve dünyaya yayın yapan radyonun da orda olması, Nazım Hikmet’in de son yıllarını oralarda geçirmesine neden olur.

12 Eylül 1970 askeri cunta döneminde TKP’nin Türkiye’deki kadrolarının çoğu tutuklanır. O zamana kadar TKP’de çalışan Kürt kökenli devrimcilerin çoğu partiden ayrılırlar. Parti merkezinde olan Kürtlerden biri de sonraları parti kapatıldığında ve Türkiye’ye dönüş yaptığında, o zamana kadar  bilemediği Bedirhan Paşa soyundan oluşunu evde eski harflerle yazılan bir anı defterini eski yazı bilen bir hocaya okutarak öğrenir. Bu partide iken anti Kürtlük yapan A. Kardam’dan başka birisi değildi. Kardam, çalışkan ve dürüstlüğüyle tanınan biriydi. Fakat O’nun Kürt karşıtı oluşu, O’nun en zayıf tarafıydı. Nasrettin Hoca’nın dediği gibi: “Yorgan gitti, kavga bitti!” misali parti kapandıktan sonra Kardam ve partinin diğer birçok üyesi Kürt dostu olarak kitlesel çalışmalara destek verdiler. A. Kardam sonraları halkını iyi savunan bir Kürd’e dönüşmesi, Bedirhan Paşa soyunu araştıran tarihi kaynaklara ulaşarak değerli araştırmalar yaparak, onları yayınladı!..

1983’te TKP Genel Sekreterliği’ne Haydar Kutlu takma adıyla Nebi Yağcı atanır. 7 Ekim 1987’de TKP 6. Kongresini yapar. TİP’te (Türkiye İşçi Partisi) aynı yıl içinde 8. Kongresini yaparak TKP ile birleşme kararını alır. Aynı yıl içinde Ekim ayında her iki partinin delegeleri bir araya gelerek Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin 1. Kongresini gerçekleştirirler. Yurtdışından dönenlerin TKP arşivini tıpkı ilk yıllarındaki yöneticilerin yaptığı gibi arşivi polise değil de bazı yabancı istihbarat kuruluşlarına büyük paralar karşılığında sattıkları dedikodusunu ise duymayan kalmaz! Sovyetler arkalarında iken Türkiye’yi kurtaracak kadar güçlü olan bu örgüt, o dönemde faşizmden kaçan devrimci gençleri Gürcistan’da yakalatarak tekrar Türkiye faşist hükümetlerine teslim etmek ile uğraşıyordu. Bir de Avrupa’da 1960’lı yıllarda gittikçe sayıları artan Kürt işçilerinin örgütlenmesinden ürkerek onların önlerini kesmekle uğraşıyordu! Bu konuyu gelecek araştırmacılara bırakarak konuyu değiştirmek istiyorum.

Bu koca partiyi gerçekten de komünistler mi yönetiyordu? Partinin merkezinde neden hep İsmail Bilen gibiler hep ağırlıktaydı? Bunu belgeleyecek olan araştırmacılar, devlet arşivlerinde önemli belgelere ulaşmalıdırlar. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. TKP’nin kuruluş yıllarında Celal Bayar’ın başkanlığında Türkiye’de sahte bir komünist parti nasıl kurulduysa ve bu sahte komünist parti nasıl ki bir şey yapmadan deşifre olmuşsa, elbette burjuvazi o kadar da ahmak değil! Yapacağı ikinci işini birinciden çıkaracağı derslerden ders alarak daha tedbirli yapmaz mı?!. Bu konuda tarihi belgeler devlet arşivinde varsa arşivleri konuşturmak zamanıdır. Belgelere dayanarak tarihi gerçekleri su yüzüne çıkarmak gerekir. Yoksa yüzeysel yazı ve anlatımlar ile birbirine çamur atmaktan öteye gidemeyiz!..

Eski sosyalist ülkelerdeki işçi ve komünist partilerin sırt üstü yatarak çöküşlerini yakın geçmişte hep beraber gördük. En azından TKP’de onlardan biriydi! TKP’nin daha fazlası, Türk gençliğini örgütleyeceğine, onu karşısına alarak onlarca gruba ayırıp birbirleriyle çarpıştırdı. Bu da gerici ve faşist hükümetlerin işine yaradı. Bunun hesabını Türk gençliği kimden soracak? 1970’li yılların o kocaman Türkiye gençliğini  TKP ve Sovyetler Birliği desteklemiş olsaydı, Türkiye bugünkü konumuna düşer miydi?!.

Birkaç konuda gören ve bilen biri olarak bir konuya değinmek istiyorum. Bu konuda belge de gerekmez. Çünkü görgü şahidiyim. 1970’li yılların başlarında yurtdışına zorunlu olarak çıkmam ve sonraları pasaportuma el konularak Türk vatandaşlığından atılmam beni Nazım’a daha da yaklaştırmıştı. Doğu ve Batı Berlin bir sınırla birbirinden ayrılmıştı! Doğu Berlin’de TKP’liler çok etkindi. Humbold Üniversitesi’nde Macar kökenli büyük Türkolog Prof. Dr. Georg Hazai’nin yanında Nazım Hikmet üzerine bir doktora tezi hazırlamaya karar vermiştim. Üniversite Sekreterliği ve Prof. Hazai, burs vereceklerini ve TKP’den referans getirmemi istemişlerdi. Ben de DİSK veya TÖB-DER’den referans getirebilirim, diye yanıt vermiştim. Başkalarının vereceği referans geçersizdir, diye beni yanıtlamışlardı. Bir süre sonra TKP’nin merkez komitesinde yer alan tanıdığım ve içlerinde Kürt, Yörük olan birkaç kişi ile ilişiğe geçtim. Bana “Sana referans veremeyiz! Kürtler çok şovenist ve milliyetçi! Daha önce de M. Baksi aynı işlem için baş vurmuştu!” diyerek olayı geçiştirmişlerdi. Benim de Nazım Hikmet üzerinde derinlemesine yapacağım çalışma ve bir tez hazırlamam daha başlamadan TKP’lilerin karşı koyması sayesinde sona ermişti. Doğu Almanya’da Kürtlerden sadece Irak Komünist Partisi kanalıyla gelen öğrenciler ancak burslu olarak okuyabiliyorlardı. Orada da ne yazık ki Doğu Almanya Komünist Partisi “Sosyalist Birlik Partisi” kısaltılmış şekliyle SED olarak adı geçiyordu. Bu sözde sosyalist parti, Sadam Hüseyin’i destekleyerek O’nun partisi olan Irak Arap faşist BAAS partisi ile işbirliği yapıyordu. Diğer yanda da SED, TKP ve TUDEH’in Kürt düşmanlığına ortaktı! Buna rağmen bu partiye kul gibi bağlıydık! Çünkü Kürt liderler bunu böyle emrediyorlardı. İnsan aşkına! Böyle Kürt liderlerinin TKP ve TUDEH’lilerden ne farkı vardı? Kürt sosyalistleri o zamanlar Kürtlere zulüm eden bu faşist partileri destekleyen komünist partilere kayıtsız, şartsız bağlıydılar. Daha doğrusu Kürt siyasi partilerinin liderlerinin çoğu kayıtsız ve şartsız olarak biraz yardım almak uğruna o dönemin komünist partilerinin peşine düşmüşlerdi!..

Yıllar sonra TKP’li bazı yurtsever kişiler, davranışlarının yanlış olduklarını anladıklarında, bunlar Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne gönüllerini kaptırdılar. O zamana kadar sosyalist ülkelerde Kürt öğrencilerinin okumasına ambargo koyan komünistler, yıkılıp yok olduklarından sonra, yüzlerce Kürt genci burslu olarak sosyalist ülkelerde okumaya başladılar. Eski sosyalist ülkelerde, Kürt tarih ve edebiyatı üzerine bugüne kadar yazılmış 150’den fazla doktora tezi var!..

****

O zamanlar Türkiye Komunist Partisi (TKP) ve İran Komunist Partisi (TUDEH) sanki başka bir işleri yokmuş gibi Kürt düşmanlığını yapmakla meşguldu. Yurtdışında Kürtler çoğalıp doğru çalışmalar içinde yer alınca, her iki partinin saltasnatına son verildiğinde, onlar zaten kendi kendilerini bitirmişlerdi. O dönem içerisinde Irak Komünist Partisi Genel Sekreteri ve Kürt asıllı olan Eziz Mıhammed ile Suriye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kürt asıllı olan Halid Bağdaş’ın Kürt öğrencilerine sağladıkları burs ve okuma olanakları büyük bir önem taşıyordu. TKP’yi kendisine örnek alan Kürt sosyalist partiler de TKP’nin düştüğü akıbetten kendilerini bir türlü kurtaramadılar. Onlar halen düşmanlarına ağır darbeler indiren yurtsever Kürt örgütlerini ya teröristlikle ya da eski alışkanlıkları gereğince boş laflarla çamur atmakla uğraşmaktadır.

Nazım’ın partisinde Türk ırkçılığı ve şövenizmi yıkılana kadar hep devam etti. Şimdi de Türk sosyal demokratlarında ayni hastalık bulaşarak devam etmektedir. Kürt denilince, Türk sosyal demokratları ırkçı faşistlerle yarışır konumdalar. İçlerinde gerçek sosyal demokrat ve ilerici olanların da sesleri çıkmıyor! Tıpkı eski TKP’de olduğu gibi…

Türkiye’de yıllar, yılları kovaladı. Cumhuriyet kurulalı nerde ise bir yüzyıl olacak! Toplum ileriye gideceğine tam tersine geriye gitti! Halkın yarısı nerde ise dini bir devletin kurulmasını ve şeriatın gelmesini istiyecek konuma getirildi. Bunda tüm devrimci ve yurseverler kendilerini sorumlu tutmalı. Solun bu yenilgisinden, solcu ve yurtseverler dersler çıkararak yeni oluşumlar oluşturmalı. Faşizmi ve gericiliği ancak bu yeni kurulacak devrimci birlikler kurtarabilir. Aksi taktirde Türkiye’yi uzun ve karanlık bir gelecek beklemektedir! O zaman bunca çileden sonra, gelecek olan yeni zülümle Türkiye halklarına çok yazık olur!..

Ey sağduyu nerdesin? Hani “Hayatta hakiki mürşit ilimdir!” sözü. Hani erenlerin dediği gibi:”İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!” sözünün anlamı nerede kaldı? Neden bunca anlamlı güzel sözlerden devrimciler dersler çıkarmadı?..

Günümüzde Nazım’ın çilesi ile Kürtlerin çilesi birbirine karışırken, hergün ölüm haberleri insanları bezdirir oldu. Bu çile günümüzde sadece Kürtlerin çilesi değil, Türklerin de çilesi oldu! Her gün iki yönlü şehit haberleri! Ölenler, birbirini öldürenler belirsizleşti!Toplumun hoşgörüsü üstüne kara bulutlar dolaşmaya başladı. At izi, it izine katıştı! İşçiler sendikasız, patronlar acımasız! Gemi azıya alan iktidarlar ise faşizmin bayrağını kaparak dört nala koşmakta!..

Moskova’da yatan Nazım’ın feryadını tüm dünya duyarken, Türkiye’de O’nu duymayan yöneticiler utansın! Ölümünden ancak 46 yıl sonra 5 Ocak 2009 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlıktan atılan Nazım Hikmet’in tekrar vatandaşlığa alınma işlemi tekrar karara bağlanmış ise de, ölümünün 54. yılında O’nun mezarı Moskova’dan anavatanı olan Anadolu’ya getirilememiş.

Nazım, geleceği omuzlarında taşıyacak olan çocuklara dünyayı vermek isterken O, çok umutluydu. O’nun ruhu halen Anadolu’da barış ve sevgiye hasret! O, Anadolu halklarına ha gayret, ha gayret derken, onların çocuklarına da şu şiiriyle seslenir:

DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA!

Dünyayı verelim çocuklara, hiç değilse bir günlüğüne!

Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar!

Oynasınlar, türküler söyliyerek yıldızların arasında…

Dünyayı çocuklara verelim,

Kocaman bir elma gibi,

Verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi!..

Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar,

Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı,

Çocuklar dünyayı alacak elimizden,

Ölümsüz ağaçlar dikecekler!..

-Nazım Hikmet-

Nazım Hikmet’in Mayıs 1930 yılında yazdığı “Kerem Gibi şiirinde koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum!” derken şiir sanki Mayıs 2017’yi  çağrıştırıyor! Türkiye halen yıllar öncesi sorunlarıyla boğuşuyor! Memleket dert küpü gibi. İdareciler ise sorunları çözmede yorgun düşmüş ve halsiz! Bu dar günlerde Nazım gibileri aramak ve anmak, onların dünya görüşlerini egemen kılmak için, onların izinden yürümek gerek! Halkları uğruna canlarını verenlere bin selam olsun!

Nazım Hikmet’in “Kerem Gibi” şiiriyle O’nu bir kez daha anarak, halkına seslenişini dile  getirirken O, diyor ki:

 

KEREM GİBİ

Hava kurşun gibi ağır!!

Bağır

bağır

bağır

bağırıyorum.

Koşun

kurşun

erit-

-meğe

çağırıyorum…

O diyor ki bana:

Sen kendi sesinle kül olursun ey!

Kerem

gibi

yana  yana…

Deeeert

çok,

hemdert

yok !

Yürek-

-lerin

kulak-

-ları

sağır…

Hava kurşun gibi ağır…

Ben diyorum ki ona:

Kül olayım

Kerem

gibi

yana

yana.

Ben yanmasam

sen yanmasan

biz yanmasak

nasıl

çıkar

karanlıklar

aydınlığa

 

Hava toprak gibi gebe.

Hava kurşun gibi ağır.

Bağır

bağır

bağır

bağırıyorum.

Koşun

kurşun

erit-

-meğe

çağırıyorum…..

(1930 Mayıs )

 

Nazım’ın hayatta iken yayınlanan yapıtları:

  • Dağların Havası, 1925
  • Güneşi İçenlerin Türküsü, 1928
  • 835 Satır, 1929
  • Jokond ile Si-Ya-u, 1929
  • Varan 3, 1930
  • 1+1=1, 1930
  • Sesini Kaybeden Şehir, 1932
  • Gece Gelen Telgraf, 1932
  • Benerci Kendini Niçin Öldürdü? 1932
  • Bir Ölü Evi, 1932
  • Kafatası, 1932
  • Orman Cücelerinin Sergüzeşti, 1932
  • Unutulan Adam, 1934
  • Portreler, 1935
  • TarantaBabu’ya Mektuplar, 1935
  • Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı, 1936
  • İt Ürür Kervan Yürür, 1936
  • Milli Gurur, 1936
  • Sovyet Demokrasisi, 1936
  • Alman Faşizmi ve Irkçılığı, 1936
  • Kurtuluş Savaşı Destanı, 1937
  • Yeşil Elmalar, 1938
  • La Fontaine’den Masallar, 1949

Ölümünden sonra yayınlanan yapıtları:

  • Saat 21 – 22 Şiirleri, 1965
  • Enayi, 1965
  • Ferhad ile Şirin, 1965
  • İnek, 1965
  • İstasyon, 1965
  • Kan Konuşmaz, 1965
  • Yolcu, 1965
  • Yaşamak Hakkı, 1966
  • Bu Bir Rüyadır, 1966
  • Henüz Vakit Varken Gülüm, 2008
  • Öteki Defter, 2008
  • Büyük İnsanlık, 2011
  • Piraye’ye Mektuplar 1, 1998
  • Piraye’ye Mektuplar 2, 1998
  • Sanat ve Edebiyat Üstüne, 1998
  • Bizim Radyoda Nazım Hikmet, 2002
  • Yatar Bursa Kalesinde, 1991
  • Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil, 1992
  • Çankırı’dan Piraye’ye Mektuplar, 2010
  • Bütün Şiirleri, 2007

Not: 1970’li yıllarda Nazım Hikmet’in Külliyatı adı altında Bulgaristan’da tüm yapıtları basılarak parasız olarak dağıtılmaktaydı. Günümüzde ise O’nun adına telif hakkını alanlar bir çok dünya dillerine çevrilmiş olan yapıtlarından da söz sahibidirler!..

Kaynak:

“Nazım Hikmet’in Bilinmeyen Mektubu” başlığı ile yayınlayan 2000’e Doğru Dergisi

TIMETURK / Haber Merkezi

Nazım Hikmet’in Külliyatı

TKPWebBannerRegular

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights