Ana SayfaGIŞTÎKENTLEŞME VE KÜRT SORUNU

KENTLEŞME VE KÜRT SORUNU

Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

Okuyucular muhakkak fark etmişlerdir; yazılarıma hep tarihsel bir derinlik aramış, tarihin derinliklerinden alarak günümüze getirmişimdir. Bunun nedeni tarihe verdiğimiz değerden ziyade, bizim tarihsel perspektifimizin zayıf, geçmişimizin bilinmezlerle dolu olmasıdır. Çektiğimiz güçlüklerin nedenlerinden birisi de bu olsa gerek. Dolayısıyla kentleşme olgusunu da böyle bir perspektiften ele alacağım. Kürtlerin yaşadığı sınırdaş dört ülkeden en gelişmişi olan Türkiye’nin bile ancak 1950’lerden itibaren kentleşmeye başladığını göz önünde bulundurursak, kentleşmenin sorunsallığın sebebi olduğu ve aynı zamanda kent kültürüne halklarımızın ne kadar yabancı olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Uygarlık, kent kültürünün ürünüdür

Tarih sahnesine çıkan insanlık, tarihte iki kez kıra bağımlı olmuştur. Bu bağımlılığın birincisinde yenilikçi ve ilerici, ikincisinde gericilik hâkim olmuştur. Her iki durumda da bir sıçramayla daha üst bir aşamaya geçmiştir. İnsanlık kıra bağımlı ilk yıllarında, tarımı keşfetmiş ve bunun sonuncunda yerleşik hayata geçmiştir. Tarım güç isteyen, emek yoğun bir meslektir. Dolayısıyla insanlık tarihinde ilk kez emek değer kazanmış ve aranan önemli bir nesneye dönüşmüştür. Peki, bu kıymetli nesne nerede, nasıl ve kimlerden sağlanacaktı. Önceleri kılan içinde sağlanan emek giderek yetersiz kalınca, komşu kılanlardan yapılan savaşlarda esir alınanlardan faydalanmaya çalışıldı. Emek değerin bilinmediği yıllarda esirler ya kılana kazandırılıyordu ya da öldürülüyordu, şimdi ise canları bağışlanacak, karşılığında ömür boyu emeklerinden faydalanılacaktı.

Emeğin sömürülmesi özel mülkiyeti, özel mülkiyet de devleti (kent devleti) doğurmuştur. Böylece tarihte ilk kez kent-kır ayrımı ortaya çıktı. Kentin kır üzerinde hâkimiyet kurması insanlık tarihinde bir sıçrama yapmıştır. Köle emeği üretim artışı, üretim artışı refahı sağlamıştır. Böylece tarihin ilk eşitlikçi toplumundan sınıflı topluma geçilmiş, özgür emek yerini köle emeğine bırakmıştır. Köle emeği, egemen sınıfları üretimin dışına iterek, çalışmayı küçümsemelerine neden olmuştur ve onlara oldukça boş zaman kazandırtmıştır. Onlarda boş zamanlarını spor yaparak, müzik dinleyerek aylak aylak geçirirken, içlerinden bazıları da bilimle, felsefeyle ve sanatla ilgilenerek, bilimin ve kültürün gelişmesine önayak olmuşlardır. Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu’nun kültürü bir kent kültürüdür. Bu kültür, bilimde, sanatta, astronomide ve özellikle de felsefede önemli gelişmeler sağlayarak modern kültürün yapı taşlarını döşemiştir. Engels, Anti Dühring adlı eserinde şunları yazar; “kölelik olmasaydı, Yunan devleti, Yunan sanatı ve bilimi olmazdı; kölelik olmasaydı, Roma İmparatorluğu olmazdı. Ne var ki, Helenizm ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa olmazdı.”

Teknoloji, bilimin mekaniğe uygulanması ile gelişir. Antik çağlarda egemen sınıflarca çalışmanın küçümsenmesi ve köle işi sayılması, bilimin mekaniğe uygulanmasını engellemiştir. Köle emeği olduğu müddetçe bilimin mekaniğe uygulanmasına gerek de duyulmamıştı. Bu yüzden antik çağlarda bilim soyut alanla sınırlı kalırken, teknik gelişme olmamıştır. Dolayısıyla antik çağların üretimi ilkel şartlarda ve sadece köle emeği ile gerçekleştirilmiştir. Mekaniğin gelişmediği bir ortamda sadece köle emeği yapılan üretimin, verim artışını sağlamadığı gibi giderek verimsizleşmeye başlamış, isyanlara, kaçışlara neden olmuştur. Köleler arasında giderek taban bulan Hıristiyanlığın, köle-efendi ayrımı yapmadan tüm insanların Tanrı nezdinde eşit olduğu anlayışı, köleleri derin bir uykudan uyandırmasına neden olurken, sahiplerine karşı duydukları eski sadakatlerini de zedeledi. Üretici güçlerdeki bu gelişime karşın, üretim ilişkileri eski konumunu zor kullanarak korumaya çalışsa da başarılı olunamadı. Güçten düşen Roma İmparatorluğu, dışarıdan gelen barbar akınları karşısında da başarılı olamayınca, köleci sistemiyle birlikte yıkılarak tarihe karıştı. Yerini, köleci sisteme göre daha insancıl, daha verimli toprağa bağımlı köylülük ile toprak sahibi senyöre bıraktı. Feodal üretim biçimi adı verilen bu sistem, bir kırsal toplum sistemidir. Egemen ideoloji dindir. Antik dönemin o muhteşem şehirleri giderek sönükleşmiş, toplum yeniden kıra bağımlı, kapalı, kaderci bir yapıya dönüşmüştür.

Başta Marx olmak üzere pek çok iktisat tarihçisi feodalizmin Doğu’dan ve Batı’dan ayrı ayrı geliştiğini yazmaktadır. Batı’da büyük malikânelerden gelişen sistem giderek sayısız feodal beyin (senyörlerin) yönetimine dönüşürken, Doğu’da coğrafi güçlüklerden dolayı, sistem, merkezi devleti temsilen hükümdarın himayesinde, bürokratik bir yapı kazanarak gelişir. Batı’da gelişen sisteme feodalizm denilirken, Doğu’nun bu özelliğinden dolayı gelişen sisteme Asyatik veya Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) adı verilmiştir. Bu sistemlerin çelişkisinden doğan kentlerde farklılıklar gösterir. Ekonomik koşulların zorlamasıyla Batı’da gelişen kentler, feodalizme rakip olurken, Doğu’da kentler, sistemi tamamlayıcı bir rol oynamışlardır. Bu önemli bir tespittir ve gelecekteki farklı iki dünyanın (Doğu-Batı) gelişmesinde çok önemli rol oynayacaktır.

Batı Kentlerinin kökeni:

V. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Avrupa’da feodalizm hâkim üretim biçimi olurken, kıta, yaklaşık bin yıl sürecek karanlık bir çağın içine girdi; yaşam adeta donduruldu, okur-yazarlığı denetimine alan kilise din dışı her türlü araştırma ve soruşturmayı yasakladı. Batı’da modern anlamda kentleşme XII. yüzyıldan itibaren önce Kuzey İtalya’da başladı. Akdeniz’e kıyısı olan ve ticaretle uğraşan bu kentler hızla zenginleştiler. Venedik, Cenova ve Pizza dönemin en müreffeh kentlerine dönüştüler. Ekonomik gelişmeler bu kentlere bir yandan güç kazandırırken diğer yandan yeni siyasal gelişmelerin merkezi oldular ve çok geçmeden kiliseye bağlı olmayan, kültürde, sanatta, edebiyatta ve bilimde çok yüksek bir düzeye ulaştılar. Böylece çağdaş kültür ilk İtalyan kentlerinde boy atmaya başladı. Kuzey İtalyan kentleri XIV. yüzyılda Kuzeybatı Avrupa’nın herhangi bir kentinden daha zengin ve daha özgür ruhluydu. Daha sonraki gelişmeler, ticaret ve refah Kuzeybatı Avrupa’nın Okyanusa kıyısı bulunan kentlere ve İngiltere’ye kayacaktı.

Kuzeybatı Avrupa Kentlerinin Gelişimi:

Kent gelişiminin Kuzey İtalya’dan Kuzeybatı Avrupa’ya kayması XV. yüzyılın ortalarında başlar; bu yüzyıl aynı zamanda büyük keşiflerin yüzyılıdır. Ümit Burnu’nun keşfi ile Hindistan yolu açılırken, Amerika’nın keşfiyle Amerika altınları Avrupa’ya aktı. Bu iki keşfin Avrupa üzerinde çok büyük etkisi oldu. Hindistan yolunun keşfi, piyasaları genişletti, genişleyen piyasalar mal talebini artırınca, üretimin artırılmasına neden oldu. İkincisi, ticaretle belli bir birikim yapan tüccar, Amerikan altınlarına da kavuşunca ve piyasalarda mal talebi artınca elindeki birikimi üretime yani sanayiye dönüştürmek zorunda kaldı. Zira o güne kadar korporasyonlar ve loncalar denetiminde gelişen ve sadece ihtiyaç için üretim yapan zanaatçı işletmeleri, artan talebi karşılayacak durumda değildi. Yeni işletmeler, lonca denetiminin dışında ve zanaatçıya gereksinim duymadan kuruldu. Manifaktür adı verilen, işbölümüne dayalı ve zanaatçı gibi çok da maharet istemeyen ama yüzlerce işçiyi bir araya getiren bu yeni işletmeler geliştikçe lonca sistemiyle birlikte zanaatçılık da tasfiye oldu.

Manifaktüre dayalı üretim sistemi, kapitalist gelişmenin motoru oldu. Sistemin gelişmesinde Amerika altını ve genişleyen piyasalar rol oynarken, bir diğer faktör de ucuz emek gücüydü. Üretimde her artış daha çok hammaddeye özelliklede yüne çok gereksinim duyuldu. Artan yün talebini karşılamak için İngiltere’de arazi sahipleri tarlalarını meraya dönüştürerek daha az emek isteyen koyun yetiştiriciliğine yöneldiler. Kırsal kesimden kovulan, kentlerin varoşlarına sığınan, insani olmayan koşullarda yaşayan ucuz emek gücü, manifaktür üretiminin gelişmesinde önemli rol oynadı.

Ekonomideki bu gelişmeler, birbiriyle çelişen üç sosyal sınıfın tarih sahnesine çıkmasına neden oldu. Ekonomik gücünü yitiren ama iktidarı elinde tutan aristokratik sınıf, ekonomik gücü eline geçiren burjuvazi ve giderek sayıları artan işçi sınıfı. Varlıkları birbirinin nedeni olan burjuvazi ile proletarya, modern kentin ürünleridir. Burjuvazi üretim araçlarını ellerinde bulundururken, proletarya özgür piyasalarda ancak emeğini satabiliyor. İktidar talebinde bulunan burjuvazi, proletaryanın desteğini almadan bunu başaramayacağını anladığında,“eşit yurttaşlık” gibi soyut bir kavram öne sürerek proletaryayı yanına çekmeyi başardı. Fransa burjuva devrimi, bu güç birliğinin eseridir. Fakat çok geçmeden eşit yurttaşlık kavramının bir aldatmacadan öte bir anlam taşımadığı anlaşılınca, proletarya yeniden eyleme geçti. Proletaryanın istediği sınıfsız, sömürüsüz bir toplum modeliydi.

Kuzeybatı Avrupa kentlerinin gelişmesinin muhtemel sonuçları;

*Ticaret, Kuzeybatı Avrupa kentlerini, kentlerde burjuvaziyi geliştirdi. Gelişen kapitalizm ilk önce kendi ulusal pazarına hâkim olmak istiyordu. Oysa ulusal pazar diye bir olgu yoktu, ülke sayısız senyörlerin denetiminde, sayısız gümrük duvarlarıyla örülüydü, bu da ticaretin serbestçe dolaşımını engelliyordu. Aynı dönemde barutun bulunması, merkezi monarşileri güçlendirmiş, güçlenen monarşiler kendi başlarına buyruk olan aristokrasiye karşı savaş açtı. Tarihin bu döneminde ulusal monarşiler ile burjuvazinin çıkarları çakıştığı için ittifak ettiler. Ancak bu ittifak XIV. Louis döneminde tersine dönecektir ama aristokrasiyi bekleyen ölümcül akıbetinden kurtaramayacaktı.

*Bu kentler aynı zamanda özgür düşüncenin ve çağdaş bilimin geliştiği merkezler oldular. Bu dönemde yükselen sınıf burjuvazi, gelişen kültür de liberal kültürdür. Bu kültür İngiltere ve Hollanda’da gelişti. Özellikle Hollanda XVI. yüzyılda özgür düşüncenin merkezi durumuna geldi. Burjuvazi, mülkiyet haklarına saygılı olmasına karşın, kralların ve aristokratların doğuştan kazanılan tanrısal haklarını reddediyorlar, demokratik bir düzeni savunuyorlardı. İlk liberaller iyimserdi, enerjikti ve felsefiydi. Başlangıçta net olmasalar da bütün insanların eşit olduğuna inanmışlardı, toplumdaki mevcut eşitsizlikleri çevrenin ürünü saymışlardı.

*XVII. yüzyıl tarihe aydınlanma çağı olarak geçer. Kopernik’in güneş merkezli sistemi buluşuyla asırlardır egemen olan Batlamyus’un yer merkezli sistemini yıktı. Böylece bilim dinden ayrıştı, bilim geliştikçe, din ve kilisenin etkisi kırıldı. Yeni kültür, Ortaçağ karanlığını reddetme, Antik Yunan ve Roma kültürüne hayranlık üstüne inşa edildi. Bu dünya artık bir gözyaşı vadisi, öbür dünya için ıstırap dolu sofuca bir hazırlık alanı sayılmaktan çıktı, pagan zevklerine dönüş yapıldı. Uzun çilecilik yılları, şiir, sanat ve estetik zevklerin algısını insanlarda unutturmuştu. Eskiden dehşet veren şeyler artık bu niteliklerini yitirdiler. Yeni özgürlük ruhu sarhoş ediyordu insanları. Sarhoşluk, korkuyu zihinlerden söküp atmaksızın süremezdi. İşte bu sevinçli özgürlük ortamında doğdu modern dünya. Önceleri dünyayı anlamaya çalışan bilim insanları, şimdi onu değiştirmeye çalışıyorlardı.

*Bilimin mekaniğe uygulanması, tekniğin hızla gelişmesini sağladı. Buhar makinelerinin bulunmasıyla başlayan gelişme elektriğin bulunuşuyla hızlandı. Teknolojik gelişmeler burjuvaziyi öylesine güçlendirdi ki aristokrasinin elindeki iktidarı alması hiç de güç olmadı. Engels, burjuvazinin bu başarısını, kentin kıra, sanayinin toprak mülkiyetine, para ekonomisinin doğal ekonomiye karşı savaşımdaki başarısına bağlar.(*1) Bütün bu gelişmeler Batı kentleşmesinin sonuçlarıdır. Bu sonuçları Asyatik toplumlarda göremezsiniz. Çünkü orada kapitalizm gelişmedi. Kentleşme, kırdan bağımsız değil, kırı tamamlayacak şekilde oldu. Dolayısıyla, doğu kentlerinde dinden ve devletten bağımsız, özgür düşünen aydınlar yetişmedi, sınıf olarak proletarya da gelişmedi. Farklı iktisadi gelişmeler Doğu kentlerini, Batı’daki gibi birer özgürlük merkezleri olmalarını önledi…

Kürdistan’da kentleşme:

Kürdistan’da kentleşme derken, biz Türkiye Kürdistan’ını ele alıyoruz. Zira Kürdistan’ı aralarında bölüşen sınırdaş dört ülkenin en gelişmişi Türkiye’dir, dolayısıyla batı anlamında ilk kentleşme de Türkiye’de başlamıştır.

Yukarıda kentleşmenin tarihi kısaca anlatıldı. Dikkat edecek olursak, Batı’da modern anlamda kentleşmenin başlamasıyla, burjuvazinin sınıf olarak tarih sahnesine çıkması aynı zamana rastlar. Modern kentler rahatlıkla söylenebilir ki burjuvazinin eseridir. Batı kentlerinin kıra rakip olarak geliştiğini, Asyatik üretim tarzına sahip Doğu kentlerinin ise kırı tamamlayıcı unsurları olduğu yazıldı. Doğu’nun bu kendine özgü kentleri, gelişmeye ve değişmeye kapalıydılar, değişim ancak dışarıdan, kapitalizm tarafından zorla dayatıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda kentleşme, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalizmin batıdan başlayarak ülkeye girişi ile başlar. Selanik, İzmir, İstanbul, Beyrut gibi liman kentleri gelişim ve dönüşüme uğrarken, Batı’dan asırlarca geri kalmanın acısını hissederek ancak lümpence bir gelişim gösterebildiler; dışa bağımlı ticaretin merkezleri olurken, üretimin dışına itildiler. Türkiye’de gerçek anlamda kentleşme ancak 1950’lerden sonra başlar. O da nasıl? Çarpık ve gecekondu mahallelerinde kurulan teneke barakalarla…

Sanayisi ve altyapısı düzenlenmeden, kırlardan kentlere kitleler halinde insanları çekmek, hem kentleri yaşanmaz hale getirdi hem de göç eden insanları mağdur etti. Bu ilk göç furyasında Kürdistan’ın sınır kentleri olan Elazığ, Erzincan, Dersim, Sivas, Malatya gibi kentler çok etkilendi. Göç edenler ekonomik sebepler yüzünden olsa da gönüllü oldukları için, bulundukları ortama rahat uyum sağladılar ve hızla asimile oldular. Göçlerle toplam Kürt nüfusunun önemli oranda Türkiye’nin metropollerine yerleşirken, Kürt ulusunun, ulusal, kültürel ve demografik yapısının parçalanmasına neden oldu. Devletin yıllarca çaba harcayarak başaramadığını, ekonomik sebepler, hem gönüllü hem de çok hızlı bir şekilde gerçekleştirdi. Bu ilk girişim gelecekte yapılacakların da teminatı oldu.

Daha iç kesimlerde ki Kürtler geleneksel yapılarını korudukları için bu ilk gönüllü göç furyasından pek etkilenmediler. Bu yapı Kürtleri asimilasyona karşı koruyan bir zırhtı. Kürtleri koruyan bu geleneksel yapılar incelendiğinde; Kürt toplumu koruyucu güçlü aşiretsel bağlara ve güçlü dinsel kurumlara sahipti. Aileler, geniş aile tipiydi, iki üç kuşak bir arada yaşıyordu. Köylüler, kendi kendine yetinen istikrarlı bir konumdaydılar. Kendi kendine yeterlilik, köyün kendine göre siyasal ve ekonomik kurumlarını oluşturmuştu. Her köy istikrarlıydı, istedikleri her şeyi kendi içlerinde üretebiliyorlardı, dışarı ile ilişkileri oldukça sınırlıydı. Kürdü dış tehditlere karşı koruyan bu yapı 1990’lı yıllarda dış bir tehdit (devlet) tarafından parçalandı. Dış tehdide iki etken neden oldu:

1-Güvenlik gerekçesiyle köylerin boşaltılması.

2-Uluslararası sermayenin emek yoğun üretimlerini, emek ucuz ülke ve bölgelere kaydırması.

Her iki etkeni tek tek ele alacağız. Güvenlik endişesiyle köylerin boşaltılması, 1984 Ağustos ayında, Kürt özgürlük hareketi tarafından Şemdinli ve Eruh’ta başlatılan ilk eylem kesintisiz olarak günümüze kadar devam etti. Devlet, üstün askeri gücüne karşın Kürdistan’ın dağlarına üstlenmiş Kürt gerillalarını söküp atamayınca, Kürt köylerine yöneldi. Suçlu sanki köylülermiş gibi, onlara hiçbir insani yardımda bulunmadan çok kısa sürede ve yanlarına hiçbir şeylerini almaya izin verilmeden köylerini terk etmeye zorladı. Göç edenlerin geriye dönmemeleri için hemen arkalarında evlerini, ahırlarını yaktı. Ulusal insan kaynağı olan köylerin, boşaltılmasıyla Kürt sorununun bitirileceği düşünüldü ama tutmadı. Haritadan silinen 4500’e yakın köy ve mezradan yollara düşen 3,5-4 milyona yakın insan yeni direnişlerin habercisiydi.

Göç eden Kürtler iki olasılıkla karşı karşıya kaldılar, ya Türkiye’nin Batı metropollerine göç edeceklerdi ya da Kürdistan kentlerine. Batı’ya göç edenler kimlik sorunu ile karşılaşırken, Kürdistan kentlerinden birini tercih edenler ise işsizlik sorunuyla karşılaşacaklardı. Batı metropollerine göç edenler, insanın yaşayamayacağı, terk edilmiş, elektrik, suyu, banyosu olmayan metruk binalara, büyük aileler halinde yerleşerek hayata tutunmaya çalıştılar. Meşru, gayri meşru ne iş buldularsa onu yaptılar. Okul yaşındaki küçük çocuklar, okul yerine sokaklarda mendil, su satarken, gençler otopark mafyacılığından tutun da inşaat işçiliğine kadar her işe girdiler. Toplumdan dışlanan gençlerden bazıları tinere, uyuşturucuya bulaştı. Giderek metropollerde can güvenliği büyük sorun oldu, hırsızlık, vurma-kırma olayları arttı. İnsanlar geceleri evlerinden çıkamaz oldular. Şehir sakinleri bütün suçu göç eden Kürtlere yükledi. Faşist ve ulusalcı medyanın kışkırtmasıyla, sanal ortamda örgütlenen gençler,“Kürtleri istemiyoruz”, “Kürtler dışarı” diyerek, Kürtlerin evlerine ve iş yerlerine saldırdılar. Saldırılara çok yerde polis seyirci kalarak adeta olanı-biteni teşvik etti.

Kürdistan şehirlerine yerleşenler ise, seyyar satıcılık, hamallık, vb. sosyal güvencesi olmayan işlerde çalıştılar. Ama bu kesim, Kürtlerin en dirençli kesimi oldu, mücadeleyi bulundukları kentlere taşıdılar, Kürdistan kentleri serhıldanlarla sarsılırken, aynı zamanda kentler, ulusal direnişin merkezleri oldular. Yerel yönetimler, ağırlıklı Kürtlerden oluşan partinin eline geçti. Fakat bu gelişmeler yeterince değerlendirilmedi, ne yerelde demokratik gelişmeler sağlandı ne de ulusal birlik kuruldu. Nedeni bugün de anlaşılmayan 2015-2016 Ekim-Mart arası hendek olayı, bölgenin kadim şehirlerini yerle bir etti, elinde-avucunda nesi varsa yitiren halk,demoralize edildi ve o kahredici sessizliğe gömüldü.

Uluslararası sermayenin emek yoğun olan, çevre dostu olmayan üretimlerini, emeğin ucuz olduğu ülke ve bölgelere kaydırması 1990’lı yıllarda hızlandırdı. Türkiye’de emeğin en ucuz olduğu bölge ise Kürdistan’dı. Kürdistan şehirlerinden, Antep, Maraş, Adıyaman, Urfa gibi kentler bir anda emek yoğun üretimlerin merkezi oldu. Buralarda Kürt işçileri, sefalet koşullarında çalıştırılıyorlar. Sermayenin globalleşmesine karşın demokratik güçlerin geriletilmesi, işçi dostlarının işçi sınıfı ile ilişkisini kesmesine, örgütsüz bırakılan emekçilerin işsizlik ve açlıkla tehdit edilmesine neden oldu. İki binli yıllara girildiğinde kırsal kesim, direnişteki önemini yitirdi, köyler sakıncalı olmaktan çıkartıldı ve geriye dönüşlere izin verildi. Yaşlılar köylerine dönmek isterken, kentte doğan genç kuşaklar bundan kaçınmakta, sefalet koşullarını köye tercih etmektedirler Zaten istense de eskiye dönüşe olanak kalmamıştır.

2020’li yıllara girerken Kürt nüfusunun hatırı sayılır bir kesimi Türkiye’nin batı kentlerine yerleşmiş ve yerleşik bir düzen kurmuşlardır. Gelinen aşamada çok şiddetli olaylar yaşanmasa bu insanların geriye dönüşü olmayacaktır. Kürt nüfusunun yarıya yakınının Türkiye’ye yerleşmesi, bir devlet politikasıdır ve bu politika, devleti sorun etmeyen bazı siyasi görüşlerce benimsenmesi sorunu çıkmaza sürüklemiştir. Bunlar, Türkiyelileşelim ve kültürel özerklikle yetinelim demektedirler. Türkiyelileşmek, Türk-Kürt halklarının özgür birlikteliği anlamında değildir, statükonun devamı ve Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarından vazgeçmesi demektir. Gerçekten Türkiyelileşmek istiyorsanız, önce Kürt halkı üstündeki ulusal baskının sona ermesi, ayrılma hakkı dâhil her türlü özgürlüğün tanınması gerekir. Gönüllü ayrılıklar, gönüllü birliktelikler doğurur. Tarihte örnekleri görüldüğü gibi zoraki ayrılan halklar telafisi mümkün olmayan ayrışmalara neden olmuşlardır, coğrafyamız ise kanlı boğazlaşmalarıyla ünlüdür. Günümüzde Kürt sorunu, Türkiye’nin bir sorunu olmaktan çıkmış, Ortadoğu sorununa ve uluslararası bir soruna dönüşmüştür. Dolayısıyla Kürt sorunu kültürel özerkliği değil, siyasal çözümü dayatmaktadır. Bu siyasal çözüm, özerklikten tutunda bağımsızlığa kadar çeşitli alternatifler sunmaktadır. Kararı, Kürt halkı ve birlikte yaşadığı halkların ortak özgür iradesi belirleyecektir.

Kürtlerin geleneksel kesimi dahi 1990’lı yıllarda göçe zorlanarak kentlere sürüldüler. Kentte egemen çekirdek aile tipi ve apartman yaşamı, Kürt yaşam biçimine uymuyordu. Devlet, Kürtlerin yaşadığı sorunun bilincindeydi ve sorunu daha da derinleştirdi. Kürtler, yeni yaşam biçimine alıştırılırsa, Kürt sorunu da tıpkı 1960-1980 arası gönüllü göç edenler gibi kendiliğinden sorunsuz sonuçlanacaktı. Bu amaçla Kürdistan kentlerinden, birbirisinin aynısı olan özentisiz sayısız TOKİ konutu yapıldı ve dar gelirli kırsal kökenli Kürt aileler buralara yerleştirildi.

Sonuç olarak; apartman yaşantısı sorunlu bir yaşantıdır, geniş Kürt aile yapısına son vererek az çocuklu çekirdek aile oluşturdu. Çekirdek ailenin en başat koşulu -ki halkımıza tamamen yabancıdır- bireyselliği öne çıkarıp, herkesin kendi mutluluğu için çalışmaya teşvik eder. Artan hayat pahalılığı çekirdek aile dahi olsa, tek eşin çalışması evin geçimini sağlamaya yetmeyince, kadını da çalışmaya zorladı. Çalışma hayatı bir yandan kadının bireyselleşmesinin ve özgürleşmesinin önünü açtı ama yeni sorunlar da yarattı. Geleneksel düşünce yapısını kıramayan bu bir nesillik kent yaşamındaki insanlar kadının dışarıda çalışmasına alışık değildi ve sorun namus meselesine dönüştü. Çekirdek aile, geleneksel kültürü yıkarken, yerine Kürde özgü bir kültür koyduğu söylenemez. Kürt inancında tek eşlilik esastır ve evlilik bir “akit” değil kutsanan bir kurumdur. Artan ekonomik sorunlar bir yandan evlilik kurumunu yıpratmakta ve Kürtlerin alışık olmadığı boşanmalara neden olurken diğer yandan kadın cinayetlerinde ve intiharlarda ki hızlı artış vicdanları sızlatmaktadır.

Apartman yaşantısının ikinci sorunu, herkesi aynılaştırıp, birbirinden soyutlamasıdır. Komşular birbirini tanımamakta, ancak sokak kapılarında karşılaşırlarsa selamlaşmaktadırlar. Dolayısıyla herkes aynı TV’leri izlemekte, aynı dili konuşmaktadır. Apartman yaşantısı Kürtçe konuşmayı engellemekte, apartmanda oturan Kürt çocukları, tek kelime Kürtçe bilmemektedirler. Kürt dili için bu çok büyük bir tehlikedir, önlem alınmazsa ilerde şehirlerde Kürtçe konuşan insanlara rastlamak mümkün olmayacaktır. Bu tehlikenin farkında olan ve aralarında KKP (ÖSP)’nin de bulunduğu 9 Kürt siyasi parti, Kürtçenin eğitim dili ve resmi dil olması talebiyle 28.10.2018 tarihinde Diyarbakır’da bir araya gelerek “Kürt Dili Platformu”nu oluşturdular. Platform “Bugün anadilimiz yarın milletimiz” sloganıyla Kürtçenin eğitim dili ve resmi dil olması talebiyle başlatılan kampanya kapsamında 10-11 Kasım’da Diyarbakır’da bir çalıştay düzenledi. Ayrıca 9 Kürt partisinin oluşturduğu “Kürt Dili Platformu”, başlattıkları kampanya kapsamında taleplerini Birleşmiş Milletlerin (BM) gündemine taşıyacaklarını da bildirdiler. Bu, gecikmiş olsa da çok önemli bir karardır. Başarıya ulaşması ancak Kürt halkının aktif destek vermesi, çarşıda, pazarda kendi anadiliyle konuşmasıyla mümkün olur.

Uygarlığın yaratıcısı kentleşmeden geriye dönüş olmayacaktır. Kürtler de kentleşmenin nimetlerinden yararlanacaklardır. Kentlerde nüfusun yoğunlaşması, geleneksel yapıları yıkarken, ulusal bilinci de geliştirir. Proletaryanın nicel artışı, nitel değişime zorlayacaktır. Yeter ki, proletaryaya ulusal ve sınıfsal bilinç verilebilsin. KKP, proletaryaya bu bilinci vermeyi asli görev sayar.

(*1) F. Engels, Tarihte zorun rolü, çev: Seyhan Erdoğdu, Sol yayınları, s,31

Ocak 2019

Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 4

Derginin PDF formatı için buraya tıklayın

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights