Ana SayfaNIVÎSKARÊNDevlet ve demokrasi -1

Devlet ve demokrasi -1

Demokrasi eski Yunanlıların ortaya atığı bir kavramdır, “Halk yönetimi” demektir. O günden bugüne demokrasi alanında çok uzun mesafeler katledildi, kapsamı genişletildi, içi dolduruldu, kavramı geliştirildi ve geliştirilmeye de devam ediliyor. ABD’nin kuruluşu sırasında “Halkın, halk için, halk tarafından” yönetimi biçimini almıştır. Bu kavram bugün içinde geçerlidir ve demokrasi denilince halkın egemenliği temeline dayanan ve halkın seçtiği temsilciler tarafından ya da doğrudan halk tarafından aracısız kullanılan (doğrudan demokrasi) bir siyasal rejim/yönetim biçimidir.

Günümüzde yukarıda anlattığımız her iki model de (bunlardan birisi miadını doldursa da) geçerlidir; halk doğrudan yönetime katıldığı gibi seçtiği temsilciler aracılığıyla da yönetime katılmakta ve buna “temsili demokrasi” denilmektedir. Bir yönetimin gerçek bir burjuva demokrasisi olabilmesi için, şiddete başvurmayan her fikrin özgürce örgütlenmesine, propaganda yapmasına, iktidarı hedeflemesine, iktidara gelmesine ve süresi dolduğunda iktidarı seçimle gelene sorunsuz bırakmasını peşinen kabul etmesi demektir. Burjuva temsili demokrasilerde kısıtlanan tek kıstas özel mülkiyete dayalı teşebbüs hürriyetine dokunulmayacağı garantisinin verilmesidir.

Demokrasi, sandıktan çıkan çoğunluğun azınlığı tahakkümü altına alması değildir. Çoğunluğun değil, çoğulculuğun haklarının gözetildiği ve korunduğu bir rejimdir. Güçlünün değil güçsüzün, haksızın değil haklının haklarının korunduğu ve herkesin kendisini ifade edebildiği bir rejimdir ki biz buna “Özgürlükçü demokrasi” diyoruz.

KUVVETLER AYRILIĞI PRENSİBİ VE ÖZGÜRLÜKLER

Özgürlükçü bir demokrasi, kuvvetler ayrılığı prensibine dayanır; yani yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrıdır ve yargının bağımsızlığı esastır. Asrımızda bu kuvvetlere bir dördüncü kuvvet olarak kamuoyunu oluşturan “Özgür Medya”da katılmıştır. Bugün üzerinde en çok tartışılan ve demokrasilerin olmazsa olmazı kabul edilen “yargının bağımsızlığı” ve “hukukun üstünlüğü” kavramları, aslında doğru tanımlanan kavramlar değildir. Başta burjuva demokrasilerinde hukuk tarafsız değildir; egemen gücün haklarını savunan, hâkim sınıfın adaletini dağıtan bir devlet kurumundan başka bir şey değildir. Bir toplumda özel mülkiyet belirleyici mülkiyet biçimiyse, sınıflar ve sınıfsal çelişkiler varlığını sürdürüyorsa, o toplumda eşitlikten ve adaletten bahsetmek oldukça güçtür. Sınıflar üstü ve devletler üstü bir hukuk zaten yoktur. Tersine, devletin ve devletlerin hukuku vardır. Hukuk ile yasaların içeriğini ise devlete egemen olan sınıfların çıkarları tarafından belirlenir.(*1) Yasalar tüm toplumun çıkarlarını koruyacak şekilde düzenlenmiş olsa da aslında sadece egemen sınıfın çıkarlarını korumaktadır. “Adalet Mülkün Temelidir” bunun genel ifadesidir. Mülk yoksa adalette yoktur. Sınıfsal iktidarını bu şekilde perdeleyen sermaye aynı zamanda kendi sınıf çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak genelleştirerek güvence altına almıştır.

Burjuva temsili demokrasilerde başlıca özgürlükler şunlardır; teşebbüs (ekonomik girişkenlik) özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, seçme ve seçilme özgürlüğü, toplantı ve gösteri özgürlüğü, basın ve ifade özgürlüğü gibi vs. özgürlükleri içermektedir. Aslında kapitalist ekonominin egemen olduğu bir sistemde belirleyici tek etkili özgürlük egemen sınıfın özgürlüğüdür. Buna rağmen yukarıda saydığımız özgürlükler ancak gelişmiş ülkelerde geçerlidir, Türkiye gibi demokrasisi azgelişmiş ülkelerde bu özgürlükler şeklen vardır, özde yoktur. Haziran 2013 Taksim Gezi parkı olaylarında halkın gösteri ve yürüyüş hakkına karşı devletin uyguladığı orantısız güç herkesin malumudur.

DEMOKRASİNİN GELİŞİMİ

Demokrasi, ancak özgür bir ortamda gelişir ve serpilir. Bunun için önce toplumun ve onu oluşturan bireylerin özgürleşmesi, ardından hak talep etmesi gerekir. Demokrasinin anayurdu olan Antik Yunan’ın Atina’sında demokrasi bugün anladığımız anlamda işlemiyordu. Atina’da ancak özgür erkek yurttaşların yönetime katılması ve oy verme hakları vardı. Kadınların ve nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan kölelerin seçme ve seçilme hakları yoktu. Köleler insandan dahi sayılmıyorlardı ve mal gibi alınıp satılıyorlardı. Buna rağmen Atina demokrasisi aristokratik ve krallık yönetimlerinden çok daha iyi idi. Zaten sanat ve bilimde bu demokratik ortamda Atina’da gelişti. Atina demokrasisinin yıkılışından sonra, demokrasi uzun bir kış uykusuna yattı.

Batı Avrupa’da demokrasinin, dinin kör karanlığından, feodalizmin despotik baskısından kurtulup gelişmesi kolay olmadı. Önce özgür bir ortamın oluşması gerekirdi, özgür ortamı da ancak özgür şehirler sağlayabilirdi. Gelişim de böyle olacaktı. XV. yüzyılda Batı Avrupa’da önce Rönesans alanında başlayan yenilik hareketi, reform hareketiyle insanın ufkunu genişletti. Ufku genişleyen insanlık denizlere açıldı, yeni yollar, karalar ve kıtalar keşfetti. Doğuya gidecek yeni yolların bulunması ve yeni kıtaların keşfi, Batı Avrupa’da Atlas Okyanusu kıyı şeridinde bulunan şehirlerde ticareti geliştirdi, biriken ticari sermayenin sanayiye aktarılması ile sanayi de gelişmeye başladı. Sanayi talep ettiği işgücünü ancak kırdan karşılayabilecekti, sanayinin gelişmesi, kırdan-kente göçü hızlandırdı. Göçle birlikte, feodalizm işgücünü kaybedip zayıflarken, burjuvazi zenginleşerek güçlendi. Gelişen şehirlerde yarattığı tüm olumsuzluklarına rağmen özgür bireyi yarattı. Özgür birey, özgürleşen şehirlerin ürünüdür. Güçlenen burjuvazi, özgür bireyi de yedeğine alarak feodalizmden siyasi talepte bulundu, iktisadi gücü olmayan ama siyasi iktidarı elinde bulunduran feodalizmden iktidarı güç kullanarak aldı ve demokrasinin önünü açtı.

Özgür bireyin gelişmesi kolay olmadığı gibi, siyasal iktidarın semahtan yere, kraldan halka inmesi de kolay olmadı. XVII. yüzyıla gelinceye kadar yaygın görüş şu idi; insan doğumdan ölümüne kadar, ailesine, kılanına, aşiretine, cemaatine, sitesine ya da dinine aitti. Bugün de coğrafyamızda kimi aidiyetlerin devam ettiği bir gerçektir. Hıristiyan kilisesinin kurucusu Ermiş Paulus’un dile getirdiği şu düşünce insana dayatılmıştı: “Her iktidar Tanrı’dan gelir ve bize düşen ona boyun eğmektir”. Doğu’da da durum pek farklı değildi, İslam demek kendisini Allah’a teslim eden demekti.

XVIII. yüzyılda doğal hukuk kavramının gelişmesiyle bu görüşe karşı çıkıldı. Bundan böyle “Siyasal iktidar meşruluk kaynağını Tanrı’dan değil, insandan/halktan alır” kavramı geliştirildi. Bu meşruiyetlik kavramı için önce 4 Temmuz 1776’da ABD  “Bağımsızlık Bildirgesi”  ardından 1789’da Fransa’da “İnsan ve Yurttaş Hakları” bildirgesi ile ağır bedeller ödetilerek kalıcılaştırıldı. Nihayet II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu görüş 1948’de BM bünyesinde “Evrensel İnsan Hakları” bildirgesiyle tüm dünyaya ilan edildi. Ardından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Nihai Senedi, Paris Şartı ve AGİK gibi sözleşmelerle kavram daha da geliştirilerek kalıcı hale getirildi. Öyle olmasına rağmen, bugün dahi her bireyin kendi yaşamını özgürce belirleme hakkına sahip olma düşüncesine karşı çıkan yığınla devlet, parti ve cemaat vardır.

ÖZGÜRLÜKLER BİR BÜTÜNDÜR

Çağdaş özgürlükçü demokrasilerde, birbirine bağımlı iki özgürlük alanının bir arada bulunma varlığını kabul eder. 1-Bireyin insan olarak hakları, 2-Bireyin yurttaş olarak hakları; birey, insan olarak kendi özel dünyasında istediği gibi yaşayabildiği ölçüde özgürdür. Aynı birey, yurttaş olarak, bütün öteki yurttaşlar gibi başta seçimde elinde tutuğu oy gücüyle siyasal iktidarın oluşumuna katılır ve ondan bir parçaya sahip olduğu için de özgürdür. Toplumun, bireysel ve kolektif alanda kazandığı bu özgürlükler, anayasa ve yasalar tarafından güvence altına alınarak birer hukuksal metin haline getirilmiştir. Kazanılan bu haklar, insan hakları tarihine baktığımızda az-buz şeyler değildir, ama yeterli haklar da değildir. Özgürlükler, iktisadi ve sosyal dayanaklardan yoksunsa, hukuksal koruma soyutta kalır. Maddi olanakları elvermediği için yerinden kıpırdamayan bir işçi için seyahat özgürlüğü ne anlama gelir ki? Ya da ekonomik nedenler yüzünden okuyamayan yoksul bir aile çocuğu için eğitim özgürlüğü neyi ifade eder ki?

Özgürlükler bir bütündür, bireysel ve toplumsal alanda kazanılan haklar ekonomik haklarla desteklenmedikçe soyut kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla konu, bir yerde refah seviyesinin düzeyine, yaratılan gelirin paylaşım biçimine, giderek sınıfsal farklılık ve eşitsizliklere kadar dayanır. Daha da genel bir söyleyişle; bir toplumda sosyal adalet yoksa ya da yeterince uygulanmıyorsa, kazanılmış özgürlükler maddi temelden yoksundur demektir. Buradan kalkarak Marksistler, kapitalist yani eşitsizlikler üstüne kurulu bir toplumda, çoğu özgürlüğün burjuvalar için “gerekli” ama emekçiler için “biçimsel” bir anlama geldiğini ileri sürerler. Bundan dolayı II. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu anayasanın, olsa olsa devleti sınırlayan “klasik özgürlüklerle” yetinmeyip, ona görevler yükleyen “iktisadi sosyal haklarla” donanmaları, böylesi bir çelişmeye son verme amacıyladır. Öyle olduğu içinde günümüzde, devletin demokratikliğini tamamlamak için, onun sadece “hukuk devleti” olmasıyla yetinilmez, aynı zamanda “sosyal devlet” olması da istenir.

Burjuva devletin “Sosyal devlete” doğru evrilmesi, sermaye tarafından emekçilere bahşedilmiş bir hak değildir, tersine işçiler tarafından kapitalist sınırlar içerisinde kazanılmış haklardır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist devletin sosyal devlete dönüşmesinde şu üç faktör önemli rol oynamıştır.

1-İşçi sınıfının yüzyıllara varan kanlı mücadele geleneği,

2-II. Dünya Savaşı’ndan sonra sermaye tüketimi körükleyerek Fordist kitle üretim arzını güçlendirmeyi hedeflemişti ve bunu da devlet eliyle Keynesci tam istihdam politikalarıyla destekledi. Büyük ölçekli aşırı üretimi, mutlaka emecek, satın alacak bir kitlesel taleple dengelenmesi gerekirdi. Muazzam arz dengesini korumak için, tüketimi körüklemek, bunun içinde tam istihdam sağlanmaya çalışarak satın alma gücü garanti altına alındı. Kitleleri tüketime yönlendirerek refah devleti imajı yaratılmaya çalışıldıysa da aslında işçi sınıfı çok yönlü biçimde kontrol ve denetim altına alındı.

3-Emperyalist sermaye, giderek güçlenen reel sosyalizmin nefesini ensesinde hissetmeye başlamıştı.

  1. Dünya Savaş’ından sonra burjuva ortamında kazanılan bu haklar korunup daha ileri taşınmasalar, ilk fırsata sermaye tarafından kırpılacağı bir gerçektir. Daha şimdiden gelişmiş emperyalist ülkelerde, yeni teknolojik gelişmeleri de arkasına alan sermaye, krizi atlatabilmek amacıyla esneklik adı altında işçi sınıfını tam anlamıyla çapraz ateş altına almıştır.(*2)Özgürlüklere maddi bir temel sağlamada, kuşkusuz önemli bir aşamadır. Bütün bu haklar yine de demokratik bir devletle ancak sağlanabilir. Demokratik bir ortam yoksa özgür tartışmanın olmadığı ya da kesintiye uğradığı hallerde, bundan yararlanan hiç de özgürlüğün kendisi değildir.

-devam edecek-

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights