Ana SayfaNIVÎSKARÊNAşk bir donanım sorunudur

Aşk bir donanım sorunudur


Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl-ü kâl imiş ancak (*1)

İnsanoğlunun en güçlü duygularından biri, belki de birincisi aşktır. Edebiyatın eskiden beri en çok işlediği konuların başında o gelir; dini ve felsefeyi de daha baştan etkilemiştir. Bu ulvi duygu, 14 Şubat’ta tüm dünya’da “Sevgililer Günü” olarak kutlanır; içinde sevginin sevgilinin geçtiği gün kutlanmaz mı? Hele sevgiye/sevilmeye hasret kaldığımız, ihtiyaç duyduğumuz bu çağda… Maalesef kutlanamıyor, çünkü tüm toplumsal ilişkilerde olduğu gibi sistem, bugünü de yozlaştırmıştır ve çılgın bir alış-veriş gününe dönüştürmüştür. Oysaki bu gün ne masumane bir istekle doğmuştu. Roma İmparatorluğu’nda askerlerin evlenmesi yasaklanmıştı. St. Valentine adlı bir rahip bu yasağı dinlemeyerek gizlice sevenlerin nikâhını kıymış ve onların gönlünü almıştı. İşte o gün “Sevgililer Günü” olarak kutlanmasına karar kılınmıştı.

Çağımızda en büyük değerin para olarak görüldüğü, her şeyin pazara dökülüp onunla ölçüldüğü bir düzende, aşkın sıyrılıp gelişmesi nasıl mümkün olur ki? Kapitalizm, giderek tüketim toplumu, her şeyi sıradanlaştırıp tüketirken, aşkın, yaşamın birçok boyutlu olgusunu insanlar arasında yok etmesinin koşullarını da en aza indirmiş oluyor. Mutluluk Kafdağı’nın arkasına uçmuştur, insanlar aşkı değil, para aşkı yaşıyor. Paranın yaşadığı sanal aşk da bazen kanımızı donduran gerçek vahşi cinayetlere sebep oluyor, akşam birlikte eğlenen gençlerden birisinin cesedini ertesi sabah bir çöp konteynırında bulmak artık kimseyi şaşırtmıyor. Çılgın yaşamın adı çapkınlık, gömlek değiştirir gibi sabah-akşam sevgili değiştirmek marifet sayılıyor. Hiç kimse kırdığı kalbin ardına bakmıyor, onun bir insan kalbi olduğunu düşünmüyor, yeni bir “sevgiliye” koşuyor. İnsanlar çürüyor, aşk yozlaşıyor, bütün bunlara da medya çanak tutuyor.

Kapitalizm, aşkı sıradanlaştırıp yozlaştırırken, feodalizm ve onun ürünü olan din, aşkı çok mu kutsayıp yüceltmiştir. Hayır… Aşk ve mutluluk denilince Tanrı’nın bir bağışı olarak dinsel mutluluk olarak anlaşılır ve o da ancak ölümden sonra öbür dünyada gerçekleşir, bu dünya ise bir ceza ve ıstırap alanıdır. İnsanlar yaşarken Tanrı’ya gönül verip onun bağışını bekleyerek de mutlu olabilirler, ancak “öbür dünya”da mutlu olmak, bu dünyada mutsuz olmakla elde edilecektir. Bu anlayış İslam dünyasında mistik sufi aşk anlayışını geliştirmiştir. Buna rağmen Sufiler zaman zaman mistik dünyanın da dışına çıkarak gerçek aşkı yeryüzünde aramışlardır.

Feodalizm ve din insanların önüne koydukları tabularla aşkın önünü kesmişler, hatta aşkı öldürmüşlerdir. Özellikle feodal düşünce kadını yok saymış, dayattıkları katı-kısıtlı yaşam biçimi ile kadınların kadınlık duygularını öldürmüştür. İnsanlığını yaşamayan, hatta insan olduğunun dahi farkına varamayan birisi aşkı nasıl yaşar ki.  Bugün bile feodal sistemin daha tam yıkılamadığı yörelerde, gençler birbirinin yüzünü dahi görmeden ebeveynlerinin ısrarı ile görücü usulüyle ve üstelik yüksek miktarda başlık parası (denilen bir bedeli ) ödeyerek evlendirilmektedirler. Borçlanarak evlenen bu gençler birbirlerine doyamadan gurbet yollarına düşmekte, kırkına varamadan yaşlı amca ve teyzeler görünümüne dönmektedirler. Bununda ötesinde başlık parasını ödeyen zengin yaşlılar daha ergenlik çağına girmemiş masum kız çocuklarını ikinci ve üçüncü eş olarak haremlerine almakta, onların dünyalarını karartmaktadırlar. Medyada intihar eden “küçük gelinler” içimizi burksa da memleketin gerçeği budur ve kimsede buna müdahalede bulunmamaktadır. Feodalizm, sevgiyi doğmadan boğmuştur, bununla da yetinmemiş, tabularla cinselliği bir fetişizme dönüştürmüş, yarattığı aşırı gerilim ortamında yalnızca bireylerin yaşamını tehlikeye düşürmekle kalmamış toplumun ruh sağlığını da bozmuştur. Her gün işlenen kadın cinayetleri bunun bir sonucudur. Feodalizm zihniyetini aşamayan toplumlar sağlıksız, giderek hastalıklı toplumlara dönüşmektedirler.

Özgürlüğün olmadığı yerde aşk, özgür aşkın yaşanmadığı yerde gülmek ve eğlenmek yasaktır. Ne yazık ki tarihte ilk kez özgür aşkın yaşandığı Anadolu coğrafyasında, daha sonraki aşamalarda aşkın yasak, giderek günah sayıldığı karanlık çağı yaşamış ve yaşamaktadır.  Gerek Osmanlı’da ve gerekse Cumhuriyet’te büyükler yüksek sesle konuşmayı, yüksek perdeden gülmeyi, kucağına çocuğunu alıp sevmeyi ayıp saymışlardır. Bu anlayışın toplumsal içerimleri olduğu gibi dinsel içerimleri de vardır. Dogmatik mümin de köktenci mutasavvıf da gülme ile günah arasında bir ilişki kurmuşlardır. Gülme, öte dünya ve ahiret korkusunu zayıflatıcı, itikadı güçsüzleştirici bir adım sayılmıştır. “Ağır ol ki molla sansınlar” söyleminin nedeni budur. Türkiye’de askerlik ocağı kutsal ve ciddi bir kurum olarak kabul edilmiştir. Burada yetişenler, sivildeki güleç yüzlü, sıcak,  sempatik, insanlar gibi değil, aksine ciddi ve asık suratlı insanlar olarak görülmek istenmiştir. Asık surat ciddiyetin ve yiğitliğin şanı olarak görülmüştür ve her Türk de asker doğar. Asker kökenli pek çok yöneticinin asık suratlı olmasının nedeni budur. M. Kemal’in güleç yüzlü fotoğraflarına nadiren rastlarsınız. Bunun nedeni ise, liderlerin dünyasal ve tanrısal iktidarın temsilcileri olarak görülmesinde yatar. Oysaki gülmek insani bir davranıştır, devrimci bir duruştur. Gülmek devrimcilere yakışır.

Gülmenin yasak olduğu totaliter inanç ve rejimlerde müzik ve eğlence de yasaktır. İslam’ın en liberal mezhebi olarak görülen Hanefi Fıkhı “müzik çalmak ve isteyerek dinlemek caiz değildir” diye hüküm koymuştur. İslam’da bunun gibi nice fetvalar vardır. İslam’la aynı coğrafyayı paylaşan Alevilik, inanç ritüellerini müzik ve Semah denilen ilahi dansla gerçekleştirir. Müzik ve ilahi dans Aleviliğin olmazsa olmazıdır. Üç teli Cura/Tembur ise ayaklı Kuran olarak kabul edilmiştir. Kutsanarak indirilir, çalınır ve yine kutsanarak yerine konulur. Bu yüzden Alevilik tarihleri boyunca ağır ithamlarla kovuşturulmuş, çeşitli katliamlardan geçirilmiştir. Neden böyledir? Gülmede olduğu gibi, müzik, dans ve eğlence de totaliter rejimlere karşıdır. Çünkü sevmek, gülmek ve eğlenmek insan olmaktır. İnsan “gülen hayvandır”, ağlayan hayvan çoktur, fakat insan dışında gülen hayvan yoktur.

Aşk, mutluluk ve demokrasi birbirine sıkıca bağımlı kavramlardır. XVI. yüzyıldan itibaren aşk ve mutluluk Tanrısal düzeyden, insan düzeyine indirilmiştir, bireysel mutluluk, toplumsal mutluluk içerisinde aranmaya başlanmıştır.  Bu tarihten sonra filozoflarca, mutluluk, dinsel bir çerçeveden dünyasal bir çerçeveye oturtmuşlardır. Giderek bireysel düzeyden toplumsal düzeye oradan da sistem içinde tartışılmaya ve aranmaya açılmıştır. Gerçekten mutluluk bireyselle toplumsalın bağımlılığı içinde gerçekleşir. Bireysel mutluluk, ancak toplumsal mutlulukla mümkündür; çünkü bireyin özgürce gelişmesi, herkesin özgürce gelişmesine bağlıdır. Demokrasinin olmadığı, insan haklarının güvenceye bağlanmadığı; özellikle yaşam hakkının istendiği gibi çiğnenip fikir özgürlüğünün gerçek anlamıyla uygulanmadığı bir ülkede, insanların özgürce gelişmesi, aşkı yaşaması, giderek mutlu olması mümkün müdür? Bu tür ülkelerde yoksul kitleleri, dünyasal bir mutluluk yerine ya da onun yanı sıra, dinsel bir mutluluğun sahte cennetlerine inandırmaya ve yönlendirmeye çalışırlar. Bugün Türkiye’de yaşanan budur, yoksul kitleleri sahte cennetlerle uyutmak yalnızca bugünkü mutluluğu gölgelemez, yarınların mutluluğuna götürecek adımları da tökezletir.

İnsanın en yüce meziyetlerinden birisidir aşk ve sevgi.  Sevgi de, çocukluktan aile içinde kazanılır. Sevginin geçerli olmadığı bir ortamda büyüyen bir insandan sevgi nasıl beklenir ki. Antik Yunan’da Isparta sitesinde çocuklar devletin malı sayılmış ve çocuklar daha anne sevgisi tatmadan aileden kopartılarak devletin denetim ve gözetimi altında katı bir disiplinle yetiştirmeye çalışmışlardır. Atina’da demokrasi yönetimi altında bilim ve sanat dev adımlarla ilerlerken,  Isparta etrafını yakıp-yıkmakla meşgul olmuştur. Yine Osmanlı İmparatorluğu’nun çağına göre bilim ve sanatta ilerlemesinin yegâne nedeni sevgisiz ortamda büyüyen kapıkulu denilen devşirilmiş insanların yönetiminde olmasıdır.

İnsan sevgiyi kendinden bulmadığı sürece başkalarında bulabilmesi olanaklı değildir. Kişinin sevgiyi kendinden bulması için kendisini iyi bir eğitimle donatması gerekir. Gerçekten sevgi donanımlı insanların sorunudur. Donanımlı kişiler ancak sevgiyi üretip, karşısındakine verebilirler. Aşk bir verme sanatıdır. Erich Fromm’a  (1900-1980) göre aşk bir “verme etkinliğidir, almak değil, çok şeyi alan değil, çok veren aşkça zengindir.” Bencil ve sıradan duyguların arkasından koşup giden insan, üstelik donanımı da yetersizse, neyi verebilecektir başkasına ve insana. Oysa aşk insana verilmiş bir armağandır, farklılık ve mükemmellik yaratır.

Kapitalizm, hemen her yerde “mutlu azınlıklar” yaratıp, büyük kitleleri sömürür; ayrıca yol açtığı tüketim toplumu sıradan zevkler ve onların yüzeysel mutluluklarıyla yaşamını doldururken, insanlar da zengin olma tutkusunun güdümünde ve sonu gelmez bir yarışta birbirlerini çiğner dururlar. Anlaşılıyor ki kapitalizm aşılmadan, insanları sıradan mutluluktan kurtarmak, kendi mutluluğu kadar başkasının da mutluluğunu istemek mümkün değildir. Bunun da ancak yeni bir dünyanın yaratılması ile sağlanacağı görünüyor. Bir azınlığın değil, bütün insanların insanca yaşayacakları yeni bir dünyanın kurulmasıyladır ki, sadece kimi insanların değil, tüm toplumun gerçekten mutlu olmalarının kapısı açılmış olur. İnsanlık, böylesi bir dünyayı yaratmalı ve tatmalıdır.(*2)

Sonuç olarak, Aşk varlık nedenimizdir, yaşam amacımızdır. Yaşamı sevenler, ölüme seve seve giderler. Çünkü yaşam uğruna ölecek kadar güzeldir. Yarını bugünden kurmak, bu günü yarına taşımak aşkla mümkün olur. Aşk sevdadır, yardır, vatandır. Komünistler yaşamı ve aşkı kutsallaştırmasını savunurlar. Çünkü insanlar arasındaki bütün sorunların aşkın gücüyle çözülebileceğine inanırlar ve ancak aşkın gücüyle bütün acılarından kurtulabilirler.  Bunun içinde sınıfların ve sömürünün olmadığı, her kesin eşit ve özgür olduğu bir toplumun mücadelesini verirler. İnanırlar ki gerçek aşk, sınıfsız bir toplumda eşitler arasında yaşanır. Eşit olmayan koşullarda yaşanan aşk değil, çıkar ve bağımlılık ilişkileridir ki buda sürekli olarak yozlaşmayı üretir. Bugün kimilerine göre ütopya gibi gözükse de insanlığın hedefi ve amacı sınıfsız mutlu topluma doğrudur. Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya kadar mücadele devam edecektir. Yazımızı Ataol Behramoğlu’nun şu güzel dizeleri ile bitirelim:

Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım

Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil

Zulmün önünde dimdik tut onurunu

Sevginin önünde eğil kızım.

*1-Fuzuli

*2-Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi.

Not: Bu yazı Newroz Gazetesi’nin 247. sayısı için hazırlanmıştır. Gazetemizin bu sayısı daha geç bir tarihte çıkacağı için bu yazının güncelliğinden dolayı öncelikle www.rojnameyanewroz.com da yayınlıyoruz. 

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights