22-25 Mayıs’ta Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Sonuçları önemli ve dünyayı olduğu kadar özelde de bizi ilgilendiriyor. Avrupa’da ister faşist, ırkçı siyasal kalkışmalar, ister devrimci, sosyalist hareketler olsun illa ki bizi de etkilemiş. Komşu da ki her önemli siyasal kalkışma Osmanlı’nın son yüzyılından beri Türkiye’yi derinden etkilemiş, denilebilir ki komşu da pişen ciddi siyasal gelişmelerden burası da payını almıştır. Son 150 yıllık tarih bunun tanığı.
Bugün özellikle üç nokta vardır ki bizi doğrudan etkileyecek.
Birincisi; milyonlarca Türkiye ve Kürdistanlının yaşadığı Avrupa’da tırmanan ırkçılık ve bunun odağındaki yabancı düşmanlığı bizi doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü bu kez ırkçılığın, yabancı düşmanlığının hedefinde ilk sırayı Yahudiler değil Müslüman halklar alıyor.
İkincisi; AB’de ekonomik krizle bağlantı içerisinde ırkçılığın, Neo Nazizmin tırmanması Türkiye’de de rejimin polis devleti yapısını ve özelde Erdoğan üzerinden belirginleşen Doğu despotizmi niteliğini daha da güçlendirecek.
Üçüncüsü; Avrupa’da güçlenen ırkçılık ve faşizmle paralel Türk devletinin ırkçı kodları daha da güçlenebilir, bu Kürt meselesinin çözümünü olumsuz etkileyebilir. Öncelikle bu üç noktadan hareketle AB’de, ekonomik krizle paralel siyasal tabloda ki kaymaların izlenmesi gerekiyor.
Seçim sonuçlarının öne çıkardıkları
Avrupa Halk Partisi (merkez sağ) ile Avrupa Sosyalist Partisi (merkez sol) belli kayıplarla halen Avrupa Parlamentosu’nun ana gövdesini oluşturuyorlar. 751 üyeli Parlamento’da çoğunluk yine iki parti oluşturuyor ama hem AB karşıtı hem de yabancı karşıtı ırkçı Neo Nazist partilerin oylarında ki sıçrama AB ülkeleri kadar dünya siyasetini de düşündürüyor.
Avupa Parlamentosu’nda gerek AB’den çıkmayı savunan milliyetçiler gerekse yabancılar karşıtı ırkçı partilerin toplam sandalyesinin 150 civarında olması; ayrıca Parlamento’da en büyük grubu oluşturan Avrupa merkez sağ partilerin AB karşıtı ve ırkçı siyaset damarını içlerinde potansiyel olarak taşımaları, durumu önümüzdeki süreçte daha da kritik hale getiriyor.
İngiltere’de ilk kez yabancı karşıtı ve İngiltere’nin AB’den çıkmasını savunan UKIP’nin % 27 gibi yüksek oy olması; Fransa’da yabancılar düşmanı ırkçı Le Pen’in başını çektiği “Fransa Milli Cephesi”nin (FN) % 25 oyla birinci çıkması; Almanya dahil bir çok AB ülkesinde ırkçı faşist partilerin oylarını artırmaları AB ve hatta Dünya’nın geleceği açısından düşündürücü.
Üstüne üstlük Fransa’da ırkçı Le Pen’in aldığı toplam % 25’lik oyun % 43’nü işçilerin, % 30’nu ise 35 yaş altı gençlerin oluşturduğu gerçeği vahim gelişmelerin ilk ciddi işareti. Fransa faşist hareketinin, Hitler partisi gibi ağırlıkla işçi ve gençlerden oy alıyor olması Fransa kadar AB için de büyük tehlike!
AB karşıtı ve yabancı düşmanı patilerin oylarında ki ciddi tırmanışa karşın, Yunanistan’daki SYRİZA hariç tutulursa komünist ve “Radikal Solun” oylarında ise ancak bazı ülkelerde küçük artışların yaşandığını ekleyelim. Komünistlerin durumu başlı başına ayrı değerlendirme konusu.
Dikkat çekici diğer sonuç, seçimlere katılımın % 43.09 gibi çok düşük katılımla gerkçekleşmiş olmasıdır. 1979 yılında ilk Avpura Parlamentosu seçimlerine % 61. 99 katılım sağlanmışken, bu oran sırasıyla; % 59.58, % 57, % 50, % 45 ve 2009’da % 43’e kadar geriledi. 2014’te ise % 43. 09 ile öncekine göre değişmedi oran! Oranlar, ilk kurulduğundan günümüze adım adım seçime ilginin düştüğünü gösteriyor.
Bu düşük katılım üzerinde, sosyologların başlı başına durup sonuçlar çıkarmaları gerekecek. Burada sadece şuna işaret edeyim: hükümetler, dev holdinglerin küresel çapta ki güçleri karşısında iktidarsızlaştıkça yani iktidarlar gücünü yitirdikçe temsili parlamenter demokrasilere ilgi de azalıyor. “Japonya’da başbakan şöyle diyor: ‘Dünyanın her yanında demokrasilerin bir bunalım geçirdiğini işitiyoruz. Tartışılmakta olan, onun sorunlara çözüm getirebilme yeteneğidir. Japonya’da da parlamenter demokrasi bir sınav geçirmektedir’. (…) Bir İngiliz parlamenter de aynı şeyleri söyledi ve İngiliz parlamentosunu bir tarihsel kalıntıya, bir müzeye benzetti. Beyaz Saray’da çalışan bir görevli, devlet başkanının bile kendini aciz hissettiğini anlattı” diyordu A. Toffler. (aktaran S. Çiftyürek, Kapitalizmin Tarihsel Fiziksel Sınırları, sy 228 Gün Yayıncılık)
I – Seçim sonuçlarının ekonomik kriz-işsizlikle bağı
2008 ekonomik krizin finansal boyutu hafiflese de ekonomik durgunluk, büyük sosyal yara olarak işsizlik ve alım gücünde düşme devam ediyor. Avrupa’nın yakın tarihi kanıtlamıştır ki, ekonomik krizin yolaçtığı işsizlik, ücretlerin düşmesi, işçi sınıfının kazanılmış sosyal haklarının kısıtlanması gibi sonuçlar daima yabancı düşmanlığını tetiklemiş ya da tetikte bekleyen ırkçı, faşist siyasete gelişme-büyüme zemini sunmuştur. Özellikle 2008 ekonomik krizinden bu yana yabancı düşmanlığının yanı sıra AB’den ayrılmayı savunan milliyetçi partilerin de daha güçlü siyasal çıkışlar yaptığı görülüyor.
AB’nin, iki ara bir dere de kalma hali yabancılar, özellikle de yabancı emek gücü, konusunda da yaşanıyor. Yaşlanan nüfus nedeniyle sermayenin genç emek gücüne ihtiyacı var. Fakat sermayenin Avrupası, ihtiyaç duyulan yabancı iş gücünü almak bir dert almamak iki dert misali bir açmaza fena halde sürükleniyor.
Ekonomik krizin müzminleştiği, durgunluk, düşük, sıfır hatta eksi büyümenin işsizliği büyüttüğü Avrupa’da; yabancı emek gücünü, “bir lokma ekmeğini elinden alan”, “işsiz kalmasının” esas nedeni görüp, gösterildikçe yabancı emekçiler ırkçı saldırıların hedef tahtasına oturtuluyor.
Bilindiği gibi ekonomik kriz Yunanistan, İspanya gibi ekonomilerin krizi gibi sunuldu gerçekte ise kriz merkez ülkelerin kriziydi! Yunanistan, İspanya gibi zayıf ekonomiler “yan gelip yatan ve bolca tüketen” “kriz yaratıcıları” olarak kamuoyuna sunulurken krizin ana üsleri olan Almanya, Fransa ve İngiltere böylece perdelenmiş olunur. Örneğin:
“İspanya’nın 1.1 trilyon dolar dış borcu bulunuyor. Bu borcun 238 milyar doları Almanya’ya, 220 milyar doları Fransa’ya, 114 milyar doları ise İngiliz bankalarına ait. Yani İspanya dış borcunun % 60’a yakını sadece AB’nin bu üç ülke bankalarına ait! Yunanistan’ın 300 milyar dolar dış borcu bulunuyor. Bu dış borcun 42 milyarı Almanya, 75 milyarı ise Fransa’ya aittir ki sadece bu iki ülkenin Yunanistan’dan alacağı 117 milyar dolar. Alman bankalarının sadece Yunanistan, Portekiz, İspanya gibi Güney ülkelerinden alacakları 523 milyar Eurodur!
Bu rakamlar çok şeyi ifade eder ama öncelikle Merkel’in Yunanistan’a ‘yardım’ konusunda ‘Bu Avrupa’nın geleceğini ve Almanya’nın Avrupa’daki geleceğini ilgilendiren bir konudur’ demesini netlikle açıklar.
Demek ki; Yunanistan’da mevcut krizin nedeni halkın ‘savurganlığı’ yolundaki saçma iddialar değil. Alman ve Fransız bankalarının alacakları zaten krizin kaynağını bir yanıyla izah ediyor.
Demek ki; Merkel ve Sarkozy Yunanistan’a ‘Yardım Paketi’ adı altında kendi bankalarının paralarını kurtarma derdinler!” (Yunanistan’da Krize İsyan, S. Çiftyürek)
Demek ki; Almanya, Fransa gibi ülkelerin kendi krizlerini Yunanistan ve diğer adı geçen ülkelere kaydırdığı, bir tür krizlerini buralara ihraç ederek çözüm aradıkları görülüyor.
Demek ki, bugün kendi krizlerini Yunanistan gibi çevre ülkelere ihraç ederek atlatan Avrupa kapitalizminin bu büyük ekonomileri (Almanya, Fransa ve İngiltere) yarın krizle kendi merkezlerinde yüzleşecekler. Yunanistan kısmen de İspanya’nın yüzleştiği ekonomik çöküntü, kitlesel işsizlik, ücret ve sosyal hakların kısıtlanması gibi durumlarla yarın kıta Avrupa’sının yüzleşmesi faşizm tehlikesini büyütebilir çünkü krizli yılların daima siyasetin radikal çizgilerini güçlendirdiği genel doğrudur. Ama kıta Avrupa’sında faşizm tehdidinin büyümesi kadar yeniden “komünizm hayaletinin” kol gezmesi de seçenekler arasındadır.
II- Sermayenin AB’si; bir ileri iki geri
AB’de milliyetçi ve yabancı düşmanı ırkçı siyasetin güçlenmesinde, milliyetçi, ırkçı partiler kadar Avrupa sermayesinin bugün esas temsilcileri olan merkez sağ ile merkez sol partilerin de sorumluluğu vardır. Avrupa ekonomisinin esas karar alıcı gücü Almanya, Fransa, İngiltere troykası, AB’yi başından beri amaç değil araç olarak gördü. Amacı emperyal Avrupa aracılığıyla daha fazla kâr daha fazla egemenlik olan Avrupa sermayesi; Yunanistan, Bulgaristan, Slovenya giderek İspanya ve Portekiz’de sömürü alanları tükendikçe “çevreyi” “sırtına yük” olarak algılar birliğin frenine basılır ve birlik tıkanır. Ekonomik milliyetçilik yeniden güçlenir, “Euro’dan çıkalım” sesleri yükselir, ulusal bayrak ve sınırlar yeniden keşfedilir vb. Avrupa’da son yıllarda yaşanan tam da budur ve bu gelişmelerden milliyetçiler ve yabancılar düşmanı partiler değil, büyük sermaye ve onun merkez sağ ile merkez sol siyasetinin bir ileri iki geri pratiği sorumludur.
Avrupa’nın troyka sermayesi tam da Marks’ın, “sermayenin durmaksızın yöneldiği genellik, bizzat sermayenin kendi yapısı içinde ayak bağlarıyla karşılaşır” dediği gelişmeyle yüzleşir, yüzleşiyor. Kısacası troyka sermayesi için AB amaç değil araç olunca; ulusal sınır, bayrak, para gibi değer ve sembollerin aşılmasında bügünkü bir ileri iki geri durumu yaşanır.
1990’lı yılların başında sosyalist sistemin yıkılması ile komünist harekette hızla açığa vuran güç ve iddia kaybıyla paralel, Avrupa sermayesi ve rejimleri, “komünizm tehlikesinden kurtulduk” diyerek AB’yi hızlı geliştirdiler ama aktörü sermaye olan “küreselleşmenin”, “evrenselleşmenin” sınırları var ve hızla o sınırlara dayanıyor. Bu sınırlar bir yandan sermayenin bizzat “kendi yapısı içinden” gelen “ayak bağları” ya da iç bariyerleridir. Diğer yandan yeniden güçlenecek olan dünya komünist, devrimci, ilerici hareketi olarak 21. yüzyıl devrimci dalgasının gelişip güçlenmesiyle parallel, sermayeyi yeniden ya ulusal sınırlara çekilmeye zorlayacak ya da buna fırsat vermeden tümüyle tarihin çöplüğüne atacak olmasıdır.
AB o sınırlara dayandıkça milliyetçilik, yabancı düşmanlığı dolaysıyla Neo Nazizm de yeniden komşuda pişiyor. Komşuda pişen bize de düşer diye üzerinde durulmalı.
Sonuç olarak komşu da pişmeye başlayan tehlikeye karşı…
*Öncelikle AB’ye ulus devlet, bayrak, sınır ve ulusal parayı aşan ulus üstü federatif niteliğini geliştirecek olan adımların atılması yönünde basınç uygulanmalı. Komünist hareket, Yeşiller, sosyal demokrasinin içerisinde ki bellirli bir damar ve elbette on milyonları bulan yabancılar bu basıncı geliştirebilmeli.
*Yabancılar özellikle Müslümanlar başta olmak üzere farklı din ve kültürel dokuya sahip halklar gettolar oluşturmadan AB sürecinin derinleşmesine katkı koymalıdır. Kendi dilini, kültürel değerlerini korumakla İngilizce ya da Almanca öğrenmeyi karşı karşıya koyan ikileme girmeden entegre olmalıdır. Kısacası asimilasyona hayır ama entegrasyona evet diyen tutumla gettolaşmayı kıran adımlar atılmalı.
*Avrupa sosyal demokrasisi, İkinci Dünya Savaşı öncesinin hatasına düşmeden; ırkçı milliyetçi ve yabancı düşmanı siyaset izleyen partilere pirim vermeden kendi solunda ki kömünist, ilerici, demokratlarla ortak haraket etmeye dönük çağrılara yanıt vermelidir.
*Komünist hareket, 20. yy gölgesinden çıkarak dağın ötesini yani 21. yy sosyalizmini tarif ederek halka, işçilere siyaset diline tercüme ederek sunmalı. Derinleşen ekonomik krize rağmen komünist hareket eğer kitlelerle buluşamıyorsa dönüp kendi politikalarını sorgulamalı. Kapitalizme karşı mücadelesinde; 20. yy programının ana iskeletini oluşturan sıfır işsizlik, bedava sağlık, eğitim ve herkese konut politikaları korunmalı ama bunlarla yetinilmeden dağın ötesi yeniden tarif edilmeli!
Komünist hareket; yaşadığı güven erozyonu, içe doğru büzüşme gibi faktörlerin de etkisiyle “AB sermayenin birliğidir” -ki doğrudur- gerekçesinin arkasına sığınarak mevcut sınırları ve ulusal devleti savunmamalı. Tersine “Emeğin, halkların Avrupası” şiarıyla Avrupa komünist partisini kurarak Avrupa halklarına kendi alternatifini sunmalıdır.
06- 06- 2014