1970’li yılların ilk yarısı, Türkiye’nin en çalkantılı yıllarıdır; filizlenen sol düşünce hızla örgütlenmektedir. Her yerde heyecan, her yerde umut ve direniş vardı. Türk işçi sınıfının tarihindeki en büyük direnişi 15/16 Haziran 1970’te gerçekleşti. Burjuvazi telaş, şaşkınlık ve korku içerisindedir. Sovyetler Birliği’nin 1968’de Prag’ı işgal etmesiyle birlikte, dünyada olduğu gibi Türk solu da kendi içinde bölünmelere neden oldu. Türkiye İşçi Parti’sinin (TİP) lideri Mehmet Ali Aybar’ın öncülük ettiği “Güleryüzlü Sosyalizm” gerilerken, radikal çözümler üretenler revaçtaydı. Bunların en güçlü olanları ise darbeci bir tavır sergiliyorlardı; dolayısıyla ülkede sol bir darbe beklentisi her an eli kulağındaydı; ama kimler kim için nasıl darbe yapacak belli değildi. Doğan Avcıoğlu’nun yönetiminde kümelenen “Devrim Dergisi” ile Mihri Belli’nin temsil ettiği “Milli Demokratik Devrim”ciler (MDD) askerlerin öncülüğünde bir Jakoben devrim tasarlamaktaydılar.
Bu gruptakilere göre devrim, iki aşamalı olmalıdır. Önce Millî Demokratik Devrim “askeri darbe” şeklinde “genç subayların” önderliğinde gerçekleşecek sonra da “proleter devrim” şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hâkimiyetini kuracaktır. Çünkü MDD ile sosyalist devrim farklı türde çelişkilerin çözümünü içermekte, dolayısıyla farklı hedef ve ittifaklara dayansalar da birbirlerini tamamlamaktadırlar. Belli ve ekibi kendilerine yakıştırılan MDD’ciler ismini ileriki bir aşamada reddederek kendilerini “proleter devrimci”ler olarak tanımlamayı tercih ettiler.
Diğer sol gruplar ise –ki çoğu öğrenci kökenliydi– askere dayalı Jakoben bir darbeyi reddediyorlardı. Bunlardan Mahir Çayan önderliğinde ki “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephe”(THKP-C) Türkiye’de halk ile oligarşik diktatörlük arasında bir suni dengenin oluştuğunu, Türkiye’nin 1950’lerden itibaren sömürgeleştiğini ve emperyalizmin gizli işgaline uğradığını savunarak; “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini” uygulamak ve bir öncü halk savaşı yapmanın zorunluluğunu savunuyordu. Deniz Gezmiş’in önderliğindeki Türk Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) da benzer görüşleri savunmaktaydı.
İbrahim Kaypakkaya’nın önderliğinde kurulan TKP/ML-TİKKO hareketi ise; MDD hareketinin savunduğu fikirlere taban tabana zıt duran bir Kemalizm karşıtlığı üzerinden kurulmuştu. Kemalizm’in ileri sürüldüğü gibi, ilerici bir hareket olmadığını tersine, ırkçı-inkârcı-dışlayıcı faşist bir askeri diktatörlük olduğunu, Leninist düşüncenin “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkı” tanıdığını bu anlamda Kürtlerin de bir ulus olduğunu ve kendi kaderlerini belirleme hakları olduğunu savunuyordu. Maoist bir dünya görüşünü benimseyen Kaypakkaya, Mao’nun köylerden şehirlere doğru yayılacak bir devrim anlayışını benimsemişti ve bunun yolunun da asla siyasi bir çözüm olmadığını, muhakkak silahlı mücadeleden geçmesi gerektiğine inanmıştı.
Sol cenahta bunlar olurken, sağ cenahta boş durmuyordu. Bir yandan paramiliter güçleri silahlandırarak, ilerici-devrimci kesimlere saldırtarak ülkede terör estiriyordu. Diğer yandan ordu, içten içten örgütlenerek darbe hazırlığı yapıyordu. Genel Kurmay Başkanı; “Türkiye’de sosyal gelişme, iktisadi gelişmenin önüne geçmiştir” diyerek, eli kulağındaki darbenin işaretini veriyordu. Böyle olmasına rağmen pek çok sol çevre faşist askeri bir darbeyi beklemiyordu, gerçekleştiğinde ise uzun süre şaşkınlığı üzerlerinden atamamışlardı.
Halk ozanı Şah Turna, sazı öttürüyordu; “yurtsever subaylar asker bizimle.” Ve her şeyden habersiz biz gençlerin kanı kaynıyordu. Lakin kazın ayağı öyle değildi. Toplumsal tabanı olmayan solu, 12 Mart faşist askeri darbesi ezdi geçti. O günlerde geriye ne kaldı derseniz; Türk ordusunun ilerici-devrimci bir harekete ebediyen öncülük etmeyeceği gerçeği anlaşılmış oldu. Fedakâr bir devrimci gençlik ile ünlü işkenceci Faik Türün’ün eseri olan Ziverbey Köşkü’nün işkenceleri hafızalarda anı olarak kaldı….
Bu hengâme ortamında ben de İstanbul Vefa Lisesi’nin ikinci sınıf öğrencisiydim. Okulumuzun hocalarının büyük bir kesiminin lakap isimleri geçerliydi, bu yüzden öğrenciler hocaların gerçek isimlerini bilmez, lakapları ile tanırlardı. Hatta öğrencilerin %50’si de lakaplıydı. Bugün bazen karşılaştığım, mevki-makam sahibi arkadaşlarımın gerçek isimlerini hatırlamayıp, lakaplarıyla hitap etmekteyim. Geçenlerde İstanbul Yeşilköy Havalimanında karşılaştığım eczacı dostumun adını hatırlamayıp, kendisine Azmanyak(*) diye çağırınca, arkadaşım ve yanında bulunan eşi küçük bir şaşkınlık geçirdiler.
Edebiyat öğretmenimizin lakabı da Karafatma idi. Karafatma kalın bacaklı tombul-şişman bir hanımdı. Bir gün derste şunları anlattı:
-Çocuklar; Şişli’de dolmuşla geliyorum, Pangaltı’nda modern oldukça da şık iki bayan dolmuşa binerek arka koltukta oturdular ve aralarında Ermenice mi desem, Rumca mı desem bir lisanla konuşmaya başladılar. Arkaya dönüp onlara ters ters bakmaya başladım. Ne demek istediğimi anladılar ve başladılar Türkçe konuşmaya. Ayol; ne güzelde Türkçe konuşuyorlardı.
O dönemlerde Kürt ve Kürtçe yasaktı. İnsanlar, genellikle de okuyanlar, etnik kökenlerini gizler Türkçe bilmeyen annelerinden utanırlardı. Bir yazarın da belirttiği gibi; “Türkçe bilmeyen anneler, Kürtçe bilmeyen çocuklar yetiştirirdi.” Ben ise daha toplumsal bilince tam erememiştim ama bir şeylerinde farkındaydım, parmağımı kaldırıp söz istedim.
-Hocam, annem Türkçe bilmiyor ki.
-Sen nerelisin bakayım?
-Kiğılıyım
-Alevi misin, Sünni misin?
-Hocam Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. Böyle bir soru soramazsın.
Bana hiddetle bakarak;
-Çok bilmiş, seninle çekeceklerim var.
O devirde bir dersten kalsan dahi bir üst sınıfa geçemezdin, yani direkt sınıfta kalırdın. Karafatma beni edebiyat dersinde süründürdü, bense edebiyattan soğudum. Uzun yıllar doğru-dürüst kitap okumadım. Şimdi çok okuyorum, açlığımı gidermeye, aradaki farkı kapatmaya çalışıyorum. Heyhat; ömür tükendi…
Kiğı
(*) Azmanyak; matematiğe kafası çok çalışırdı, sınıfta cebir dersine takılanlar, problem çözmekte zorlananlar ona müracaat ederlerdi, oda herkese yardımcı olurdu. Derste hocayla tartışır, cebir denklemlerine pratik çözümler üretirdi. Lakin yılsonu geldiğinde arkadaşın cebir dersinden dolayı sınıfta kaldığı anlaşıldı. Azmanyak lakabı da bundan dolayı üstünde kaldı…