Ana SayfaSIYASET80’Lİ YILLAR = İNSAN(SIZLIK) + UMUT(SUZLUK) + EYLEM(SİZLİK) / TEMEL DEMİRER

80’Lİ YILLAR = İNSAN(SIZLIK) + UMUT(SUZLUK) + EYLEM(SİZLİK) / TEMEL DEMİRER

80’li yıllar politikadan örgütlü mücadeleye, umuttan ütopyaya ağır darbeler aldığımız, “küreselleşme” alt başlıklı gericilik yıllarıdır…

Bu yıllarda soru(n)=insan(sızlık)+umut(suzluk)+eylem(sizlik) üçgeninde boyverdi…

Söz konusu kesitte karşımıza çıkan, eskinin ölse de yeninin boy vermediği toplumsal çürüme+yaygın yabancılaşmadır…

 

 80’Lİ YILLAR = İNSAN(SIZLIK) + UMUT(SUZLUK) + EYLEM(SİZLİK)

TEMEL DEMİRER

  1. AYRIM: 80’LER: KARANLIĞIN GÜNÜ…

I.1) “TÜKETİM ÇAĞI”NDA İNSAN(SIZLIK)

I.2) YABANCILAŞMA!

I.3) İLK ARA SONUÇ: İNSAN(IMSI)!

I.3.1) KORKU…

I.3.2) YALAN(CILAR)!

I.4) POSTMODERN İNSAN(INIMSI)LIK…

  1. AYRIM: “YENİ(DEN) ORTAÇAĞ”!

II.1) EŞİTLİKÇİ-ÖZGÜRLÜK…

II.2) KAPİTALİZMİN “KÜLTÜR(SÜZLÜĞ)Ü”

II.3)İLK ARA SONUÇ: SÖZ (DÜŞÜNCE) İLE EYLEM (DAVRANIŞ) BÜTÜNLÜĞÜ (BİRLİĞİ)

III. AYRIM: “İNSAN(SIZLIK) DURUMU”NDAN KURTULUŞ

III.1) BİLGİ İLE BİLMEK

III.1.1) AYDIN(IMSI)LAR

III.2) MARKSİZM’DEN NE ANLAMALIYIZ? (TARİH VE DİYALEKTİK ANLAYIŞI)

  1. AYRIM: KAPİTALİZM!

IV.1) KAPİTALİST ZULMÜN DÜNYASI

IV.2) KRİZ = KAPİTALİZM!

IV.3) DEMOKRASİ… “DEMOKRATİKLEŞME”… VS…

IV.4) ELBETTE DEVRİM!

  1. AYRIM: İFLAS EDEN “KÜRESELLEŞME”

V.1) “YDD” VAHŞETİ

V.2) “UMUTSUZLUK ÇAĞI”NIN ÇEVRESİ

V.3) KAOTİK ÇÜRÜME

V.3) KAPİTALİST TERÖR DÜNYASINDA SAVAŞ VE SİYASET

  1. AYRIM: SOL/ SOSYALİZMİN İHYASI İÇİN

VI.1) “GERİCİLERE BAŞKALDIRMA HAKTIR”!

VI.2) SOSYALİZM YENİDEN…

VI.3) “SONUÇ” (MU?)!

 

80’Lİ YILLAR = İNSAN(SIZLIK) + UMUT(SUZLUK) + EYLEM(SİZLİK)[*]

TEMEL DEMİRER

“Tarihinizi bir başkası denetlediği sürece,

hakikât bir gizem olarak kalacaktır.”[1]

80’li yıllar politikadan örgütlü mücadeleye, umuttan ütopyaya ağır darbeler aldığımız, “küreselleşme” alt başlıklı gericilik yıllarıdır…

Bu yıllarda soru(n)=insan(sızlık)+umut(suzluk)+eylem(sizlik) üçgeninde boyverdi…

Söz konusu kesitte karşımıza çıkan, eskinin ölse de yeninin boy vermediği toplumsal çürüme+yaygın yabancılaşmadır…

Çürüme+yabancılaşma, siyasetten bilimsel faaliyete ya da teoriden örgüte “atalet”te ifadesini bulan bir “Fetret Devri”ni tedavüle soktu…

“Fetret Devri”, “karşılıksız” örgütlenme “iddiaları”nın gerçekten, sınıftan, hayattan koparak işlevsizleştiği bir kaostur…

Kanımca ne çıkacaksa, -onu çözümleyerek,- bu kaostan çıkacaktır ki, bu da bir kez daha insan(lık)+örgüt(lülük) bağlamında direnişten isyana, isyandan devrime evrilmesi mümkün olan “insan(lık) durumu”nun çözüm ve tartışılmasını gerektiriyor…

80’li yıllar bağlamında -genel olarak- bunlardan söz edeceğim.

Çünkü Herbert Marcuse’nin, “Eylem sonda değil, kuramın başlangıcındadır,” saptamasını çözüm için “anahtar” olarak ele alacak yazı(m); sorunsalını, Hannah Arendt’in, “Modern çağın ayırt edici niteliği, Marx’ın dediği gibi kendine yabancılaşma değil, dünyaya yabancılaşmadır,”[2] saptaması üzerine inşa ederken; 80’li yılların, bir geleceği olduğundan hiçbir biçimde emin olmayan bir kuşak yarattığı kanısını paylaşmaktadır.

Meselenin çözümü ise, “Salt umutsuzlar uğrunadır ki bize umut verilmiştir,” diyen Walter Benjamin’in saptamasından hareketle Hannah Arendt’e kulak vermektir:

“Eylem her zaman bir başlangıçtır; yeni bir şeyin görünüşüdür.”[3] “Eylem, şeylerin ya da maddenin aracılığı olmaksızın doğrudan insanlar arasında süregiden biricik etkinliktir.”[4] “Eyleyenin başlattığı eylem sözcük aracılığıyla insansal olarak ifşa edilir.”[5] Bu bağlamda “eylem yeni bir başlangıcı olanaklı kılar, anlama eyleminin diğer yanıdır.”[6]

Evet, 80’li yıllar bağlamında -genel olarak- bunlardan; yani “önce söz vardı” diyenlere inat; “önce eylem vardı”; “önceleyen eylem sözü inanılır ve imkân dahilinde kıldı” gerçeğinin/ gerekliliğinin altını çizeceğim…

 

  1. AYRIM: 80’LER: KARANLIĞIN GÜNÜ…

 

“Bu kuşak yalnızca kötü insanların

nefret dolu söz ve edimlerinden değil,

iyi insanların afallatıcı suskunluğundan da

pişmanlık duyacak.”[7]

 

80’li yıllar…[8] Bir Eylül sabahı ömrümüzün karar(tıl)dığı, kaçıp kovalanmakla geçen, hapishane kapılarından, gri gökler altındaki el kapılarının sürgünlüğüne uzanan, “Görülmüştür” damgalı mektuplar almak ya da eve dönmek için beklediğimiz yıllardı…

Sadece bu kadar mı? Elbette değil…

Ağca’nın Papa’yı vurduğu, Prens Charles’ın Diana’yla evlendiği, Enver Sedat’ın öldürüldüğü, YÖK’ün kurulduğu yıllardı…

80’li yıllar… Turgut Özal’ın dört eğilimi birleştirdiği, tombul parmağını bize doğru salladığı, Gorbaçov’un fırtınalar estirdiği, Halepçe’nin yüreğimizi sızlattığı, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı, ‘Yorgun Savaşçı’nın yakıldığı yıllardı…

Yılmaz Güney’i, Ruhi Su’yu, Haldun Taner’i, Behice Boran’ı, Adile Naşit’i kaybettiğimiz yıllardı…

Çernobil patladı, ama korkmayın çaylarda radyasyon yok, kimse kanser olmayacak! Bankerler bizi dolandırdı… Bülent Ersoy’a yasak geldi… [9]

Toplumsal muhalefetin barbarca bastırılıp, siyaset(sizlik)in “Türk-İslâm Sentezi” soslu neo-liberalizmle yeniden biçimlendirildiği yıllardı…

Hani ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’nin “bizim çocuklar başardı” diye haykırırken; 650 bin kişinin gözaltına alındığı; 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği; 230 bin insanın sıkıyönetim mahkemelerinde “yargı”landığı; 171 canın işkencede alındığı; kayıtlara 144 kuşkulu ölümün düşüldüğü; 1982-1988 yılları arasında 9 bin 962 davanın açıldığı; mahpuslardaki gazetecilere toplam 3 bin 315 yıl 3 ay ceza verilen; 7 bin kişinin haklarında idam istendiği; vatandaşlıktan çıkarılanların ise 14 bin kişi olduğu; [10] Kürt illerindeki köylerin yakılıp, yıkıldığı yıllardı 80’ler…

Özetle 80’ler, Murathan Mungan’ın ‘Yaz Bitti’ dizelerinde[11] betimlediği (uzatmalı) bir kesit olması yanında; Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük, gaddarlığı, zulmü ve köleliği besler. Ama daha iğrenci, diktatörlerin aptallığını besler,” sözlerinde somutlanan durumdur…

Ne kadar dillendirilse eksik kalacak bu vurgulardan daha da önemli olan şey ise, Leylâ Erbil’in, ilk kez 1985’de yayımlanan, ‘Karanlığın Günü’[12] başlıklı romanında resmettikleriydi…

Yazıldığı tarihte bomba etkisi yapmış mıydı hatırlamıyorum. Aradan yirmi beş yıl geçtikten sonra, o yılları daha iyi anlatan bir roman yazılmadığını şimdi biliyoruz. 70’li yıllar direnmeyi, yeniliği, kadın hareketini, özgür düşünceyi, isyanı temsil ediyorsa, 80’li yıllar da, özellikle Erbil’in bu romanında işaret ettiği üzere ideallerin, isyanın unutturuluşunu simgeliyordu.

Reagan-Thatcher politikalarının devreye girmesiyle, önce ideallerin işe yaramazlığını inandırıldı insanlar, sonra da idealler olmadan yaşamaya. Leylâ Erbil, ‘Karanlığın Günü’nde önce tek bir insanın, daha sonra bütün milletin bellek yitirişinin öyküsünü anlatıyordu. [13]

Evet söz konusu yıllarda tüketildi insan(lık); neo-liberal çılgınlık ve postmodern dayatmalar tarafından…

 

I.1) “TÜKETİM ÇAĞI”NDA İNSAN(SIZLIK)

 

“Şeytan, ruhu ele geçirene dek

insana saldırısını sürdürecektir.”[14]

 

80’ler neo-liberal çılgınlığın, “Düşünüyorum öyleyse varım, başkaldırıyorum!” diyen insan(lık) yerine “Tüketiyorum o hâlde varım!” diyen insan(sızlık)ı ikame ettiği gericilik yıllarıydı; yani kapitalizmin insanı Gregor Samsa’laştırdığı cinnet kesiti…

O dönemde “küreselleşme” alt başlıklı neo-liberal saldırganlığın insan(lık)ı, tüketim çağının labirentlerinde yaşamaya mahkûm ettiği tartışmasız bir gerçekken; üstüne üstlük, söz konusu tüketim de ihtiyaç nedeniyle gerçekleşmiyordu…

Gerçeğin yerine “gibi”nin ikame edilmesine hizmet eden tüketimin çevreden insan(lık)a her şeyi de yok ettiği de unutulmaması gereken bir gerçekti…

Bunun “nasıl”ına gelince, Jean Baudrillard, nesnelere anlamlar yükleyerek, toplumsal ve kültürel bir hiyerarşinin oluşturulabileceğini söyler. Dolayısıyla kişiler de, kendi sınıfsal durumlarına göre nesnelerle kurdukları “ilişkiyi” yeniden düzenleyebilir: “Nesneler aracılığıyla her birey ve grup hem kurulu düzende kendine bir yer edinmek hem de bu düzeni bozmak ister.”[15]

Baudrillard için tüketim nesnesi “Statü, prestij ve moda farklılıklarını ima eden yan anlamlarla yüklü; belli bir markanın belirlediği şeydir.”[16]

Gösterge-nesne de sahiplenilen, elde tutulan ve yararlanılan ya da kodlanmış farklılıktan başka bir şey değil. Dolayısıyla tüketim, gösterge-nesne tüketmek demek. Baudrillard’a göre, “Öznenin asıl amacı tüketmek değildir, insanı tüketime iten şey, bir alma verme sistemine benzeyen ve farklılık yaratabilmek, anlamlar yükleyebilmek amacıyla kod ve değişik statülere özgü değerler üreten toplumsal yaşamdır.”[17]

Tüketim “kültürü” ya da ideolojisinin temel mantığı, tüketme eyleminin “bir gereksinim için olduğunu” vurgulamasıdır. Yani tüketim, “gereksinim”le ambalajlanmaktadır. Böylece sistem, “tüketici bireyler üretirken”, yeni bir “köle tipi” oluşturur; kısacası “bireyi tüketici güce” dönüştürür.[18]

Bu kesitte, “İletişim bir iletişimsizlik düzeneğidir,” Jacques Lacan’ın deyişiyle…

Baudrillard, bu sistemi şöyle özetler: “Ekonomik üretim alanında uzun zamandan bu yana gerçek ve doğru olarak kabul görmüş bir şey varsa, o da, kullanım değerinin ortadan kaybolarak değişim değerine özgü bir mantığın ‘tüketim’ evreni ve kültürel sistemin genelini hemen tamamıyla egemenliği altına almış olduğu gerçeğidir.”[19]

Baudrillard tüketimin fetişizm boyutuna değinirken, nesnelerin belirli güçlere sahip olduğunun düşünüldüğünü söyler. Sistem güçlendikçe “Fetişist büyülenme gücü de artar.”[20] Fetişizm, beden ve güzellikte doruğa çıkar. Ruhun aynası olan beden, bu özelliğini yitirir ve “Belli bir disiplin ve salt göstergelerden oluşan bir evrene boyun eğmek durumunda kalır.”[21]

Daha keskin bir belirleme yapmak gerekirse, değer süreci “Kimsenin kimseye ihtiyacı olmadığını” ortaya koyar; burada “her şeyin bir karşılığı vardır” ve “herkes kaç paralık insan olduğunun bilincindedir.”[22]

Özetle ve Baudrillard’ında işaret ettiğine göre nesne, simgesel değiş-tokuşta anlamlı bir değere sahipken, sonradan anlamını yitirir ve “hiçbir şey” hâline gelir. Gösterge ekonomi politiği, hem nesneyi hem de özneyi istediği gibi biçimlendirip yönlendirebileceği “şey”e dönüştürür. Sonuçta her şey, tüketilebilir bir meta oluverir…

Evet, 80’ler “her şeyin, tüketilebilir bir meta oluverdiği”, insan(sızlık)[23] ve itaat, dolayısıyla da devasa yabancılaşma yıllarıydı…

 

I.2) YABANCILAŞMA!

 

“İnsanın iktidara karşı mücadelesi

belleğin unutmaya karşı mücadelesidir.”[24]

 

Yabancılaşma hakkında uzun uzun söz etmeyeceğim; onu Marx’ın ifade ettiği ve Kafka’nın zenginleştirdiği çerçevede olanca yaygınlığıyla yaşıyoruz…

80’li yıllar bağlamında yaşadığımıza ilişkin olarak Hannah Arendt’ten eklemek istediğim şeyler var; bilinir O, yabancılaşma fenomenini değerlendirirken Marx’tan farklı düşündüğünü belirterek söze başlar.

Arendt’e göre Marx, üretim-tüketim ilişkileri ile belirlenen bireyin kendi emeğine yabancılaştığını öne sürer. O ise, bu yabancılaşmayı, bireyin emeğine değil, dünyaya yabancılaşması olarak görür.

Arendt’in deyimiyle, “Modern çağın ayırt edici niteliği, Marx’ın dediği gibi kendine yabancılaşma değil, dünyaya yabancılaşmadır.”

Ona göre, insanın dünyadan yabancılaşması çağın en başta gelen özelliklerinden biridir.[25] “Dünyadan giderek daha çok yabancılaşan modern çağ, insanın nereye giderse gitsin yalnızca kendiyle karşılaşacağı bir durum yaratmıştır.”[26]

Arendt’in düşüncesinde yabancılaşma, insanların nesnel, maddi dünyadan yabancılaşması anlamına gelir.

İnsanın dünyaya yabancılaşmasıyla başlayan bu süreç, insanlar arasındaki bağı koparmış, insanları birbirine düşman hâle getirmiştir. Bu elbette genel olarak totalitarizmin yarattığı bir durumdur. Çünkü totalitarizm altında yaşayan İnsanların en temel özelliği kendi otonom yargı güçlerini kaybetmesidir. Yargı gücünü kaybeden insan ise hiçbir değere, inanca sahip olamaz. Bu yüzden Arendt, “Geleceğimiz hiç bu denli öngörüden uzak olmamıştır” diye düşünür.[27]

Yargı gücünü kaybeden, bir değere ve inanca sahip olmayan insan, politik alanın dışında olan bir insandır. Arendt’e göre, dünyaya yabancılaşan insan, kendisini insan kılan politik alanda değil, toplum alanında yer almaktadır. Politika alanının toplum alanı tarafından kuşatılmasıyla birlikte insan, politik alanın (kamusal alanın) dışına çıkmış, kendi yarattığı dünyaya yabancılaşmış demektir. Arendt bunu “dünya yitimi” olarak adlandırmaktadır. Ona göre “dünya yitimi” kişinin kendini insanlar arasına yerleştirecek bir bağıntının yitimini doğurmuştur. Bu ise yeni bir dünyasızlığın içine yeniden düşme tehlikesidir. Başka deyişle, insanlar “insan-dışı bir dünya”da yaşamaktadır. İnsan-dışı dünya, kamusal alanın dışına çıkmak, insanın, kendi yarattığı dünyaya, ortak yaşama yabancılaşması anlamına gelir.

Modern insanlığın geldiği nokta, Arendt’e göre, insanlığı ilgilendiren sorunlara duyarsız olmak; ortak yaşama, toplum ve dünya adına eylemde bulunmamaktır. Dolayısıyla modern dünyada insan dünyaya yabancılaşmış, kendi kurduğu dünyadan koparılmıştır. Arendt’e göre modern insan, kendine ait gördüğü yaşam alanlarını kaybetmiştir.

Evet, durum 80’li yıllarda tam da Arendt’in işaret ettiği gibidir…

Neo-liberal tüketimin genelleşmiş meta üretimi koşullarında tüm toplumsal ilişkiler ve bu arada bireyler birer “nesne”, birer “şey” hâline gelirken; her şey alınıp satılmakta ve tüm bunlarla birlikte insanlığı ilgilendiren sorunlara duyarsızlık büyümekte; ortak yaşam, toplum ve dünya adına eylem alanı yok olmaktadır…

 

I.3) İLK ARA SONUÇ: İNSAN(IMSI)!

 

“Derinlemesine hastalıklı olan bir topluma

iyi uyarlanmış olmak sağlık ölçütü değildir.”[28]

 

Karl Marx’ın belirttiği üzere, “Üretim düzeni yalnızca mal değil, aynı zamanda bunları tüketecek uygun gereksinimlerle donatılmış insan üretir”ken; Sean Sayers’ın, “İnsan doğası genel olarak tarihsel bir üründür. Benlik toplumsal bir yaratıdır,”[29] diye betimlediği böylesine bir dizaynda karşımıza dikilen; Adnan Binyazar’ın, “Kendi insanından tiksinmek…”[30] dediği “negatif diyalektik”tir…

 “Negatif diyalektik”in ilk ara sonucu ise insan(lık)ın inkârı olan insan(ımsı)dır…

Aslında bu da “doğal”dır; çünkü, “Var olan olmadan, varlık olmaz,” diye uyarır bizleri hayata dair T. Adorno…

 

I.3.1) KORKU…

 

“Defiando mi Dios de mi.”[31]

 

80’li yıllardaki yıkımın ilk ara sonucu olan “insan(ımsı)”; bir vazgeçişten ötedeki içselleştirilmiş bir korkunun da ürünüdür!

Korku deyip geçmeyin…[32] Milan Kundera’nın, “Korkunun kaynağı gelecekte yatar. Kim gelecekten kurtulmuşsa, korkacak hiçbir şeyi yoktur”; 1528-1569 yılları arasında Lizbon’da yaşamış Rönesans şairi António Ferreira’nın, “Korkuyla yaşıyorum/ Korkuyla yazıyorum, konuşuyorum/ Korkuyla sesleniyorum kendime/ Endişe etmekten korkuyorum/ Dilimi tutmaktan korkuyorum,” diye betimlediği bir durumdur!

Bu öylesi bir “durum”dur ki, korkunun tutsağı olarak, sesini kısarak dilini tutarak insan(ımsı) insanlığını kaybeder.

Korku, korkutanın suçuna ortak edilmiş bir edilgenliktir; ucu bucağı olmayan köleleştirici bir endişedir; ahlâki bir zayıflıktır.

 

I.3.2) YALAN(CILAR)!

 

“Gerçeğin nefesi eritir dağı

Yalancın ateşi eritmez yağı.”[33]

 

Korkunun egemenliğine teslim olan; egemen yalanın da bir parçasıdır; bu “korku/ yalan” bütünselliği açısından bir “olmazsa olmaz”dır… Daha açık bir deyişle, korkanlar, egemen yalanın, suskunluğun bir parçası, suç ortağıdırlar…

Engizisyon böyle var oldu; tıpkı Nazi iktidarı ya da tekelci kapitalizmin (olmayan, olması mümkün olmayan) “medyatik demokrasi”si gibi…

Sürdürülemez kapitalizmin “medyatik demokrasi”si; korku ile yalanın ürünüdür; ‘Medyada Demokrasi Girişimi/ Media Democracy in Action’ın ‘Censored 2009’ başlıklı yapıtındaki üzere![34]

80’ler ve müteakip kesit yalan ile korkunun büyüdüğü, cesaretin, itirazın, doğruda durma felsefesinin terk edildiği yıllardı.

Yalan ile korku; ya suskunluk ya da yalakalık biçiminde dört yanı sarıp sarmaladı!

“Demokrasi” adına kapitalizmin; “demokratikleşme” için de AKP’nin (Fetullah Gülen’in) yüceltildiği neo-liberal yalakalığın kökenleri (24 Ocak Programı kişiliğinde) 80’lerdeki çözülmeye dayanır…

Örneğin 2000’lerde şunları diyenler; 80’lerin (vazgeçen) “solcuları”ydı!

“Tayyip Erdoğan’ın özellikle bir ‘gönül adamı’ olduğunu, doğrusuyla yanlışıyla ‘sahici’ bir insan olduğunu kendisini bir nebze tanımış olanlar ya da kendisine ilişkin iflah olmaz önyargıları bulunmayanlar bilir,”[35] diyen Cengiz Çandar…

Veya “AK Parti, Türkiye’nin demokratikleşme serüveninde asıl olarak olumlu bir işlev yerine getirdi, getirmeye devam ediyor,”[36] diyen Oral Çalışlar örneğindeki gibi…

Evet, 80’ler ile Cengiz Çandar’dan Oral Çalışlar’a uzanan Özalizm’in tahribatıyla karşımıza dikilen; insan(lık)ı dilsizleştiren ve onun özgür gelişimini engelleyen postmodern vazgeçiş tahribatından başka bir şey değildir…[37] Ya da bir Kürt Atasözü’nün “Qantir nazê, xwê şîn nayê,”[38] diye haykırdığıdır!

 

I.4) POSTMODERN İNSAN(INIMSI)LIK…

 

“İnsanın değeri,

önem verdiği şeye göredir.”[39]

 

80’in en rafine ürünü olan “postmodern insan(ınımsı)”, “kamufle edilmiş sosyal kontrol”le, “Düşünmeden düşünmek”[40] durumunda bırakılan güdülendir!

Max Scheler’in, “Ich bin, aber ich habe mich nicht”[41] dediğidir!

Bu da “kendini uyarlamak” demektir. Yani varlığını sürdürmek için insan(ımsın)ın kendini nesneler dünyasına benzeterek tükenmesidir.

Böylelikle boyun eğen(ler), egemene uyum sağlama ve kendilerini onun yedeği olarak görme, özendikleri ve saygı duydukları tek şeyin iktidar olduğu noktasına gerilemişlerdir.

Bu da, 80’lerdeki üzere bir akıl tutulmasıdır.

“Gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilgisi olmayan, kendinin saf simülakrı olan imge”[42] insanlar ‘The Secret’teki Rhonda Byrne’nın şu sorusunun (ve yanıtının) muhatabı olurlar: “Kendinizi inanma noktasına nasıl getireceksiniz? İnanıyormuş gibi yapmaya başlayın… Gerçekmiş gibi davrandıkça, duruma inanmaya başlayacaksınız…”[43]

Kolay mı? “Kısa episodlardan ve fragmanlardan oluşan bir toplum”da, [44] “insanın karakteri süregiden bir anlatıya dönüşmüş”tür[45] artık…

Ya da Cioran’a göre, bir insanın başına gelebilecek en kötü şey “doğmuş olmaktır”, çünkü “insan doğduğu andan itibaren her şeyini yitirmiştir”…

Veya “Cogito Ergo Sum/ Düşünüyorum O Hâlde Varım” önermesinin bugündeki varlığı artık, “Cogito Ergo Boom/ Düşünüyorum O Hâlde Patlıyorum”a tahvil olmuştur…

Söz konusu akıl tutulmasıyla; “Karşına çıkabilecek en kötü düşman hep kendin olacaksın,” diyen Nietzsche’nin ifade ettiği bir intihar durumuyla[46] karşı karşıyayız…

Rilke’nin, “Yaşamın öğeleri tümüyle kavranılır değilse, yaşamak nasıl olanaklıdır?” sorusunu yanıtlamaktan başka açarımızın kalmadığı 2000’li yıllarda 80’leri aşabilmek, öncelikle toplumsal iktidar aygıtının ezici ağırlığı ile atomlaşmış bireylerden oluşan kitlelerin güçsüzlüğü arasındaki “denge(sizlik) durumu”nu bozmakla, ütopyaya yönelik yol açıcı ilerlemeyi hayata geçirmekle mümkündür.

Evet, evet nihayetinde insan, homo discours’tur. Çatışan, savaşan, didişen bir varlık. Latinlerin discordia dediği bu uyumsuzluk, Eski Yunan’da Tanrıça Eris’le simgeleniyordu. Eriş, Roma mitolojisinde Tanrıça Discordia olarak kendini gösterdi, belli dönüşümlerle.

İnsanın cennetten düştüğü söylencesi, eritik (Eris’ten), uyumsuz, bir varlık olan insana pek yakışmasa gerek. Cennet uyumsuz, çatışmacı, didişmeci bir varlık olan insanın kısa bir döneminin, bitimli bir düzenin adı olabilir. Cennet bu dünyada hiç olmadı (Kalıcılığı olmayan sürelerin dışında!). İnsan didişerek varoldu. Didişerek varoluyor.

Didişimli bir varlık olarak insan, neden böyledir? Yaşadığı yere, koşullara, çevreye tam uyumu yoktur. Eksiktir, fazladır ama tam uyumlu değildir…

İnsanın didişimli yapısı, onu mücadeleci kılar. Yalnız mücadeleci değil araştırıcı, merak eden, hayrete düşen bir özellik verir ona.

Didişimli yapısının üzerine oturacağı bir güven desteğine gereksinimi vardır. Didişim bir anlam zemini üzerinde gelişir. Bu anlam zemini bir güven zeminidir de. Bu zemin üzerinde insanın insan olma derdi oluşur. İnsan, derdi olan, amaçları, kaygıları, değerleri olan bir varlıktır. [47]

80’ler derdi, amaçları, kaygıları, değerleri olan insan varlığını “hiçleştirme” kastını öne çıkarmıştır… Kapitalist üretim-tüketim sisteminin dayattığı sosyolojik oluşumları karşı konulamaz gerçekler olarak kabul ederek, teslim olan “postmodern insan(ınımsı)” çoğunluk, tek tip bir yaşam biçimini egemen kılmışlar ve böylece de “tarihin sonu”nu ilân etmişti.

Ama isyankâr bir azınlık insanlığın içine düştüğü yoksul yaşam biçimine karşı çıkmış ve öngörülemeyen yaratıcı bir devinimle yepyeni yaşam biçimlerinin örneklerini ortaya koymuşlardır.

O hâlde bu noktada “Goethe’nin Faust’unu anımsayalım. Şeytan Faust’u bir zevk makinesine dönüştürmeye çalışır ama Faust’un ruhu bu makineleşmeye direnir. Belki de felsefi veya dinsel yaşamın çıkış noktası bu direnmedir.”[48]

 

  1. AYRIM: “YENİ(DEN) ORTAÇAĞ”!

 

“Önünüzü göremiyorsanız,

dönemeçtesiniz demektir.”[49]

 

Direnişin, direnme ruhunun marjinalleş(tiril)diği 80’ler bir yanıyla “Yeni(den) Ortaçağ”dır; 80’lerden günümüze dek de sürmektedir…

“Haydi canım, XXI’inci yüzyılda Ortaçağ mı olurmuş” demeyin.

Olur! Çağımıza uygun bir Ortaçağ”dır bu![50]

Hani bir Kürt Atasözü’nün, “Aqlê sivik barê girane,”[51] diye betimlediği…

Ya da Yevtuşenko’nun, “İradesiz akıl bir işe yaramadığı gibi akılsız irade de bir işe yaramaz” sözüyle anlattığı…

Gökyüzü adına yeryüzünden vazgeçildiği;[52] akıl[53] ve isyanın, itiraz ile varlığın birliğinin parçalandığı; hani egemen(lik)in inkâr yerine estetize edildiği bir “küçük güzeldir”ciliktir başımızdaki bela…

Burada AKP’nin “alternatifi” CHP’dir; Bush’un “alternatifi” de Obama…

Artık radikal sosyalizm yerine ne idüğü belirsiz bir “demokrat”lık ikame edilmiştir; “liberallik” ise “özgürlükçülük” ilan edilmiştir; “küreselleşme” alt başlıklı emperyalizm ise “baş tacıdır”!

Oysa “kapitalizmde siyasal alan borsalaşmış/şirketleşmiş”ken;[54] dünya bir “Big Brother/ Büyük Bilader” barbarlığının kollarındadır…

* Papa XVI. Benedikt, “İnsanlığı eşcinsellikten korumanın, yağmur ormanlarını yok olmaktan kurtarmak kadar önemli olduğunu” söylemektedir…[55]

* ABD Başkanı Barack Obama’nın tüm din ve inançlara eşit mesafede durma sözü verdiği Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda “Dinin dünyaya rehberlik edeceği günler yakın” demektedir…[56]

Yerküre gericileşiyor…

* ABD, tarihinin en büyük işsizlik rakamlarına ulaşırken, ülkedeki silah satışlarında da patlama yaşanıyor. FBI’a göre bir yıl içinde silah almak için başvuranların sayısı 7 milyonu aştı. Öte yandan iç güvenlik raporunda ise Obama’nın seçilmesi ve mali kaygıların aşırı sağın taraftar bulmasını kolaylaştırdığı açıklanırken…[57]

* ABD’de Quinnipiac Üniversitesi’nin yaptığı bir ankette katılımcıların yaklaşık üçte ikisi II. Dünya Savaşı’nda Japonya’ya atom bombası atılmasını doğru bulduğunu söyledi… Araştırmaya göre, katılımcıların sadece yüzde 22’si 1945’te Hiroşima ve Nagazaki kentlerine bomba atılmasına karşı olumsuz görüş belirtti. Anket sonucu II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemlerini yaşamış olan katılımcıların, atom bambası atılmasına verdiği desteğin genç katılımcılara göre fazla olması dikkat çekiyor…[58]

Şiddet sıradanlaşıyor…

* Dünya Bankası’nın verilerine göre Güney ülkelerinde şu anda 44 milyon insan yetersiz beslenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Uluslararası Çalışma Örgütüne göre ise yine şu anda 200 milyondan fazla emekçi sefaletin eşiğindedir. Resesyonun başından bu yana Birleşik Devletler’de 5.1 milyon iş buharlaşmıştır. Günde 2 dolarla yetinen yoksul emekçilerin sayılarının 1.4 milyona ulaşması beklenmektedir. Beklenen bir başka kâbus ise işsizler ordusunun 2009’da 50 milyona dayanacağı gerçeğiyken…[59]

* ‘The Independent’in haberleştirdiği, UNESCO, Dünya Bankası, ABD Ordusu ve Rockfeller Foundation’un destekleriyle hazırlanan ‘Geleceğin Durumu 2009’ başlıklı rapora göre, “Sürdürülebilir bir büyüme sağlanamazsa, milyarlarca insan yoksulluğa mahkûm olacak, uygarlığın büyük bir bölümü çökecek”ken…[60]

* ABD savunma çevreleri, ‘Geleceğin Durumu Raporu/ Quadrennial Defence Review – QDR-2010’nda dile getirilen “Şiddetli işsizliğin, su, gıda, enerji tedarikindeki daralmanın, küresel ısınmanın birikimli etkileri ile birleşmesi sonucunda, gelecek on yılda dünya nüfusunun yarısı şiddet olaylarından ve toplumsal kargaşalardan etkilenecek” şeklindeki öngörüleri benimsiyorlarken…[61]

* Güney Afrika’da kötü yaşam koşullarını protesto için başlayan gösteriler sürerken 120 kişi gözaltına alındı. Başta Johannesburg olmak üzere çeşitli kentlerde araçları taşlayan, binaları ateşe veren, marketleri yağmalayan protestoculara karşı polis 22 Temmuz 2009 günü göz yaşartıcı bomba ve plastik mermi kullandı… Liman kenti Durban’da da çoğu yaşlı kadınlardan oluşan yaklaşık 100 kişilik bir grup, aç olduklarını söyleyerek iki marketi yağmaladı. Eylemcilere hak veren bir polis de, “Sadece aç oldukları için dükkânlara girdiler. Polise direnmediler. Onlar suçlu değil” diye konuşurken…[62]

Açlık, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik sürdürülemezcesine büyüyor…

* İngiliz hükümeti, çeşitli mesleklerden 60 bin kişinin terörle mücadelede görev alacağını açıkladı… Dünyanın en kapsamlı terörle mücadele stratejisini oluşturan İngiltere’de mağaza müdürleri ve otel çalışanları da eğitimden geçiriliyor. İngiltere Başbakanı Brown, terörle mücadele bütçesinin 2011 yılında 3.5 milyar sterlin düzeyine ulaşacağını belirtti. Ülkede polisin protesto gösterilerine sert müdahaleleri ve devlet kuruluşlarının vatandaşlara ait kişisel bilgileri yasadışı olarak veritabanlarında bulundurmalarını eleştiren raporlar yayımlarken…[63]

Emperyalist baskı, kontrol derinleşip/ yaygınlaşıyor…

“Serbest Piyasa” ruhbanlarının “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” amentüsü ile yaratılan neo-liberal “Yeni(den) Ortaçağ”da, Hannah Arendt’in izah ettiği yabancılaşma, postmodern insan(ınıms)ıyı veya “tüketim çağı”ndaki insan(sızlık)ı devreye sokmuştur…

Bunun miladı, uluslararası ve yerel planda 80’lerdir…

Erdal Atabek’in resmettiği tabloda da görüleceği üzere 80’ler, 2000’lerde de etkinliğini sürdürmektedir…

“Kulağında kulaklıklarla yürüyen gençler çoğalıyor.

Yolda, otobüste, vapurda, her yerde.

Kendi müziğini dinliyor. Başka hiçbir şeyi duymuyor, duymak istemiyor.

MP3 teknolojisi. Küçücük bir kutucuğa sıkıştırılmış müzikler.

İnternet.

Kendi seçtiğiniz her şeyi ekranınıza getiriyor.

Bireyleşmeyi kolaylaştırıyor mu?

Herkesin kendi seçimini yapmasına olanak veriyor mu?

Beklenen buydu.

İnternet, hızlı iletişimdi, dünyanın hızlı haberleşmesiydi.

Artık ‘internet demokrasisi’ çağı başlıyordu.

Bu beklenti gerçekleşti mi?

Şimdilik hayır. İlerisini söylemek kehanet olur, yanlıştır.

Şimdilik görünen, sürüleşmeye daha çok benziyor.

Gençlerde aynı saç modelleri görülüyor.

Genç erkeklerde kısa kesilmiş, jöleyle dikleştirilmiş saçlar.

Genç kızlarda birbirine benzer, mahcup değişikliklere cesaret edilmiş aynı modeller.

İhmal edilmiş görüntüsü verilmiş özenli giyimler.

Bermuda pantlar, şortlar, parmak arası sandaletler.

İslâmi kesimde de yaygın moda yenilikleri.

Parlak renkli türbanlar, giderek göze çarpıcı pardösüler.

Caddelerde aynı adı taşıyan yan yana dükkânlar.

Starbuck’s Cafe’ler, Tekno-Sa’lar, Mango’lar, Dexter’ler, D&R’lar.

Hayaller ekrandan, dedikodular dizilerden, acılar haberlerden.

Yeni teknolojinin tutsakları artıyor.

Gözler ekranlarda, kulaklar telefonlarda.

Görünenden başkasını görmeyen gözler.

Söylenenden başkasını duymayan kulaklar.

Tam bir tektipleşme.

Toplumsal bir yönlendirmenin sessiz kurbanları.

Küresel manipülasyon.

Pazar ekonomisinin ustalıkla yönettiği küresel sürüleşme.

Dünyanın şurasında burasında küçük başkaldırılar.

Bunlara hiç önem vermeyen iletişim saldırısı.

Toplumları sürüleştirme çabaları.

Alışverişten başka hiçbir şey düşünmeyen sürüler yaratma stratejisi.

Hızla değişen teknoloji artık pazarın emrinde.

Reklamlar, çağın yeni amentüleri.

Markalar, çağın yeni kutsal öğretileri.

Alışveriş merkezleri yeni tapınaklar.

Çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler, orta yaşlılar, yaşlılar.

Kilo verin, incecik olun, çok yaşayın salgını.

Çok yaşayın, çok alışveriş yapın.

Piyasayı canlandırın.

Aman sakın ha! Tasarruf falan yapmayın, ekonomi çöker.

‘Neden çok yaşayayım?’ diye sormayın.

Çok yaşayın, çok paranız olsun ki çok alışveriş yapın.

Bakın sizin için neler yapıyoruz?

Gelin, görün, deneyin, alın, gene alın, çok alın, hep alın.

Kredi kartlarını kullanın.

Siz almazsanız biz ne yaparız?

Koşun, alışveriş sürülerine katılın.

Yoksa kendinizi mutsuz hissedersiniz.

Alışveriş yapmazsanız depresyona girersiniz.

Yeni teknolojileri deneyin.

Geç kalmayın, mahcup olmayın.

Başka da hiçbir şey düşünmeyin.

Sürüleşin. Sürüleşin…”[64]

Evet “Yeni(den) Ortaçağ”, bir sürüleşme kesiti olsa da; “Var olan olmadan, varlık olmaz” gerçeği unutulmamalı; sonra da Türker Alkan’ın, “Tarihin en hızla tükenen Ortaçağ’ını yaşamaya hazır olalım!”[65] uyarısı anımsanmalıdır!

 

II.1) EŞİTLİKÇİ-ÖZGÜRLÜK…

 

“Eşitlik; çünkü

o olmazsa

özgürlük de olmaz.”[66]

 

“Özgür değil, edilgeniz”[67] saptamasıyla karakterize olan manüpülatif illüzyonlarla ambalajlanan “Yeni(den) Ortaçağ”dan isyancı bir eşitlikçi-özgürlüğün tekrar insan(lık)a maledilmesiyle kurtulabiliriz.

Immanuel Kant’ın, “Özgürlük, özgürlük elde etmek için olgunlaşmanın koşuludur; olgunluğa eriştikten sonra bağışlanacak bir armağan değil”; George Bernard Shaw’un, “Özgürlük sorumluluk anlamına gelir. Bu nedenledir ki insanların çoğu onlardan korkar,” sözleriyle betimlediği “özgürlük”; ne “bireyci bir mutlu”luk; ne de “devlet güvencesi”ne teslim edilen bir illüzyondur…[68]

Yavuz Adugit’in, “Çelişkiler alanıdır özgürlük alanı, paradokslar alanı… Bu nedenle insanın onunla kurduğu ilişki her daim ikircikli olmuştur. Her şeyden çok onu istemiş, ama en çok da ondan kaçmıştır. Ne zaman kendisinden uzaklaştığını hissetse arayışa çıkmış, ufukta belirdiğinde ona doğru kollarını açarak koşmuştur. Fakat kalıcı olacağından duyduğu tedirginlikle kollarını gevşek tutmayı da ihmal etmemiştir. Söz konusu çelişki, en açık biçimiyle insanın özgürlüğe dair süslü dili ile özgürlük deneyimi arasında varlığını kalıcı bir biçimde sürdüren uçurumda görülür,”[69] satırlarındaki kadar “paradoksal” olmayan özgürlük somuttur; eşitlikle de doğrudan bağıntılıdır!

Nihai kertede örgütlü bir kolektif eylemlilik sorunudur. Çünkü Max Horkheimer’in ifade ettiği üzere, “Gerçekte, nerede özgürlük söz konusuysa, o, eylem özgürlüğüdür, hareket özgürlüğüdür ve olanakların çokluğu anlamındaki özgürlüklerdir. İfade özgürlüğü bunlardan biridir. İfade özgürlüğüne haklı olarak düşünce özgürlüğü de dendi. Çünkü ifade edilemeyen başka ifadelerle ölçülemeyen ve böylece gelişemeyen düşünce ifadenin kendisi gibi özgür değildir ve zayıflar…”

Unutulmayıp, durmadan altı çizilmesi gereken “Aşil Topuğu” tam da budur, burasıdır…

Ancak buna eklenmesi gereken bir şey daha vardır ki o da Adorno’nun ‘Minima Moralia’ çalışmasının son paragrafında yer alan şu ifadelerdir: “Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünecekleri biçimiyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgu, tekrar, sadece tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden oynatsın, yadırgı kılsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin. Keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas yoluyla böyle perspektiflere ulaşmak, düşüncenin görevi sadece budur. En kolay şeydir bu, çünkü durum bunu istemektedir bizden. Çünkü sonuna kadar götürülen negatiflik, adı konulduğunda ve göz kırpmadan yüzleşildiğinde, kendi karşıtının ayna imgesini verir. Ama aynı zamanda en olanaksız olan şeydir, bu nedenle varoluşun menzilinin dışında duran, bir milim bile olsa dışında duran bir bakış açısını gerektirir; oysa hepimiz biliyoruz ki herhangi bir geçerli bilgi ancak var olandan elde edilebilir, ama böyle olduğu için de kaçmaya çalıştığı sefalet ve çarpıklığın izlerini taşır. Düşünce, koşulsuz olan adına kendi koşulluluğunu ne kadar yadsırsa, dünyada o kadar bilinçsizce ve dolayısıyla o kadar yıkıcı biçimde teslim eder kendini. Sonunda kendi olanaksızlığını bile mümkün olan adına kavramak zorundadır. Ama böylece düşüncenin altına girdiği yükün yanında, kurtarılmanın gerçekliği ya da gerçek dışılığı sorunu da pek önemsizdir.”[70]

Yeri geldi; altını defalarca çizerek belirteyim: Sürdürülemez kapitalizmde (eşitlik gibi) özgürlük de yoktur; olamaz…

Konuya ilişkin olarak Richard Sennett, ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’ndeki temel tezini şöyle özetler: “Yeni kapitalizmin havarileri bu üç konuyu -iş, yetenek, tüketim- kendi ele alış biçimlerinin, modern topluma daha fazla özgürlük, Zygmunt Bauman’ın yerinde deyişiyle, ‘akışkan bir modernlik’ kattığını iddia ediyor… İddiam, bu değişimlerin insanları özgürlüğe kavuşturmadığı…”[71]

Dikkat edin, “kapitalizm” deyince artık sürdürülemez bir yıkımdan; aynı zamanda da insan(lık)ı yok eden bir “kültür(süzlük)”ten söz ediyor oluyoruz!

 

II.2) KAPİTALİZMİN “KÜLTÜR(SÜZLÜĞ)Ü”

 

“Ban qul be binban şil e.”[72]

 

Kapitalizm ve onun kendini “yenileyen biçimleri” kendi yarattığı krizin tam ortasında yer alırken “kültür”; kapitalizm “kültürü” ne durumda mı?

Richard Sennett’e göre Marx’tan bu yana “kapitalizmin tek değişmezi istikrarsızlıktır.”[73]

O hâlde kapitalizmin kültür(süzlüğ)ü bir istikrarsızlığa yaslanmalıdır.

Bu bağlamda “küreselleşme”, kapitalizmin en yeni “gerçeği” hâline gelirken; “yaratıcı yıkım” dedikleri dinamik istikrarsızlık da “topyekün yıkım”a dönüşmüştür.

İstikrarsız yıkıcı sürdürülemez kapitalizm; tüketmek, hep tüketmek eksenli demir kafese dönüşürken; tüketimi, hemen her şeyi nesne hâline getirmiştir.

Siyasetten ekonomiye oradan da tüm beşeri münasebetlere her şeyin tüketim nesnesi hâline getirildiği günümüzde, “Tüketici de markalaştırma eylemine katılır.”[74] Reklamcılığın yaratıcılığı, tüketicinin alım açlığı ve yönelimiyle ustaca birleştirilir. XXI. yüzyılda satın almak ve tüketmek bir anlamda güç kazanmaktır.

Daha açık söylenirse tüketici, nesnelerden haz almaktadır ve bu, aslında dayatılmaktadır. Günlük hayatın rutininin dışına çıkış, nesnelerden haz alma ve onları tüketme zorunluluğu biçiminde pazarlanır. Bu eylem, insanların kendisini “özgür hissetmesini sağlayabilir”; Sennett’e göre “tüketme tutkusu belki de ‘özgürlüğün’ diğer adıdır.”[75]

Sennett, tüketim alanını “teatral” olarak niteler. Çünkü satıcı, “tıpkı bir oyun yazarı gibi, tüketicinin satın alması için inanmayışın gönüllü olarak askıya alınmasını sağlamalıdır.”[76]

Sennett, insanlar için “demir kafes” olan kapitalizmin “kültür(süzl)ü”ğüyle mücadele gereğinin altını çizerken, nihayetinde “kıskaca alınmış insan”nın özgürleştirilmesi gereğinin altını çizer.

Bu da kapitalist popüler kültüre karşı cepheden savaşı “olmazsa olmaz” kılar!

Gerçekten de Ahmet Oktay’ın ifadesiyle, “Benim popüler kültür diye anladığım olgu egemen sınıfların kültürünün yansıyış biçimidir… Popüler kültür gündelik hayatın içinde kendiliğinden oluşmuyor. Bu kültürü de oluşturan birileri var: Egemen sınıflar, hâkim gruplar… Pop şarkılarından tutun, tiyatro oyunlarına, gazete haberlerine kadar bütün bunlar belirli çevrelerin kanaat önderlerinin yönlendirmeleriyle oluyor. Popüler kültür denetlenen bir kültür”dür.[77]

Evet, 80’ler “popüler kültür(süzlüğ)e” teslim olunan yıllardı; eşitlik ile özgürlüğün; söz ile eylem birlikteliğinin yok edildiği, yoksandığı yıllardı…

 

II.3)İLK ARA SONUÇ: SÖZ (DÜŞÜNCE) İLE EYLEM (DAVRANIŞ) BÜTÜNLÜĞÜ (BİRLİĞİ)

 

“İyi, eyleme dönüşmüş güzelden

başka bir şey değildir.”[78]

 

Eşitlik ile özgürlük ne kadar iç içe olmak zorundaysa; bunu gerçekleştirecek devrimci praksis açısından da söz ile eylem bütünlüğü (düşünce ile davranış birliği) o kadar iç içe olmalıdır…

80’li yıllarda kaybettiğimiz en önemli şey, olması gereken “olmazsa olmazlık”la bu iç içelikti…

80’li yıllarda yitirdiğimiz eylem, söylemi yenilerken, inandırıcı kılarak örgütleyen bir dinamiktir. Tam da bunun için “Devrimci praksis, kendi teorisiyle açıkça çelişki [içindedir.]”[79]

Gerçekten de Rosa Luxembourg’un, “Hareket etmeyenler zincirlerini fark edemezler”; Jack London, “İmkânsıza ulaşmadan büyük ol[un]amaz (…) Ama imkânsızı yapmak yetmez, bunu sürekli kılmak gerekir”;[80] Albert Camus’nün, “Kişinin en iyi sahip olduğu şey, karşılığını ödediği şeydir”;[81] W. Churchill’in, “Sözcükler basit ve boldur, büyük eylemlerse zor ve nadir,” sözleriyle betimlenen eylem gerçeği konusunda Karl Marx da, ‘Feuerbach Üzerine Tezler’inin VII.’sinde, “Her toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe götüren bütün giz’ler, ussal çözümlerini, insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur,”[82] derken; “İnsan ideolojik bir hayvandır,” vurgusuyla eklemektedir Louis Althusser: “Freud’la Marx’ın düşünce ve pratikleri arasında varlığını saptadığım olağanüstü yakınlık bana hep çarpıcı geldi. Her iki durumda da öncelik pratiğin değil de pratikle kurulan belli bir ilişkinin oluyor…”

Bunlarla birlikte “Hannah Arendt’e göre, söz ile eylem aynı mertebeden ve aynı cinsten”ken;[83] “Hakiki olmak ve gerçeklikten hiç ayrılmamak”tan[84] yana olanlar açısından[85] önce eylem vardır; hem dünyayı değiştirmek; hem de “Une tête sur laquelle tout le monde frappe”[86] olmamak için…

80’li yıllarda eylemci özellikleri yitirmesi yanında, dünyayı değiştirme fiilinden uzaklaşılan güzergâhta unutulan, işçi sınıfı şairi Kemal Özer’in şu saptamasıydı: “Seyirci olmaktan yükümlülük üstlenmeye doğru bir yolculuk, bunalım karşısında çözüm de üretmiş oluyordu…”[87]

 

III. AYRIM: “İNSAN(SIZLIK) DURUMU”NDAN KURTULUŞ

 

“Yanlarına bıraktığımız

her şeyi yapacaklardır.”[88]

 

Ki bu da, verili “insan(sızlık) durumu”ndan kurtuluşu acil gündem maddesi kılıyordu…

Albert Camus’nün, “Bu dünya aslında akla uygun değil, onun hakkında bütün söyleyebileceğimiz bu,”[89] saptamasıyla paralellik kurabileceğimiz 80’li yılların “İnsan(sızlık) Durumu”, aynı zamanda ondan kurtuluş gerekliliğinin de zeminini oluşturuyordu.

Bu paradoksal durum; E. E. Cummings’in, “Benin sürdürebileceği savaşların en zorlu olanı beni an be an başkası olmaya zorlayan bu dünyada kendinden başka ben olmamak için savaşmaktır,” sözlerinde karakterize olan insan olmak ve kalmak fiilinin de ehemmiyetini büyütüyordu…

Gerçekten de Elias Canetti’nin, “Tek bir kurtuluşa inanıyorum: Tehlikede olanın hayatta kalmasına,” aciliyetinin altını özenle çizdiği, beşeri münasebetler kriziyle sarılıp, sarsılan koordinatlardaki “İnsan(sızlık) Durumu”ndan kurtuluş krizi aşacak toplumsal eylemle mümkündür…

Zaten yerkürenin ahvâli de bunu böyle olduğunu kanıtlamaktadır!

Bilindiği üzere, “Kriz sözcüğü, Çincede, tehlike (Wei) ve fırsat (Ji) karakterlerinden oluşur! Bugünlerde insanlığın bu iki durum arasında bir yerde. Büyük tehlikeler ve büyük tarihsel olanaklar bizleri bekliyor.

2007 mali kriziyle birlikte egemen sermaye birikim modelini destekleyen ideolojik yapı çatırdamaya başlayınca hem bireysel hem de toplumsal ölçekte çok patlayıcı bir ortam oluşmaya başladı. Bireysel ölçekte, trajik sonuçlara yol açan kimlik krizleri yaşanıyor. Toplumsal düzeyde, yerleşik sınıf uzlaşmaları bozuluyor, ‘yönetilenler, eskisi gibi yönetilmek istemediklerini’ çeşitli yollardan ifade ediyorlar.

Tarih bize, bu koşullarda, egemen sınıfların seçkinlerinin var olanı korumaya yönelik siyasi kültürel (çoğu zaman, kimlik siyasetine dayalı) stratejilere, daha baskıcı rejimlere yöneldiklerini gösteriyor. Bu yüzden ‘Ji’yi değerlendirmek, çıkış yolu bulmak, halk kitlelerinin ortak davranma kapasitelerine kalıyor.

Yaklaşık 30 yıldır, hemen tüm toplumsal süreçleri, ekonomik verimlilik, alınıp satılabilirlik ölçütleriyle değerlendiren, tüketimi ne pahasına olursa olsun körükleyen bir ‘piyasa popülizmi’ egemendi. Bu kültürde zaman ‘hemen şimdi’ye, bireyin kimliğinin istikrarı, hazlarının ‘hemen şimdi’ tatmin edilmesine, yaşamlarının her ayrıntısını yakından izlemeye zorlandığı ‘ünlülerin’ kullandığı, hazları temsil eden markalara indeksleniyordu.

Bu kimlikler, krizle birlikte kendilerini, alıştırıldıkları realitenin çözülmeye başladığı bir ortamda buldular. Artık, ücretlerini, kredi kartlarını, gözlerini kamaştıran markalara ulaşmanın araçlarını, geleceğe ilişkin planlarını hızla yitiriyorlardı. New York Times’ın aktardığına göre, geçtiğimiz bir yıl içinde çalışanlar arasında, anksiyete, depresyon, kronik uykusuzluk, ‘panik atak’ olaylarında, intihar, uyuşturucu kullanma eğilimlerinde çok belirgin artışlar gözleniyormuş.

Bir süredir, uluslararası medya, bu insanların sergiledikleri, akıl dışı tepkilerin örnekleriyle dolu. Yalnızca mart ayı içinde ABD’de, silahlı saldırılarda, okullarda gerçekleştirilen toplu öldürme olaylarında 60’tan fazla insan yaşamını yitirdi. Almanya, Finlandiya gibi iki ülkede de benzer olaylar yaşandı. İngiltere’deyse 14-19 yaş arası gençler arasında, silahlı çatışmalarda, 2008 yılı başından bu yana, 32’si siyah 50’si beyaz 90 genç yaşamını yitirdi.

Le Monde’un aktardığı bir araştırma, Fransa’da, 16-25 yaş arası gençliğin gelecekten, iş bulma, ev, aile sahibi olmaktan umutlarını kestiğini ortaya koyuyor. Der Spiegel’in ve Financial Times’ın aktardığına göre Almanya’da, özellikle 15 yaş civarındaki gençlerin Neo-Nazi örgütlere ilgisi hızla artıyormuş. Prof. Klare, The Asia Times’da yayımlanan bir çalışmasında, küresel çapta artmaya başlayan yoksulluğun, işsizliğin, Meksika’dan Yeni Gine’ye, küresel bir suç dalgası yarattığına dikkat çekiyordu. İnsanlar yoksullaştıkça suç örgütlerinin ağına düşme olasılıkları, gelişmekte olan ülkelerde güvenlik güçleri arasında yoksulluk ve rüşvet artıyormuş.

Prof. Dominique Moisi, ABD’de yaşananları, Fransız Devrimi öncesi koşullara benzetiyor. O dönemin ekmek kıtlığı, bugünün ev krizine, iş krizine benziyor. Fransız monarşisini yönetenlerinin umarsızlığı, aristokrasinin aşırı yaşam tarzı da, mali sektör üst düzey çalışanlarınınkine… G20 protestolarında göze çarpan ‘Bankacıları yiyiniz’ sloganı, başka benzerliklerin de olabileceğine işaret ediyor.

Fransa, İtalya’dan Yunanistan’a, Baltık ülkelerine, Doğu Avrupa’ya, hatta Tayland’a, G20 ve NATO toplantılarına kadar yaygın, şiddet unsurları da içermeye başlayan grevler, genel grevler ve protesto gösterileri, 2009 yılının yaygın, ‘olaylı’ 1 Mayıs kutlamaları, şekillenmekte olan yeni kitle refleksine, sendikaların birlikte davranma eğilimlerindeki artış yeni bir ruh hâline tanıklık ediyor. İnanılır gibi değil ama 2009 yılında ABD’de yapılan kapsamlı bir kamuoyu araştırmasına göre halkın yalnızca yüzde 53’ü, kapitalizmin sosyalizmden daha iyi olduğunu düşünüyormuş. Wall Street Journal, halkın yüzde 55’i popülist oldu, diyor.

Kitle eylemlerindeki canlanma geleneksel işçi sınıfıyla, öğrencilerle sınırlı değil. Foreign Policy dergisinde Josua Kurlantzick, ‘Burjuva Devrimi’ başlıklı yazısında, küresel çapta oluşan ‘yeni orta sınıfın’ Latin Amerika’dan Asya’ya kadar ‘demokrasiye’, ‘seçilmiş hükümetlere’ karşı ayaklanmaya başladığından yakınıyordu. İlk önce, bizim de aktardığımız, bir İngiliz Savunma Bakanlığı raporunda saptanan bu ‘yeni orta sınıf’ kavramı, ‘küreselleşme döneminde’, finans, hizmet sektörlerinde yaşanan işçi sınıfı şekillenmesini de yansıttığından, aslında çok daha karmaşık bir olguya işaret ediyor ve geleceğin kritik hegemonya mücadelelerinin çoktan başladığını haber veriyor.”[90]

Bu işin bir yanı! Öteki yan ise, “anlamlı bir hayatın peşinde”[91] ol(a)mayan; “var olmanın boşluğu”nda[92] debelenen insan(lık)ın cinnet hâli!

Söz konusu “hâl”in sorumlusu, elbette sürdürülemez kapitalizm; “suç ortakları” ise, onları yık(a)mayan insan(sız)lığın yaşanana alışarak, sürdürülemez kapitalizmin “olağanlaş(tır)ma”sıdır!

80’ler, bu tür “olağan(laştırılan)”ın yıllarıdır!

Ünlü Rus yönetmeni Andrey Tarkowski’nin ‘Solaris’ filminin ana temasını oluşturan, “Dünyayı kurtaracak şey utançtır” mesajının durmadan anımsanması gereken gidişatta; unutulmaması gerekenlerden biri de Ionescu’nun, ‘Gergedan’ yapıtında anlatılandır…

Gergedanın girdiği yerde değişim başlar, insanlar artık baskıyla değil, kendi istekleriyle gergedanlaşırlar. İşte asıl tehlike buradadır. “İnsanlar gergedanların egemenliğinden, gergedan olmaktan kurtulabilecek mi?” sorusu 80’ler totalitarizminin kollarındaki açmazı karakterize etmektedir!

Evet, dediklerimizi toparlarsak: Öncelikle K. Marx ile F. Engels’in, “Proletarya, kendi kendini kurtuluşa kavuşturmak zorundadır. Fakat o içinde bulunduğu yaşam koşullarını değiştirmedikçe, kendini kurtaramaz. Proletarya, kendi durumunda yoğunlaşmış olan çağdaş toplumun tüm insanlık dışı yaşam koşullarını değiştirmedikçe, içinde bulunduğu yaşam koşullarını değiştiremez,” saptamalarını aktarıp eklemeliyiz: “İnsanın kurtuluş mücadelesi, aklın yol göstericiliğinde kendi kendini belirlemenin sağlanması mücadelesidir. Bu nedenle, dünyanın akılsal görünüşünü geliştiren ve açıklayan felsefi teori, politik eylemin vazgeçilemez bir unsurudur.”[93]

 

III.1) BİLGİ İLE BİLMEK

 

“Bilgiyle dirilen ölmez.”[94]

 

Burada durup, “bilgi ile bilmek” üzerinde durmamız gerekiyor; elbette, “bilgi ile bilmek”in eylemek (yani eylem) ile doğrudan bağıntısını da “es” geçmeden!

Belirlemenin pozitif bağlamında “kendi-için-varlık/ être-pour-soi”[95] olmaktan uzaklaşan “güncel insan(ımsı) duruşu”, “bilgi ile bilmek”le ilişkisini minimalize ederken, eylemek (yani eylem) doğrudan bağıntısını da yitirmiştir…

İnsan(ımsı), idealizmin (eylemsizlik/ eleştirisizlik) odasında kilitlidir; tıpkı Ludwig Wittgenstein’ın, “Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir,” deyişindeki gibi…

İdealist “tek hakikât”ci[96] “mutlak”ın “aklı/ düşünceyi/ bilgiyi” kuşattığı durumda, ben de, Sedat Demir gibi, “İnsansızlık ve iletişimsizlikle kuşatılmış durum,”[97] diyorum; bu nedenle de Theodor Adorno’nun, “Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar”; Hz. Ali’nin, “Bildiği hâlde susmak, bilmediği hâlde konuşmak kadar çirkindir”; Karl Marx’ın, “Eleştiri, imgesel çiçekleri, insan süssüz ve soğuk zincirler takınsın diye değil, zincirlerden kurtulsun ve canlı çiçeği ayıklasın diye söküp attı”; Z. Bauman’ın, “İktidar bilgiye gereksinim duyar; bilgi iktidara meşruluk ve etkinlik kazandırır. Bilgiye sahip olmak iktidardır”; ve nihayet Prometheus’un, “Açıkçası bütün tanrılara düşmanım ben”[98] sözlerinin bir kez daha anımsanarak güncelleştirilmesi gerekiyor…

Evet, eylemek (yani eylem) ile doğrudan bağıntılı “bilgi ile bilmek”in ele alınış tarzını -80’lerde boyveren postmodern açarsızlıktan farklı olarak- yeniden irdelemek zorundayız…

“Nasıl mı”? Gayet basit…

  1. Canetti, ‘İnsanın Taşrası’ başlığında topladığı günce-notlarından birinde, “Yatıştıran bir bilgi, öldürücüdür,” derken; “Daha iyi olmak” için gereken bilginin, insana huzur vermeyen, insanın peşini bırakmayan bir bilgi olması gerektiğini not eder…

Gerçekten de bilgi ile bilmek, bir iştahı doyurmak için biriktirilen, fazlası depo edilen, dar zaman için üst üste yığılıp bekletilen bir şey değil ve olamaz da elbet.

Bilgi ile bilmenin renkli drajeler hâlinde “kolaylaştırılmış”, hızlı tüketime hazır kılınmış hâli, dünyanın, daha da önemlisi insanın tamamıyla anlaşılabilir olduğu fikrini aşılamak için, toplumsal örgütlenmenin her türü, hayatı hızlandırılmış kurslarla aktarılabilecek, “düzgün” yaşayabilmek için gerekli bilgilerin elimizin altında bulunduğu, başı sonu belirli bir eylem olarak tanımlanır. Ayakta durabilmesinin başlıca şartı budur.

Bu bilgi tanımıyla, öğrenme eyleminin kendisi, ölüme hazırlıktan başka bir şey değildir… Bu bağlamda, eylemek (yani eylem) ile doğrudan bağıntılı “bilgi ile bilmek”in insan olmak ile bağıntısının ne mene bir serüven olduğunu yeniden anımsamalı ve toplumsallaştırmalıyız!

Bu tam da Karl Marx’ın, “Olduğu yerde donmuş kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız,” dediği şeydir…

İsyandan ve toplumsal gerçeklerden uzak(laştırılmış) entelektüel “dünya”nın (aydınların ve akademyanın), “bilgi ile bilmek”in eylemek (yani eylem) ile doğrudan bağıntısını yeniden kurmak için özellikle; Kierkegaard’ın, “Keşişler, dünyanın tarihini anlatmayı hiçbir zaman bitiremediler, çünkü hep dünyanın yaratılmasıyla işe başladılar”; Gabríel García Márquez’in, “Fildişi kulede kalmak tehlikesini kendime her gün hatırlatıyorum,”[99] uyarılarına kafa yorulmalıdır…

Bunun için de “bilgi ile bilmek”in eylemek (yani eylem) ile doğrudan bağıntısını irdelemenin ana ekseninin “insan(lık)” olduğu bir an dahi unutulmadan; yani “Gelip insana dayanır her şey,”[100] diyerek toplumsal gerçeğe yaslanılmalıdır; G. W. F. Hegel’in, “Gerçeğin doğası zamanı geldiğinde yayılmak ve ancak bu zaman geldiğinde görünmektir, ve bu nedenle hiçbir zaman çok erken görünmez ve olgunlaşmamış bir kamu bulmaz,”[101] uyarısı ışığında…

 

III.1.1) AYDIN(IMSI)LAR

 

“İnsanın dilekleri

kendisine yakındır.”[102]

 

80’ler toplumsal mücadelenin yarattığı “angaje aydınlar”ın yerine “medyatik malumatfuruşlar”ı ikame etti… Böylelikle de karşımıza, “[H]erostrat kompleksi”nden malûl[103] AB’nin, medyaların sevgilisi ve “aydın(ımsı)lar”çıktı…

Onlar; Kemal Özer’in, “Sizin bir dalınız kırıldı/ ben yalnızca bildim kırılmış olduğunu” dizelerindeki gerçeğe yabancılaşmışlar; kapitalizm karşısında secdeye gelen; günah çıkaran tövbekârlardı…

Çoğunlukla, alçak sesle,[104] yere bakıp, gözlerini kırparak ve yutkunarak “ama”larla/ “fakat”larla konuşan onlar gericilik döneminin kefaretleriydi sanki…

Alarko Holding’de, İş Bankası Yayınları’nda, TV’lerin tartışma programlarında, hatta paparazzilerde karşımıza sık sık çıkan onlar; umutlarından vazgeçmiş umutsuzlardı…

Yani St. Agustin’in, “Umudun iki kardeşi var: Öfke ve cesaret! Öfke olanlar; cesaret de bunları düzeltmek için gerekir,” sözlerini unutup; tekelci medyada ücretle yazıp çizerek “tarafsızlık”, “demokrasi” nutku çekenlerdi…

Evet “tarafsız”dılar; Paulo Freirie’nin, “Kişinin güçlü ile güçsüz arasındaki çatışkıda ellerini yıkaması, tarafsız olmak değil, güçlünün yanında yer almaktır,” sözlerini; Guetemalalı ozan Rene Castillo’nun, “Tarafsız aydınları yurdumun/ sorguya çekilecek/ günün birinde…/ Soracaklar onlara/ ne yaptılar diye/ ağır ağır ölürken ulusları,” dizelerine “aldırmayan” bir aymazlıkla…

Tekelci medyada dolgun ücretler alarak “demokrasi” nutukları çekiyorlardı; Upton Sinclair’in, “Bir şeyi anlamaması için ücret alan kişiye bir şeyi kavratmak zordur,” ironik betimlemesinin dolaysız muhatapları olarak…

Aslı sorulursa, 80’lerle devreye giren kifayetsiz muhterisler coğrafyasında bu “aydın(ımsı)lar” tipolojisinin tutuğunu da inkâr edemeyiz…

Hayır; bu soru(n)ları, “Aydın genetiğimizde bir sorun, bir sakatlık var,”[105] kestirmeciliğiyle açıklayamayız…

Bu kapitalist eğitim(sizlik)in yarattığı bir durumdur!

Bilindiği gibi kapitalist “İşbölümünden etkilenenler yalnızca kol işçileri değildir… modern aydın da aynı ölçüde işbölümünün bir ürünüdür (…) Öğrenim ve kültür aracılığıyla zihnin gelişmesi, neredeyse bütünüyle, pratik şeylerden koparılmış bir kuramsal etkinlik ve kitaptan öğrenme meselesi olup çıkmıştır.

Genelde eğitim sistemi ve özelde üniversiteler, bu entelektüel tekyanlılığı kutsallaştırır ve ete kemiğe büründürür. Öğrenim, eğitim kurumlarıyla sınırlanmış ve daha geniş toplumun etkinliklerinden ayrılmıştır. Dahası, bu kurumların içinde, farklı eğitim alanları da birbirinden koparılmış, farklı fakültelere ve bölümlere ayrılıp sızdırmaz şekilde mühürlenmiştir. Bu sistemin her yıl bitip tükenmez bir bilimsel makale ve kitap sağanağı (…) büyük ölçüde okunamaz niteliktedir ve okunmaz (…) Çünkü modern âlimlik bir tür entelektüel ‘detay çalışması’ hâline gelmiştir (…) Kendi küçücük uzmanlığı dışındaki alanlar konusunda tamamen cahildir ve geniş halk kitleleri şöyle dursun, diğer alanlardaki akademisyenlerle bile iletişim kuramaz.

Kültür sahasında da buna benzer süreçler işlerliktedir. ‘Yüksek’ sanat ve edebiyat gitgide ‘avangard’ ve anlaşılmaz, toplumsal gerçeklikten kopuk ve ortak deneyimden uzak bir hâl almıştır. Bu yolda sürdürülen modern yüksek kültürün yalnızca bir avuç erbap zümresi tarafından kol kanat gerilen ve takdir edilen, oysa öğrenimli insanların bile çoğuna yabancı, alâkasız, anlamsız bir hâl aldığını söylemek abartma olmaz. Bu arada halk kitleleri televizyonların, film şirketlerinin ve popüler basının servis ettiği yumuşak pastalarla avutuluyor.”[106]

O hâlde artık yüksek sesle şunu dillendirmeliyiz: Kapitalizme karşı dövüşmeyenler, cepheden tavır almayanlar, radikal itirazlarını beyan etmeyenler aydın olarak nitelenemezler…

Aydını; sadece, “Yaşadığı topluma ilişkin bilgi üreten, toplumun kendisini anlamasına ve yeniden üretmesine katkıda bulunan bir aktör”lükle[107] sınırlanamaz…

Aydın; dövüşen, tavır alan, itiraz eden ve bunun diyetini de ödeme konusunda geri adım atmayan, diz çökmeyen, teslim alınamayandır…

Ve nihayet bu özellikler “Aydın, gerçekliğin araştırılmasıyla, kendisi ve iktidar arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır,” der Jean-Paul Sartre ve ekler Michel Foucault da “Aydının esas siyasal sorunu bilimle bağlantılı entelektüel içerikleri eleştirmek ya da kendi bilimsel pratiğine doğru bir ideolojinin eşlik etmesini güvence altına almak değil, yeni bir hakikât siyaseti inşa edebilme olasılığını sağlayabilmektir. Sorun insanların bilincini -ya da kafalarının içinde olanı- değil, hakikât üretiminin siyasal, iktisadî ve kurumsal rejimini değiştirebilmektir. Sorun hakikâti her türlü iktidar sisteminden özgürleştirmek değil (ki hakikâtin kendisi iktidar olduğundan, bu bir rüyadan ibarettir) hakikâtin iktidarını hâl-i hazırda içerisinde işlemekte olduğu toplumsal, iktisadî ve kültürel hegemonya biçimlerinden kopartmaktır…”

Ancak böyle olursak, olabilirsek devrimci Marksizmi anlayabiliriz…

 

III.2) MARKSİZM’DEN NE ANLAMALIYIZ? (TARİH VE DİYALEKTİK ANLAYIŞI)

 

“Maske düşer,

yüzler görünür

ve fırtına kükrer…”[108]

 

80’lerin önemli soru(n)larından birisi de, yenilginin Marksizme “ciro” edilmeye kalkışılarak, Marksizmin “yenilenme” iddialarına “kurban” edilmesi girişimiydi!

Marksizme ilişkin müthiş bir deformasyon kastını devreye sokan bu müdahale “yeni” değildi ve Marksizmin tarihsel birikiminden yakinen tanıdıktı elbet…

Hani V. İ. Lenin’in satırlarındaki üzere: “Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir.

Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizmi ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor…”

İşte böyle… 80’li yıllardaki yaygaralar da “yeni” değildir; “eski(meyen)” malum maruzatlardır!

Öncelikle ve özenle altını çize, çize belirtelim: “Marx eleştirici bir toplumsal bilimciydi; akademik disiplinleri birbirinden ayıran engelleri aşıyor; onları reddediyordu.”[109]

O hâlde Jacques Derrida da, Marx’ın mirasından bugün en çok ihtiyaç olanın “Sosyal eleştiri, köktenci eleştiri anlayışı” olduğunu belirtirken; Marksizm’den anlaşılması gereken, bir akademik yorum değil; 11. Tez’in yöntemidir.

Üzerinde kopartılmak istenen onca spekülasyona rağmen; “Marksizm kim ne derse desin eninde sonunda bu günkü dünyada da en geçerli yöntemdir. Çünkü tarihsel, siyasal, sosyolojik, psikolojik bütün olguları birarada ele almaya, bunları birbiriyle bağlantılandırmaya çalışan bir dünya görüşüdür. Yani sadece ekonomi sorun değildir. Ekonominin bir yığın dolayımı vardır. Ekonomi birçok olgu biçimindedir ve onlar etrafında örgütlenir ve ondan sonra kendini tamamlar.

Marksizm bütün bunları bir arada ele alan, sınıfsal oluşumları dikkatte bulunduran bir yöntemdir. O bakımdan bana birtakım kolaylıklar sağlar. Çok bilmece içinde bırakmaz Marksizm. Açıklayıcı bir yöntemdir. Olguların çok karmaşıklaştığı, söylemlerin sonuna gelindiğinin iddia edildiği bu postmodern dönemde bu işlerin pek de öyle olmadığını ima edebilen ve onların üzerinde ısrarla duran bir yöntemdir.”[110]

Hayır inşa hâlindeki bir eleştirel devrimci yöntem olarak Marksizm bir şablon/ reçete değildir. Kaldı ki tüm Marksistler de, V. İ. Lenin gibi bu kanaattedir…

1899’da kaleme aldığı ‘Programımız’ başlıklı makalesinde V. İ. Lenin, “Biz, Marx’ın teorisini tamamlanmış ve dokunulmaz bir şey olarak görmüyoruz; tersine biz onu, eğer yaşama ayak uydurmak istiyorlarsa, sosyalistlerin her doğrultuda geliştirmek zorunda oldukları bilimin sadece bir temel taşını koyduğuna inanıyoruz,” der.

Yine, “Lenin ‘1923’te ‘Devrimimiz’ adını taşıyan makalesinde ‘Kautskyci düşünce çizgisinde yazılmış bir el kitabının, dünya tarihinin bundan sonraki tüm gelişme biçimlerini’ önceden görebileceğini düşünenlerle alay edip onların deterministik dogmatizminin karşısına, Napoleon’un ‘On s’engage et puis… on voit/ Önce ciddi bir savaşa gir… Sonra ne olacağını gör,’ sözünü koydu.

İlk yapıtlarının dikkatle okunması, Lenin’in başından beri Marksizmin hazır dogmaların kapalı bir sistemi olarak görmeye yanaşmadığını gösterecektir.”[111]

Bunun için de Lenin der ki: “Hiçbir Marksist, Marx’ın teorisine, evrensel olarak zorunlu bir felsefi tarih şeması olarak, özel bir toplumsal-ekonomik biçimlenmenin açıklanmasından öte bir şey olarak bakmamıştır. Yalnızca öznel filozof Bay Mihayilovski, ona evrensel felsefi bir teori maledecek kadar Marx üzerinde bir anlayış noksanlığını göstermeyi becerebilmiştir; ve buna yanıt olarak da, Marx’tan, yanlış kapı çaldığına dair çok kesin bir açıklama almıştır.”[112]

“Marksistler, Marx’ın teorisinden, yalnızca onun toplumsal ilişkilerini aydınlatmak için mutlaka gerekli olan son derece değerli yöntemlerini koşulsuz alırlar ve dolayısıyla da, ilişkiler üzerine yargılarının ölçütünü, soyut şemalarda ve buna benzer saçmalıklarda değil, bu yargının doğruluğunda ve gerçekliğine uygunluğunda bulurlar.”[113]

Gerçekten de Marx’ı tarih anlayışında,[114] “pratik fikirlere göre açıklanmaz, fikirlerin oluşumu maddi pratiğe göre açıklanır.”[115] Bunun için de Marx, “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir,”[116] der…

Bu bağlamda karşımızda, “tarihin şaşmaz yasaları” değil; tarihi değiştirme imkânı; bu imkânı da değerlendirecek başkaldıran insan(lık) vardır…

Tarihsel değişim diyalektiği ancak böyle algılanırsa doğru adımlar atılabilir. Kaldı ki Bertell Ollman’ın da işaret ettiği üzere, “Diyalektiğin yasalarının kendiliğinden hiçbir şey açıklamayacağı, kanıtlamayacağı, önceden bildiremeyeceği ve hiçbir şeyin ortadan çıkmasına sebep olmayacağıdır. Bu yasalar daha ziyade değişimin ve etkileşimin herhangi bir genellik düzeyinde bulunan en yaygın biçimlerini, incelemek ve bunların parçası olduğu dünyaya müdahale etmek amacıyla, düzenlemeye yarayan”[117] metodolojik araçlardır.

“Öncelikle diyalektik her şeyi açıklamaya gücü yeten katılaşmış bir tez-antitez-sentez üçlemesi değildir. Bir şeyi kanıtlamanın ve önceden tahmin etmenin formülünü sunan bir kılavuz olarak da görülemez. Onu tarihin motoru olarak da düşünmek yanlıştır. Diyalektik, sanılanın aksine, hiçbir şeyi kanıtlamaz, hiçbir şeyi önceden bildirmez ve her şeyin ortaya çıkmasına neden olmaz.”[118]

“Gerçek somut tüm karmaşıklığıyla içinde yaşadığımız dünyadır. Düşüncedeki somut ise Marx’ın daha sonra ‘Marksizm’ olarak adlandırılacak teorilerle bu dünyayı yeniden inşa etmesidir. Marx’a göre anlamaya giden aydınlık yol gerçek somuttan geçer, soyutlama süreci vasıtasıyla düşüncedeki somuta ulaşır.”[119]

Çünkü Marx’ın da altını çizdiği üzere “Kural olarak en genel soyutlamalar ancak mümkün olan en zengin gelişmenin ortasında,[120] bir şeyin bir çok şeyde, her şeyde ortak olarak belirlendiği durumlarda ortaya çıkarlar.”[121] “[Somut ise] pek çok belirlenimin bir araya toplanması, dolayısıyla çeşitliliğin birliğidir.”[122]

O hâlde 80’lerde yitirilenin tekrar kazanılması için yapılması gereken: i) somuta/ kaynağa dönerek; ii) tarihi ve geleneği sahiplenerek; iii) irade koymak ve yaşama yönelmektir; iv) tabii örgütlü olarak ve “11. Tez”i unutmadan…

Bunun için de: i) sorunu kavramak, deşifre etmek; ii) tarihsel köklerini ve bağıntılarını belirlemek; iii) bu çözümleme ve tarihselleştirmeden hareketle olanaklı geleceği tasarlamak; iv) bu türden bir gelecek tasarımını gerçekleştirecek politik iradeye yani örgütlenmeye başlamak gerek…

Bu, tam da K. Marx ile F. Engels’in, ‘Komünist Manifesto’da, “Komünistlerin teorik önermeleri asla şu ya da bu sözüm ona evrensel reformcu tarafından icat edilen ya da keşfedilen düşüncelere, ilkelere dayanmaz. Bu önermeler var olan sınıf mücadelesinin, gözlerimizin önünde süreduran tarihi bir hareketin fiili ilişkilerinin genel birer ifadesidir, o kadar,” dediği şeydir… Orhan Bursalı ve benzerlerinin zırvalarına karşın[123] öyle de kalacaktır…

 

  1. AYRIM: KAPİTALİZM!

 

“Aşê dîna bi xwe digere.”[124]

 

Evet tüm bunlar bizi, tarihin çöplüğüne atılması gereken kapitalizm sorunsalına getirir…

80’li yıllar, lanetli kapitalizmin “yüceltilerek”, “biricikleştirip” tarihin “sonu”nun ilan edildiği yıllardı…

O zamanlar da, “Eleştirici aklın sesi kesildi, yeni bir gramer tebliğ olundu. Buna göre tüketim tercihi özgürlük demektir; demokrasi liberalizm ile, o da kapitalizmle eşanlamlıdır. Aslında kapitalizm de ekonomi demektir. Hint köylüsünün, Afrikalının kendi kendini doyurma hakkı elinden alınırken o hakkı savunanlar milliyetçilikle, gerikafalılıkla damgalandılar. Akılsız sol bu yeni grameri derhâl içselleştirdi.”[125]

Hem de öyle bir “içselleştirildi” ki, artık “piyasa sosyalizmi”nden dahi söz edilir oldu…

Kolay mı? 80’lerde hemen her şey “piyasa”ya endekslenmişti…

İşte bu “mantık(sızlık)”la, “Kapitalizm neden bu kadar başarılı oluyor?”[126] türünden cümleler “rahatlıkla” kurulur oldu…

Pekiyi, unutulan/ unutturulan neydi mi?

Georg Büchner’in, “Gözlerini yukarıya çevir ve seni ezen, ancak senden emdiği kan ve isteksizce ödünç verdiğin kolların kadar güçlü olan o ufak çete kaç kişidir bir say…” diye tarif ettiği kapitalizmin asli gerçeği!

Ya da kapitalizme dair “Kârı yüksek tutmanın tek yolu, ücretleri düşürmektir,” diyen David Ricardo’nun sözleri…

Veya John Maynard Keynes’in, “Kapitalizm en acımasız insanların, herkesin en büyük iyiliği için en acımasız şeyleri yapacağı yolundaki şaşırtıcı inançtır.” “[Kapitalizm] bir başarı değildir. Zeki, güzel, adil, erdemli değildir – ve iyileri selamete eriştirmez. Kısacası ondan hoşlanmıyoruz, hatta ondan nefret etmeye başladık. Ama yerine ne koyacağımızı düşündüğümüzde, aklımız karışıyor,” betimlemesi…

Sonra çok öncelerden Reis Oturan Boğa’nın, “Dinle ey halkım: Şimdi atalarımızla ilk karşılaştıklarında küçük ve güçsüz, ancak artık büyük ve zorba olan bir başka soyla baş etmek zorundayız. Garip bir şekilde toprağı ekip biçmeye düşkünler ve sahip olmak, onlar için adeta bir hastalık. Bu insanlar zenginlerin kolaylıkla çiğneyebildiği ama yoksulların ihlâl edemeyeceği yasalar yapmışlar. Zenginleri ve yönetenleri desteklemek için yoksullardan ve güçsüzlerden aşar topluyorlar,”[127] saptamaları…

Yakın geçmişten W. A. Duncan’ın, “İş dünyası acımasızdır ve yalnızca daha iyi bir siyasa olarak değerlendirdiğinde adaleti umursar. Eğer unsurları denetleme gücü olsaydı, suları, güneş ışığını ve havayı demir pençesiyle kavrayıp milyonlarca aç erkek, kadın ve çocuğa, fahiş fiyatlarla satmaktan geri durmazdı,” deyişi…

80’lerde allanıp-pullansa da, “alternatifsiz” olarak sunulsa da kapitalizm bu; ve dahası da var!

 

IV.1) KAPİTALİST ZULMÜN DÜNYASI

 

“Kalbim en uzak

yıldızla birlikte çarpıyor.”[128]

 

Uluslararası Af Örgütü Direktörü Ville Forsman ekonomik krizle birlikte artan insan hakları ihlâllerine karşı G-20 ülkelerinin bir strateji oluşturması gerektiğini vurguladı. Örgütün basın koordinatörü Avi Haligua ise IMF ve Dünya Bankası tarafından gündeme getirilen yapısal uyum politikalarının sosyal güvenlik ağlarını yok olma noktasına getirdiğine dikkat çekerek “Sisteme dair bir eleştiri getirilmedikçe, yoksulluk sorununun aşılacağını düşünmüyoruz” dedi.

Kuzey ve Güney Amerika’da yerliler hakları için ayakta…

Kutuplardan Tierra del Fuego’nun güney ucuna, Amerika’daki yerli halklar uzun süredir dışlanma ve ayrımcılıkla karşılaşıyorlar. Hayatlarını etkileyen kararlarda söz hakları olmayan yerli halklar, doğal kaynaklar açısından zengin bölgelerde bile yoksulluktan fazlasıyla etkilendi. Ciddi insan hakları ihlâlleriyle karşılaşan bölgenin tamamındaki yerli halklar seslerini duyurmak için harekete geçti. Ayrımcılığa uğramama hakkı, arazi haklarına ve kültürel kimliklerine saygı duyulmasına yönelik talepleri, bölgedeki insan hakları tartışmalarının merkezinde yer alıyor.

Kolombiya’da silahlı çatışmalarda işlenen cinayetler ve zorla kaybedilmeler gibi insan hakları ihlâllerinin çoğu, ekonomik veya stratejik öneme sahip alanlardaki sivil toplulukları yerlerinden etmeyi amaçlıyor.

Meksika’nın kuzey eyaleti Chihuahua’daki Pima ve Raramuri yerli halklarını da içeren Huizopa topluluğu üyeleri, bir maden şirketinin topluluğa ait arazilerdeki işlemlerinin, topluluk ile yapılan anlaşmalara uymasını talep etti. Protestoları destekleyenler, tehdit ve protestoları bastıran polis müdahalesi ile karşılaştı.

Şili’de maden çıkarma ve ormancılık endüstrilerinin sürekli genişlemesi, arazi davalarının çözümünün yavaş ilerlemesi ile birleşince, yetkililer ve yerli halklar, özellikle de Mapuçeler arasındaki gerilim devam etti.

Bolivya’da ayrımcılık devam etti. Bolivya yerli halklarının ve toplumun diğer dışlanan kesimlerinin haklarını desteklemek için Başkan Evo Morales hükümeti tarafından yürütülen çabalar, uzun süreli ayrıcalıklarını kaybetmekten korkan güçlü arazi sahibi ailelerin ve seçkin işadamlarının muhalefeti ile karşılaştı. Gerilimler, eylül ayından Pando’da 19 topraksız köylünün öldürülmesi ile doruğa ulaşan şiddet olaylarına dönüştü.

Asya Pasifik’de hak arayanlar susturuluyor…

Asya-Pasifik bölgesinde yüz binlerce kişi hükümet politikaları sebebiyle mağdur olmasına rağmen itirazlarını dillendiremeyecek kadar korkuyorlar. Milyonlarca insan gıda, yakacak ve diğer eşya fiyatları artarken yoksullaştı.

Asya-Pasifik bölgesi bütün olarak en yoksullaştırılmış nüfusların (Afganistan, Bangladeş, Laos, Myanmar, Kuzey Kore, Papua Yeni Gine) yanı sıra dünyanın en zengin alanlarını da (Avustralya, Çin, Japonya, Güney Kore) barındırmaktadır. 2008 boyunca bu insanların refah farklılıkları doğal kaynakların dağıtımından çok hükümet politikası ile ilgili göründü.

2009 yılı biterken küresel ekonomideki sıkıntılı dönemin etkileri daha fazla açığa çıkarken Asya-Pasifik bölgesinde gittikçe daha fazla insan hükümetlerinden hesap verebilirlik talep etti. Hükümetler ise taleplerine cevap vermektense onları susturmaya çalıştı.

2008 Ekim ayında Asya Kalkınma Bankası 2 milyon Kamboçyalının küresel mali kriz ortasında gıda, yakıt ve eşya maliyetleri yükseldiğinden yoksulluğa düşmüş olabileceğine dair uyarıda bulundu. Bu rakam zaten fakirlik içinde yaşayan, nüfusun yaklaşık üçte biri olan 4.5 milyona ekti.

Avrupa ve Orta Asya ülkeleri de kriz mağduru…

2008 yılında Avrupa genelinde, zaten yoksulluk içinde yaşayan kişiler birçok temel ihtiyaca erişimden yoksun kaldılar. Gittikçe büyüyen ekonomik krize rağmen Avrupa küresel ölçüde nispeten zengin bir bölge olarak kaldı, ancak devletlerin eğitim, sağlık hizmetleri, barınma ve geçim kaynaklarını güvenlik altına almak gibi yükümlülüklerini gerçekleştirmemesi sonucu milyonlarca Avrupalı mağdur oldu.

BM mülteci birimi, 2008 yılında 67 bin kişinin deniz yoluyla Avrupa’ya tehlikeli bir şekilde geçtiğini bildirdi, kesin sayının bilinmesinin imkânsız olmasıyla birlikte yüzlercesi yolda öldü. Birçok ülke göçmenleri ve sığınmacıları, uygunsuz koşullarda rutin olarak gözaltında tuttu.

Göçmenler, Romanlar, Yahudiler ve Müslümanlar aşırılık yanlısı gruplar tarafından işlenen veya bireysel nefret suçlarına maruz kalanlar arasındaydı.Onlarca yıldır Orta Asya’yı vuran en sert kışlardan biri yaşamsal altyapıyı etkiledi ve bölgedeki geniş ekili alanları ciddi enerji ve gıda kıtlığıyla karşı karşıya bıraktı; BM de Tacikistan ve Kırgızistan’da yaşayanlar için acil durum çağrısında bulundu.

Afrika’da hayat pahalılığına karşı protestolar şiddetle bastırıldı…

Afrika’da küresel ekonomik krizin de etkisiyle 2008 yılına damgasını vuran gıda krizi, zaten yoksulluk içinde yaşayan topluluklar üzerinde büyük etki yarattı. Başta Benin, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gine Cumhuriyeti, Kamerun, Mali, Mozambik, Senegal, Somali ve Zimbabve dahil olmak üzere kıtanın tamamında göstericiler vahim sosyal durum ve hayat pahalılığının hızla artması nedeniyle sokaklara döküldü. Güvenlik güçleri, gıda hakkı dahil olmak üzere yeterli yaşam standardına sahip olma haklarını talep eden çok sayıda kişiyi yaraladı ve öldürdü. Protestocular keyfi olarak gözaltına alındı. Bazıları gözaltında kötü muameleye maruz kaldı veya adil olmayan yargılamalar sonrasında hapis cezasına mahkûm edildiler.

Binlerce insan ailelerinin yaşamlarını iyileştirmeyi umarak diğer ülkelere göç etmeye devam etti. Çoğu çaresizlik içinde, yaşamlarını zalim kaçakçıların ellerine bırakarak denize açıldı. Aden Körfezi üzerinden Yemen’e ulaşmak için Afrika Boynuzu’ndan ayrılan yüzlerce kişi yolda öldü. Diğerlerinin çoğu ise vardıkları ülkede gözaltına alındı ve kötü muameleye maruz kaldı, daha sonra da geldikleri ülkeler dışındaki ülkelere yollanmak üzere sınır dışı edildi.

Gine’nin nüfusu yıl içinde artan gıda ve eşya fiyatlarından ağır şekilde etkilendi. Protestoları organize ettiğine inanılan Karamba Dramé öldürüldü. 2009 Şubat ayı sonlarında Kamerun’da güvenlik güçleri, artan hayat pahalılığına ve düşük ücretlere yönelik protestolara yapılan müdahalede yaklaşık 100 kişiyi öldürdü.

Zimbabve’de ekonomik ve sosyal altyapıdaki zayıflığı protesto eden yüzlerce aktivist tutuklandı. BM’nin yaklaşık beş milyon kişinin gıda yardımına ihtiyaç duyduğunu belirttiği Zimbabve’de hükümet gıdaya erişimi, politik muhaliflerine karşı silah olarak kullandı.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da güvensizlik yaygınlaşıyor…

İsrail ve Filistinliler arasında süregelen mücadele, Irak’taki ABD birlikleri, İran’ın nükleer hedefleri hakkındaki endişeler, İslâmcılar ve laiklik taraftarları arasındaki açık bölünme bölge genelindeki siyasi güvensizlik ortamına katkıda bulundu. Bunlara 2008 yılında büyüyen küresel mali kriz nedeniyle ekonomik ve sosyal güvensizlik de eklendi; artan gıda fiyatları zaten yoksulluk içinde yaşamakta olanları etkiledi. Durumu protesto edenlere karşı sıkı önlemler alındı.

Mısır, Tunus ve Fas’ta, ekonomik koşulları protesto eden işçilere yetkililerin cevabı, kaba kuvvet ve kitlesel tutuklamalar ile göstericileri bastırmak oldu.

Hint Yarımadası’ndan ve Asya’nın diğer bölgelerinden gelen inşaat ve hizmet sektörlerinde işçilik ve beceri sağlayan göçmen işçiler petrol zengini Körfez ülkelerinin ekonomileri için dayanak noktalarıydı. Oysa bu işçiler çoğu kez ağır koşullar altında, sömürü ve ihlâllere karşı herhangi bir devlet koruması olmadan yaşamak ve çalışmak zorunda kaldılar. Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde olduğu gibi koşullarını protesto ettikleri zaman yetkililerin cevabı onları toplamak ve ihraç etmek oldu.[129]

Bu tablo karşısında burada durup ekleyelim: “Biten her şey silinip yok olsun,” diyorsanız eğer, bu tabloyu yaratan dinamiklerin nereye gideceğiyle ilgili olanların (krizin) ve yaptığımız (itiraz) her şeyin çok önemli olduğunu unutmamanız gerekiyor.

 

IV.2) KRİZ = KAPİTALİZM!

 

“Birîndar bi birîna xwe zane.”[130]

 

80’li yıllarda “kriz=kapitalizm” gerçeği unutulup, unutturuldu!

Oysa ulaşılan koordinatların da bir kez daha kanıtladığı gibi, kapitalizm krizdir; krizsiz de var olamaz!

Konuya bağıntılı olarak aktaralım: K. Marx, ‘Kapital’in III. Cildinde “Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası” bölümünün sonunda, “Kapitalist Üretimin Üç Temel Olgusu” başlığı altında şunları ifade eder:

“Kapitalist üretim altında, nüfusa oranla gelişen muazzam üretkenlik ve sermaye-değerlerin (bunun yalnızca maddi varlığının değil) aynı oranda olmasa bile, nüfustaki artıştan çok daha büyük bir hızla büyümesi, genişleyen servete oranla sürekli daralan ve bütün bu muazzam üretkenliğin kendisi için çalıştığı temelle çelişir. Bunlar, aynı zamanda, bu büyüyen sermayenin kendi değerini artırdığı koşullar ile de çelişir. Ve bunun sonucu bunalımlar”[131] baş gösterir.

Olan bu!

Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva’nın da, zenginlerin yarattığı küresel krizin faturasını yoksulların ödememesi gerektiği vurgusuyla belirttiği üzere, “Krizin ortaya çıkışında ve yayılmasında; yerliler, siyahlar veya fakirler değil, mavi gözlü beyazlar sorumlu”dur![132]

Bunlarla bağıntılı olarak; eski ABD Merkez Bankası Başkanı Alan “Maestro” Greenspan da, Karl Marx gibi konuşmaya başladı; “Sistem çapında bir çöküş riski, piyasa ekonomilerinin kaçınılmaz bir özelliğidir,” diyor.[133] Böylece, kapitalizmin ideolojik dünyasının her zaman bastırmaya çalıştığı, ekonomistlerin nefret nesnesi “gerçek”, kapitalizmi bizzat yönetmiş biri tarafından dile getirilmiş oluyor.[134]

‘The Financial Times’, 9 Mart 2009 tarihli başyazısında “Kapitalizmin geleceğini” tartışmaya açan bir dizi yorum yayımlamaya başladı. Yanlış okumadınız, ‘The Financial Times’ da, “geleceğin kapitalizmini” değil “kapitalizmin geleceğini” tartışmaya açıyor.[135]

Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün kurucusu, Harvard, MIT ve Varşova üniversiteleri’nden Prof. Dominique Moisi gibi kimi yorumcular da, “1989’u andıran tarihsel bir dönüm noktasında olduğumuza”[136] inanıyorlar.

Bu “dönüm noktası”, Kapitalizmin, “Neo-liberalizm”, “Anglosakson/ Amerikan modeli”, popüler söylemde de “küreselleşme” gibi ifadelerle betimlenen bir kriz yönetim modelinin tükenişi.

Böylece kapitalizmin, ekonomik, siyasi hatta kültürel kriz eğilimleri tekrar kendilerini, ama bu modelin küresel çapta yoğunlaştırdığı finansal, ekonomik, kültürel ağların, ekolojik yıpranmanın etkisiyle, çok daha güçlenerek dayatıyorlar. Council on Foreign Relations’un jeoeconomic uzmanı Brad Setser buna “küreselleşmenin intikamı” diyor. “Geçiş süreci” içinde, belirsizliklerin giderek arttığı, “çok özel” bir konjonktür oluşuyor.

Bu “çok özel” konjonktürün iki özelliği var: Birincisi bu mali kriz, öngördüğümüz gibi (“Bu kriz ‘o kriz’ mi?”), yalnızca verili ekonomik modeli değil, ABD hegemonyasındaki gerilemeyi de hızlandırarak uluslararası dengeleri değişmeye zorluyor. İkincisi, kapitalizmin merkezlerinde sınıf mücadelesi keskinleşirken, “eşitlikçilik rüzgârının yeniden esmeye”, “kâr dürtüsünün meşruiyetini kaybetmeye” başlamasına, “açgözlülüğün” on yıllardır görülmeyen düzeyde bir toplumsal tepkiye yol açmasına paralel[137] kapitalist sınıfın zirvelerinde bir korku ve güvensizlik yayılıyor.[138]

Kapitalizmin küresel ekonomik krizi tüm tahripkâr etkileriyle birlikte derinleşerek devam ediyor. Yoğunlaşan kitlesel işten atmalar sonucu katlanarak artan işsizlik, düşen ücretler ve yaşam standartları gitgide ağır bir karabasan gibi dünya işçi sınıfının üzerine çökmekte.

İster saklansın ister utangaçça kabul edilsin, tüm veriler mevcut krizin kapitalizmin tarihinde ender görülen cinsten derin bir kriz olduğuna işaret ediyor. Aslında gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır ki, bu kriz uzun yıllardır ertelenen, bu nedenle de derinliği ve şiddeti olağanüstü boyutlar kazanmış bir krizdir.

Bu bakımdan belirtilerin işaret ettiği gibi, kapitalist ekonomide güçlü bir çöküntü biçimini almaktadır. Adları bile adeta salavatla anılan çok sayıda dünya devi şirketin birbiri ardına batması ya da batma noktasına gelmesi, kapitalist çevrimin sıradan krizlerinde rastlanacak türde olgular değildir. Kısa bir zaman aralığında gerçekleşen böylesi çok sayıda ve devasa batışlar ancak derin çöküntü dönemlerini işaret eden türde olgulardır.

Bu koordinatlarda eski Dünya Bankası Başekonomisti, eski ABD Hazine Bakanı, Harvard Üniversitesi eski rektörü ve Obama yönetiminin yeni Baş Ekonomi Uzmanı Profesör Lawrence H. Summers da, kapitalizmin geleceğini “kendisinden kurtarılması”na bağlamaktadır.[139]

Evet, olup-bit(mey)en, bizlere bir kere daha 80’lerde kapitalizme ilişkin yaygınlaşan “iyimserlik”in ne kadar büyük bir yalan olduğunu bir kez daha anımsatmaktadır…

Geçerken kapitalizmin “kabe”si ABD’ye ilişkin birkaç örnek:

* ABD Federal Hükümeti, dev bankaları batıran ekonomik krizden kurtulmak için 5 trilyon dolar harcadı. Bu tutarın 24 trilyon dolara ulaşması beklenirken, her ABD vatandaşına olan maliyetinin ise 80 bin dolar olması öngörülüyor.[140]

* Kapitalizmin şampiyonluğunu yapan ABD’nin ekonomiye verdiği kamu desteğinin oranı GSYH’sının dörtte üçüne yaklaşıyor.[141]

Kriz ile belirsizlik büyürken; iş bunlarla da sınırlı değil; devam edelim:

* Avrupa Kalkınma Bankası Başkanı Thomas Mirow, özellikle bankaları acı sürprizlerin beklediğini belirtti. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde krizin şimdiye kadar fazla bir tahribat yaratmadığını belirten Avrupa Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Mirow ancak bundan sonra büyük bir iflas dalgası yaşanabileceğini belirtti. Mirow’a göre, gerekli önlemler alınamazsa, büyük toplumsal patlamalar yaşanabilir.[142]

* Küresel ekonomik krizde en kötünün geride kaldığı yorumları artsa da, bazı ekonomistler hâlen çift dipli bir riskin sürdüğüne dikkat çekiyor.[143]

* Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, “Gelişmekte olan ülkeler, krizin etkisini tam olarak yeni yeni hissediyorlar” dedi.[144]

İyi de (kimsenin pek söz etmediği!) sürdürülemez kapitalist krizin sonuçları mı? Alın birkaç tane!

* 2009 yılında 55 ila 90 milyon arasında kişi daha kendilerini aşırı yoksul kesim içinde bulacak, kronik açlık çekenlerin sayısı ise 1 milyarı aşacak. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, küresel krizin üstesinden gelmek için çok daha fazla çaba gösterilmezse, bu durumun yoksul ülkeler için insani felakete dönüşeceği uyarısı yaptı.[145]

* Bir yılda, dünyanın zor durumda ya da batmakta olan bankaları için, 18 trilyon dolar harcandı.[146]

* Küresel ekonomik krizde nedeniyle reel sektör devleri 2009 yılının ilk 3 ayında 431 binden fazla çalışanın işine son verdi.[147]

* İngiltere’de işsizlik 2009’da, 14 yılın zirvesine çıkarak 2.4 milyonu aştı.[148]

* Romanya, ekonomik kriz ortamında devlet memurlarına 10 gün ücretsiz izin vererek, 509 milyon dolarlık (360 milyon avro) tasarruf yapmayı amaçlıyor. Romanya’nın aldığı tasarruf kararı, ülkenin IMF ile yaptığı anlaşmadan sonra geldi.[149]

* Kriz, dünya genelinde “varlıklı kişilerin” sayısını yüzde 14.9, “ultra zenginleri” dörtte bir oranında azalttı. Bunların varlıkları da yüzde 19.5 oranında geriledi. Türkiye’deki dolar milyonerlerinin sayısı üçte bire yakın azalma göstererek 37 bin 500’e indi.[150]

* “Kriz dönemleri, kişilerin insanı hayata bağlayan yararlı olma ve geleceğini kurma duygu ve yeteneğini giderek köreltir”ken;[151] İngiltere’de ‘Children’s Society’nin yaptığı araştırma, ekonomik krizden çocukların da psikolojik olarak etkilendiğini ortaya koydu.[152]

* Türkiye Psikiyatri Derneği Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa, ekonomik krizin insanların ruh sağlığı üzerinde ağır bir tahribat yaptığını söyledi. İşini kaybeden bireylerin, işini koruyan kişilere göre depresyon oranlarının iki kat fazla olduğunu belirten Yeşilbursa, “İşsizlik aynı zamanda riskli alkol kullanımını, madde kullanımını ve suç davranışını artırıyor. En önemlisi de işsizliğin intihar riskini iki-üç kat artırmasıdır. İşsizlik gibi kayıt dışı çalışma da hem kadınların hem erkeklerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkiliyor” dedi.[153]

Durum bu!

Bunlar böyleyken; kimse, 80’lerde olduğu gibi kapitalizmi savunma yanılgısına sarılamaz artık!

Şimdi “Ne yapmalı”nın yanıtı; “Kapitalizmin üzerine gidilecekse, krizde daha çok gidilmeli. Diyelim aynı gemideysek, kriz dönemlerinde işçilerin gemiyi terk etmesi gerekir. Kapitalistlerin çıkarlarıyla işçilerin çıkarlarını ayrıştırmanın en elverişli fırsatı krizlerdir.”[154]

Çünkü Alain Badio’nun işaret ettiği gibi, “Bize sunulduğu hâliyle küresel kriz, bugün ‘sinema’ diye adlandırdığımız, o fabrikasyon endüstrisinin önceden hazırlanmış paketleri içinde sunduğu uyduruk kötü filmleri andırıyor…

Filmde görüldüğü gibi, ‘demokrasi’ fetişistleri bankaların şevkli köleleridir sadece. Onu n asıl adı, teknik terim olarak karşılığı, kapitalist-parlamentarizmdir…

İkinci durum ise ideolojiktir. Artık ‘ideolojilerin sonunun geldiği’ bir zamanda olduğumuzu iddia eden eski yargıları yıkmak gerekir! Bugün açıkça görüldüğü üzere, bu öngörülen sondaki elle tutulur tek gerçek, ‘bankaları kurtarın’ sloganıdır…

Kapitalizmin yakışıksız gösterisinin karşısına biz, hakların gerçeğini, fikirlerdeki devinimin içindeki insan hayatının gerçeğini koyuyoruz. İnsanlığın özgürleşmesi fikri, gücünden hiçbir şey kaybetmedi. Ama şüphesiz ki, uzunca bir süredir bu güce hizmetle kendini tanımlayan ‘komünizm’ kıymetten düştü, alçaltıldı, kötü amaçlar için kullanıldı.

Ama bugün, onun yok olması sadece düzeni savunanların, felaket filminin hararetli oyuncularının işine gelmektedir. Fakat biz komünizmi, onun yeni ışığında dirilteceğiz. Bu aynı zamanda Marx’ın da komünizm için ‘en radikal biçimde geleneksel düşüncelerden kopmak’ dediği ve komünizmin meydana getireceği birlikteliği ‘her bir kişinin özgür gelişimi, herkesin özgür gelişiminin ön koşulu olacaktır’ diye belirttiği, komünizmin en eski erdemidir de.

Kapitalist-parlamentarizmden tamamıyla kopuş, popüler gerçeklik düzeyinde yeni politikaların keşfi, fikrin egemenliği: Her şey ortada, ihtiyacımız olan tek şey kriz filmime arkamızı dönmek ve ayağa kalkmaktır…[155]

 

IV.3) DEMOKRASİ… “DEMOKRATİKLEŞME”… VS…

 

“Av bi bêjingê nayê civandin.”[156]

 

“İyi de demokrasi… Demokratikleşme” mi? Dediniz!

Aristoteles’in, köleci Yunanistan’a ilişkin olarak, “Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir,” saptamasını; güncel koşullara şöyle uyarlayabiliriz: Sürdürülemez kapitalizm koşullarında demokrasi, tekelci despotizmin en ileri şeklidir!

Gerçekten de, sürdürülemez kapitalist demokrasinin tekelci despotizminde, Albert Parsons’un deyişiyle, “Eskiden efendiler kölelerini seçerlerdi, şimdi köleler efendilerini seçiyor.”

“Demokrasi” dedikleri bu; ne bir fazla, ne bir eksik…

Evet, “demokrasi” dediniz mi; dıştalayıcı, insan(lık)ı sürüleştiren; “aptal rüzgârgülüne dönüş”üren[157] bir illüzyondan söz etmekteyiz.

Selçuk Salih Caydı’nın bile, “2008 kriziyle sanal kapital balonunun patlaması ve neo-liberal paradigmanın sona ermesi, neo-liberalizme özgü ‘post-demokrasi’yi de vurmuş görünüyor,”[158] demek zorunda kaldığı koordinatlarda kimse inkâra kalkışmasın; “Kapitalizm ile demokrasi birbiri ile uzlaşmaz” diyen Marksist akademisyen Ellen Meiksins Wood’un saptamalarını hayat, durmadan doğrulamaktadır![159]

Postmodern zamanlarda neo-liberaller tarafından göklere çıkartılan öznesi belirsiz “demokrasi çığırtkanlığı”nın hesaba katmadığı bir şeyler vardır ki, bazı burjuvalar dahi bunun farkındadır!

Örneğin bu konuda Joseph A. Schumpeter, “Demokrasi politik bir metottur yani politik -teşrii ve idari- kararlara varmak için bir nevi teşkilâtlanmadır ve bu hâliyle, belli şartlar altında varacağı sonuçlarla ilgili olmaksızın kendiliğinden bir amaç olmaya uygun değildir,”[160] derken; Roland Pennock da ekler: “Demokrasi kuramı çoğu kez muğlak bir dil, üstü kapalı varsayımlar ve metafizik önermelerin gereksiz karmaşıklığı yüzünden karanlıkta kalmış gibidir. Yine çoğu kez, teori dünyası ile pratik dünyanın farklı yörüngelerde dolaşmalarına izin verilmiştir.”[161]

“Demokrasi” mi?![162]

Hadi canım sende!

Şimdi her şey George Orwell’in 1948’de, 1984 için öngördüğü insanlığın üzerine çökmesi beklenen totaliter kâbusu betimleyen ünlü romanı ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki üzere… Orwell’in çoğunca kehanet olarak görülen romanında söyledikleri etiyle kemiğiyle gerçeğe dönüşmüş gibi.

Daha çok gizli servisler tarafından kullanılan casus bilgisayarlar, çeşitli telefon dinleme ve izleme teknikleri, elektronik iletişimin baş döndürücü gelişmesiyle yaşamın her alanını kapsayacak ölçüde yayılıyor, yasal kılıflara sokularak salt resmi kuruluşlar tarafından değil özel kişiler tarafından da fütursuzca insanların özel yaşamlarına girilerek, elde edilen kişisel verilerin, sahiplerinden habersiz, diledikleri amaca yönelik olmak üzere kullanılması sağlanıyor.[163]

Ve bunlar “demokrasi” adına yapılıyor…

Adalet Bakanı’nın, “Yasal olarak 70 bin civarında kişinin telefonunun dinlendiği anlaşılıyor,” dediği;[164] Ergenekon duruşmasında sanık avukatlarının “Telefonlarımız dinleniyor” şikâyeti üzerine, Mahkeme Başkanı olan, 13’üncü Ağır Ceza Hâkimi Köksal Şengün’ün “Hâkimin dinlenmediğini kim iddia edebilir ki?” sözlerini Adalet Bakanı’nın, “Devlet isterse hâkimini de dinler” diye yanıtladığı;[165] Adana’da yasadışı gösterilerde tutuklanan çocuk sayısının, iki mahkûmiyetle birlikte 11 ayda 69’a, toplam ceza 300 yıla çıktığı;[166] İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) tarafından Türkiye ile ilgili hazırlanan raporda, 2007 başından itibaren polis şiddeti ve işkence şikâyetlerinde artış olduğuna dikkat çekilerek bu olguların ısrarla sürmesinin temel nedeni olarak “cezasızlık kültürünün devam etmesi”nin gösterildiği;[167] vb.; vd. koşullarda “demokrasi” mi?

Hadi canım sende!

Ya “Yol Haritası” veya “Kürt Sorunu”ndaki “AKP patentli liberalleşme” mi?

Eğer, iflah olmaz bir (Fethullah’ın sempatisine mazhar olmuş) liberal değilseniz; bu yalana/ almaya “Evet” demeniz mümkün değildir!

Yol Haritası” veya “Kürt Sorunu” mu dediniz?

Her şey nihayetinde, “İçişleri Bakanı’nın girişimleriyle açılan süreç gerçekten bir ‘barış’ imkânına işaret ediyor. Ancak ‘devlet aklı’nın eseri olan bu ‘barış’ toplumun bir ‘özgürlük’ uğrağı olarak değil, devletin ‘güvenlik’ ve ‘egemenlik’ ihtiyacının karşılanması olarak var,”[168] diyen Ertuğrul Kürkçü’nün işaret ettiği üzeredir…

“Demokratikleş-ME”, sürdürülemez kapitalizm koşullarında “stratejisiz” postmodern bir “taktik(sizlik)”tir;[169] karşılıksızdır…

Demokrasi, devrim sorunudur; demokratikleşme ise, devrimci mücadelenin yan ürünü…

 

IV.4) ELBETTE DEVRİM!

 

“Sessizliğimizin

boğduğunuz seslerimizden

daha güçlü olacağı günler gelecek!”[170]

 

Çok hazin olsa da anımsayın; 80’ler, kimilerinin devrimden vazgeçtiği; “Elveda devrim, elveda proletarya” ya da “Küçük güzeldir” veya “Devrim olmadı demokrasi verelim” denilen yıllardı…

Hatta söz konusu “absürd”; “… ‘Devrim’ sözcüğünün talihsiz bir yanı var: ‘Devirmek’ kökünden geliyor ve devrimlerin olumsuz yanını öne çıkarıyor.

Tıpkı ‘bozulmak’, ‘karışıklık’ anlamına gelen ‘ihtilâl’ gibi.

Oysa devrimlerin yıktıkları kadar yapmaları da mümkündür! Bu kavramın Batı dillerindeki karşılığı olan ‘revolution’ sözcüğü ‘revolve’ (dönme, devretme) kökünden geldiği için daha makbul olabilir,”[171] demeye kadar vardırıldı!

Ya da kimileri de; “Eskiden, neden Ekim Devrimi gibi yapamadım, kökten bir şekilde yeni bir devleti örgütleyemedim diye düşünürdüm. Fransız Devrimi gibi, Rus Devrimi gibi toptan zaferler… Bunların dönemi kapandı. Büyük kayıpları, büyük riskleri olurdu. Şimdi bunları aştım,”[172] dedi…

Öncelikle sürdürülemez kapitalizm koşullarında “Devrim artık zarurettir.”[173]

Bu zaruretin “alternatif”i de, çürüme ve yok oluştur; yani barbarlıktır…

Marx’ın ünlü deyişiyle, devrim, “tarihin motoru” ya da “lokomotifi”dir. Bir başka deyişle devrim, “imdat freni”[174] olarak da tanımlanandır…

Evet; “… ‘Devrim’[175] eylemine getirilebilecek kestirme bir tanım, ‘neyi istediğini bilen’ bir grup (örgütlü) insanın (öznel) iradesiyle, ‘neyi istemediğini bilen’ yığınların (nesnel) hoşnutsuzluğunun buluşmasıdır. Dolayısıyla devrim, nesnel koşulların olduğu kadar, öznel iradelerin de bir ürünü, yani bir nesnel(lik)-öznel(lik) diyalektiğidir. Hoşnutsuzluk ile değişim iradesinin buluşamaması ya da her birinin veya ikisinin birden yetersizliği, devrimci durumun karşı devrime dönüşmesine yol açar.”[176]

Hannah Arendt’in deyişiyle de, “Devrimler tarihine bakarsanız, devrimlerin yolunun ezilenler ve aşağılananlar tarafından açılmadığını, bu yolu açanların ezilmeyen ve aşağılanmayan, ama bunların başkalarına yapılmasına da tahammül edemeyenler olduğunu görürsünüz”

Bu kapsamda Jack London da ekler: “Devrimci, toplum çukurunun dibindeki mezbahalardan gelme aç ve hasta bir köle değildir; temel olarak, o mezbahaların kendisini ve çocuklarını beklediğini gören ve bu gidişe karşı çıkan, iyi durumdaki bir işçidir.”[177]

O hâlde; “devrim” ve “devrimci”yi; giderek “zarurileşen” bir aciliyet olarak ele almalıyız! Devrimin güncelliği fikrini yeniden canlandırarak, toplumsallaştırmalıyız…

Çünkü karşımızda iflas etmiş, karaya oturmuş bir “küreselleşme”nin “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i (“YDD”) vardır.

 

  1. AYRIM: İFLAS EDEN “KÜRESELLEŞME”

 

“Which side are you on?”[178]

 

Bir kaçınılmazlık olarak sunulan “küreselleşme”nin, sömürücü eşitsizliğinden asla söz edilmez! Çünkü “küreselleşme” miti açısından zurnanın “zırt” ettiği yer burasıdır…

Kimilerinin, sırtını yasladığı “küreselleşme”; Recep Tayip Erdoğan’ın akıldanesi Akif Beki’nin kaleminden, “Üçüncü Yol, küreselleşmeye insani bir yüz giydirme projesiydi,”[179] diye sunulup, kendine “solcu” diyen bazılarınca da kabullenilse de; radikal sosyalistler her koşulda, “Zenginliğin adaletsizlik, adaletsizliğin ise, en büyük insanlık suçu olduğunu topluma hatırlatmalı”dır.[180]

Çünkü “küreselleşme”ye ilişkin gerçek; Thucydides’in, “Hak ancak eşitler arasında bir sorundur, güçlüler yapabildiklerini yaparken, güçsüzler zorunlu oldukları acıları çekiyorlar,” sözleriyle karakterize olandır…

“De-globalization”nun yani küreselleşme eğilimlerinin tersine dönmesinin öne çıktığı durum, giderek vahim nitelikler kazanmaktadır…

Lenin’in daha XX. yüzyılın başında emperyalizmi, “çürüyen kapitalizm” olarak tanımlaması günümüzde, özellikle Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte mantıki sonucuna varmış bulunuyor: Kapitalizm artık çürümüştür. İnsanlığa hiçbir şey vaad etmediği gibi, binlerce yıllık insan medeniyetinin de sonunu getirmek üzeredir. Kâr hadlerinin düşme eğilimini durdurabilmek için üretici güçlerin gelişimini engellemekte, yani bir yandan delokalizasyonu, kuralsız çalışmayı, sosyal güvenlik sistemlerinin çökertilmesini gündeme getirmekte, bunun sonucunda da ucuz işgücünü, kadın emeğini, çocuk emeğini, hatta dünyanın birçok bölgelerinde, özellikle hapishanelerde köle emeğini (ABD’de 1 milyon, Çin’de 10 milyon mahkûmun neredeyse bedavaya zorunlu çalıştırılması) istismar etmektedir.

Öte yandan silah sanayini geliştirerek üretici güçlerin yerini yıkım güçlerinin almasını sağlamaktadır. Bu ise savaşların genelleşmesinden ya da bir başka deyişle barbarlığın öne çıkmasından başka bir sonuç vermemektedir. Kuşkusuz ileri sürdüğümüz bu önemeye, “zaten emperyalizm çağının başından beri bu durum yaşanmıyor muydu, günümüzde ne fark var ki?” itirazı getirilebilir. Ancak kazın ayağı hiç de öyle değil!

Şöyle ki; Sovyetler Birliğinin varlığı, yani gerek kendi işçi sınıfına gerekse dünya işçi sınıfına sunduğu imkânlar (özellikle Avrupa İşçi sınıfının SSCB’nin varlığının yarattığı tehdit sayesinde elde etmiş olduğu sosyal devlet kazanımlarını unutmayalım) dünya kapitalizminin merkezlerinde aslında hiç de rasyonel bir sistem olmayan kapitalizmin varlığını sürdürmesine imkân sağladı. Bu, kapitalizmin, kendi ideologlarının ağzından otuz altın yılı (muzaffer yılı) olarak niteledikleri 1945-1975 arası yıllarıydı. Dünya kapitalizmi bu uzatmaları Sovyet devletinin varlığı sayesinde yaşadı, işte bu yüzden de SSCB’nin varlığı dünya kapitalizmi açısından bu diyalektik bütünlük içinde ele alınmalıdır.

Yani hem kendi varlığını, kendisine rağmen kısmi bir “rasyonalite” içinde sürdürmesine imkân veren bir “dost” , ama aynı zamanda da ve esas olarak dünya işçi sınıfına sunduğu umutlar nedeniyle bir an evvel bertaraf edilmesi gereken bir can düşmanı. Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası cicim yılları ancak 1974-1975’lere kadar sürdü.

SSCB’nin dünya kapitalist pazarının basıncıyla yıkıldı. Özellikle SSCB’nin yıkılması kapitalizmin çürüme sürecini daha da hızlandırdı. Dolayısıyla 1991’den günümüze kadar uzanan dönem kapitalizmi iyice çürüterek geldiğimiz noktaya gelirdi. Artık kapitalizm çürümüştür!

Marx’ın “artı-değer” teorilerinde dışarıda tutulması gereken (çünkü kapitalizmin doğasına aykırıdır) bir ihtimal olarak ileri sürdüğü “göreli artı-değer”in ikinci biçimi olarak nitelenebilecek bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız. Bir başka ifadeyle, işçi sınıfının kendi yeniden üretimini sağlayacak gelir düzeyinin altında sefalet koşullarında istihdam edilmesi durumu. Amerikan ve Avrupa işçi sınıflarının delokalizasyonlarla çökertilmeye çalışılmasıyla başta Çin, Pakistan, Endonezya gibi ülkelerde sefalet ücretleriyle yaşayan bir proletarya yaratılmaya çalışılıyor.

Dünyanın bu yeni sanayi proletaryasının sayısal ağırlığı kuşkusuz geçmiştekinden fazla olmakla birlikte emperyalizmin kalbine hançer saplamada o kadar etkili olamayacak. Dolayısıyla çürümüş kapitalizm böylece bir taşla iki kuş birden vurmuş oluyor. Birincisi kendi can düşmanım, yani kendi bağrında gelişmiş bulunan proletaryanın çanına ot tıkıyor, ikincisi dünya ölçeğinde artan proleter nüfusun geçmişe göre çok daha elverişsiz örgütlenme koşullarında ve çok daha az ücretlerle istihdamını sağlıyor.

Kapitalizm çürümüştür saptamasını yapıyorsak, bu, Rosa Luxemburg’un ünlü “Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık!” ikiliğinin barbarlık evresinin içine girdiğimiz anlamına gelir.

Bu durumda karşımıza hemen bir başka soru çıkıyor: Ya kapitalizm bu çürüme sonunda dağılırsa? Evet, kapitalizm proletaryanın bilinçli eylemiyle değil de kendi kendine dağılırsa… İşte barbarlık da zaten bu demektir. Kapitalizmin bütün bir insan medeniyetini ortadan kaldırıyor olması kendisiyle birlikte kendi mezar kazıcısı olan proletaryayı da beraberinde çürütmesi anlamına gelir. Kapitalizm çürümüştür, kendi yarattığı ve kendisinden daha yeni bir sınıf olan proletaryayı da çürütme yolundadır…

Geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunmak bizim işimiz olmasa gerek, ama olayların gelişimi içinde mevcut durumdan hareketle bazı çıkarsamalarda bulunmaktan ve bazı öngörülerde bulunmaktan da imtina edemeyiz. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimi eğer kendi kendine dağılırsa, bunun yerini alacak olan rejim köleci sistemle kapitalist sistemin kırması bir kaos ya da işleyiş olacaktır, yani yeni bir sistem bile değil!

Afrika’da 90’lı yıllarda 220 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyordu, günümüzde bu sayı 300 milyonu aşmış durumda. Afrika nüfusunun yandan fazlası günde 1 doların altında bir gelire sahip. Kıta nüfusunun yüzde 70’i içme suyuna sahip değil. Her yıl veremden 800 bin Afrikalı ölüyor.

1999 yılının UNAIDS raporuna göre Güney Afrika’nın 9 ülkesinde 15 ile 49 yaşlan arasındaki l milyon 400 bin kişi AIDS virüsünü kapmış durumda. Etiyopya’da çocukların yüzde 48’i, Eritre’de yüzde 41’i, Burundi’de yüzde 37’si vs., yetersiz beslenme içinde.

Afrika ülkelerinin yarısı savaşlardan kırılıyor. Bu savaşların sonucunda milyonlarca insan hayatını kaybediyor. 1993’ten bu yana Burundi’de ve nispeten daha iyi bir durumda olan Cezayir’de 200 bin kişi öldü. Burundi’nin komşusu Ruanda’da l milyon kişi öldürüldü. 15 milyon Afrikalı her yıl kıtanın bir ucundan diğerine göç ediyor.

Gençlik silahlı çetelerin eline geçmiş durumda. Son verilere göre yaşları 6 ile 14 arasında değişen 400 bin çocuk silahlı çatışmalara giriyor. Özelleştirmeler büyük kentlerdeki fabrikaların kapanmasına neden oluyor, işsizlik genelleşiyor. Eğitim sistemi neredeyse tümüyle çökmüş durumda. Hastahaneler ölümhaneler hâline gelmiş. Tarımın çökmesi sonucu köylüler herşeylerini yitirmiş hâldeler. Sendikalar tehdit altında. Baskı genelleşiyor. Yakın zamanda, bütün Afrika kıtası şiddete ve sefalete itilmiş yetim çocuklarla yaşama imkânı kalmamış ihtiyarlardan oluşacak- Sonuç olarak Afrika’da barbarlık başını almış gidiyor.

Kıtanın mevcut hâli bize sanki geleceğin dünyasının resmini sunuyor. Gerçi Afrika bu hâlde de Uzak Doğu Asya mı farklı?

Bütün bunlara, “ne olacak orası zaten Afrika değil mi?” denilebilir. Ama unutmayalım ki daha 30 yıl önce durum bambaşkaydı. Hadi Afrika’dan vazgeçelim. Ya gelişmiş kapitalist ülkelerde durum nasıl? Hani şu dünya kapitalizminin merkezi ABD’de. Emlak krizi sonrasında orada da l milyon 300 bin aile evlerini kaybettikleri ya da kira ödeme imkânları olmadığı için çadırlarda hayatlarını sürdürmüyorlar mı?. Sosyal güvenlikten yoksun oldukları için 44 milyon kişinin aspirin bile alamadığı bir ülke değil mi ABD? İngiltere gibi bir dünya kapitalist devinde insanlar açlığın eşiğindeler. Bütün bu örnekler, henüz başlarında da olsak dünyanın barbarlığın içine girdiği anlamına gelmiyor mu?

Daha 1993 yılı IMF ve Dünya Bankası raporlarına göre bile dünya gayrı safi hasılası içindeki uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelirlerin payı toplam gayrı safı uluslararası hasılanın yüzde 9’unu oluşturuyordu. Son verileri bilmemekle beraber özellikle Afganistan’daki afyon ekim alanlarının Amerikan işgalinden bu yana yüzde 400 arttığı hesaba katılırsa ve Afganistan’ın da dünya afyon rezervlerinin (ki eroinin temel maddesini oluşturuyor) yüzde 95’ini sağladığı düşünülürse, günümüzde bu oranın daha da artmış olacağı kolaylıkta düşünülebilir.

Gene IMF raporlarına göre bir başka uyuşturucu olan kokainin hammaddesi olan koka Latin Amerika’da yetiştirilirken, şimdilerde bu ülkelerde afyon ekim alanları da Çin’in güneyinin yanısıra bir diğer gelişmekte olan ekim bölgesi hâline getirilmiş bulunuyor. Öte yandan çok iyi bilindiği gibi dünya marijuana üretiminin yüzde 95’i de bizzat ABD’de üretilmektedir. Gene IMF raporlarına göre dünyanın en önemli eroin tüketim pazarları başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelerdir (toplam dünya tüketiminin yüzde 71’i).

Bu verilere bakarak dünya uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelirlerin petrol gelirlerinden bile daha önemli bir yer tuttuğu görülüyor. Bunun böyle olmasının iki ana nedeni var: Birincisi, petrol üretiminin maliyetlerinin yüksek olmasıdır. Bilindiği gibi, petrol endüstrisinin petrol kuyularının açılmasına, sondaj çalışmalarının yapılmasına, petrol işçilerine, mühendislerine, boru hatlarına, petrol tankerlerine vs. ihtiyacı var. Oysa ki, afyon tarımsal bir üründür ve çeşitli laboratuar çalışmalarıyla ve kolaylıkla eroine, baz morfine dönüştürülebilmektedir. Yani bir başka manada petrol endüstrisinin sadece rafineri kısmına tekabül etmektedir ki, o devasa rafinerilerden de çok daha ucuza gelmektedir bu laboratuarların inşası. Eroinin fiyatını arttıran sadece nakil sürecindeki kimi “zorluklar”dır. İkinci neden, eroinden elde edilen gelirlerin büyük “sıcak” paralar olarak kolaylıkla dünya borsaları ve büyük kumarhaneler kanalıyla aklanmasıdır ki, bu çürümüş kapitalizmin vazgeçilmez ihtiyaçlarından biridir. Yıkım araçları olan silah sanayinden elde edilen gelirlerin ardından uyuşturucu gelirlerinin geliyor olması bundandır.

Dünyada hiçbir ürün – borsalardaki bütün yüksek iniş ve çıkışlarına rağmen buna petrol de dahil- uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelirler kadar katlanarak büyümemektedir. Rusya İçişleri Bakanlığının raporlarına göre uyuşturucu gelirleri borsalarda ve büyük kumarhanelerde 7 hatta 8 misline katlanarak yılda 200 milyar dolara kadar ulaşmaktadır.

IMF ve ABD yönetiminin verilerinden görüleceği üzere çürümüş kapitalizmin uyuşturucu kaçakçılığının yanı sıra başka kaçakçılıklardan da elde ettiği muazzam gelirler vardır. Bunlar sırasıyla; dünya insan kaçakçılığı (Özellikle kadınlar ve çocuklar), dünya fuhuş trafiği, korunması gereken hayvanların kaçakçılığı, korunması gereken doğal kaynaklar ve tehlikeli maddeler (nükleer bombalar yapımında kullanılan “kırmızı” cıva vb.) İsrail polisinin tahminlerine göre İsrail devletinin 17 milyar dolarlık yabancı para rezervlerinin yaklaşık 5 milyar dolarlık kısmı Rus mafyası tarafından sağlanmıştır.

Çin’de uyuşturucu müptelaları yılda 17 milyar dolarlık uyuşturucu satın almaktadırlar. Çin kökenli Asya mafya örgütlerinin dünya çapındaki üye sayıları 100 bin kişiye varmış bulunuyor. Japon mafyası Yakuza’lar Japon banka sistemindeki tahsil edilemez alacakların yüzde 10’undan (70 milyar dolar) doğrudan, yüzde 30’undan da dolaylı olarak sorumludurlar.

Yakuza’ların yıllık birinci el (katlanmamış) gelirleri 13 milyar dolar dolaylarındadır. Rus İçişleri Bakanlığının verilerine göre ülkede 89 büyük mafya ve 1000 kadar da daha küçük ölçekli mafya örgütlenmesi olup, bunların 11’i toplam 50 bin üyeli 243 grubun biraraya gelmesinden oluşmaktadır.

Putin yönetimi de mafyalararası denge üzerine kurulmuş bir rejimdir. Zaten 2000’li yıllarda yıkılan SSCB’nin üzerinde “serbest rekabetçi” bir kapitalizmin inşa edilebileceğini sanmak safdillik olurdu. İnsanların yaşam umudunun 1991’den bu yana 76’dan 67 yıla düştüğü bir ülke Rusya!

Bütün bu verilerden çıkartılması gereken sonuç şudur: Uluslararası kapitalist sistem, yani çürümüş kapitalizm, mafyayla yan yana değil içice geçmiş bir sistemdir. Dünya ekonomisini kontrolleri altında tutan çokuluslu finans şirketleri bizzat mafya örgütleri hâline gelmiş bulunuyorlar. İşte üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet rejimini sürdüren bu şirketlerin iktidarı da ister isteme/ sistemin çürümesini getirmiştir.

Sonuç olarak, kapitalizm artık çürümüştür saptamasında bulunmamız ne basit bir kelime oyunudur ve ne de “kıyametçi” bir yaklaşımdır. Dünya insan medeniyetinin karşı karşıya bulunduğu durumun nesnel bir saptamasından başka birşey değildir. [181]

 

V.1) “YDD” VAHŞETİ

 

“Eğer mutluysan, bu

kötü vicdanın sayesindedir.”[182]

 

Bir de bunun, G-8 palavralarını da tekzip eden “YDD” vahşeti var!

Hızla birkaç veri sıralayayım:

* BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO tarafından sürekli olarak yayımlanan bilimsel raporlar, gezegenin açlık ve az beslenme sorununa çare üretilmediğini ortaya koymaktadır. Dahası sorun giderek daha da beter hâle gelmektedir. Güneyin azgelişmiş ülkelerinde yaşayan milyarlarca insan ve çocuk düpedüz aç ya da açlığın sınırında yaşamaya çalışmaktadır. Ama açlık ve yetersiz beslenme piyasa ekonomisinin egemen olduğu zengin ülkelerin de yabancısı değil. Birleşik Devletler’de 5 yaşın altında 3.5 milyon çocuk az beslenme sorunuyla karşı karşıya. Zengin Fransa’da açlığın sınırında yaşamaya çalışan 8 milyona yakın yoksul ve evsiz barksız var.

BM beslenme hakkı özel raportörü İsviçreli bilim adamı ve ünlü ‘Utanç İmparatorluğu’nun yazarı Jean Ziegler’e göre gezegenimiz bugünkü nüfusun iki katı, 12 milyar insanın karnını doyuracak kapasitede. Oysa günümüz dünyasında 850 milyonu aşkın insan giderek artan sürekli açlık ve az beslenme sorunuyla yaşamaktadır. Bu kabul edilemez bir skandaldır. Açlığın önde gelen nedenleri arasında ise yoksul ülkelerin dış borçları, fiyatları artan tarım ürünleri, zengin ülkelerin yetersiz yardımları ve yardım taahhütlerini yerine getirmeyen davranışları yer almaktadır.

BM’nin bir başka özel raportörü Olivier de Schutter’e göre açlık denilen büyük sorunun temel nedenleri gerektiği gibi irdelenmemektedir. Özellikle de az beslenme olgusunun ve krizinin yapısal nedenlerine değinilmekten kaçınılmaktadır. Örneğin biyoyakıtın olumsuzlukları es geçilmekte, bu tür üretime ayrılan geniş tarım alanlarının yerel küçük işletmelere vereceği zararlara değinilmekten kaçınılmaktadır. Jean Ziegler biyoyakıtın açların dünyası için bir lüks olduğunu öne sürmekte ve şu uyarının kulaklara küpe olmasına çalışmaktadır: “Bir depo biyoyakıt için 350 kilogram mısır gerekmektedir. Bu bir Afrikalı aç çocuğun bir yıllık gıdasıdır!

Endüstrileşmiş ülkelerin yönetimleri onca çekindikleri terörizm ve kitlesel göçleri daha yumurtada iken boğmak istiyorlarsa açlığın pençesinde yaşamaya çalışan ülkelere yardım etmeli, yanlış tarım ve gıda politikalarıyla onların durumunu daha beter hâle getirmekten özenle kaçınmalıdırlar.” Zira yakın gelecekte yine bir gıda krizi var.

Açlık sorunu, tıpkı küresel ısınma, çevrenin, doğanın talan edilmesi gibi bütünüyle insandan kaynaklanmaktadır. Oysa yeterli beslenme, eğitim, sağlık hizmetleri, temiz su vazgeçilmez insan hakları arasında yer almaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında Jean Ziegler’in şu sözleri apayrı bir anlam kazanmaktadır: “Açlıktan ölen her insan katledilmiş bir insandır.”

Ama açlığın merkezinde, yine de çok sayıda nedenin yanında, yoksulluk yer almaktadır. Örneğin dünyanın en büyük demokrasisi olarak ünlenen Hindistan’da 240 milyon Hintli günde yarım Avro ile yaşamaktadır. BM Dünya Beslenme Programı’na (PAM) göre açlık AIDS, salgın hastalıklar ve tüberkülozdan ölenlerin toplam sayısından fazla insanın ölümüne yol açmaktadır. Yine aynı kaynağa göre açlık ve az beslenmeden çocuklar dahil günde 25 bin insan ölmektedir. Açlık her altı saniyede bir olmak üzere günde on dört bin çocuğun ölümüne neden olmaktadır. Sürekli açlık çeken insanların sayılarının, tahıl fiyatlarının da artmasıyla 2009’da 1 milyarı geçeceği hesaplanmıştır. Biraz da bu yüzden çok sayıda ülke, yoksullarının sayılarının ortaya çıkmasını, anlaşılır nedenlerle istememektedir. Gelişmekte olan 163 ülkenin sadece 57’si yoksullarının sayılarını saptamışlardır. 1990’dan günümüze 92 ülke ise bu yönde bir çalışmadan uzak durmayı yeğlemişlerdir. Örneğin Türkiye’de yoksulların sayısı bilinmekte midir?

Jean Ziegler’e göre dünyanın karşı karşıya olduğu açlık sorunu, IMF ve Dünya Bankası’nın uzun yıllar boyunca çok sayıda ülkeye dayattığı liberalleşme, özelleştirme ve büyük sermayenin kârlarının maksimalizasyonuna dönük politikalardan kaynaklanmaktadır. “Kapitalist dünya düzeni salt öldürücü değil, aynı zamanda bütünüyle saçmadır. Zira insanları gereksiz yere öldürmektedir!” Aşağıdaki verilere göre salt sermayenin palazlanmasına dönük politikalar inanılması güç ve utanılası eşitsizlikleri de beraberinde getirmiştir. Yoksulluğun temelinde bu olgu mevcuttur. Ve yoksulluk salt gelişmekte olan ülkelere özgü değildir. Zengin ülkelerin de açları, yoksulları vardır.

BM Üniversitesi’nin konuyla ilgili olarak 2000 yılında gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçları bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Gezegendeki yetişkinlerin en zengin yüzde 2’si dünyanın tüm zenginliklerinin yarısından fazlasının sahibidir. Yetişkinlerin en zengin yüzde 1’i gezegenin tüm zenginliklerinin yüzde 40’ını elinde tutmaktadır. Toplam sayıları sadece 37 milyon olan dünyanın en zenginlerinin ortalama gelirleri en az 400 bin Avro gibi ürkünç düzeylerdedir. Buna karşılık dünyanın yetişkin nüfusunun yarısından azı ise tüm zenginliklerin yüzde 1’iyle yetinmektedir. Zengin ülkeler dünyanın tüm zenginliklerinden yüzde 90’la aslan payını alırken, örneğin yoksul Afrika insanının payına söz konusu zenginliklerin yüzde 1’i düşmekte, milyarı aşkın insan günde bir dolar, 5 litre temiz suyla aç-susuz yaşamakta, liberal piyasanın egemenliğindeki dünyada zenginlerin sayıları arttıkça da, buna koşut olarak yoksulların ve açların, açlıktan ölenlerin sayıları da kaçınılmaz biçimde artmaktadır. Piyasa ekonomisinin yırtıcılarının talan boyutlarına ulaşan soygunları sürdükçe insanların açlıktan ölmeleri de sürecektir. İnsandan kaynaklanan bu vahim sorunun çözüme ulaştırılması da yine öncelikle insanlara düşmektedir.”[183]

Bu tabloda yerkürede 12 milyar insanın doyabileceği koşullarda 6.5 milyar dolayındaki dünya nüfusunun 800 milyondan fazlası açlık çekmekte, her yedi saniye içinde 10 yaş altındaki bir çocuk açlıktan ölmektedir.[184]

Yine BM’nin verilerine göre yetersiz beslenme, sağlık, eğitim ve ekonomik daralma ile ilgili göstergeler, geri kalmış 48 ülkeyi (10’u Asya’da, 5’i Pasifik ve Karaipler’de, 33’ü ise Afrika’nın güneyinde) işaret ediyor. Kişi başına düşen gayri safi iç hasıla, sözü edilen yoksul ülkelerde 527 Avro’nun altında. 2000 yılında 670 milyon olan toplam yoksul nüfus ise 2030 yılında 1.3 milyara dayanacak.[185]

Bunlarla birlikte Avrupa’nın en zengin ülkesi Almanya’nın başkentinde tam bir sosyal dram yaşanıyor. Varlık içindeki yokluk, önce çocukları vuruyor. Berlin Eyalet Sosyal İşler Bakanlığı tarafından hazırlanan veriler Alman başkentindeki 18 yaşından küçük 171 bin çocuğun “Hartz-IV” adı altında muhtaçlara verilen devlet yardımıyla yaşadığını ortaya çıkardı.

Bu rakamlara göre, Berlin’deki çocuk ve gençlerin yüzde 30’undan fazlası yoksulluk sınırları içinde yaşamaya çalışıyor. Uzmanlar, özellikle 15 yaşından küçüklerin oluşturduğu yaş grubunun yüzde 36’sının bu “muhtaçlar kategorisinde” yer almasını, geleceğe yönelik tehdidin bir habercisi olarak değerlendirdiler. 8 yaşından küçük Berlinli çocuklar arasında ise yoksulluk oranı yüzde 39’u buluyor. Çocukların yakın bir gelecekte yoksulluk sarmalından kurtulacağını gösteren herhangi bir ışık bulunmadığı vurgulanırken Berlin eyalet hükümeti yetkililerince yapılan bazı açıklamalarda, kentteki bu oranların Almanya genelinden daha kötü olduğu kabul edildi. Alman hükümetinin 2008 Yoksulluk Raporu’nda, ülkedeki her 5 çocuktan birinin “yoksul” olduğu saptanmıştı.[186]

 

V.2) “UMUTSUZLUK ÇAĞI”NIN ÇEVRESİ

 

“Yönettikleri insanların düşünmemeleri

hükümetler için ne büyük şans.”[187]

 

Kapitalizm sadece insan(lık)ı değil; onun kendini var ettiği, ekolojik zemini de yerle yeksan etmekte…

Kimileri buna, “Umutsuzluk Çağı” da diyor…

1980’lerden bu yana, kriz yönetiminde geçerli model, toplumsal yaşamın güç ilişkilerini açıklayan hegemonik söylem tükendi. Gündemde yeni bir model olmadığından, neo-liberalizmin tükenişi, “kapitalizmin tükenişi” tartışmalarına yol açıyor. 25 yıldır her derde deva, “serbest piyasa” iksirini satan şarlatanların, şimdi suçüstü yakalanmış olmanın telaşıyla ağız değiştirmeye çalışmaları, bir kültürel kargaşanın oluşmaya başladığını gösteriyor.

Bu şarlatanların yıllardır insanlığı, artık yok olduğuna inandırmaya çalıştıkları sınıf mücadeleleri de hızla canlanıyor. ‘Das Kapital’ yine en çok satan kitaplar listesinde. İnsanlar, işlerini, evlerini kaybederken, çocuklarını okutamaz, karnını doyuramaz hâle gelirken, hükümetlerin mali sermayeye aktardığı trilyon dolarlık yardım paketleri karşısında infiale kapılıyorlar. Tümüyle küresel bir kriz, yine tümüyle küresel bir kızgınlık dalgasına yol açıyor. Dünyanın bir ucundan diğerine grevler, direnişler, fabrika işgalleri, fabrika yöneticilerini rehin almalar, fabrika kırıp dökmeler… Ama daha fazlası da var: Asya Gelişim Bankası’nın yıllık toplantısındaki tartışmaların ortaya çıkardığı şu paradoksa bakar mısınız?

Dünyanın geri kalanından 32 kez daha çok su, enerji ve gıda tüketen gelişmiş ülkelerin, ekonomik krizden çıkabilmeleri için gelişmekte olan Asya ülkelerinin ekonomik üretim ve tüketim kapasitesinin artması gerekiyormuş.

Ama küresel ısınmanın, su, gıda kaynaklarının olumsuz etkileri yüzünden, özellikle Singapur, Tayland, Endonezya, Vietnam, Filipinler gibi Asya ülkelerinin ekonomik büyüme hızlarında oluşacak kayıplar, yüzyıl sonuna kadar yılda ortalama yüzde 6.3’ü bulacakmış.

Küresel ısınmanın gösterdiği gibi, dünyanın su, besin, enerji kaynakları, bırakın gelişmekte olan ülkelerde üretimin ve tüketimin büyüme hızında arzulanan artışların getireceği ek kaynak gereksinimini karşılamaya, bugünkü üretim, tüketim düzeyini sürdürmeye bile yetmiyor.

Bir taraftan egemen ekonomik model küresel ısınmaya yol açarak büyümenin zeminini çürütüyor, diğer taraftan, krizden çıkmak için gereken ekonomik büyüme gezegenin “yaşam dünyalarını” tehdit ediyor. [188]

Örneğin Antarktika eriyor! Batı Antartika’daki en büyük buzul 100 yıl sonra yok olacak. 175 bin km2’lik dev Pine Island buzulu eridiğinde dünyadaki tüm denizlerin seviyesi hızla yükselecek

Antarktika’daki buzullar, 10 yıl öncesine oranla 4 kat hızlı eriyor. Leeds Üniversitesi’nden bir grup bilimcinin, ‘Geophysical Research Letters’ dergisinde yayımlanan araştırmasına göre, en belirgin erime Batı Antarktika’daki en büyük buzullardan Pine Island’da gözlemleniyor. [189]

‘Global Humanitarian Forum’un raporuna göre, iklim değişikliği her yıl 325 milyon kişiyi olumsuz yönde etkiliyor. Bu sayının 20 yılda ikiye katlanarak dünya nüfusunun yüzde 10’unu etkisi altına alacağı tahmin ediliyor.[190]

Ayrıca Okyanus suyu 1880’den beri hiç bu kadar ısınmamıştı! Okyanus suyu ortalama sıcaklığı Temmuz da 17 santigrat derece oldu. Bir önceki rekor sıcaklık 1998’de belirlenmişti. Victoria Üniversitesi’nden Andrew Weaver’a göre, deniz suyu sıcaklıklarındaki bu büyük farklılıklar, karadaki ortalama sıcaklık yükselmesinden daha kötü bir haberci.[191]

ABD’nin, iklim değişikliklerinin yol açacağı afetler, göç ve terör gibi sorunlar karşısında askeri müdahale planları yaptığı bildirildi.

ABD’de yayımlanan New York Times gazetesinin haberine göre, ABD Savunma Bakanlığı ve istihbarat servislerinin ortaklaşa hazırladığı raporda, 20-30 yıl içinde iklim değişikliklerinin dünyada istikrarsızlığa ve hükümetlerin devrilmesine neden olacağı vurgulandı.

Raporda, ABD’nin, iklim değişikliğinin, şiddetli fırtınalar, kuraklık, kitlesel göçler ve salgın hastalıklar gibi olumsuz sonuçları yüzünden çok daha karmaşık ve zorlu sorunlara müdahale etmek zorunda kalacağına dikkat çekildi.

Savunma bakan yardımcılarından Amanda Dory, iklim değişikliğinin sorunları hızla karmaşıklaştırdığını söyledi.[192]

Görünen odur ki iklim değişikliğine karşı uzmanlar “tehlike çanlarını” çalarken hükümetlerin duyarsızlığı devam ediyor.[193]

Geçerken önemli bir not: “AB’de (Brüksel’de) enerji sanayisinin çıkarlarını korumakla yükümlü 10 bin lobicinin toplam 1657 ‘çıkar temsilcisinden’ altı yüzünün Brüksel’de ofisi bulunmaktadır. İklim değişiklikleri, başta sera etkili gaz salınımlarını azaltacak yükümlülükler; enerji şirketlerinin, iç pazarlar da dahil 36 noktada saptanan çıkarlarıyla çatışan önlemler arasında ön sıralarda yer almaktadır.[194]

Anlaşılan o ki, iklim-enerji sorununda somut adımlar atılması büyük sanayi gruplarının çıkarlarıyla çatışması nedeniyle sürekli savsaklanmaktadır. Dünyanın sonunun kendilerinin de sonu olacağı anlamına gelmesinin, ‘kendilerine omlet yapmak için ormanı yakmakta sakınca görmeyecek’ kadar ipin ucunu kaçıranlar için kıymeti harbiyesi yoktur.

Yeter ki kârlarına dokunulmasın, maliyetler artmasın, rekabet ortamında -kârdan- zarara uğramasınlar! Biraz da bu yüzden Amerikan Kongresi’nde olduğu gibi Avrupa Birliği Parlamentosu’nda da hemen her vekil ve senatörün arkasında lobilerin ‘çıkar koruyucuları’ yer almaktadır.”[195]

 

V.3) KAOTİK ÇÜRÜME

 

“Hiyerarşiler bazı insanları

başkalarına bağımlı kılar,

bağımlılıklarından dolayı

bağımlıları suçlar ve

bağımlılığı daha fazla

otorite uygulamada

gerekçe gösterir.”[196]

 

Evet, “YDD” vahşeti bu; bir de bunun devreye soktuğu kaotik çürüme var!

  1. İ. Lenin, “Ne ezilen sınıflara uygulanan baskılar; ne de ezen sınıfların bunalımları, başlı başına devrim yaratabilirler; ülkede, pasif baskıya katlanma durumunu aktif ayaklanma durumuna dönüştürecek bir devrimci sınıf olmadığı takdirde, bunlar sadece çöküntü yaratır,” derken; sanki neo-liberal “YDD” vahşetinin, kaotik çürüme boyutunu betimlemektedir.

Mesela yerkürede her yıl yaklaşık 1 milyon kişi intihar ediyor…[197] Her 40 saniyede bir, intihar girişimi sonucu bir insan yaşamını yitiriyor… 1965 yılından 2009’a intihar vakaları yüzde 60 oranında arttı… Her 20 intihar girişiminden biri ölümle sonuçlanıyor…[198]

Mesela başta ABD olmak üzere endüstrileşmiş zengin ülkelerde satılan ilaçların büyük bölümü kalp, tansiyon, ağrı kesici ilaçları değil, nöropsikolojik ilaçlar. 2007’de bu ilaçlardan sadece ABD’de en çok kullanılan 10 tanesinin cirosunun 16 milyar dolar kadar olduğu söyleniyor…[199]

Nihayet, hiç duymuş muydunuz? 2008’de Hindistan’da tam 16 bin çiftçi intihar etti! 2009’un şu zamana kadarki bölümünde ise canına kıyan çiftçi sayısı 2000’i çoktan geçti. 1997’den bu yana Hindistan’da hemen hemen hepsi böcek zehiri ile olmak üzere kendilerini öldüren çiftçilerin sayısı ise 200 bini aştı. Ve bunlar, “törpülendiği” konusunda kimsenin şüphesinin olmadığı, resmi bir kurum olan Ulusal Suç Kayıtları Bürosu’na ait (NRCB) rakamlar. Gerçek verilerin ürkütücülüğünü tahayyül etmeye çalışmak dahi hırpalayıcı.

Tarihte kayıt altına alınmış bu türden ölümler arasında en büyük dalga olarak kabul edilen Hindistan’daki bu intihar sağanağı, ülkenin 1997’de neo-liberalizmin kucağına oturmasıyla başladı. Bu sağanak, özellikle Hindistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’nün kötü yoluna düştüğü 2001’den bu yana ürkütücü şekilde artıyor. 2002-2007 arasındaki beş yıllık dönemde 87.567 çiftçi borç batağından ve dayanılmaz yoksulluktansa ölmeyi tercih etti. Özellikle intiharların nispeten sık görüldüğü Maharashtra’da topluca intihar etme, ölmeden önce onlarca kişinin cesetlerinin yanabileceği büyük ateşler yakma gibi vahim toplumsal travma örnekleri yaşandı.

Öncelikle, intihar eden çiftçilerin hepsi borca batmış insanlar. 1997’de uygulanmaya başlayan yeni ekonomik program sonrasında örneğin Andra Pradesh eyaletinde şu an borçlu çiftçilerin nüfusa oranı yüzde 82. İntihar edenlerin ezici çoğunluğu, iktisadi dayatmalarla ihracata yönelik “tek yönlü” ürün yetiştirmeye zorlanan pamuk, kahve, şeker pancarı, yer fıstığı ve vanilya üreticileri. Öyle ki intiharlar, pirinç, buğday, mısır, bakliyat gibi gıda üreticileri arasında daha az. Hindistan’da milyonlarca çiftçi, neo-liberal politikalar ile çoklu/melez gıda ürünlerinden koparılarak tek yönlü ihracat ürünü yetiştirmeye zorlandı. Bu ise çok daha yüksek yetiştirme bedelleri, daha yüksek krediler, daha fazla borç ve küresel mal fiyatlarının oynaklığı nedeniyle sık sık krizler yaşayarak her geçen gün çokuluslu şirketlerin himayesinde erimek demekti. Şöyle yazalım, biraz daha açık olsun. Misal, Kerala gibi ortalama verim elde edilen bir yerde bir İngiliz dönümünde (0,404 dönüm) çeltik yetiştirmenin bedeli 8 bin rupiydi. (165 dolar) Fakat vanilyaya geçince bir dönümün maliyeti 150 bin rupiye (3000 dolar) çıktı.

Tekelci tarım şirketlerinin çiftçilere ait geleneksel ve melez tohumları ortadan kaldırarak, çiftçiyi kendi ürettiği suni tohumları satın almaya mahkûm etmesi toplu intiharların esas nedeni. 1998 yılında, Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikaları Hindistan’ı, tohum sektörünü Cargill, Monsanto ve Syngenta gibi küresel şirketlere açmaya zorladı. Küresel şirketler girdi ekonomisini bir gecede değiştirdiler. Çiftçilerin saklanabilen tohumları, suni gübre ve böcek ilacı gerektirip saklanılamayan yüksek fiyatlı şirket tohumları ile değiştirildi. Öyle ki örneğin 1991 yılında bugüne kadar en fazla intihar yaşanan Vidarbha bölgesinde yerli cins tohumun kilosunu 7 ile 9 rupi arasında alabilirdiniz. Fakat 2002’de 450 gramlık bir poşet şirket tohumuna 350 rupi verir oldunuz. 2004 ise işler iyice ürkütücü bir hâl aldı. Uluslararası dev tarım şirketi Monsanto, yapay tohumun 450 gramlık bir poşetini 1650-1800 rupi arasında pazarlamaya başladı. Daha sonra bu fiyat hükümetin “intiharları önlemek için alınacak tedbirler” kapsamında düşürülerek 900-1000 rupi civarına çekildi.[200]

“YDD” vahşetinin devreye soktuğu kaotik çürüme; toplumsal düzlemde “Öğrenilmiş Çaresizlik”in münbit zeminini oluşturur…

Psikolog Martin Seligman’a göre “Öğrenilmiş Çaresizlik” olgusu; bir canlı, insan ya da hayvanın, giriştiği her çabanın sonuçsuz kaldığını görünce artık hiçbir çaba harcamaması; bütün girişimlerinden vazgeçmesidir

Kişisel olaylarda da, toplumsal olaylarda da bu durumu yaşayabiliriz.

İki öğeden birisi “çaresizlik”tir.

Tehlikede olduğu duygusuyla paniğe kapılıp bir şey yapamayacağına inanmak.

Hakkının yendiğini düşünüp derdini kimseye anlatamamak.

Bir kayıp yaşadığında yapacak hiçbir şey bulamamak.

Bütün bu ve benzeri durumlar insanda “çaresizlik” duygusu yaratır.

İkinci öğe ise bunun ‘öğrenilmesi’dir.

Tehlikedesiniz ve sizi kurtaracak kimse yok.

Hakkınız yeniyor ve kimse aldırmıyor.

Bir kayıp yaşıyorsunuz ve yapacağınız hiçbir şey yok.

Depresyon, bu duruma alışmaya çalışmanın yoludur![201]

 

V.4) KAPİTALİST TERÖR DÜNYASINDA SAVAŞ VE SİYASET

 

“Barış, savaşın

yokluğu değildir.

Barış, savaşı yaratan

koşulların yokluğudur.”[202]

 

Kapitalist terörün savaş dünyası; insan(lık)ı insan olmaktan çıkaran depresif bir mekândır artık…

Çünkü kapitalizmin “yıkıcı yaratıcılık” olmaktan çıkarak, topyekûn yıkıcılığa (ekolojik felaket ya da gıda krizi veya “YDD” örneğindeki üzere) dönüştüğü tekelci/ küreselleşme koordinatlarında “şiddet, siyasete; siyaset de şiddete” tahvil olmuştur.

George Orwell’in, “Tekil bir sivili öldürmenin yanlış, konut alanı üzerine bin tonluk patlayıcı atmanın doğru sayıldığı bir dünya, dünyamızın başa gezegenlerin kullandığı bir tımarhane olup olmadığı sorusunu aklıma getiriyor,” diye betimlediği koordinatlarda siyaset, siyasal şiddetin farklı biçimlerde veya siyasal şiddet de siyasetin farklı yollardan sürdürülmesine dönüş(türül)müştür; ya da bunun böyle olduğunu görebilmek, verili koordinatları kavramamaktır…

“Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir,” sözüyle betimlenen General von Clausewitz’in bu meşhur saptamasının, tam olarak ne anlama geldiğinin çok iyi kavranması gerek.

Simon Jenkins’in, “Terörizmi işkenceye başvuracak kadar abartan Britanya ve ABD’nin kullandığı terör dili, siyasi ve ticari çıkarlar adına suiistimal ediliyor. Güvenlik danışmanları, savunma lobicileri veya elektronik savaş yorumcuları sürüler hâlinde siyasilerin peşinde dolaşıyor,”[203] diye betimlediği verili tabloda gerçekten de Clausewitz’in saptaması, savaşın iç anlamını, her kütüphanenin raflarında tozlanmaya yüz tutmuş milyonlarca tarih kitabından ve psikolojik tahlillerden çok daha derin ve doğru bir biçimde ifade etmektedir.

“Araçlar” şüphesiz şiddettir. Pekiyi sürdürülen “siyaset” nedir? Eğer savaş, barış zamanında benimsenen bir siyasetin sürdürülmesinden ibaretse, savaş zamanında da bu siyaset neden farklı olsun?

Konuya ilişkin olarak, L. B. Troçki de şunu ekler: “Dış politika iç politikanın uzantısıdır.”

O hâlde şiddetin, siyasetin mütemmim bir cüzünü oluşturduğunu ve modern siyaset örgütlenmelerinin nihai kertede “askeri” işlerlikte oligarşik yapılar olduğunu unutmamak gerek.

“Savaş nedir ve hangi politik ve toplumsal ilişkiler içerisindedir, savaş ve barış arasındaki ilişkiler nasıl düzenlenir,” sorularının yanıtını arayan Carl von Clausewitz, aslı sorulursa, bütün savaş biçimlerine uygulanabilecek bir askeri eylem biliminin yasa ve ilkelerini buldu, formüle etti.

Söz konusu formülasyonu “Savaş, yüce devlet çıkarlarının tümü diye tanımlayabileceğimiz siyasete bağlı olarak yürütülmelidir,” olarak özetleyebiliriz.

Bu çerçevede V. İ. Lenin’in ifadesindeki üzere, “Üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sürece, bu ekonomik temel üzerinde emperyalist savaşlar, mutlak biçimde kaçınılmaz olacaktır.”

Avrupa merkezli bir yardım kuruluşu, 2008 yılında dünya genelinde savaş veya insan hakları ihlâlleri nedeniyle 26 milyon insanın kendi ülkesi içinde göç ettiğini, 16 milyonun ise başka ülkelere göçmek zorunda kalarak Birleşmiş Milletler’in korumasında mülteci olduğunu açıkladığı[204] kapitalist dünyada “Milyar dolarlar silahlanma için kullanılıyor”ken;[205] Lenin’in saptaması yakıcı bir gerçeğin altını çiziyor…[206]

Örneğin Stockholm Barış İçin Uluslararası Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) yıllık raporuna göre, 2008 yılında silahlanma harcamaları bir kez daha rekor düzeylere ulaşmış bulunmaktadır. 8 Haziran 2009’da yayımlanan söz konusu rapora göre, 2008 yılında Irak savaşı, Çin’deki ekonomik gelişme, Rusya’nın yeniden uluslararası silah pazarında yerini alması ise bu konudaki rekorun nedenleri arasında. 2008 yılında 1 trilyon 118 milyar dolar olan dünya silah harcamaları 2008’de 1 trilyon 464 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakam dünya zenginliğinin yüzde 2.4’üne eşittir. Başka bir deyişle gezegende yaşayan insanların her biri silahlanma için 217 dolar harcamıştır!

Silahlanma harcamalarında Birleşik Devletler her zaman olduğu gibi bu kez de en önde görünüyor. SIPRI’nin araştırma sorumlusu Sam Perlo-Freeman söz konusu raporun önsözünde ‘silahlanmanın’ terorizmle savaş gerekçesinin çok sayıda ülkeyi etkilemiş olmasından kaynaklandığını vurguluyor. Irak ve Afganistan savaşları Birleşik Devletler’e 903 milyar dolarlık ek bir harcamaya mal olmuştur. SIPRI’ye göre Birleşik Devletler askeri harcamalarda yüzde 41’le en öndedir. ABD’nin silah harcamaları 1999’dan bu yana yüzde 67 artarak 2008’de 607 milyar dolara ulaşmıştır.

Çin ise ilk kez ikinci sıradadır. Rusya ve Çin on yılda askeri bütçelerini üç katı arttırmışlardır. Çin’in dünya silahlanma harcamalarındaki payı yüzde 6, Fransa ve İngiltere’nin payları ise yüzde 4.5 olarak görünmektedir. Latin Amerika da yarışa katılmıştır. Örneğin Brezilya’nın silah harcamaları yüzde 50 artışla ilk kez ön sıradadır. Askeri harcamalarda ön sırada yer alan on beş ülke arasında silahlanmaya 1999’dan bu yana en az para harcayan iki ülke ise -yüzde 11’le Almanya, -yüzde 1.7 ile Japonya’dır.

Tarih savaşları silahlanma yarışının körüklediğini göstermektedir. Silahlanma yarışı savaşları, savaşlar silahlanma yarışını kışkırtmaktadır. Bu kısırdöngünün ortadan kalkması ise neredeyse olanaksızdır. Zira yarıştan her zaman aslan payını alan ABD’nin dev silah endüstrisi için savaşlar ve onun doğal uzantısında yer alan silahlanma yarışı dünya egemenliğinin yanı sıra milyarlarca dolarlık ‘tatlı kârların’ da vazgeçilmez kaynağıdır. ABD yönetimi dahil ona engel olacak hiçbir güç yoktur. Zira askersel sanayi devi salt şu ya da bu büyük şirketle sınırlı değildir, bizzat Birleşik Devletler’in kendisidir. Yönetimde W. Bush ya da Barack Obama’nın olması fark etmez!..

Wall Street savaşı bu yüzden sever. Durgunluğun dibe vurduğu 2000’li yıllarda Irak’ın işgaliyle New York borsası üç ay gibi kısa sürede 1000 puanlık bir artış kaydetmiştir. Nobelli ekonomist Stiglitz’in hesaplamalarına göre, Irak savaşının Birleşik Devletler’e maliyeti, ölüp giden yüzbinlerin yanı sıra 3000 milyar dolar gibi ürkünç düzeylerdedir.

SIPRI’ye göre 2008’de dünyanın silahlara harcadığı para on yılda yüzde 45 artarak 1.464 milyar dolara ulaşmıştır. 1970 yılında İsviçreli bilimci Babel’in hesaplamalarına göre geçen 5600 yılda patlak veren 14.500 savaşta o günkü dünya nüfusunun iki katı, 3.5 milyar insan ölmüş, 110 milyonu da sakat kalmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın maliyeti 4 trilyon dolara ulaşmıştır. Emperyalizmin 20. yüzyılın 68 yılında kundakladığı 32 savaşın maliyeti 6.600 trilyon dolardır. 5600 yılda gerçekleşen 14500 savaşın toplam maliyeti ise 500 kentrilyon gibi akıl almaz düzeylerdedir. Bu, yine Babel’e göre eni 8 kilometre, kalınlığı 8 metre, uzunluğu ekvatoru çevreleyen som altından bir kuşağın değerine eşittir!

Açların sayısının 1 milyar sınırını aştığı, onlarca savaşın kuluçkada olduğu, milyonlarca insanın eğitimden, temiz sudan, sağlık hizmetlerinden bütünüyle yoksun bulunduğu, savaş ya da yoksulluk yüzünden yurtlarını terk ederek göç yollarına düşenlerin sayılarının 26 milyonu aştığı bir dünyada silahlanma yarışına harcanan paraların sadece küçük bir yüzdesiyle bu felaketlerin önlenmesi mümkün. Ama kimin umurunda![207]

Kapitalist terörün dünyasında savaş ve siyaset bu özelliklerle malûlken; şimdi şu soru(n) ile yüzyüzeyiz: “Savaş ve zorbalık tarafından kuşatılmışsanız ne yaparsınız? Ya teslim olur, dolayısıyla yaşamınızı da teslim eder ya da direnir, başkaldırır ve mücadeleye tutuşur, onurunuzu ayaklar altına alanları püskürtmeye çalışırsınız. Bunların ikisi de tercih meselesidir. Seçim, hayatın kendisidir. Nobranlığa direnip var olmayı bir şekilde sürdürmek mi, yoksa teslim bayrağını çekip tarihten sonsuza dek silinmek mi? Hangisi?”[208]

Elbette yapılması gereken savaş ve terör makinesi kapitalizme karşı, anti-emperyalist barış mücadelesi yürütmektir…

Ancak belirtmeden geçmeyelim: “Milli çıkarlar adı altında sınıf ayrımından yoksun gerekçeler siyasetlerde yönlendirici etken olarak sürdükçe, dünya barışı için çözüm bulunamaz”;[209] bu bir…

İkincisine gelince de: Anti-kapitalist bir anti-emperyalizm için esas düşman içeridedir…

“Çoğu kez ima edilenin aksine, emperyalizm kapitalizmin bir boyutu ya da üstyapısal bir biçimi değildir.

Kapitalizmi ‘tamamlayan’ bir gerçeklik de değildir.

Emperyalizm, kapitalist dünya hâkimiyetinin askeri ve siyasi mekanizmalarından ibaret de değildir.

Emperyalizm, gelişiminin belirli bir aşamasındaki kapitalizmden başka bir şey değildir. (…)

Emperyalizm hiyerarşik bir dünya sistemidir; ancak öğeleri arasında yer değiştirmeler her zaman mümkündür. Kalıcı olan sistemin hiyerarşik ve eşitsiz doğasıdır.

Dolayısıyla anti-emperyalizm, yurtseverlerin dış mihraklara ve onun yerli uzantılarına ya da emperyalizmin uşaklarına karşı verdikleri bir mücadelenin, yani bir nevi vatan müdafaasının adı değildir.

Anti-emperyalizm, küresel ölçekteki sömürü ve tahakküm ilişkilerine ve bu ilişkilerin bir ‘halkası’ olan ‘ulusal’ [yerel-y.n] kapitalizme karşı verilen mücadeledir. (…)

Sosyalizmin kurtuluşçu iddiası ulusal sınırlara ve ulusal çıkarlara, yani esasında hâkim sınıfların çıkarlarına tabi kılınınca ezilenlerin düşmanının önce kendi ülkelerinde olduğu reddedilmiş olunur. Böylece sahici bir anti-emperyalizmin anti-kapitalist içeriği boşaltılır. (…)

Oysa anti-emperyalizm bir sınıf mücadelesi meselesidir; emperyalizme karşı mücadele etmek önce kendi burjuvazimizle cebelleşmek demektir: Asıl düşman içtedir!”[210]

 

  1. AYRIM: SOL/ SOSYALİZMİN İHYASI İÇİN

 

“Hiç kimse, sizin izniniz olmadan,

kendinizi değersiz hissettiremez.” [211]

 

Yeniden radikal bir sola, hâlâ tek yol devrim kararlılığından vazgeçmemiş bir enternasyonalist sosyalizme gereksinimimiz var…

Devrimci praksis olarak niteleyebileceğimiz bu ihtiyaç, 80’lerde vazgeçilenin, süreklilik içinde devrimci kopuşla yeniden ihyası anlamını taşıyacaktır.

Böylesi bir ihya; Çiçero’nun, “Yarınlar, yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir,” sözündeki gerçeğe sıkıca sarılan…

Genç olmak ve kalmaktan asla vazgeçmeyen; bunun için de, Schopenhauer’un, “İnsanın kırk yaşına kadar geçen yılları bir kitap, geri kalan yılları da o kitabın eleştirmesidir”; İskoçya Atasözü’nün, “İnsan, yaşadığı anlarda değil, yaşamadığı anlarda ihtiyarlar”; Thomas Mann’ın, “İnsanın yaşı ruhunun gençliğine veya ihtiyarlığına bağlıdır”; Eugene Ionesco’nun, “Kalbin yaşı yoktur,” uyarılarını göz ardı etmeyen…

Fransız Makileri gibi, “Ölmek değil, yaşamak için savaşmak,”[212] şiarını hayata geçiren…[213]

  1. Dostoyevski gibi, “Tam bir bilinçlilikle ve her türlü baskının dışında istemli bir biçimde adanmak, insanın kendini başkalarının yararına adaması bence kişiliğin en büyük gelişiminin, yüceliğinin, yetkin bir biçimde kendine sahip olmanın, en büyük özgür seçişin belirtisidir,” diyen…

Jacob Riis’in, “Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kez vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturmaz. Sonra birden, yüz birincide taş ikiye ayrılıverir. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir,” saptamasındaki uzun soluklu ısrarın ne demek olduğunu bilen…

Jack London’ın, “İnsanların, midelerinden daha değerli ve yüce bir şeye ulaşacakları, onları eyleme geçirmek için midelerinden daha iyi bir güdüleyicinin bulunacağı zamanı iple çekiyorum. (…) Ruhsal güzellik ve özverinin, günümüzdeki berbat oburluğu yeneceğine inanıyorum ve son olarak işçi sınıfına güveniyorum,”[214] iyimserliğinden vazgeçmeyen…

Ve nihayet Voltaire’in, “Kendisini başkalarının kurtarmasını bekleyen kişiler, yalnızca kölelerdir”; Moliere’in, “Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz”; Lao Tzu’nun, “En iyi liderler kendilerini izleyen kişilere varlıklarını hissettirmeyenlerdir. Öyle ki, görev yerine getirildiğinde o kişiler ‘Bunu kendi başımıza yaptık,’ diyebilsinler”; Thomas Paine’in, “Mizaçta ılımlılık her zaman bir erdem; ilkede ılımlılık her zaman bir kötülüktür” saptamalarını unutmayan bir sol/ sosyalizme muhtacız…

Böylesi bir ihtiyacın giderilmesi; “Böyle bir ‘sol’ varken, kimin sağa ihtiyacı vardır ki?” diyen Slavoj Zizek’in ironik betimlemesinin de ters yüz edilmesi olacaktır…

Böyle bir ters yüz edilmeye olan gereksinim, elbette çok acil ve yaşamsaldır.

Çünkü Murat Belge’nin, “Türkiye’de ‘sol’ ve ‘liberal’ kavramları pek öyle yanyana gelmez. Bunun başlıca nedeni ‘sol’un ‘devletçilik’ olarak anlaşılmasıdır,”[215] manipülatif arsızlığının; ya da Hüseyin Ergün’un, “İşçi sınıfı demokratiktir ama ilerici değildir. Demokratiktir, çünkü her zaman hak talep eder. İlerici değildir. Çünkü üretim güçlerini geliştirmez. Siz hiç ileri teknoloji isteyen sendika gördünüz mü?,”[216] zırvasının; veya Kenan Somer’in, “Geçiş dönemi olarak sosyalizmin yerini, geçiş dönemi olarak küreselleşme alıyor… XX. Yüzyıl sosyalizmini anti-emperyalizm mahvetti: Onu ulusalcı sola dönüştürdü,”[217] absürdünün; nihayet hayatında iki tavuk gütmemiş “reklamcı” Rasim Ozan Kütahyalı[218] ile faşist eskisi Avni Özgürel’in[219] “aç tavuk kendini darı ambarında zanneder” misali savurmalarının dört yanımızı sardığı koşullarda ucuz polemiğin döneklerin, alçakların yöntemi olduğunu unutmadan; onlarla her düzeyde sınırlarımızı çekmeliyiz…

Bu yapılmalıdır! Çünkü piyasacı, işçi sınıfı ve çalışanlara kayıtsız, kapitalizmi insanlığın nihai iktisadi düzeni, burjuva demokrasisini de yine insanlığın son siyasi tecrübesi olarak gören, emperyalizmi yok sayan, soyut ve tuhaf bir özgürlükçülük üzerinde temellendirmeye çalışan yeni bir “sol”un kotarılmasında Belge’lerin, Ergün’ların, Somer’lerin, Kütahyalı’lıların, Özgürel’lerin oynadığı “başat” rol bir an dahi unutulmamalıdırlar…

Özellikle de içinden geçtiğimiz krizin tehlike ve imkânları kişiliğinde…

 

VI.1) “GERİCİLERE BAŞKALDIRMA HAKTIR”!

 

“Ürküyorlar gözümdeki ateşten

Ürküyorlar dilimdeki zehirden

Ürküyorlar o dur durak bilmeyen

gözükara cesaretimden

Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,

Bir yanı çılgın dağ doruğu.

Oysa böyle yapmasam ben

Nasıl korurum içimdeki çocuğu?”[220]

 

Görmeyen, bilmeyen yok: İlginç zamanlarda yaşıyoruz, Greanspan, “sistem çapında bir çöküş riski, piyasa ekonomilerinin kaçınılmaz bir özelliğidir” diyor. Banka CEO’ları eşitsizlikten, gelir dağılımının bozukluğundan yakınıyorlar. Thatcher’ın “Goebbels’i”, Lord Saatchi, The Daily Telegraph’daki “Kapitalizmin rüyası, para değil özgürlüktür,”[221] başlıklı yazısında neo-liberalizme, para kazanma hırsına köklü ekonomik, ahlâki eleştirileri yöneltip, daha çok devlet müdahalesi, özgürlük ve siyaset istiyor, “yarın başka bir gün olmak zorundadır diyor”… [222]

Bitmedi: Krizin boyutları giderek büyürken IMF Başkanı Dominique Strauss-Khan ve ABD Başkanı Barack Obama dünyada ayaklanma ve sosyal riskler konusunda uyarılarda bulunuyor; Kahn da, “İç ayaklanmalar artabilir” mesajı veriyor…[223]

Bu koşullar bize William Godwin’in,[224] Ricardo Levins Morales’in,[225] uyarıları yanında Mao Zedong’u çözümlemelerini anımsatır:

Mao Zedong’un şu düsturuna âşinayız: ‘Marksizm çok sayıda ilke içermektedir, ama bunların hepsi son tahlilde tek bir cümleye gelip dayanabilmektedir: Gericilere başkaldırmak haktır.’ Çok basitmiş gibi görünen bu deyim, aynı zamanda oldukça gizemlidir de: Marx’ın devasa teorik girişiminin, durmaksızın ve titizlikle yeniden çalışılan ve yeniden biçimlendirilen tahlilleriyle, tek bir maksimde [kural/ vecize/ özdeyiş/ düstur/ mesel-b.n] toplanabilmesi nasıl kavranabilir? ‘Gericilere başkaldırma haktır.’ Peki bu maksim nedir? Nesnel çelişkilerin Marksist tahlilini, devrim ile karşıdevrimin kaçınılmaz karşılaşmasını özetleyen bir gözlemle mi uğraşıyoruz? O, devrimci güçlerin öznel seferberliğine yönelen bir direktif midir? Marksist hakikât şöyle midir: Başkaldıran haklıdır; yoksa daha çok şöyle midir; baş kaldırılmalıdır. Bu ikisi, belki de daha çok birinden diğerine yönelen sarmal hareket, kendi haklılık ve sebebinin (öznel kuvvet) bilincinde zenginleşen ve kendi üzerine dönen gerçek başkaldırı[dır] (nesnel kuvvet).

Burada, şimdiden özsel bir şeye ulaşmaktayız: Her Marksist beyan-tek bir, bölen hareket içerisinde gözlem ve direktiftir. Gerçek pratiğin bir yoğunlaşması olarak o, kendi hareketine, ona yeniden dönmek için eşittir. Olan her şey varlığını ancak oluşumundan çıkardığından, olanın bilgisi olarak teori de, eşit ölçüde teorisi olduğu bilgiye doğru ilerleyerek varlık kazanır. Her bilgi bir yönelim, her betimleme bir talimattır.

‘Gericilere başkaldırma haktır’ cümlesi, her şeyden çok buna tanıklık eder. Bu cümlede, toplumsal formasyonun tam gelişmiş bilimine öncel olan Marksizmin, başkaldırının talep ettiği şeyin-haklı olarak görülmelidir ve sebebi olduğu düşünülmelidir- özü olduğu olgusunun ifade edildiğini görüyoruz. Marksizm hem bir taraf tutmaktır hem de partizan bir deneyimin sistematik hâle getirilmesidir. (…)

Mao Zedong’un cümlesi bize, bir Marksist için teoriden pratiğe (sebepten başkaldırıya) kurulan bağın teorinin kendisinin içsel bir koşulu olduğunu ve hakikât gerçek bir süreç olduğundan bunun gericilere karşı bir başkaldırı olduğunu hatırlatır. (…)

… Başkaldırı sebebini beklemez; hangi olası sebeple olursa olsun, başkaldırı daima hâli hazırda orada olandır. Marksizm açıkça şunu der: Başkaldırı sebeptir, başkaldırı öznedir. Marksizm, başkaldırı bilgeliğinin yeniden özetlenişidir. Niçin Kapital, yüzlerce sayfa önemsiz ayrıntıyı ve tereddüdü gayretkeş zekâyı ve de çoğunlukla anlaşılabilirliğin sınırlarındaki diyalektiğe ilişkin ciltleri kaleme alır? Bunun sebebi yalnızca bunun başkaldırının derin bilgeliğine uygun olmasıdır. (…)

‘Gericilere başkaldırma haktır’ şu anlama da gelmektedir: Başkaldırı haklı olacaktır, kendi açısından sebebi olacaktır. Gericiler, tarihin mahkemesinde kendilerine sebepler bulmak, sömürü ve baskıya dair tüm kötü eylemlerinin hesabını vermek zorunda kalacaklardır. (…)

Başkaldırı, haklı olduğu için, sebebe dayandığı için, ama aynı zamanda da geleceğe dair yasa koyan başkaldırı olduğu için bilgeliktir. Marksizm, sebebe dair sadece haklı çıkarmaya dayanan hiçbir kavrayışı kabul etmez. Proletaryanın başkaldırmak için sadece hakiki sebepleri yoktur, muzaffer sebepleri de vardır. Burada ‘sebep’, devrimci meşruiyet ile devrimci iyimserliğin kesişim noktasında yer alır.

Başkaldırı, Kant’ın ahlâk maksimine karşı duyarlıdır: ‘Mecbursunuz, o hâlde yapabilirsiniz.’ Bunun yanı sıra Kant, saf ödeve göre bu şekilde ayarlanmış olan bir edimin kuşkusuz hiçbir zaman vuku bulmamış olduğu düşüncesindeydi. (…)

Başkaldırı, bizzat kendi sebebinin bilinciyle güçlendirilebilir. ‘Gericilere başkaldırma haktır’ ifadesinin kendisi, hem başkaldırının kendisine içsel olan bilginin özünün gelişimidir, hem de bu gelişimin başkaldırısına geri dönüştür. Haklı olan ve sebebi bulunan başkaldırı, bu sebebi geliştirme ve muzaffer sebebini sağlama aracını Marksizm’de bulmaktadır. (…)

Gericilere başkaldırmanın hak olduğunu bu (pratik) sebebin (teorik) sebebini sunarak bilmek, öznel olanı (örgütlenmeyi, tasarıyı) nesnel olana (sınıf mücadelesine, başkaldırıya) eşit kılmaya olanak tanır. Başlangıçta devrimci meşruiyet ve iyimserliği dile getiren (sebep), şimdi tarih bilincinden ve tarihin hâkimiyetinden söz etmektedir.

‘Gericilere başkaldırma haktır’, aslında tarihsel harekete dair her şeyi söyleyen bir cümledir; çünkü kendi enerjisini, kendi anlamını ve kendi aracını dile getirmektedir. Onun enerjisi sınıf mücadelesidir, başkaldırıya içsel olan nesnel rasyonelliktir. Anlamı, sömürü ve zulüm dünyasının kaçınılması mümkün olmayan çöküşüdür-bu da komünist sebeptir. Araç, tarihte enerji ile anlam, (her zaman ve her yerde tarihin motoru olan) sınıf mücadelesi ile (her zaman ve her yerde, ezilenin başkaldırısı tarafından yükseltilen değer olan) komünist tasarı arasındaki ilişkinin olası doğrultudur. Araç, özne hâline gelen sebeptir; partidir. (…)

Her hakikât, kendisini anlamsızın yıkımında olumlar. Her hakikât, öyleyse, özsel olarak yıkımdır. Kendisini sadece muhafaza etmekle sınırlayan her şey, tamamen hatalıdır. Marksist bilgi alanı daima bir harabeler alanıdır.

Mao Zedong’un cümlesi bize tüm diyalektiği anlatmaktadır: Sebebin başkaldırı olarak sınıfsal özü, karşıtların ölümüne mücadelesinde yatmaktadır. Hakikât ancak bir yarılma sürecinde var olur.

Çelişkiler teorisi, başkaldıranların tarihsel bilgeliğinde bütünüyle içerilmektedir…[226]

Evet, “Gericilere başkaldırma[227] haktır”; zarurettir; tıpkı George Orwell’in, “Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler”;[228] veya Ali Bulunmaz’ın, “Başkaldırı hayattır,”[229] sözlerindeki üzere…

Evet, evet gündelik hayatın “sıradan” kahramanları, tabandakiler, ezilenler, ötekileştirilenler, sömürülenler yani adsızlar yeni bir başkaldırının eşiğindedirler…

Geçerken bir not: Dani Karavani, “Adsız olanın hatırlanmasına saygı göstermek ünlü olanınkinden daha zordur. Tarih adsızların hatırasına sadıktır,”[230] derken; K. Marx ile F. Engels de eklerler: “Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemezler. Var olan düzenin zorla yıkılacağını açıkça savunurlar. Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yoktur. Kazanacakları kocaman bir dünya vardır! Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz!”

Nihayet “son” bir anımsatma daha: “Sisteme karşı çıkmazsak sistem bize karşı çıkar,” der Bob Marley…

 

VI.2) SOSYALİZM YENİDEN…

 

“Beni ne satın alabilirler,

ne de teslim.”[231]

 

“Dünya altüst oluyor. Yepyeni dönem başlıyor. Berlin Duvarı’nın çöküşünden sonra başlayan ‘küreselleşme’ dönemi sona eriyor. Sınıf mücadeleleri sertleşiyor”ken;[232] şimdi yeniden sol/ sosyalizm zamanı…

Böylesi çıkış; yani “Günümüz sosyalizmi ancak emperyalist burjuva kamplardan birine katılmadığı, ancak ‘bu kampların her ikisi de şerdir’ dediği ve bütün ülkelerde emperyalist burjuvazinin yenilgisini istediği takdirde, özüne sadık kalacaktır. Bunun dışındaki her tutum ulusal-liberal bir politikadır ve gerçek enternasyonalizmle ilgisi yoktur.”

“Bizim için her zaman önemli olan, ‘olaylar’ın sosyalizm açısından ne anlam ifade ettiğidir. Bu kapsamda her sosyalistin temel görevi, kendi ülkesinin yurtseverliğine ve şovenizmine karşı amansız bir mücadele yürütmektir,”[233] diyen V. İ. Lenin’in ifade ettiği üzere, kapitalizmin “farklı” versiyonlarından olan “ulusalcı”lığa ve “liberalizme” karşı olacaktır.

Kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişin “tek bir mutlu eylemle” gerçekleşmesinin olanaksızlığına değinerek, “Proletaryanın birden fazla kez geri püskürtülmesinden ibaret olması gayet mümkün olan uzun ve direngen bir mücadeleyi öngörür,”[234] diyen Rosa Luxembourg’un uyarısını da anımsayarak…

Ve “Sosyalistlerimiz ne yazık ki insanlarımızın ve insanlığın içinde bulunduğu temel siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel sorunların çözümüne ilişkin düşünceler üretemiyor, öneriler sunamıyorlar. Birçok sosyalist XXI. yüzyıl insanına hâlâ XIX. yüzyılda geliştirilip kuramlaştırılmış düşüncelerle yaklaşmaya, insanlığın temel sorunlarına bu düşüncelerle çözüm aramaya çalışıyor. Doğruluğu ve evrensel geçerliliği geride kalan 150 yılda hayat tarafından defalarca kanıtlanmış Marksist kuram günümüz insanının ve insanlığının sorunlarına yanıt oluşturacak düzeyde geliştirilemiyor, koşullara uyarlanamıyor,”[235] diyen Deniz Kavukçuoğlu’nun “ucuz maruzatları”na karşın inadında daha da fazla devrimci Marksist olarak, kalarak…

 

VI.3) “SONUÇ” (MU?)!

 

“Günü yakala,

yarına olabildiğince

az güven.”[236]

 

Yeni bir eşikteyiz; önüne hâlâ bir sıfat eklenmemiş “büyük dönüşümler”in imkânı karşımızda…

Tam da Bertolt Brecht’in, “Gerek korkunç, gerekse verimli nitelikteki köklü değişmeler dönemlerinde çöken sınıfların akşamları, yükselmekte olanların sabahlarıyla örtüşür. Minerva’nın baykuşunun uçuşlarına başladığı şafaklar, bu şafaklardır,”[237] dediği şey bu…

Pek çok kişi de aynı kanaatte…

Mesela Fütüristler Derneği Başkanı Ufuk Tarhan, “Geleceği şekillendirmek elimizde, gelecekse örgütlü ve paydaş harekette,”[238] diyor…

Bu elbette bir imkân; aynı zamanda da bir tehlike…

Kim bilir, belki de, Dickens’in deyişiyle “zamanların en kötüsüne” giriyoruz; “hem de en iyisine…”

Bir “geçiş”, bir “alt üst oluş” evresi bu! İnsana ve yaşama saygının hem yitirildiği; hem de güçlendiği bir evre…

Verili kölelik, özgürlük duygusunu güçlendirirken, özgürlüğe olan ihtiyacı da büyütüyor…

Antoine de Saint Exupéry’nin, “İnsanın mutluluğu özgürlükte değil, fakat sorumluluğun kabulündedir,” sözünü anımsatan çöküş ile insan olmak sorumluluğunun yan yana durduğu yerdeyiz…

Eskilerin deyişiyle “ifrat ile tefrit” arasına sıkışmış verili paradoks bize, insan(lık)a, özgür olduğumuz oranda sorumlu olma yükünü de ekliyor…

Şimdi Bloch’un “Umut İlkesi” diye altını çizdiği ihtiyaca sarılma zamanı…

Hayır, bitip/ tükenen bir şey yok; tarih boyunca görüldüğü üzere, insan(lar) mücadeleyi bırakmazlar.

Umut ışığı sönmez, söndürülemez; boşuna mı demiş, “Her sözcük bir geçittir/ bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,/ işte o zaman doğrudur o sözcük:/ buluşmakta direttiği zaman,” diye Yannis Ritsos?

Unutmayalım; Walter Benjamin’in deyişiyle, “Sadece ümidini yitirmişler için ümitlendirildik”!

Unutmayalım; Gerard de Nerval, “Düşlerimiz ikinci yaşamımızdır,” derken; W. Shakespeare de ekliyor: “İnsanların çoğu…/ Sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için./ Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için./ Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için./ Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için./ Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için./ Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için…”

O hâlde Sevmekten korkmazsak… Düşünmekten korkmazsak… Konuşmaktan korkmazsak… Yaşlanmaktan korkmazsak… Unutulmaktan korkmazsak… Ölmekten korkmazsak… Başkaldırırsak… Bu dünyayı kökten değiştirip daha yaşanabilir bir yer hâline getirebiliriz…

Şimdi bunlar için sloganlarımızı, şarkılarımızı, şiirlerimizi yüksek sesle haykırma zamanıdır…

Haykırın! “Alkışlar, yürüyoruz, alkışlarla yürüyoruz,/ suskunluğa yenilmemiş ellerin çığlığıyla,” dizelerini Kemal Özer’in…

Haykırın! “Bu nasıl ölü! Ölüsüne sevdalı/ Bu nasıl yürek! Vurulmuş ama capcanlı!/ Bu nasıl ay! Bir ateş topu sanki!/ Federico’nun düştüğü yerde!”[239] dizelerini Raúl González Tuñón’un…

Haykırın! “Kalkmanın zamanıdır./ Sırtı yerdeyken yürüyemez hiç kimse./ Ve bekleme ki biri gelip kaldıracak seni./ Zamanıdır.” dizelerini Yannis Ritsos’un…

Haykırın! “Memleket istiyoruz biz mazluma./… /Ayağa kalk ve sür atı dörtnala Zapata’yla,”[240] dizelerini Pablo Neruda’nın…

Haykırın! “Güzel günler uzak değil bizden/ yaşayan görecek/ al şafaklarla toplanan yemişleri/ biz yeni patlayan her tomurcukta birbirimizi anımsayacağız,”[241] dizelerini Turgay Fişekçi’nin…

Haykırın! “Saraylar saltanatlar çöker/ kan susar bir gün/ zulüm biter/ menekşeler de açılır üzerimize/ leylaklar da güler/ bugünlerden geriye/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler,” dizelerini Adnan Yücel’in…

Evet, yeni bir eşikteyiz; önüne bir sıfat eklenmemiş “büyük dönüşümler”in imkânı ve tehlikesi karşımızda; dayanıklı olmayı öğrenmek zorundayız…

Unutmamak gerekir ki, dayanıklılığı yaratan zorluklardır…

Hazır bulduğumuz her şey bizi dayanıksız yapar…

Zorluklarla mücadele ederek “dayanıklılık” kazanırız…

Yakınmak değil, mücadele etmek, başkaldırmak gerekiyor…

“Yelken ol, deniz ol, git gidebildiğin yere” diyen bir kararlılıkla; “Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk…” diye haykıran (70’lerin İzmirli devrimcisi) Sezen Aksu’nun cüretiyle; Turgay Fişekçi’nin, “Hiç beklememişim gibi beklerim seni”[242] dizelerindeki tutkuyla mücadele etmek, başkaldırmak gerekiyor…

Yolumuz açık olsun; önceleyen eylemin sözü inanılır ve imkân dahilinde kılabildiği oranda yolumuzu açacağız…

 

30 Ağustos 2009 11:15:12

 

N O T L A R

[*] Karaburun Toplantıları’nın “80’den Sonra… Gelecek İçin…” başlıklı “Kapanış Forumu’nda (6 Eylül 2009) sunulan tebliğ… İstanbul Özgür Üniversite’de 14 Kasım 2009 tarihinde yapılan konuşma… 22 Kasım 2009 tarihinde MESOP’un G. Antep’de düzenlediği ‘80’li Yıllar=İnsan(sızlık)+Umut(suzluk) +Eylem(sizlik)’ başlıklı konferansta yapılan konuşma… Arasöz, Şubat 2016…

[1] Ben Harper.

[2] Hannah Arendt, The Human Condition, The University of Chicago Press, 1970, s.254.

[3] Hannah Arendt, Essays in Understanding, Schocken Books, 1994, s.320-321.

[4] Hannah Arendt, The Human Condition, The University of Chicago Press, 1970, s.7.

[5] yage, s.178-179.

[6] Hannah Arendt, Essays in Understanding, Schocken Books, 1994, s.321.

[7] Martín Luther King Jr.

[8] 70’lere de, 21 Mayıs 2009 tarihinde Kocaeli Üniversitesi’nin 2009 Bahar Şenlikleri’ndeki “Üç Kuşak Gençlik (Türkiye’de Gençlik Hareketleri)” başlıklı panelde yaptığım konuşmada değinmiştim… Kaldıraç, No:102, Temmuz-Ağustos 2009…

[9] Işıl Özgentürk, “80’li Yıllar”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2009, s.20-19.

[10] Tarkan Temur, “Cunta Gericinin Önünü Açtı”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2008, s.9.

[11] “Yazın bittiği her yerde söylenir/ söylenmeyen şeyler kalır geriye/

Ve sonra hiç bir şey olmamış gibi/ ağır, usul bir hazırlık başlar/ uykuya benzer yeni bir mevsime/

Orda burda, ev içlerinde,/ kır kahvelerinde, deniz kenarlarında/ incelen yazın akşam esintilerinde/ zaman usulca sıyrılır aramızdan/ ta içimizde duyarız gelecek günlerin geçmişini/ başka ne gelir elimizden/ büyük bir uzaklığa gülümseyerek/ geçiştiririz/ ıskaladığımız şeyleri/

Yatıştırıcı rüzgârlar/ dışavurur içimizdeki lodosu,/ poyrazı, günbatımlarını/ saklar bizi/ gözlerimizdeki hüzne ‘dinginlik’ adını verir/ ‘seni iyi gördüm’ diyenler/ biz de iyi hissederiz kendimizi/ elimizden başka ne gelir ki?/

Köşe başları, akşamüstleri, kokular/ tozar gider zamanın boşluğunda/ karışır anların kuytu belleğine/ belki sonraları bir gün/ hatırlanır aynı kederle/ yazın bittiği her yerde söylenir/ söyleyenler inanır bir şeylerin sahiden bittiğine/ yaz biter/ eskir geceler, serin, hüzünlü/ yeni mevsime hazırlık: ömrün teyel yerleri/ bir yanı telaş,bir yanı ürperten yaz sonu ikindileri/ çıkarır sizi dalgın derinliğinizden/ yaşadığınızı duyarsınız teninizde/ bir zamanlar okumuş olduğunuz kitapları özlersiniz/ sıcak odaları, beyaz, temiz yastıkları/ ahşap panjurları/ yaz bitti/ bitmeyen şeyler kaldı geride/

yaz bitti/ yaz bitti/ yüksek sesle söylüyorum bunu kendime/ her yerde söylendiği gibi/ yaz bitti/ yaz bitti/ hiç bir şey hiç bir şey/ hiç bir şey/ yalnızca üşüyorum şimdi… (Murathan Mungan, “Yaz Bitti”.)

[12] Leylâ Erbil, Karanlığın Günü, İş Kültür Yay., 2009.

[13] Asuman Kafaoğlu-Büke, “80 ve Karanlık”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:438, 7 Ağustos 2009, s.8-9.

[14] ‘Devlet Sırrı/ Secret Defense’ başlıklı Fransız filminin başlangıcındaki söz.

[15] Jean Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri, Çev.: Oğuz Adanır-Ali Bilgin, Boğaziçi Üniversitesi Yay., s.15.

[16] yage, s.58.

[17] yage, s.75.

[18] yage, s.90.

[19] yage, s.93.

[20] yage, s.101.

[21] yage, s.104.

[22] yage, s.269.

[23] “İnsan ne zaman insandır?/ en güçsüz yanlarını gizleyemediğinde/… bir insan ne zaman sevmeye başlar?/ karşısındaki de onu sevmeye başlayınca/ sevgi ne zaman biter/ hiçbir zaman/ peki insan ne zaman biter?/ artık sevmediğinde…” (Turgay Fişekçi, İnsan Üstüne Sorular-Yanıtlar, 2006 Yayınevi, 2009, s.298.)

[24] Milan Kundera.

[25] Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1996, s.78.

[26] yage, s.125.

[27] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları/ 1: Antisemitizm, çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay., 1996, s.9.

[28] Krishnamurti.

[29] Sean Sayers, Marksizm ve İnsan Doğası, çev: Şükrü Alpagut, Yordam Yay., 2009, s.193.

[30] Adnan Binyazar, “Kendi İnsanından Tiksinmek…”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2009, s.16.

[31] “Tanrım, beni kendimden koru.” (Dante, “İlahi Komedi”.)

[32] “Korkaklar ecelleri gelmeden birkaç kere ölürler. Cesurlar ölümü bir kere tadarlar.” (William Shakespeare.)

[33] Aşık Arifoğlu.

[34] Kitapta, 2007-2008 yıllarında sansürlenen medya haberleri ve bunlardan en önemli 25’inin hikâyesi yer alıyor.

Kitapta konu edilen, yayımı yasaklanan medya haberlerinden önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:

– “Amerikan askerlerinin, Irak harekâtında öldürdükleri Iraklı sayısı 1 milyonu buldu” haberi sansürlendi. Gazeteler, bu haberi, “Amerika, her ay Irak’ta 10.000 kişiyi mi öldürüyor?”, “Irak’ta ölü sayısı Kamboçya-Ruanda katliamını geçti”, “Araştırmaya göre, Irak sorunu 1 milyon kişinin ölümüne yol açtı” başlıklarıyla vermişlerdi.

– “Amerika, Kanada ve Meksika arasındaki ekonomik ortaklığa (NAFTA) askeri ortaklık da eklendi. Artık bu 3 ülke birlikte savunulacak” haberi sansürlendi. Gazeteler, bu haberi, “Derin birleşme-Antidemokratik genişleme”, “Kuzey Amerika’da askeri yönetim”, “Hukukun sonu” başlıklarıyla verdiler.

– “InfraGard adlı kuruluş, FBI ve DHS (İç Güvenlik) ile ilişki kurarak, bazı şirketlere, kamuoyuna haber verilmeden önce gizli bilgiler sağlıyor” haberi, 7 Şubat 2008 günü sansürlendi. The Progressive, bu haberi “FBI, iş dünyasına önderlik ediyor” başlığıyla vermişti.

– “Irak ve Afganistan’daki savaşta görev alan 300 askerin ifadesi” sansürlendi. Bu konudaki haberlerde, Amerikan askerlerinin, bu bölgelerdeki hukuk dışı davranışları konu ediliyordu.

– “Irak’a gönderilen 12 milyar dolar nakit paranın 9 milyar dolarının akıbeti bilinmiyor” haberi, Ekim 2007’de sansüre uğradı. Haberi, Vanity Fair, “Bağdat üzerinde milyarlar” başlığıyla vermişti.

– “Dünyada 27 milyon köle var. Bu sayı, tarihteki en yüksek rakam” haberi, 15 Mayıs 2007’de sansürlendi. Sojournes, haberi, “Global köle ticareti büyüyor” başlığıyla vermişti.

– “2006 yılında marijuana (esrar) satmak ve kullanmak suçundan tutuklanan kişi sayısı 829 bini aştı. FBI raporuna göre, her 38 saniyede bir kişi bu nedenle tutuklanıyor” haberi de sansürlendi.

Kısaca, bu dönemdeki diğer sansürlenen haberlere göz atalım:

– Amerika, Hamas’ı devirmesi için El Fetih’e destek veriyor.

– Kosova, Amerikan kolonisi hâline getiriliyor.

– Gazze’deki 2 milyar dolarlık gaz rezervi Filistinlilere verilmiyor.

– Kongo ormanlarındaki hırsızlığın sorumlusu Dünya Bankası.

– Afrika hükümetleri, Avrupa Birliği’nin, Afrika’da gümrüksüz mal satma isteğini reddetti.

– “Terörle Global Savaş” bahane edilerek, Afrika’nın doğal kaynakları üzerinde askeri kontroller kuruluyor.

– Avrupa Birliği’nin, birçok ülkeyle yaptığı anlaşmalar, Dünya Ticaret Örgütü’nün koyduğu kurallara aykırı. (Yaman Törüner, “Sansür 2009”, Milliyet, 7 Temmuz 2009, s.8.)

[35] Cengiz Çandar, “… ‘Kardeşlik Manifestosu’ veya ‘Yurtseverlik ve Milli Birlik-Bütünlük Bildirgesi’…”, Radikal, 14 Ağustos 2009, s.9.

[36] Oral Çalışlar, “AK Parti’nin Sekiz Yılı”, Radikal, 15 Ağustos 2009, s.13.

[37] “Postmodernistler kapitalizmin bazı yönlerinden duydukları rahatsızlığı ifade edebilir ve bazen içinde yaşadığımız toplumun sembolik yanlarını canlı bir şekilde ortaya koyabilir. Fakat parçalılık ve farklılık konusundaki algısı, postmodernizimi, eleştirmek şu yana dursun bütüncül bir sistem olarak kapitalizmi kavramsal olarak analiz etmekten, açıklamaktan ve hatta anlamaktan alıkoymaktadır.” (Ellen Meiksins Wood, “Artık Post-Marksizm Diye Bir Şey Kalmadı”, Mesele, No:18, Haziran 2008, s.29.)

[38] “Katır doğurmaz, tuz yeşermez.”

[39] Hz. Ali.

[40] Malcolm Gladwell, Düşünmeden Düşünebilmenin Gücü, çev: Burcu Sipahioğlu, Salyangoz Yay., 2007.

[41] “Benim, ancak kendime sahip değilim”

[42] Jean Baudrillard, Simülark ve Simülasyon, çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2005, s.20.

[43] Rhonda Byrne, The Secret, çev: Can Üstünuçar, MİA, 2007, s.50.

[44] Richard Sennett, Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., s.25.

[45] yage, s.30.

[46] “Kimi zaman yaşamak için intihar etmekten çok cesaret gerekiyor.” (Albert Camus, Mutlu Ölüm, çev: Rasim Dara, Can Yay., 1995, s.26.)

[47] Ahmet İnam, “Kendimize Doğru Bir Yürüyüş Tarzı Olarak Özgelik”, Doğu Batı Dergisi, Yıl:11, No:48, Şubat-Mart-Nisan 2009, s.111-112-113.

[48] M. Mukadder Yakupoğlu, “İnsanın Kendi Doğasıyla Savaşı”, Doğu Batı Dergisi, Yıl:11, No:48, Şubat-Mart-Nisan 2009, s.96-97.

[49] V. Hugo.

[50] Türker Alkan, “Ortaçağımız”, Radikal, 21 Ağustos 2009, s.15.

[51] “Hafif akıl ağır yüktür.”

[52] “Gökyüzü ile yeryüzü çıkarları arasında sürekli bir düello vardır.” (Balzac.)

[53] “Akıl, birbirinden farklı şeylerin birbirine benzeyen yanlarını ve birbirine benzeyen şeylerin birbirinden farklı yanlarını bilmektir.” (Goethe.)

[54] Ömer Faruk, “Yenilenen Kapitalizm ve Acem Halısı”, Radikal, 1 Temmuz 2009, s.15.

[55] “Bizi Papa’dan Koruyun”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2008, s.8.

[56] “Obama’nın Dini Kahvaltısında ‘Vaiz’ Blair”, Radikal, 7 Şubat 2009, s.12.

[57] “ABD’liler Hızla Silahlanıyor”, Birgün, 16 Nisan 2009, s.10.

[58] “ABD’liler Atom Bombasına Karşı Değil”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2009, s.10.

[59] Hüseyin Baş, “G20’lerin Başarısı ve Hesap Dışı Kalan 172 Ülke”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2009, s.10.

[60] Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığımızda Bir Ufuk Turu”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2009, s.4.

[61] Ergin Yıldızoğlu, “QDR 2010’a Doğru”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2009, s.13.

[62] “Açlıktan Market Yağmaladılar”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2009, s.11.

[63] “İngiltere’de Muhbirler Ordusu”, Cumhuriyet, 24 Mart 2009, s.11.

[64] Erdal Atabek, “Yeni Teknolojiler, Bireyleşme mi? Sürüleşme mi?”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2009, s.4.

[65] Türker Alkan, “En Hızla Tükenen Ortaçağ”, Radikal, 6 Ağustos 2009, s.21.

[66] J.J. Rousseau.

[67] G. Sesil Sar, “Özgür Değil, Edilgeniz”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:435, 17 Temmuz 2009, s.18.

[68] “Özgürlük, kişinin kendi mutluluğunu, kendini mutluluğa götürecek yolu dilediğince seçebilme hakkıdır. Akılcılık akımının önde gelen adlarından olan Alman düşünürü Immanuel Kant (1724-1804), anayasal bir ilke olarak bireyin özgürlüğünü, ‘Hiç kimse benim mutluluğumun kendi anlayışına göre olması konusunda beni zorlayamaz, herkes kendi mutluluğunu başkalarının özgürlüğünü sınırlamadığı ölçüde dilediği şekilde seçer’ tümcesiyle özetliyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin üçüncü Başkanı ve aynı zamanda ‘Bağımsızlık Bildirisi’nin düşün babası olan Thomas Jefferson da özgürlüğü, ‘mutluluk’ ile ilişkilendiriyor. ‘Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları tarafından vazgeçilmez haklara sahip kılınmışlardır. Bu haklar yaşam, özgürlük ve mutluluğa ulaşma hakkıdır.’…” (Deniz Kavukçuoğlu, “Özgürlük ve Özgürleşme”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2009, s.15.)

[69] Yavuz Adugit, “Albert Camus: Bir Yük Olarak Özgürlük”, Felsefelogos, No:35-36, 2008/1-2, s.297.

[70] T. Adorno, Minima Moralia, çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 2000, s.257.

[71] Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, çev: Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009.

[72] “Dam delikse dam dibi ıslaktır.” (Kürt Atasözü.)

[73] Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, Çev: Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009, s.19.

[74] yage, s.105.

[75] yage, s.110.

[76] yage, s.113.

[77] Ahmet Oktay, “Popüler Kültür Egemen Sınıfın Kültürü”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:437, 31 Temmuz 2009, s.12.

[78] J. J. Rousseau.

[79] Karl Marx, “Zur Judenfrage”, Marx-Engels Werke, cilt 1, Dietz Verlag, Berlin, 1970, ss.366vd… aktaran: Domenico Losurdo, “Klasik Alman Felsefesinde Devrim Kategorileri”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.72.

[80] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009, s.132.

[81] Albert Camus, Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 1997, s.102.

[82] Karl Marx, Alman İdeolojisi, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2004, s.23.

[83] Yıldız Karagöz Yeke, “Hannah Arendt: Siyaset ve Demokraside İlksele Dönüş”, Felsefelogos, No:35-36, 2008/1-2, s.278.

[84] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009, s.34.

[85] Hebdel’in, ‘Judith’inin güzel sözleriyle ifade edecek olursak, “Benimle, bana emredilen eylem arasına günahı tanrı yerleştirmiş olsa bile, ben kimim ki, ondan kaçabileyim?”

[86] “Herkesin bir şaplak attığı kafa.”

[87] Kemal Özer, İkinci Yeniden Toplumcu Şiire, Yordam Yay., 1999.

[88] Joséph Heler.

[89] Albert Camus, Sisyphos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Adam Yay., 1992, s.30.

[90] Ergin Yıldızoğlu, “Kriz, Tehlike ve Fırsat”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2009, s.4.

[91] Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, Çev: Selçuk Budak, Okuyan Us Yay., 2009.

[92] Alp Karaosmanoğlu, “Var Olmanın Boşluğu”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:436, 24 Temmuz 2009, s.19.

[93] Hans Heinz Holz, “Lenin’in Felsefi Kavrayışı”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.180.

[94] Hz. Ali.

[95] “Bir bilen bilincin (consience connaissante), nesnesinin bilgisi olması için zorunlu ve yeterli koşul, bilincin, o bilgi olarak, kendi kendisinin bilinci olmasıdır. Bu, zorunlu bir koşuldur: Eğer bilincim masa bilinci olmanın bilinci olmasaydı, bu masanın bilinci olacak ama masanın bilinci olmanın bilincinde olmayacaktı ya da diyebiliriz ki, kendi kendisinden habersiz bir bilinç olacaktı, bilinçsiz bir bilinç olacaktı; bu da saçmadır. Şu yeterli bir koşuldur: Şu masanın bilincinde olduğumun bilincinde olmam, gerçekten de masanın bilincinde olmam için yeterlidir. Şüphesiz bu, benim o masanın kendinde varolduğunu olumlamam için yeterli değildir ama onun, benim için varolduğunu pekâlâ olumlayabilirim.” (Jean Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik, çev: Turhan Ilgaz-Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yay., 2009., s.27.)

[96] “Hiçbir şey bireylere ya da gruplara (ya da kavimlere ya da devletlere ya da milletlere ya da kiliselere) tek hakikâte sahip oldukları inancından daha büyük zarar veremez: Özellikle nasıl yaşanacağına, ne olunacağına ve ne yapılacağına dair tek hakikâte sahip olduğuna inananlara göre farklı olanlar hatalı değildir, onlar hain ya da delidir; ya kısıtlanmaları ya da bastırılmaları gerekmektedir. Sadece kendinin haklı olduğunu, hakikâti gören sihirli bir göze sahip olduğunu ve sana katılmayan diğerlerinin haksız olduğunu düşünmek korkunç ve tehlikeli bir kibirdir.” (Isaiah Berlin, “Karl Marx: His Life and Environment/ Karl Marx: Yaşamı ve Çevresi”.)

[97] Sedat Demir, “İnsansızlık ve İletişimsizlikle Kuşatılmış Durumdayız”, Cumhuriyet Kitap, No:1015, 30 Temmuz 2009, s.13.

[98] Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, çev: A. Erhat-S. Eyuboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2000, s.85.

[99] Conversations with Gabríel García Márquez Gene H. Bell-Villada, University Pres of Mississippi, 2009.

[100] İsmail H. Demirdöven, “Jean-Paul Sartre’dan ‘Varlık ve Hiçlik’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1014, 23 Temmuz 2009, s.10-11.

[101] G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev: Aziz Yıldırım, İdea Yay., 1986, s.62.

[102] Hz. Ali.

[103] Antik dünyanın “yedi harika”sından Efes’teki mermer Artemis tapınağını, İÖ 356 yılının 20 Temmuz günü Herostratos adında bir genç, sırf meşhur olmak uğruna ateşe vermiş. Karşılığında idam edilmekle kalmamış; adının anılması dahi suç sayılmış ve ölüm cezasına bağlanmış. Böylece, o kadar korktuğu unutuluşa gömülmek istenmiş. Ne ki bu yasak, Sakızlı Theopompus’un (d. İÖ 380?) düştüğü kayıtla delinmiş. Günümüzde “[H]erostrat kompleksi” ne pahasına olursa olsun şöhret peşinde koşmak anlamına geliyor.

[104] “Üstlenmek başarının temel unsurudur. Kapıyı yeterince uzun süre ve yüksek sesle çalarsanız, birini uyandıracağınızdan emin olabilirsiniz.” (Henrey Wadsworth Longfellow.)

[105] Ataol Behramoğlu, “Düşünmek…”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2009, s.6.

[106] Sean Sayers, Marksizm ve İnsan Doğası, Çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2009.

[107] Ali Bayramoğlu, “Aydın…”, Yeni Şafak, 4 Haziran 2009, s.3.

[108] Eduardo Galeano.

[109] Ben Fine-Alfredo Saad-Filho, Marx’ın Kapitali, Çev: Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2008.

[110] Ahmet Oktay, “Popüler Kültür Egemen Sınıfın Kültürü”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:437, 31 Temmuz 2009, s.12.

[111] Andrzej Ealicki, Rus Düşünce Tarihi, çev: Alaattin Şenel, V Yay., 1987, s.392-393.

[112] V. İ. Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?, çev: Vahap Erdoğdu, Sol Yay., 1976, s.75.

[113] yage, s.77.

[114] “Marksizmin gerçek adı tarihi maddecilik ise, onun -öncelikle- bir tarih teorisi olması gerekir” (Perry Anderson, Batı’da Sol Düşünce, Birikim Yay., s.165.)

[115] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1992, s.68.

[116] yage, s.28.

[117] Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı: Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev: Cenk Saraçoğlu, Yordam Yay., 2006, s.10.

[118] yage, s.30.

[119] yage, s.47.

[120] “Burjuva toplumu, tarihin en gelişmiş ve en çok yönlü üretim örgütlenmesidir” (Karl Marx, Grundrisse, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yay., 1979, s.176.)

[121] Karl Marx, Grundrisse, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yay., 1979, s.175.

[122] yage, s.168.

[123] İşte size “yaratıcı”(?!) olduğu “iddiası”ndaki bir örnek! Şöyle “buyuruyor” Orhan Bursalı: “Marx, dönemine uygun anlayış gereği, toplumların gelişmesinde doğrusal bir gelişme yapısı öngörmüştü. ‘Kapitalizmi mutlaka sınıfsız toplum izleyecek’ gibi… Oysa, sosyal dinamiklerin temel unsurları ve bileşenleri hem değişebiliyor hem de yer değiştiriyor veya önemini yitirebiliyor.

Örneğin 1850’lerin işçi sınıfı, gerçekten ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan’ ve ayrıca üretimde temel toplum değer yaratıcı, temel artı değer yaratıcı sınıftı. Marx, bu iki önemli dinamikten hareket etti. Ayrıca tarihsel materyalizmin toplumların klasik gelişme modeli bakışınca da, kapitalizmi sınıfsız toplumun izleyeceğini, izlemesi gereğini öne sürdü.

Toplumsal süreçler uzun solukludur ve dinamikleri değişir. Bu karmaşık gelişme ‘yasası’na uygundur. İki şey değişti, bir, işçi sınıfı ‘zincirlerinden başka kaybedecek sınıf’ olmaktan çıktı. Bugün kaybedecek çok şeyleri var! Dolayısıyla, Marx’ın atfettiği ‘devrimci-değiştirici’ niteliğini, merkez ve çevre kapitalist ülkelerde en azından, yitirdi.

İkinci bir gelişme oldu: Değer yaratıcı yeni bir sınıf gelişti: Bilgi Toplumu güçleri! Bu ‘sınıf’ ekonomiyi ve sosyal gelişmeleri belirleyen, bilimsel teknolojik devrimi yaratan ve bugün Bilgi Toplumu ve Bilgi Ekonomisi’nin motoru olan güçler…” (Orhan Bursalı, “Dünyayı Yeniden Kavramamız Gerek”, Cumhuriyet Kitap, No:1015, 30 Temmuz 2009, s.10-11.)

[124] “Delinin değirmeni kendi kendine çalışır.” (Kürt Atasözü.)

[125] Çağlar Güven, “İçi Boşalan Liberalizm ve Uykudaki Sol”, Radikal İki, 26 Temmuz 2009, s.7.

[126] “Abdullah Öcalan: Kürt Sorunu Vicdan Sorunudur”, Özgür Ortam, 27 Haziran-3 Temmuz 2009, s.7.

[127] Reis Oturan Boğa, Powder River Conference.

[128] Nâzım Hikmet.

[129] Berza Şimşek, “Eşitsizlik Normalleşiyor”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2009, s.10.

[130] “Yaralı yarasını bilir.” (Kürt Atasözü.)

[131] K. Marx, Kapital, C: III, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1978, s.279.

[132] “Krizi Mavi Gözlü Beyazlar Çıkardı”, Radikal, 28 Mart 2009, s.5.

[133] Wall Street Journal, 19 Haziran 2009.

[134] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalizm 3.0”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2009, s.13.

[135] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Büyük Bozulma’ Başlamış…”, Cumhuriyet, 11 Mart 2009, s.4.

[136] The Guardian, 21 Mart 2009.

[137] R. J. Samuelson, Washington Post, 23 Mart 2009; J. Loyd, Financial Times 28 Mart 2009.

[138] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Geçiş Sürecinde’ Belirsizlikler…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2009, s.12.

[139] Mustafa Aysan, “Kapitalizmin Sorunları”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2009, s.17.

[140] “ABD’den Kurtarmaya 5 Trilyon $”, Taraf, 22 Temmuz 2009, s.6.

[141] Mahfi Eğilmez, “Krizden Sonra”, Radikal, 26 Mayıs 2009, s.5.

[142] Osman Çutsay, “Kriz Daha Yeni Başlıyor”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2009, s.13.

[143] “Dünya Resesyondan Çıkışa Başladı”, Radikal, 19 Ağustos 2009, s.7.

[144] “Zoellick: Gelişen Ülkeler Krizin Etkisini Yeni Hissetmeye Başladı”, Radikal, 2 Temmuz 2009, s.4.

[145] “Kriz Yoksulların İnsanî Felaketine Dönüşebilir”, Taraf, 28 Nisan 2009, s.6.

[146] “Zengin ve Yoksul Kriz İçin İlk Kez Buluştu”, Radikal, 27 Haziran 2009, s.5.

[147] “Dünyada İlk Üç Ayda Toplam 431 Bin Kişi İşsiz Kaldı”, Hürriyet, 29 Mart 2009, s.9.

[148] “Genç, Yetenekli Ama İşsiz”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2009, s.13.

[149] “Romanya, Memurunu Ücretsiz İzine Çıkarttı”, Radikal, 13 Ağustos 2009, s.7.

[150] “Kriz Para Babalarını da Vurmuş”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2009, s.14.

[151] Betül Urhan, “Yarınından Emin Olamamak”, Evrensel, 9 Mayıs 2009, s.2.

[152] “Kriz Çocukların Psikolojisini Bozuyor”, Evrensel, 3 Mart 2009, s.9.

[153] “İşsizlik İntihar Riskini Üç Kat Artırıyor, Önlem Şart”, Radikal, 25 Temmuz 2009, s.5.

[154] Hüseyin Hasançebi, “Kriz”, Kızılcık, No:36, Bahar 2009, s.20.

[155] Alain Badio, “Bu Kriz Hangi Gerçeğin Gösterimi?”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.20-24.

[156] “Elekle su toplanmaz.” (Kürt Atasözü.)

[157] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009.

[158] Selçuk Salih Caydı, “Neo-Liberal Demokrasinin Acil Çözüm Bekleyen Sorunları”, Radikal, 20 Temmuz 2009, s.15.

[159] Kaldı ki, kimi liberaller de, benzer şeylerden söz ediyorlar: “Demokrasi başlangıçta siyasi kararları almanın muayyen bir usulünü ifade ediyordu. Bugün ise, demokrasi delaletleri bütünüyle yüceltici ve tanzim edicidir. Hiç kimse demokrasiye karşı değildir. Bununla beraber, Schumpeter’in işaret ettiği gibi, demokratik sürecin -mesela çoğunluk yönetiminin- sonuçları zorunlu olarak iyi değildir. Demokrasinin iktisadi teorisinin gösterdiği gibi, iyi örgütlenmiş azınlık gruplar şekli bir demokratik sistemi manipüle edebilirler… Çağdaş demokratik usullerin işleyişi hakkında daha fazla şüpheci olmak gerekiyor…” (Norman Barry, Modern Siyaset Teorisi, çev: Yusuf Şahin-Mustafa Erdoğan, Liberte Yay., 2004, s.VIII.)

[160] Joseph A. Schumpeter, Kapitalizm ve Demokrasi, Cilt:II, Sosyalizm ve Demokrasi, çev: R. Tınaz, Varlık Yay., 1971, s.159.

[161] Roland Pennock, Democratic Political Theory, (Princeton, N. J.: Princeton U., 1979), s.xvii; aktaran:Levent Köker, İki Farklı Siyaset, Dipnot Yay., 2008, s.56.

[162] “Doğal olarak, burjuva toplumundaki siyasal rejimler arasında bir fark vardır; tıpkı tenin vagonları arasında bir konfor farklılığı olduğu gibi… Ama nasıl uçurumun dibinde trenin bütünlüğü bir yığıntı hâline gelirse, kapitalist sistemin tümüyle kökünden kazılması karşısında çöküş hâlindeki bir demokrasi ile cani faşizm arasındaki ayrım da öyle görünür.” (Masis Kürkçügil, “Bekçisiz Demokrasi”, Yeni Yol, No:34, Yaz 2009, s.5.)

[163] Hüseyin Baş, “Elektronik Birader Evimizde!”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2009, s.10.

[164] “Resmi Telekulak Rakamı: 70 Bin Kişi Dinlendi”, Radikal, 27 Nisan 2009, s.9.

[165] “Adalet Bakanı Dedi ki: ‘Devlet İsterse Hâkimi de Dinler’…”, Radikal, 25 Ekim 2008, s.10.

[166] İsmail Saymaz, “Adana’da Çocuklara 300 Yıl Ceza”, Radikal, 4 Haziran 2009, s.11.

[167] “Polisin Şiddeti Cezasız Kalıyor”, Cumhuriyet, 6 Aralık 2008, s.1-8.

[168] Ertuğrul Kürkçü, “… ‘Devlet Aklı’ ve Barış”, Radikal İki, 23 Ağustos 2009, s.3.

[169] “Taktikleri olmayan strateji, zafere giden en uzun yoldur. Stratejisi olmayan taktikler ise yenilgiden önceki gürültüdür.” (Sun Tzu.)

[170] August Spies, İdamından önceki son sözleri…

[171] “Eli silahlı devrimcilerin ve gerillaların çağı geçiyor. Günümüz devrimcileri laboratuvarlarda, beyaz önlükleriyle yeni bir dünya yaratıyor.” (Türker Alkan, “Yeni Devrim”, Radikal, 10 Temmuz 2009, s.17.)

[172] “Abdullah Öcalan’dan Yol Haritası Öncesi İpuçları”, Haber Türk, 17 Ağustos 2009, s.14.

[173] Füsun Çiçekoğlu, “İnsanlığın Ömrü Kapitalizmden Uzundur”, Cumhuriyet Kitap, No:1015, 30 Temmuz 2009, s.6.

[174] “Sosyal demokrat ve vulger Marksistlerin, ilerlemenin otomatik, karşı konulmaz ve sınırsız bir gelişme olduğu mitine karşı Benjamin, devrimi, tarihin sürekliliğinde kurtarıcı bir kesinti, tarih treninde imdat frenine uzanma olarak anladı.” (M. Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yay., s.211.)

[175] “Göze çarpan büyük devrimlerden önce, çağın tininde sessiz ve gizli bir devrimin yaşanmış olması gerekir.” (G. W. F. Hegel, “Die Positivität der christlichen Religion”, Werke, cilt 1, s.203… aktaran: Domenico Losurdo, “Klasik Alman Felsefesinde Devrim Kategorileri”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.61.)

[176] Sibel Özbudun, “… ‘Devrim’ ve ‘Kültür’ Üzerine Çerçeve Düşünceler”, Evrensel Kültür, No:197, Mayıs 2008; Esmer Dergisi, No:40, Haziran 2008.

[177] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009, s.60.

[178] “Hangi taraftansınız?”

[179] Akif Beki, “Urumçi Ne Yana Düşer?”, Radikal, 9 Temmuz 2009, s.8.

[180] Mert Sinan, “Zenginliğinizden Utanmalısınız”, Dayanışma, No:36, Haziran 2009, s.3.

[181] Şadi Ozansü, “Çürümüş Kapitalizmin Krizi ve Türkiye”, Sosyalizm, No:40, Nisan 2009, s.20-25.

[182] Albert Camus, Yabancı, çev: Nihal Önal, Cem Yay., 1990, s.145.

[183] Hüseyin Baş, “Aç Dünya”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2009, s.10.

[184] Abidin Kumbasar, “Bilime Aykırı Sömürü Düzeni”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2009, s.2.

[185] Hüseyin Baş, “UNICEF Uyarıyor!”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2009, s.10.

[186] “Berlin’de Her Üç Çocuktan Biri ‘Muhtaç’…”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2009, s.13.

[187] Adolf Hitler.

[188] Ergin Yıldızoğlu, “Domuz Gribi Neo-liberalizmin Laboratuvarında Üretildi”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2009, s.13.

[189] “Antartika’nın Suyu Çıkacak”, Akşam, 18 Ağustos 2009, s.5.

[190] Özlem Güvemli, “Gezegenin Bize İhtiyacı Var”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2009, s.18.

[191] “Bu Sıcak Sular Bizi Fena Haşlayacak!”, Radikal, 22 Ağustos 2009, s.22.

[192] “ABD’nin Küresel Afet Planı”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2009, s.11.

[193] Özlem Güvemli, “Dünyanın Zamanı Azalıyor”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2009, s.6.

[194] Le Monde, 22 Temmuz 2009.

[195] Hüseyin Baş, “Çevrecilerle ‘Çıkar Lobilerinin’ Savaşı…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2009, s.10.

[196] Martha Ackelsberg.

[197] İntiharlara neyin yol açtığını araştıran bilim insanlarının incelemesine göre bugüne dek elde edilen bulgulara göre depresyon ve derin umutsuzluğun yanı sıra toplumdan soyutlanma ve başkalarına yük olma kaygısı intihara sürükleyen nedenlerin başında geliyor. (“Niçin İntihar Ediyorlar?”, Cumhuriyet Bilim Teknik, Yıl:23, No:1162, 26 Haziran 2009, s.6-7.)

[198] “Sayılarla İntihar”, Cumhuriyet Bilim Teknik, Yıl:23, No:1162, 26 Haziran 2009, s7.

[199] Selçuk Salih Caydı, “Psikoticaret, Küresel Depresyon Ve İnsan Mucizesi”, Radikal, 26 Haziran 2009, s.15.

[200] Onur Gülbudak, “Slumköylerde Tarihin En Büyük Neo-Liberal Terörü”, Radikal İki, 22 Mart 2009, s.8.

[201] Erdal Atabek, “Öğrenilmiş Dayanıklılık…”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2009, s.4.

[202] Eren Buğlalılar, “Kuzey İrlanda’da Ölüm Oruçları ve Boal Tiyatrosu”, Tavır, No:88, Ağustos 2009, s.17.

[203] Simon Jenkins, “Terör Endüstrisi Terörden Tehlikeli”, The Guardian, 21 Nisan 2009.

[204] “2008’de Dünyada 42 Milyon İnsan Zorunlu Olarak Göç Etti”, Taraf, 3 Mayıs 2009, s.2.

[205] “Milyar Dolarlar Silahlanma İçin Kullanılıyor”, Devrimci Demokrasi, Yıl:7, No:155, 16-30 Haziran 2009, s.10.

[206] Almanya’da milletvekillerinin gizlice lobi derneklerinde görev aldıkları ortaya çıktı. Dünyanın üçüncü büyük silah ihracatçısı Almanya’da beş milletvekilinin silah sanayisinin derneklerinde gizlice yöneticilik yaptıkları belirtildi. (Osman Çutsay, “Silah Lobicisi Siyasetçiler”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2009, s.10.)

[207] Hüseyin Baş, Silahlanma Yarışı Hız Kesmiyor”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2009, s.10.

[208] Ali Bulunmaz, “Başkaldırı Hayattır”, Cumhuriyet Kitap, No:1015, 30 Temmuz 2009, s.8.

[209] Uluğ Nutku, “Tüm Halklar Demokrasisi İçin Öndeyişler”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.13.

[210] Köstebek, “Siyasal Simyacılık ve İnşa Edilemeyen ÖDP”, Yeni Yol, No:34, Yaz 2009, s.15-16.

[211] Elanor Roosvelt.

[212] Marc Levy, Özgürlük İçin, Çev: Ayça Sezen, Can Yay., 2009, s. 27.

[213] “Yaptığımız eylemlerin intikam almakla uzaktan yakından ilgisi yoktu; vicdani bir görevdi yalnızca, insanları bu kaderi yaşamak zorunda kalmaktan kurtarmak ve kurtuluş savaşına katılmak için yapılmıştı.” (Marc Levy, Özgürlük İçin, Çev: Ayça Sezen, Can Yay., 2009, s.104.)

“İnsanların çoğu bir iş, başlarının üzerinde bir çatı ve pazar günleri dinlenerek geçirecekleri birkaç saatle yetiniyordu, kendini böyle mutlu hissediyordu; huzurlu oldukları için mutluydular, yaşadıkları için değil. Komşuları ne kadar acı çekerse çeksin önemli değildi, yeter ki onlar evlerinde huzur içinde yaşasınlardı; gözlerini kapamayı, kötü şeyler olmuyormuş gibi davranmayı yeğliyorlardı. Alçak olduklarından değildi. Bazıları için hayatın kendisi bile fazla ürkütücüydü.” (Marc Levy, Özgürlük İçin, Çev: Ayça Sezen, Can Yay., 2009, s.133.)

[214] Jack London, Bana Göre Hayatın Anlamı, Derleyen ve Çeviren: Yiğit Yavuz, İmge Kitabevi, 2009, s.30.

[215] Murat Belge, “Liberalizm ve Demokrasi”, Taraf, 19 Haziran 2009, s.3.

[216] Hüseyin Ergün, “Şimdiki Irkçılık ‘Esnaf Irkçılığı’…”, Taraf, 15 Haziran 2009, s.13.

[217] Kenan Somer, “Küreselleşme Üzerine”, Kızılcık, No:36, Bahar 2009, s.10.

[218] “AKP’nin son dönemde özgürlükçü-demokratik yönde attığı kimi adımlarla birlikte ‘Bakın bir sağcı parti bile böyle yapıyor, oysa sol bir parti çok daha özgürlükçü olmalı, sol değerler bunu gerektirir’ gibi söylemlere daha sık rastlar olduk… (…)

Öncelikle ‘Sol özü itibariyle özgürlükçüdür, demokrattır’ gibi sözlerin başta sona palavra olduğunu bilmek gerekiyor… Özgürlükçü-demokrat bir zihniyet yapısı solun özünde yoktur. Ancak kimi solcular özgürlükçü-demokrat olurlar. (…)

Hangi sol değerlerin özü itibariyle özgürlükçü-demokrat olduğundan bahsediliyor? Sol tarihinin büyük devrimci kahramanları sosyalizm ideali uğruna özgürlük ve demokrasi gibi burjuva oyunlarıyla da savaşmıştır! ‘Benim düşüncelerimi paylaşmayan biriyle arkadaş olmam’ diyen, devrimi başardıktan sonra savcılık makamını işgal eden ve ‘Demokratik bir rejim kuralım’ diyen eski silah arkadaşlarını Cabana Hapishanesinde ‘sosyalist devrim’ adına kurşuna dizdirten Ernesto Guevara’yı ‘özgürlükçü-demokrat’ diye anmak Guevara’ya da hakaret olur! Che devrimci bir cinayet makinesiydi… Ardından gelecek insanlara ‘özgürlük ve demokrasi’ gibi değerleri miras bırakmadı…

Özgürlükçü-sol perspektifi benimseyen biri de her şeyden önce sosyalizmin Guevara tipi gaddar ve despot yüzüyle hesaplaşmak zorundadır. O mirasa meydan okumak zorundadır… Bunu ilk önce kendini solda tanımlayanlar yapmak zorundadır. Fakat Batı solunun özgürlükçü kanadında bile bu durum sürekli geçiştirilir. Bir sol parti gerçekten çok özgürlükçü bir şeyi savunur ve takdir edersiniz ama öte yandan lafın bir yerinde Guevara’ya, Castro’ya şimdilerde de Chávez’e selam çakar…

Her türlü yüceliğin kaynağı olarak sunulan ‘Sol değerler’ nedense Castro ve Chávez gibi katil diktatörlerin rejiminde ezilen insanların yanında olmak yerine susmayı tercih eder… Böyle bir ikiyüzlülük Batılı sol mahfillerde de hâlâ mevcut…” (Rasim Ozan Kütahyalı, “… ‘Sol Değerler”e Dair Palavralar…”, Taraf, 26 Ağustos 2009, s.13.)

[219] “Benim de safında olduğum milliyetçilerin söz konusu dönemde (‘68) en büyük yanılgısının üzerlerine yapıştırılan ‘faşist’ etiketini fazla önemsemeyip hatta üstlenip- mücadele ettikleri ‘sol’ kadroların gerçekten sosyalist olduklarına inanmak olduğunu söyledim.

‘Toz duman arasında gerçek faşistlerin karşımızdakiler olduğunu fark edemedik’ demiştim. 1960 sonrası Türk solunun bir kesimi için verilebilecek olan hüküm budur.” (Avni Özgürel, “Kim Faşist?”, Radikal, 25 Mart 2009, s.15.)

[220] Murathan Mungan, “Kırılgan”.

[221] The Daily Telegraph, 2 Temmuz 2009.

[222] Ergin Yıldızoğlu, “Kapitalizmi Sorgulayanlar Artıyor…”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2009, s.13.

[223] “Ayaklanma Uyarısı”, Hürriyet, 25 Mart 2009, s.9.

[224] “Zaaf ve cehalet azaldıkça hükümetin temeli de çürüyecektir.” (William Godwin, Political Justice Book III, VI. Bölüm (1985 Penguin Classics baskısında s.247.)

[225] “Bana bir balık verirseniz, bir günlüğüne karnımı doyurmuş olursunuz. Bana balık tutmayı öğretirseniz, nehir kirleninceye ya da kıyı şeridi kalkınma bölgesi ilan edilene dek karnımı doyurmuş olursunuz. Ama bana örgütlenmeyi öğretirseniz, o zaman safdaşlarımla birlikte her türlü meydan okumaya karşı durabilir ve kendi çözümümüzü biçimlendirebiliriz.” (Ricardo Levins Morales.)

[226] Alain Badio, “Temel Bir Felsefi Tez: ‘Gericilere Başkaldırmak Haktır’…”, Baykuş, No:4, Haziran 2009, s.77-78-80-81-82-83-84.

[227] “Başkaldırı ilke olarak alçalışı yadsımakla yetinir, başkası için de istemez onu. Hatta bütünlüğüne saygı gösterdikten sonra, kendisi acı çekmeyi de kabul eder.” (Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 1995, s.23.)

[228] George Orwell’in, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabındaki tek isyancı Winston Smith’in sözü.

[229] Ali Bulunmaz, “Başkaldırı Hayattır”, Cumhuriyet Kitap, No:1015, 30 Temmuz 2009, s.8.

[230] Dani Karavani tarafından Port Bou’da Benjamin’in anısına yapılan anıtın üzerindeki yazı.

[231] Agusto Cesar Sandino.

[232] Sungur Savran, “Amerika’ya Bu Kış Komünizm Gelmiyor!”, Radikal İki, 19 Ekim 2008, s.3.

[233] V. İ. Lenin, Yenilgicilik ve Enternasyonalizm, Agora Kitaplığı, 2009.

[234] Rosa Luxembourg’tan aktaran M.-A. Waters (der.), Rosa Luxembourg Speaks [Rosa Luxembourg Konuşuyor], Pathfinder Press, New York, 1970, s. 80.

[235] Deniz Kavukçuoğlu, “Sosyalist Sol Çocukluk Hastalıklarından Kurtulamıyor”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2008, s.15.

[236] Equintus Horatius Flaccus.

[237] Bertolt Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon, çev: Ahmet Cemal, Mitos-Boyut Yay., 2005, s.72.

[238] Ufuk Tarhan, “Gelecek, Örgütlü Ve Paydaş Harekette…”, Cumhuriyet Dergi, No:1211, 16 Ağustos 2009, s.5.

[239] Raúl González Tuñón, Madrid’te Ölüm.

[240] Pablo Neruda’nın Emiliano Zapata’ya atfen yazdığı şiirden.

[241] Turgay Fişekçi, İnsan Üstüne Sorular-Yanıtlar, 2006 Yayınevi, 2009, s.271.

[242] yage, s.18.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights