Ana SayfaNIVÎSKARÊNXXI. YÜZYILDA TÜRKLER VE KÜRTLER BİRLEŞECEK Mİ AYRIŞACAK MI?

XXI. YÜZYILDA TÜRKLER VE KÜRTLER BİRLEŞECEK Mİ AYRIŞACAK MI?

 

  1. Bölüm

“Eger hûn nebin yek,/Hûn herin yek bi yek”

Yazı dizimizin bu son bölümünde, içinde yaşadığımız XXI. yüzyılda, Kürtler ve Türkler birlikte mi yaşayacaklar yoksa ayrışacaklar mı? Sorusu önemli güncel bir sorundur. Sorunun analizini etmeden önce günümüz dünyasında, birlikte yaşayan ama Kürtlerle kıyas kabul etmeyecek düzeyde, birbirine eşit ve aynı haklara sahip halklar nasıl bir gidişat izliyorlar, onu gözlemekte fayda var. Bugün Batı Dünyasına, özellikle de AB ülkelerinin halklarına baktığımızda, birlik halklarının ayrışarak birleştiklerini görüyoruz. Nasıl mı?

Günümüz dünyasında sermayeye ulusal sınırların artık çok dar geldiğini, bütün dünyanın ortak bir pazar haline getirildiğini görmekteyiz. Önceleri ulusal sermayenin olmazsa olmazı olan ulusal devlet ve ulusal sınırlar aşıldı. Ulusal devletin işlevinin bir kısmını uluslararası örgütler ve kurumlar aldı. Küreselleşme denilen bu olay karşısında ulusal devletler de yaşamsal pek çok tedbirler aldı. Bu tedbirlerin başında, önceleri kendinde toplanmış olan yetkilerinin bir kısmını devretmekte buldu. Bu yetkilerinin bir kısmını da yerel yönetimlere devrederken bir kısmını da uluslar üstü kurumlara, devretti. Böylece ulusal devletler katı merkeziyetçi yönetimlerden kurtulurken, hem yerelleşti hem de genelleşti. Demokrasi dediğimiz olayda tabana yayılarak halk nezdinde bir anlama kavuştu. Güçlenen yerel yönetimler, yerel sorunlarını, merkeze götürmeden yerinde çözmeye çalıştı. Böylece yerel olan her kültür, her kimlik, kendisini ifade ederek özgürleşirken, aynı zamanda genelle birleşerek güçlendi.

Toplumları ayrıştırırken birleştiren ortam nedir? Bunun için en başta hoşgörü kültürünün gelişmesi gerekir. Hoşgörü kültürü gelişmiş Batı burjuva kültürünün eseri midir? Buna evet diyemeyiz, dersek Hindistan toplumunu nereye koyarız. Anlaşılıyor ki hoşgörü kültürü, toplumsal sömürünün minimum olduğu bir ekonomik yapıda, siyasal, hukuksal, dinsel ve kültürel yapının uzun bir süreç içerisinde harmanlanmasıyla oluşur. Günümüzde toplumsal hoşgörünün olmazsa olmazı için şu koşulların varlığına bağlıdır.1-Demokrasinin içselleştirilmesi. 2-Farklı kimlik ve kültürlerin ayrışma değil, zenginlik olarak değerlendirilmesi.  3-Her farklı kimliğin tanınması, gelişmesi için gerekli özgür ortamın sağlanması. Bu haklar toplumlara tanındığı zaman, toplumlar ayrışırken dahi rahatlıkla birleştiklerini, dünya örneklerine bakarak söyleyebiliriz.

Kürtler ve Türkler yukarıda açıkladığımız kriterler içinde ayrışarak birleşmeleri mümkün mü? Buna evet demeyi çok isterdik ama maalesef bu şartların hiçbirisi günümüz Türkiye’sinde mevcut değildir. Türk yönetimi, bırakınız kültürel ve dini azınlıkları, toplumun yarısına yakınını oluşturan Kürtlerin varlığını dahi tanımıyor, tanımak istemiyor. Daha yeni yeni Kürt realitesini oda kerhen tanımaya başladı. Varlığını tanımadığı bir halkın, Kürdistan coğrafyasının her hangi bir parçasında statü elde etmemesi için mücadele ediyor, olmadık faşist rejim ve örgütlerle işbirliği yapıyor. Bunun en güzel örneği Rojava kantonlarından Kobani’de yaşandı. Kürtler bölgenin bu yöresinde bir statü elde etmemeleri için DAİŞ gibi vahşi bir örgütle işbirliğinden kaçınmadı. Türkiye, DAİŞ’i örgütleyerek, donatarak ve her türlü lojistik desteği sağlayarak Kürtlerin üzerine saldırtmıştır. Kürtler soykırımla karşı karşıya kalırken, Kürtlere statüden vazgeçmeleri karşılığında kendilerine yardım edeceğini bildirmiştir. Bu ahlaksız teklifi Türkiye Hükümeti hiçbir gizliliğe gerek duymadan, aleni bir şekilde, dünyanın gözü önünde yapmıştır. DAİŞ’e karşı dünyada “Koalisyon güçleri” oluşunca da yalnız kalmamak için DAİŞ’i “terörist örgüt” olarak tanıdığını açıklamak zorunda kalmış, ama DAİŞ’e karşı savaşan Kürt halk savunma güçleri YPG’yi de DAİŞ’le aynı kefeye koyarak terörist ilan etmiştir. Türkiye’nin bu tutumu Dünyada şaşkınlık yaratırken, Türkiye gizli de olsa DAİŞ’e verdiği desteği sürdürmüştür. Türkiye’nin DAİŞ’e karşı takındığı bu olumlu tutum, Kürt halkının zihninde derin izler yaratarak, birlikte yaşama olanaklarını büyük ölçüde zedelemektedir. En işbirlikçi Kürt dahi Türkiye’nin bu olumsuz tutumunu sorgularken yeni bir arayışın kaçınılmaz olduğuna da inanmaya başlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren Kürt kabusunu yaşarken Kürt toplumsal yapısı da hızla değişmektedir. XX. yüzyıla girilirken Kürtler, okuma yazması olmayan ya da çok düşük oranda olan, aydını az, feodal ilişkilerin ağır bastığı geri bıraktırılmış, yarı göçebe bir köylü-tarım toplumuydu. Oysa XXI. yüzyılın Kürdün toplumsal yapısı çok farklıdır. Zorunlu göçle birlikte, kırsal nüfusu azalmış, düzensizde olsa şehirleşme oranı artmıştır. Şehirleşme ile birlikte feodal ilişkiler darbelenmiş, aşiret bağları gevşerken, bu değerlerin yerini cılızda olsa yer yer sınıfsal dayanışmalar almıştır/almaktadır. Ama esas büyük değişme ulusal bilinçte yaşanmaktadır; Kürdistan da ulusal bilinç her şeyin hatta dini bilincin dahi önüne geçmiştir/ geçmektedir. Buna paralel olarak da Türk burjuvazisine göbekten bağlı da olsa bir burjuva sınıfı oluşmuş, onun zorunlu sonucu olarak da Kürt işçi sınıfı ortaya çıkmıştır/çıkmaktadır.

Burjuva sınıfı işbirliğini sürdürürken, işçi sınıfı sınıfsal ve ulusal taleplerden bulunmaktan hayli uzaktır. Dolaysıyla Kürdistan’da mücadele ulusal temelde, aydın-öğrenci, yoksul halk ve köylülük üzerinde yapılmaktadır. Geçen yüzyılın aksine günümüzde Kürtler birbirinden kopuk da olsa oldukça örgütlü bir toplum yaratmayı başarmışlardır. Bugün Kürt toplumu oldukça politikleşmiş, İslam coğrafyasında görülmeyecek düzeyde ve dünyayı hayran bırakacak şekilde hatırı sayılır bir kadın potansiyelini mücadelenin içine sokabilmiştir. Kadının yer aldığı toplumsal bir muhalefetinde asla yenilemeyeceği de bir gerçektir. Kürtler de yenilmeyecektir ve yüzyılımızın Kürtlerin yüzyılı olacağı gerçeğini Batılı uzmanlarca da dile getirilmektedir.

Kürt toplumsal muhalefetin zorlamasıyla Türk devleti uzun bir zamandan beri Kürtlerle uzlaşmanın yollarını aramaktaydı ve nihayet “Barış Süreci” denilen süreci başlattı. 2013 Newroz’unda  Amed meydanında A. Öcalan’ın demecinin okunmasıyla süreç resmen başladı. Öcalan’ın teşvikiyle Cumhuriyetin üzerinde yapılanmaya çalıştığı “Misaki Milli” yeniden güncelleştirilmeye çalışıldı. Bu misaka dayanarak AKP hükümeti, Ortadoğu’da yeni Osmanlıcılık hayaline kapıldı ve Ortadoğu’nun liderliğine soyundu.

Güney Kürdistan’da kurulan Kürdistan Bölgesel Hükümeti, kısa sürede Türkiye hinterlandı içine alındı. Daha önce Türkiye’nin “kırmızıçizgimiz” dediği Kerkük’ün, hinterlandın içine alınacak şekilde Güney Kürdistan’a katılmasına razı oldu. Bölgesel yönetimde, Türkiye’yi stratejik ortak olarak gördü ve bölgeyi sonuna kadar Türkiye’ye açtı. Bölge, üretimden kaynaklanmayan suni bir zenginlik yaratarak adeta Türkiye’nin bir iç pazarı haline geldi. Bölgenin sahip olduğu tek gelir kaynağı olan petrol ve doğal gaz ise Türkiye üzerinden dünya pazarlarına sunulmak istendi. Her iki kesimi de yanılgıya uğratan, bölge üzerinde hegemonyasını kuran ve gerekirse bu hegemonya için savaşmaktan kaçınmayan büyük birader ABD’yi göz ardı etmekti. Nitekim Yumurtalığa akan Kürt petrolü daha tankerlere yüklenmeden ABD tarafından kırmızı kartla durduruldu. Kürt petrolünü, ABD’nin şımarık çocuğu İsrail’den başka alıcı bulamadı. Kürt halkının tümünü kucaklamayan AKP hükümeti, güttüğü bu yalnızlaştırma politikası böylece ABD duvarına tosladı.

Kuzeyde ise, içeriği bir türlü anlaşılamayan “aman bir akıbete uğratmayalım da süreç devam etsin” mantığı, DAİŞ denilen ve Türkiye tarafından korunarak güçlendirilen terör örgütü,  Güneyde ve Rojava’da Kürtlere saldırmasıyla, Kürtleri derin uykusunda uyandırdı. Anlaşıldı ki stratejik ortaklık, Türkiye’nin çıkarına uyulduğu sürece sürdürülen bir ittifaktır. DAİŞ terör örgütü, Şengal’de Êzidilere soy kırım uygulayıp, Hewler kapılarına dayandığında, Güney yönetimi Türklerin kılını dahi kıpırdatmadığını acı acı gördü.

Kuzeyde süreç devam ederken, Kobani’de DAİŞ zulmünden kaçan Kürtlere sınır açılmadığı gibi halkı tomalar, biber gazı ve basınçlı su karşıladı. Soydaşlarının imdadına koşan Kürtler, askerin dipçikleriyle engellendi. Türk devletinin bu olumsuz hareketi Kürt ulusal hafızasında derin kırılmalara sebep oldu. Kürtler anladılar ki, tarih boyunca oluşturulmaya çalışılan ittifaklar bir yalandan ibarettir ve Türklerin çıkarları ile doğru orantılıdır.

DAİŞ saldırısıyla Kürtler, gerek Rojava’nın Kobani kantonunda, gerek Şengal ve Mahmur kampında güç duruma düştüler. Şengal’de kadim inanca sahip Êzidi Kürtleri soy kırıma uğratıldılar. Binlerce Şengalli öldürüldü, çocuklar kaçırıldı, kadınların ırzına geçildi ve esir pazarında satışa çıkarıldılar. Tabi bu ara bazı safdilli Kürt aydınları Türkiye’den medet umdular. Onlara tarihi ittifaklar hatırlatıldı. Çanakkale hatırlatıldı, Türk Kurtuluş Savaşı hatırlatıldı ve Kürt Teali Cemiyeti’nin Başkanı Şeyh Abdülkadir’in “bugün Türklerin zor günüdür, zor günde kardeşlerimizi nasıl yalnız bırakırız” sözleri hatırlatıldı. Ama bütün bunlar nafile çıkışlardı, boş umutlardı. Çünkü Türk entellajiyansı yukarıda da açıkladığımız gibi Kürt varlığını kabullenemiyor;  kabul etse de içselleştiremiyor. Onlar Kürt deyince her vazifeye amade ama hak talep etmeyen sessiz, kendi halinde bir kitleyi tasarlıyorlar. Aslında zihinlerde Kürt denilen bir halk yok, olmayan bir halkında haklarından bahsetmek abesle iştigalden öte bir şey değildir. Hak talep eden her Kürt, onların nazarında eşkıyayla özdeştir.

Türkler kendilerine en yakın ve tarihi dostu olan Kürtlerle birlikteliğini sürdürmek istiyorsa şu soruları açıklıkla cevaplamalı ve Kürtlerin kuşkularını gidermeye çalışmalıdırlar.

1- Türkiye DAİŞ denilen terör örgütünü eğiterek, koruyarak, silahlandırarak ve lojistik destek sağlayarak Kürtlerin üzerine saldırttı mı? Sessiz kalarak bu vahşete ortak olmuyor mu?

2- Rojava kantonun da Kobani düşerse, Türkiye bunun vebali altında nasıl kalkacaktır. Türk-Kürt ilişkilerinin uzun zaman düzeltilmeyeceği gerçeğinin farkında mıdır? Halkın hafızasına kazanılan değer yargıların öyle bugünden yarına silinecek değerler olmadığını düşünecekler mi?

3- Türkler Ortadoğu’da bir güç olmak istiyorlarsa, bunun Kürtsüz olamayacağını bilmezler mi?

4- Türkler Birinci Dünya Savaşı esnasında çizilen suni sınırların kaldırılmasında Kürtlere yardım edecekler mi?

Bu ve benzeri sorunlar açıklıkla cevaplandırılmadığı müddetçe gelecekte Türk-Kürt birlikteliğinden bahsetmek güç görünmektedir. Bu bakımdan Kobani kuşatması karşısında Türk tarafının alacağı tavır, iki halkın gelecekte birlikte yaşayıp yaşamayacağını belirleyecektir. Kobani, bir kırılma noktasıdır.

Kobani’nin DAİŞ çetelerince kuşatılmasına Türk Hükümetinin sessiz kalması bir yerde Türkiyelileşme politikasını da suya düşürmüştür. Kobani neden bu kadar önemlidir? Çünkü Kobani’de Kürtler bir varoluş mücadelesi vermektedirler. Kazanırlarsa, uluslararası toplumda layık oldukları onurlu yerlerini alacaklar/almaktadırlar. PKK ve bileşenleri, terör listesinden çıkartılacak, Kürt halkının meşru kurumları olarak kabul göreceklerdir. Kobani’nin kaybı ise, Kürtlerin tüm kazanımlarının kaybı demektir ki, AKP hükümetinin ellerini ovuşturarak beklediği ve savunduğu tam da budur. Bu bakımdan Kobani, “rûmeta Kurdane”, Kürt halkının geleceğidir, onurudur ve bu onur asla çiğnetilmeyecektir. Uzun asırlardan sonra Kürtler ilk kez hiç kimsenin askeri olmadan sadece kendileri için savaşmaktadırlar. Zaferin yolu da Kürtler arası güç birliğinden geçer. Şayet Kürtler birleşirlerse yenemeyecekleri güç yoktur, aksi Şairin dediği gibi tek tek yem olmaya mahkumdurlar.

Sonuç. Dört diziden oluşan bu yazının tekrarlardan da kaçınarak şöyle bir özetini yapabiliriz. İlk başta ittifaklar çıkarlar üzerinde ve taraflar arasında yapılır. Tek taraflı ittifak olmaz, olursa dayatma olur. Orta Asya’dan gelip Kürdistan topraklarında sıkışan göçebe Türk boyları ancak Kürtlerin onay ve desteğiyle verimli Anadolu bozkırlarına geçebilmişlerdir. Kürtlerin aktif desteği olmasaydı Türklerin Anadolu’ya geçmeleri güç belki de imkânsız olurdu. Türkleri Anadolu’ya geçiren Kürtlerin çıkarı ne oldu. Tek kelimeyle hiç! Çektikleri bunca acı, asimilasyon ve soykırımlar ise çabası oldu.

Türk-Kürt ittifakında Kürtler hep aldatıldı, bunun en bariz örneği Türk Kurtuluş Savaşında görülmektedir. Güçlü bir önderlikten yoksun olan Kürtler, kendilerini Mustafa Kemal’in inisiyatifine bırakmışlardır. Kürtleri Kemalistlere mahkûm eden bir diğer önemli neden ise, bölgenin tek askeri gücü olan 15. Kolordunun komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın suni olarak yarattığı Ermeni korkusundan aramak gerekir. Buna göre Kuzey Kürdistan’ın altı şehri itilaf güçlerince Ermenilere verilecekti. Kuzey Kürdistan’ın çeşitli nedenlerden ötürü Ermenilerden boşatıldığı ve bir daha Ermeniler isteseler de buraları alamayacağını herkes gibi Kürt Şeyh ve Beyleri de biliyordu. Esas korku, el konulan Ermeni mülklerinde ve alıkonulan Ermeni çocuk ve kadınlarından kaynaklanıyordu. Olabilir ki bu mallar, kadınlar ve çocuklar ile birlikte itilaf güçlerinin baskısıyla elimizden alınabilir. Bu korku, bu telaş iki kesimi birbirine yaklaştırdı/birleştirdi. Bu birliktelik sonucunda Türk ulusal devleti kurulurken, Kürtlerin payına ret ve inkâr, baskı ve zulüm düştü.

Kürtler bu haksızlığı asla kabul etmediler. Eski Cumhurbaşkanlarından S. Demirel’in deyimiyle 28 kez isyan ettiler. Bugün dahi Güney Kürdistan hariç sayılsa, hiçbir parçada Kürtler bir statüye sahip değildirler. Ortadoğu’da 40 milyona varan nüfuslarıyla Kürtler dünya da devletsiz en büyük etnik toplumu oluşturmaktadır.

XXI. yüzyıla geldiğimizde ise dünya konjonktürü çok değişmiştir. Güney Kürdistan’da Kürtler otonom bir statü elde etmişlerdir. Önceleri “kırmızıçizgimizdir” diye Kürt varlığını dahi kabullenmeyen Türkiye Cumhuriyeti, bugün Kürtlerin bu kesimi ile ittifak arayışı içindedir. AKP hükümeti Nakşibendi Tarikatı temelinde, Güney Kürdistan yönetiminde bulunan Barzani ailesiyle yakın ilişki halindedir. Güney Kürdistan hızla Türkiye hinterlandı içine çekilmekte, bölge adeta Türkiye’nin açık pazarı haline getirilmiştir. Kürdistan’ın bu parçasında üretim durdurulmuş, her şey Türkiye’den ithal edilir hale getirilerek adeta suni bir refah yaratılmak istenmiştir. Bölgenin tek gelir kaynağı olan petrol ihracatı ise ABD’nin engeline takılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Güney Kürdistan üzerinde Ortadoğu’ya açılmak istemektedir. Neo-Osmanlıcılık da denilen bu politika, tüm Kürt ve Kürdistan’ı kucaklamadığı için şimdiden toslamıştır. Kürtsüz bir Ortadoğu İmparatorluğu olmayacağı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Güney Kürdistan Hükümeti de tüm Kürtlere hitap etmediği müddetçe bölgesinde tıkanacak ve nefes alamaz olacaktır. Böyle bir ortamda ortaya çıkan ve Kürtlere kan kusturmaya yeminli DAİŞ terör tehdidi, Kürtleri birleştirmeye zorlamaktadır.

DAİŞ tehdidine karşı Türkiye bir tercih yapmakla karşı karşıyadır. Türkiye ya akıl tutulmasını bırakarak kardeşim dediği Kürtlerle tarihte olduğu gibi ittifak kuracak ya da tamamen Kürtleri kaybedecektir. Kürtleri kaybetmek, Türkiye’nin de kaybetmesi demektir.

Kürtler ise değişen Ortadoğu dengeleri içinden faydalanarak, aralarındaki hırsı, ideolojik farklılıkları ve iktidar mücadelelerini bir kenara bırakarak, birleşirlerse kazanacaklardır. Kurulacak bağımsız birleşik demokratik Kürdistan’ın Ortadoğu’da herkesin yararına olacağı şimdiden görülmeye başlanmıştır. Ortadoğu’da barış, huzur ve refah Özgür Demokratik Kürdistan’dan geçer.

 

 

 

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights