Yardımlaşma bir sosyal dayanışmadır, aynı sınıf, özellikle de emekçi sınıflar içinde gerçekleşirse, sosyal dayanışmayı güçlendirir, insana insan olmanın tadını yaşatır. Yardımlaşma denk sınıflar arasında gerçekleşmezse, yozlaşmayı, yozlaşma da beraberinde düşkünlüğü getirir. “Eğer bir gün darda kalırsan, zenginin değil, yoksulun kapısını çal, içten paylaşmanın ne demek olduğunu orada göreceksin” sözü bu bağlamda söylenmiş en güzel sözdür.
Düşkünlük, sadaka kültürünün bir neticesidir ve bu kültür kişiyi kendi öz benliğinden uzaklaştırır, kişi mücadele azmini kaybeder, silik bir kişilik olur. O artık kişiliksizleşmiştir. Bu kültürde dayanışma ve yardımlaşma değil, efendi köle ilişkisi vardır. Köle yaşamını idame etmek için efendisinin gözlerinin içine kendisini acıtacak şekilde bakar. Köle kendisine olan saygısını yitirmiştir, alt üst ilişkisi hâkimdir. Bundan dolayı Eduardo Galeno derki “hayır işlerine inanmıyorum, dayanışmaya inanıyorum. Hayırseverlik çok dikey, yukarıdan aşağıya iniyor, dayanışma yataydır, ötekine saygı duyar.” Aynı anlamda bir Kürt atasözü derki “Çav li derîyan,xwelî li serîyan”, gözü başkalarında olanın vay haline.
Emekçi çalışarak emeğini sattığı ve alın terinin karşılığını aldığı sürece saygı duyulan işçiye dönüşür. “Yaşamını emeğiyle kazanmadığı sürece işçi değil, düşkün olur.” diyen K. Polanyi, insanın yapay olarak bu duruma düşürülmesi Speenhamland denilen yoksula yardım kuruluşunun doğurduğu en iğrenç sonuçtur. “Bu ne idüğü belirsiz insancıllık örneği işçilerin bir ekonomik sınıf oluşturmalarını önledi ve onları ekonomi çarkının kendilerini mahkûm ettiği kaderden kurtulabilmenin tek yolundan yoksun bıraktı”(*1) Yoksula yardımlaşma kurumu (Speenhamland) yaygın bir moral çöküntünün mutlak aracıydı. Bu araç vasıtasıyla “işten kaçma ve çalışamaz görünme hilelerini desteklemiyor, aynı zamanda da insanın özellikle düşkünlük kaderinden kaçmaya çalıştığı bir dönemde düşkün durumda olmayı çekici kılıyordu. İnsanlar bir kere düşkünler evine girdikten sonra artık orada kalıyor ve nadiren kurtulabiliyordu. Yüzyıllarca süren yerleşik yaşamın getirdiği ahlak anlayışı ve kendine saygı, düşkünler evinin ahlak yoksunluğu içinde kolayca yıpranıp gitti” (bkz Polanyi, age.) Saygınlık ve özgürlük işçi olmanın bilinci içinde ancak işçi sınıfı içinde verilen mücadele ile elde edilir. Özgürlük özel bir çaba harcamakla kazanılır.
Çalışma, bir zorunluluk olmaktan çıkıp, bir insan faaliyetine dönüştüğünde anlam kazanır. Çalışma, hem topluma karşı bir sorumluluk duygusunu karşıladığından, hem de kendi yaşamlarında bir boşluğu doldurduğundan, insanlar istekle çalışacaklardır. Ancak çalışma, doğal bir insan faaliyeti alanından çıktığında, Marx’ın belirttiği gibi “kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı haline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlaki değerlerden uzaklaşmasına neden olur.” Düşkün olmamak için çalışmadan kaçınılamayacağı gibi, kâr/kazanç hırsıyla da çalışmaya mahkûm olmamak gerek. Zira Maksim Gorki’nin de belirtiği “insan ne denli az isterse o denli mutlu olur. İstekleri artıkça özgürlüğünü yitirir.” Kazanç/kâr hırsı kişiyi özgürlüğünden mahrum bırakır, kişi parayı değil, para kişiyi yönetir.
Düşkünlük kültürü, yoksul ve geri bıraktırılmış ülkelerde kronik bir hastalıktır. Buna karşılık gelişmiş ülkelerde bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. “Bunalım dönemlerinde sistem öylesine çöker ki, toplum, kendi içindeki işçiler tarafından doyurulacağına, giyinip kuşanacağına ve barınacağına, sadakalarla, yardımlarla, uydurma işlerle ve benzeri yollarla işsizleri doyurma, giydirme, barındırma yükünü yüklenir”(*2)
SANAYİLEŞEREK YOKSULLAŞMAK
İlk başta çelişkili gibi görünse de azgelişmiş ülkelerde sanayileşerek yoksullaşmak bir gerçeğin tespitidir. 1990’lardan itibaren küreselleşen “Yeni Dünya Düzeninde” (YDD) azgelişmiş ülkeler sanayileştikçe yoksullaştıkları gözlenmektedir. Bu ülkeler, ucuz emek pazarı olurken, emekçilerini ve doğal varlıklarını emperyalist ülkelere tarihin hiçbir döneminde görülmemiş oranda peşkeş çekmektedirler. 1990’lardan itibaren Batılı emperyalist ülkeler “bilgi üreten, bilimsel bilgiyi ve buna dayalı teknolojiyi kullanan üretim türlerini ellerinde tutarken, eski teknoloji ve buna dayanan emek yoğunluklu ya da hizmet yerine daha çok mal üreten niteliksel üretim alanları azgelişmiş ülkelere kaydırıyor ve buralarda yoğunlaşıyor.”(*3) Emperyalizm, bilgiye dayanan ve katma değeri yüksek, toplumsal ve ekolojik maliyetleri düşük ürünleri kendisi üretirken, azgelişmiş ülkelere bunun tersini dayatıyor. Bir tür işbölümüne, ürün ve teknolojik farklılığına dayanan bu yeni tip sanayileşme, eşitsiz gelişmeyle birlikte bağımlılığı da artırıyor.
Azgelişmiş ülkeler bu şekilde sanayileşirken, farkından olmadan daha da yoksullaşıyorlar. Toplum ahlaksal erozyona uğrarken, doğal ekolojik denge hızla bozulmaktadır. Dünyanın geneli olsun, Türkiye olsun her yer bir ekolojik felaketle yüz yüze bırakılmıştır. Üstünde HES’in yapılmadığı dere, maden için kazınmadık dağ bırakılmamıştır, şehirlerimiz de ise tam kaos ortamı hakimdir, insanlar bir avuç yeşile hasrettirler. Sistem toplumu, paraya ve mülkiyete tapmayı hedefleyen ticari reklamların ateşi altına almış, tüketimi alabildiğine pompalamaktadır. Savunmasız kalan kitlelerin büyük çoğunluğunun psikolojisi bozulmuştur. Her kes hesap-kitap peşinde ay sonunu nasıl getireceğini düşünmektedir. Hastalık toplumu sarıp-sarmalamış, insanlara güzel yaşamayı ve gülmeyi unutturmuştur. Bütün bu felaketlerin sorumlusu doymak bilmeyen kapitalizmdir. Görev yine örgütlü dinamik güçlere düşmektedir. Yeni kapitalist sistem, insanı insan olmaktan çıkaracak olan modernleşmeci süreci geliştirirken, devrimci güçlerde bütün cephelerden insanı yeniden özüne döndürecek yöntemleri geliştirmek zorundadır. Günümüzde kapitalizm, tüm ahlaksızlığını azgelişmiş ülkelere ihraç etmektedir. Üstelik yeni dünya düzeni ile azgelişmiş ülkeler emperyalizme daha da bağımlı hale gelirken, ulus-devlet de tüm kurum ve kuruluşlarıyla işlevsiz bırakılmıştır. Bu yeni dünya düzeni emperyalizm için yeniden paylaşım ve talan, azgelişmiş ülkeler için ise, açlık, yoksulluk ve yıkımdır. Bu yeni süreç, T. Atmaca’nın da belirtiği gibi kapitalizmin enternasyonalizmin zaferidir.
GELENEKSEL DEĞERLERE SIĞINMAK KURTULUŞ MU?
Yoksullaşma, insanları içinde yaşadıkları topluma yabancılaştırır, kimlik bunalımı yaratır, dine ve geleneksel kültüre yöneltir. Irkçılığı ve radikal dinciliği dayatır. İnsanlar çözümü dinlerde aramaya başlarlar. Oysa semavi dinlerde sosyal dayanışma yoktur, onun yerine sadaka kültürü vardır. Neden? Çünkü Semavi dinler, yoksulluğu ve sakatlığı kader olarak kabul eder, ona göre davranır. Oysaki yoksulluk ve sakatlık kader değildir, insanlar dillenerek değil, emeğiyle, onuruyla yaşamaya teşvik etmek gerekir. Onurlu yaşamda, eğitimle, beceri kazanmakla elde edilir. Yoksulluğu gideren, sakatını topluma kazandıran toplumlar, dini baskılardan kurtulur, modern toplumlara evrilir.
Hıristiyanlığın ilk dönemini saymasak, Semavi dinlerde ortak yaşam ve paylaşım kültürü yoktur. Semavi dinler özel mülkiyeti kutsamış, sınıfların varlığını meşru görmüştür. Özel mülkiyettin kutsandığı ve sınıfların olduğu toplumlarda eşitlikten, adaletten, haktan ve hukuktan bahsedilemez. Elbette ki bir hukuk düzeni işlemektedir ama bu hukuk kimin için çalışmaktadır? Adaletin terazisi hangi sınıf lehine ağır basmaktadır. Bütün bu kurumları kapsayan ilahi bir devlet vardır ama bu devlet kimin devletidir? Onun için cami kapısında dilenen dilenci “Allah rızası” için sadaka dilenmekte, veren ise sosyal yardımlaşma duygusuyla değil, Allah rızasının kendisine cennetin kapısını açacağına inandığı için vermektedir. Burada insan haysiyeti söz konusu değildir. Aynı şekilde Kurban Bayramlarında yüzbinlerce hayvan bu düşünceyle telef edilmektedir.
SONUÇ: Başta yazdık, yeniden yazmakta fayda vardır, sosyal dayanışma sınıf içinde gerçekleşirse anlamlı olur. Farklı sınıflar arasında gerçekleşen yardımlaşmalar, kabul edilemez düşkünlüklere sebebiyet verir. Düşkünlüğün olmaması için iş kaygısının olmaması lazım. İş kaygısının olmadığı tek siyasal sistem sosyalist sistemdir. Sosyalist sistemde, bireysel kâr için değil, kolektif yarar için üretim yapılmaktadır. Bunun için üretim planlı yapılmakta ve herkese her zaman için iş sağlamaktadır. Her zaman bir işe sahip olunacağını bilinmesi, insanların içindeki ekonomik depresyonu, işsizlik, yoksulluk ve güvensizlik duygusu kaybolacak, bunun yerine beşikten mezara kadar ekonomik güvenlik duygusu alacaktır. Günümüz toplumu her alanda geriletildiği kadar geriletilmiştir, daha geriye gidilecek mevzi kalmamıştır. Şimdi hep beraber, özel mülkiyetin olmadığı, insanların doğa ve çevreyle uyumlu ve barışık yaşadığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düzenine yönelmenin tam zamanı. Bu yeni toplum düzeninde Leo Huberman’ın da belirtiği gibi “Başarının ölçüsü, servetin miktarı ile değil de insanlarla giriştiğimiz işbirliğinin büyüklüğü ile ölçüldüğü zaman, servetin egemenliğinin yerini, servetin yönetilmesi alacaktır”. Cenneti öte dünyalarda aramanın gereği yoktur, yaşadığımız dünyayı cennete çevirmek bizim elimizdedir.
*1-Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, syf114
*2-Leo Huberman, Sosyalizmin Alfabesi.
*3-Tuncay Atmaca, Sınıf hareketleri için kimi saptamalar.
Newroz Gazetesi
Sayı: 243
Tarih: 18 Kasım 2013