Ana SayfaSIYASETÖNEMSİYORUM ONLARI; ELBETTE BOŞUNA DEĞİL… / TEMEL DEMİRER

ÖNEMSİYORUM ONLARI; ELBETTE BOŞUNA DEĞİL… / TEMEL DEMİRER

Post-modern zamanların -insan(lık)a mündemiç her şey gibi- edebiyat/ yazına verdiği hasar, “Başarılı bir yazar ya da ressamı nezih bir işadamından ayırt edemezsiniz,” diyen Sinclair Lewis’in notu eşliğinde asla küçümsenmemelidir…

ÖNEMSİYORUM ONLARI; ELBETTE BOŞUNA DEĞİL…[*]

TEMEL DEMİRER

“Otium sine litteris mors est.”[1]

Post-modern zamanların -insan(lık)a mündemiç her şey gibi- edebiyat/ yazına verdiği hasar, “Başarılı bir yazar ya da ressamı nezih bir işadamından ayırt edemezsiniz,” diyen Sinclair Lewis’in notu eşliğinde asla küçümsenmemelidir…

Tam da bunun için edebiyat/ yazın konusunda unutturulmaması gerekenler vardır.

Onları anımsanmak/ anımsatmak “olmazsa olmaz” önemdedir. Çünkü Horatius’un, “Sumite materiam vestris, qui scribitis, aequam viribus/ Yazarlar, yazı konusunu gücünüze göre seçiniz” uyarısı eşliğinde edebiyata dair temel mesele, “Plus sonat quam valet/ Gürültü çok, mânâ yok” eşiğinin aşılıp, “Quis leget haec/ Kim bunu okuyacak?” sorusuna verilecek yanıttadır.

Bunlardan söz ettiğimiz andan itibaren edebiyat/ yazın konusunda unutturulmaması gerekenler, yani “Veni, scripsi, vixi/ Geldi, yazdı, yaşadı” diye ya da “Ex opere artifex agnoscitur/ Usta eserinden tanınır” vurgusuyla betimlenen edebiyatçılar/ yazarlar karşımıza dikilirler…

* * * * *

Mesela Feridun Andaç’ın, “Meraklarımızı arttırır… Bize insanlığın geçtiği tüm yolları gösterir,” diye betimlediği “Deneme türünün öncüsü Michel de Montaigne…”[2]

Önemsenmesi gereken O, bizi hep uyarmıştı:

“Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar söylüyorum…”

“İnsanın gözü karanlıkta da iyi görmez, çok parlak ışıkta da…”

“Ger tu li ber rabî, pêşî li dijî fikrê min rabe; dû re li min.” “Çatabilirsen önce fikirlerime çat, sonra bana”

“Başkalarının bilgileriyle bilgili olabilirsiniz ama sadece kendi aklınızla akıllı olabilirsiniz…”

“Hayatında hiç nehir görmemiş insan, ilk gördüğü nehri deniz sanır…”

“Destekî ku hema tiştekî çê dike, destekî din jî dikare hilweşîne.” “Bir elin yaptığı herhangi bir şeyi, bir başka el yıkabilir.”

“Bütün günler ölüme gider; son gün ölüme varır…”

“Dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız…”

“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim…”

“Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan bize değil, talihe alt olmuştur, yenilmiş değil, öldürülmüştür. En yiğit kişiler, en mutsuz insanlardır kimi zaman,” diye…

* * * * *

Charles-Louis de Secondat ya da Baron de La Brède et de Montesquieu, 1755’te yani 1789 ihtilalinden çok önce ölmüş olsa da, XVIII. yüzyıl’ın önemli filozofları ile Fransız İhtilali liderleri üzerindeki müthiş bir etkisi olan bir yazardı.

Dönemine damgasını vuran toplumsal dönüşüm fırtınası, Fransa’da Rousseau, Voltaire, Montesquieu gibi düşünürlerin imzasını taşır. Rousseau’nun eşitlikçi cumhuriyet fikri gibi, Montesquieu’nun “Erkler Ayrılığı” kuralı da yalnız Fransa’yı değil Amerikan anayasasını etkiledi.

Montesquieu daha XVIII. yüzyılda despotik yönetimlere karşı çıkarken, ideal bir hükümetin mutlaka bir dengeye, yani birbirini denetleyen bağımsız güçlere dayanması gerektiğini öne sürüyordu. Yürütme, yargı ve yasama mutlaka birbirinden ayrılmalıydı. Bu üç gücün tek elde toplanması, despot yaratmaktan başka bir sonuç doğuramazdı.

1700’lü yıllarda demokratik yönetim anlayışını tarif eden Montesquieu, yerkürede büyük dönüşümlere öncülük ederken derdi ki:

“Bir tek kişiye yapılan bir haksızlık, bütün topluma yapılan bir tehdittir…”

“Ülkeler yoksulluk ve lüks yüzünden yıkılırlar…”

“Eğer ülkeme hizmet edecek, ama insanlığa zarar verecek bir şey bilseydim, onu asla açıklamazdım; çünkü her şeyden önce ve kaçınılmaz olarak bir insanlık yurttaşı, ondan sonra ve kazara bir Fransız yurttaşıyım…”

“Tarihi olmayan ülke, mutlu bir ülkedir…”

“Bugüne kadar, bir saatlik okumayla dinmeyen hiçbir üzüntüm olmadı…”

“Eğitimle olabilecek şeyi, kanunla yapmaya çalışmamalıdır…”

* * * * *

Ve William Shakespeare…

Onun öyküsü Rönesans İngilteresi’nde biçimlenir. Ortaçağdan modern öncesi döneme adım atıldığı, feodal yönetim biçiminin yerini “monarşi”nin aldığı, “özgürlükçü” sayılabilecek İngiliz Kilisesi’nin karşısında Puriten köktendinciliğin boy verdiği, tarım düzeninden kapitalist girişimciliğe kanat açıldığı, sömürgeci yayılmacılığa giriş yapıldığı, bilimsel bulguların farkındalığı ile boş inançların yan yana var olduğu zamanlardan söz etmekteyiz.

“Bizler düşlerle aynı hamurdan yapılmışızdır…”

“Konuşmadan önce düşün, hareket etmeden önce ölç…”

“Herkese kulak ver, ama çok az kişiye sesini…”

“Bedenlerimiz bahçelerimiz, iradelerimiz de bahçıvanlarımız…”

“Hızlı koşan tökezler…”

“En olgun meyve en başta düşer…”

“Mutluluğa başka birinin gözünden bakmak ne acı!”

“İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar…”

“İnsanı yoran yaşadığı hayat değil, taşıdığı maskelerdir…”

“Herkesi sev, pek azına güven…”

“İnsanın insana güvenmesi akıl alır gibi değil…”

“Kısa yazların baharı erken gelir…”

“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözer…”

“Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan düşüncelerini değiştir…”

“Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez…”

“Bir iftira başka iftiraları doğurur…”

“Kesên bêtebat çiqasî xizanin…” “Sabrı olmayanlar ne kadar fakirdirler…”

“Yiğitlik intikam almak değil, tahammül etmektir…”

“Tanrı sana bir yüz vermiş, sen ikinci bir yüz takıyorsun yüzüne…”

“Tadı güzel olanın sindirimi zordur…”

“Parmaklarını yalayamayan kötü bir aşçıdır…”

“Kaç kez işitmişsindir kim bilir,/ Her parıldayan altın değildir…”

“Şeytan bir günah işleteceği zaman, işe, bu günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar…”

“Sözlerinizdeki hiddeti anlıyorum ama sözlerinizi anlamıyorum…”

“En tatlı balın bile fazlasının tadı bıkkınlık verir…”

“Dedikodu bir borazandır, kuşkuların, kıskançlıkların, kuruntuların öttürdüğü…”

“Koca selleri meydana getirenler, küçük dereciklerdir…”

“Felaket, kabarık dost sayısını sıfıra indirir…”

“Buz kadar temiz, kar kadar saf da olsan, kurtulamazsın iftiradan…”

“Moda insandan daha çok elbise eskitir…”

“Kölenin sesi kısıktır, yüksek sesle konuşamaz,” diyen Stratford doğumlu ozan, 1580’li yıllarda Londra’dadır ve toplumda yaşanan bu sancılı “geçiş dönemi”nin birinci elden tanığıdır.

Toplumdaki çelişkiler alabildiğine keskindir. Bir yandan, Kraliçe Elizabeth’in soylular dünyasında, zarafet, şıklık, güzel konuşma, şiir yazma, günün “centilmenlik kodları” arasında yer alırken, halkın önemli bir bölümü, farelerin veba salgınlarına yol açtığı, fahişelerin frengi mikrobu saçtığı, yangın tehlikesine açık, sağlıksız kenar mahallelerde yaşar.

Shakespeare’in yapıtları, onun Londra kentinin her iki cephesinde de yaşamışlığının göstergesidir ve hâlâ günceldir.

* * * * *

‘The Guardian’ın, “1812 doğumlu Charles Dickens, zamanının enerjik ve idealist bir yazarıydı… En büyük tutkusu hapishaneler ve tımarhanelerdi” diye betimlediği; ‘Oliver Twist’in, ‘Bay Pikvik’in Serüvenleri’in, ‘Nicholas Nickleby’in, ‘Antikacı Dükkânı’nın, ‘David Copperfield’in, ‘Zor Zamanlar’ın, ‘İki Şehrin Hikâyesi’nin, ‘Büyük Umutlar’ın, ‘Perili Ev’in, ‘Edwin Drood’un Gizemi’nin, ‘Martin Chuzzlewit’in, ‘Noel Şarkısı’nın, ‘Kasvetli Ev’in, ‘Müşterek Dostumuz’un, ‘Gelin Odasındaki Hayalet’in,‘Martin Chuzzlewit’in vd’lerinin yazarıydı…

Rusya’da Dostoyevski ve Tolstoy’la doruğuna erişen XIX. yüzyıl büyük roman geleneğinin İngiltere’deki temsilcisi olan Charles Dickens, romanlarında, Sanayi Devrimi sırasında geniş kitlelerin çektiği acıları ve yoksulluğu gerçekçi bir bakışla anlatmıştı…

“Dünyada öyle aç insanlar vardır ki, Tanrı onlara ancak ekmek biçiminde görünebilir” diyen Dickens’ın romanlarında işlediği yoksulluk, çocukluk gibi izlekler, dönemin gerçeğini sergilerken; Karl Marx, Dickens ve öteki Victoria dönemi İngiltere’si romancılarının “Dünyaya tekmil profesyonel politikacılar, siyaset yazarları ve ahlâkbilimcilerden daha fazla siyasal ve toplumsal gerçek sunduklarını” yazmıştı.[3]

“İnsan yüreğinin derinlerinde bir avlama tutkusu yatar…”; “İşte pazarlığın kuralı: ‘Başkası seni becereceğine sen onu becer.’ İş yaşamının gerçek kuralı budur. Öteki kuralların hepsi palavradır,” diyen Onun anlattığı kişiler, son derece ayrıksı ama aynı zamanda inandırıcıdırlar. Çünkü yazar onları temel insanlık hâlleri ve duygularını taşıyıp yansıtan, okurun özdeşlik kurulabileceği tipler olarak kurgular… Bu karakterler hiç yaşamamış ve belirli bir zamana ait olmasalar da, insanlığın hiç değişmeyen evrensel duygu ve duyarlıklarını temsil ettiklerinden Dickens’la birlikte sonsuza kadar yaşayacaklardır… Shakespeare gibi o da çağının ötesine geçmiştir.[4]

* * * * *

Charles Baudelaire’in, “Yoksulların savunusu” diye betimlediği “Victor Hugo’nun ‘Sefiller’inin gerçek başarısı, Hugo’nun ölümsüz sözcüklerinde, roman sanatının ruhumuzu dönüştürme yönündeki işlevindedir.”[5]

Mario Vargas Llosa’nın ‘Sefiller’i inceleyen ‘İmkânsızın Cazibesi’ başlıklı denemesinde, “… ‘Sefiller’in edebiyat tarihindeki, her dilden ve kültürden birçok erkek ve kadının içinde yaşadıkları dünyadan daha adil, daha makul bir dünyada yaşamayı arzulamasını sağlayan en etkileyici eserlerden biri olduğuna da şüphe yok,” notunu düştüğü O hepimize şunları anımsatandı:

“Geleceği inşa etmek için bir rüyası olmak kadar güzel bir şey var mıdır?”

“Mutluluğa sahip olmak yetmez. Onu hak etmek gerekir…”

“Sevdiğiniz için acı çekiyorsanız, daha fazla sevin…”

“Ruh, en güzel, kapalı gözlerle seyredilir…”

“Kendine güvenen, yaptığı işe de güvenir…”

“Orduları durdurmak mümkündür, fikirler ise durdurulamaz…”

“Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz. Bizse ortadan kaldırılmış yoksulluk…”

“Yerinde vaktinde terk etmeyi bilmek, gerçek olgunluktur…”

“Düşmeden yükselme doğar…”

“Beni mahveden şey; bana yalan söylemiş olman değil, sana bir daha inanmayacak olmam…”

“Bazen mide kalbi felce uğratır…”

“Borç, köle olmanın başlangıcıdır…”

“Sağduyu, eğitimle değil, eğitime karşın oluşur…”

“En iyi din hoşgörüdür…”

“Büyük tehlikelerin güzelliği, yabancıları kardeş kılmasıdır…”

“İhtiyar batmakta olan güneşe bakıyordu, güneş de ölmekte olan ihtiyara…”

* * * * *

“Mutluluğun ilk koşullarından biri, insan ile doğa arasındaki bağın kopmamasıdır…”

“Dünyada değişmeyen tek mutluluk, başkası için yaşamaktır…”

“Öylesine bir hayat sürmelisiniz ki kafanızın içindeki her şeyi güvenle ortaya dökebilesiniz…”

“İçten, ciddi düşünmeyle geçen bir saat, boş konuşmalarla geçen bir haftadan daha değerlidir…”

“Gerçek kendisini sevgide açığa çıkarır…”

“Bir insan birisini seviyorsa olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil…”

“Ölümün gölgesinin vadisinde bile iki kere iki altı etmez…”

“Birine çamur atmadan önce düşün ve sakın unutma: İlk önce senin ellerin kirlenecek…”

“İnsanları yalan söylediklerinde dinlemeyi severim. Çünkü olmak istedikleri ama olamadıkları insanları anlatırlar…”

“En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm. Fakat insanlar ölüyü kefenledikleri gibi ölümü de kefenlemişlerdir. Ve kefenlenen her şey öldürücüdür. İnsana düşen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayatı…”

“İnsanın alışamayacağı hiçbir koşul yoktur, hele çevresindeki herkesin aynı biçimde yaşadığını görüyorsa,” diyen “Lev Tolstoy, ilk Nobel’in en güçlü adayıydı, üstelik ‘Savaş ve Barış’ ve ‘Anna Karenina’ gibi başyapıtlarını çoktan yazmış bulunuyordu. Pek çokları Nobel’in Tolstoy’a verileceğine kesin gözüyle bakıyordu.

Gelgelelim, Yeni Ahit’i özüne bağlı kalarak yeniden yorumladığına inanan Tolstoy, bir tür Hıristiyan anarşizmini benimsemiş, Kilise’nin otoritesini reddetmiş, bu yüzden de tam da Nobel’in ilk kez verileceği 1901 yılında Kilise tarafından aforoz edilmişti.

Toprak sahibi soylu bir aileden gelen Tolstoy, yerleşik ve egemen din kurumuyla çatışmakla da kalmamış, varlığını zor uygulamasına borçlu olduğu gerekçesiyle hükümete ve zorla ele geçirildiğine inandığı özel mülkiyete de karşı çıkmıştı. Kendi topraklarını yoksul köylülere dağıtmak istediyse de, ailesinin isteğine boyun eğerek mülkünü yasal olarak aile üyelerine devretmişti.

İşte, Tolstoy’un din, siyaset ve mülkiyet gibi üç temel alandaki bu kökten muhalif tutumu, İsveç Akademisi üyelerinin ilk Nobel Edebiyat Ödülü’nü ondan esirgemelerine neden olacaktı. Uzun yıllar sonra açıklanacak tutanaklarda, seçici kurul üyelerinin, özellikle din konusundaki ‘eksantrik’ anlayışından dolayı ödülü Tolstoy’a vermekten kaçındıkları ortaya çıkacaktı. İsveç Akademisi üyelerinin, o günlerde, Rus Ortodoks Kilisesi’nin aforoz kararına göğüs gerecek gözüpekliği gösterememeleri, Nobel Edebiyat Ödülü’nün, daha ilk yılında Tolstoy çapında bir yazarla taçlanmasının önüne geçiyordu.

Ödülün açıklanmasından bir ay sonra, Tolstoy, kırk kadar İsveçli yazar ve sanatçıdan bir mektup alacaktı. Mektupta, ‘Bu ödülü veren kurumun kamuoyunu da, yazarların düşüncesini de temsil etmediği kanısındayız. Herkes bilmelidir ki, gerçek sanat, düşünce özgürlüğü ve yaratıcılığa dayanan sanattır.’

Tolstoy’a daha pek çok yazardan destek mektupları yağıyor; İsveç’te yayımlanan bir gazetede çıkan bir yazıda da, Akademi üyelerinin çoğunun ‘edebiyat amatörleri oldukları, gördükleri her uyaklı dizeyi şiir sandıkları’ vurgulanıyordu.

Tolstoy ise, İsveç Akademisi’ne gösterilen tüm bu tepkiler üzerine bir mektup kaleme alma gereğini duyuyordu:

‘Değerli dostlar, Nobel Ödülü’nün bana verilmediğini öğrenince ne kadar sevindim bilemezsiniz. Her şeyden önce, o parayı nasıl kullanacağımı bilemeyecektim, böyle bir dertten kurtulmuş oldum. Hiç kuşkum yok, bu ödül parası, tıpkı her türlü para gibi, olsa olsa kötülük getirebilir. İkincisi, hiç tanımadığım insanlardan bu kadar çok sevgi ve destek mektubu almak beni onurlandırdı’ Lütfen, en içten şükranlarımı kabul edin’

Evet, ilk Nobel Edebiyat Ödülü, din gibi son derece temel bir konuda egemen kuruma başkaldıran Tolstoy’dan esirgenmişti…”[6]

* * * * *

“Yirminci yüzyılın en büyük denemecisi”, “ABD’nin Montaigne’i” diye anılan yazar, senarist, eleştirmen ve muhalif siyasetçi Gore Vidal 86 yaşında aramızdan ayrıldı. Amerikan edebiyatının kült yazarlarından Gore Vidal, yerleşik değerleri hiçe saydı. Romancı, oyun ve deneme yazarıydı. Açık bir dille savunduğu siyasal düşünceleri, sohbetlerde aktardığı esprili ve yergili gözlemleriyle ün kazanmıştı ve politika, cinsellik, din ve edebiyat alanlarındaki eleştirel görüşleri tutucu çevrelerin öfkesini çekmişti.

“Devrinin en iyi cümlelerini yazmış olan kişi” olarak hatırlanmak isteyen Vidal, 24 kitap, beş tiyatro oyunu, bir anı kitabı ve 200’den fazla denemeye imza atarken; “Her seferinde bir arkadaşım başarılı olduğunda, içimde bir şeyler ölüyor”; “Stil kim olduğunuzu ve ne demek istediğinizi bilip bunu zerre umursamamaktır”; “Aslında bazen, hayatına girenleri düşünmeyi bir kenara bırakıp, kimlerin çıkması gerektiğini düşünmek gerek”; “Anlattığı fıkraya kimse gülmeyince, esprinin altını çizip, tekrar şansını deneyen insanın içindeki umut, hepimize örnek olsun,” gibi aforizmalarıyla da Amerikan entelektüelleri arasında yıldızlaşmıştı…

11 Eylül’den sonra ABD’nin politikalarını yerden yere vurdu. Beyaz Saray yönetimine “Cheney-Bush cuntası” adını takan O, Irak ve Afganistan işgalleri için “Savaşı kazandığımızı görmüyorum. 1 milyar Müslüman’ı düşman edindik,” derken; Amerikan tarihinin “gayri resmi” tanığı, hiciv ve tarih ustası, sivri dilli, nüktedan yazarıydı ve de “Epik ve satirik olarak nitelenen hayatı”[7], ABD’nin egemen toplumsal, siyasal ve cinsel değer yargılarını altüst etmişti.

Evet “Vidal, XX. yüzyılın Amerika’ya hediye ettiği en kendine özgü Amerikalılardandı; huysuz, yakışıklı ve eğlenceli…”[8]

Kuşkusuzdur ki O, “ABD’nin en eleştirel yazarlarının başında geliyordu, demek yanlış olmasa gerek. Doğrusu, yalnızca entelektüel içerikli romanlarında ve Batan Bir Gemi Üstüne Düşünceler, İkinci Amerikan Devrimi gibi deneme kitaplarında değil, televizyon ve dost sohbetlerinde de yerleşik değerleri hiçe sayan Vidal’i eleştirel bir yazar diye tanımlamak bile yetersiz kalabilir…

‘Amerikan demokrasisi’, hiç kuşkusuz, Vidal’in zekice eleştirilerinden en büyük payı alan kurumların başında geliyordu. Bir keresinde, ‘Demokrasinin, size, X Ağrıkesicisi ile Y Ağrıkesicisi arasında bir seçim yaptığınız duygusunu verdiği varsayılır. Oysa ikisi de aspirinden başka bir şey değildir’ demiş; ama aynı düşünceyi, ‘mülkiyet’e uyarlayarak farklı bir biçimde dile getirdiği de olmuştur:

‘ABD’de tek bir siyasal parti vardır, o da Mülkiyet Partisi’dir. Mülkiyet Partisi’nin iki kanadı vardır, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar’!

Bir denemesinde de, ABD’yi bir demokrasi olarak bile görmediğini vurgular açıkça:

‘Bir demokrasi olmaktan bile çıkmışken, dünyanın en büyük demokrasisi olmakla böbürlenmeye bir son vermeliyiz. Bir çeşit askerileştirilmiş cumhuriyetiz biz’

Vidal, demokrasi konusunda pek de umutlu değildir. Bir istatistiği aktarırken alaycılığını doruğuna vardırır:

‘Amerikan halkının yüzde ellisi hiç gazete okumamıştır. Yüzde ellisi ise başkanlık seçimlerinde hiç oy kullanmamıştır. Umarım, bu ikisi aynı yüzde elli değildir’

İğneleyici kalemini Amerikalı yazarlar için de aynı amansızlıkla oynatmaktan geri kalmazdı; ‘Amerikalı yazarlar iyi yazar değil, büyük yazar olmak istiyorlar. O yüzden de, ne iyi yazar olabiliyorlar, ne de büyük yazar,’ diyerek!”[9]

* * * * *

  1. Scott Fitzgerald deyince Amerikan edebiyatında ‘Caz Çağı’nın öncüsü bir yazar gelir akıllara. Çünkü ‘Caz Çağı Öyküleri, bu anlamda kült ve kurucu bir kitap olsa da, Minessotalı Fitzgerald’ı üne kavuşturan ‘Cennetin Bu Yakası/ The Side of Paradise’, ‘Muhteşem Gatsby’, ‘Geceler Güzeldir’ ile ‘Son Patron’dur…

“Deha, kafandakini gerçeğe dönüştürme yeteneğidir…”

“İster misiniz, size çok zengin insanlardan söz edeyim. Sizden de, benden de farklıdırlar…”

“Düşünce, kafasının içinde kör bir adam gibi oraya buraya çarpıp eşyaları deviriyordu…”

“Ya kendin düşünürsün ya da başkaları senin yerine düşünür ve dizginleri ele alırlar, huyunu suyunu değiştirip hizaya getirirler, seni evcilleştirip iğdiş ederler…”

“Büyüyüp yetişkin olmak korkunç zor bir iştir. Yetişkinliği atlayıp bir çocukluktan başka bir çocukluğa geçmek çok daha kolaydır…”

“Önce sen bir içki içersin, sonra içki bir içki içer, sonra da içki seni içer…”

“Pek az şeyin başladığı, ama pek çok şeyin bittiği bir ülke,” diyen Fitzgerald hayatı boyunca, daha doğrusu edebi yolculuğunda, yüksek sosyetenin kepazeliklerini gözlemleyip Amerikan idealini, geniş ailelerin çocuklarının sınır tanımaz bencillikleriyle karşılaştırır. Bunların yanı sıra iki savaş arasında beliren ‘Yitik Kuşak’ın dramını da anlatır.

Fitzgerald’ın ele avuca sığmaz kitabı ‘Muhteşem Gatsby’deki Jay Gatsby karakterinin, Fitzgerald’la benzer yanları bulunduğu da gözden kaçırılmamalıyken; Gatsby’i, masumları harcayan kokuşmuş bir toplum ya da grubun züppeliğiyle yüzleştirir. Kahramanımız, zenginliğin, Amerikan idealizmini ya da rüyasını tek başına taşıyamayacağını kavrayan bir kişi olarak karşımıza çıkar.[10]

* * * * *

Lise yıllarında I. Dünya Savaşı’yla yüzleşen, beş yaşında savaş temalı çizgi romanlar toplayıp biriktirmeye başlayan, henüz dört yaşında bile değilken babasıyla ava gitmeye başlayıp, “Kendi silahımı kullanabilirim” diye tutturan İspanya İç Savaşı’ndan Küba’ya Ernest Hemingway…

Ondan geriye belleklerimize kazınan şu satırları kaldı:

“İnsan yenilgi için yaratılmamıştır… Bir insan yok edilebilir, ama yenilgiye uğratılamaz…”

“Dünya güzel bir yer, uğrunda savaşmaya değer…”

“Zamanımız bu andır ve bu an asla bitmeyecektir…”

* * * * *

Ve hemşerimiz William Saroyan…

Yerinden yurdundan sürülmüşlüğün, soykırımın acısını 100 yıldır yaşayan Ermeni ulusunun kuşkusuz gelmiş geçmiş en ünlü yazarlarından (1908-1981) Onun Türkçe’deki ilk yapıtı Varlık Yayınları’ndan çıkan ‘Aram Derler Adıma’ydı.

Sonradan Saroyanesque denecek o yalın, içten, coşkulu, dobra ve akıcı, kendine özgü üslubuyla yazdığı, genelde insana odaklanan öyküleri, romanları ve (kimilerine göre Beckett, Ionesco, Adamov’lardan çok önce absürd tiyatroyu haber veren) oyunlarıyla XX. yüzyıl Amerikan edebiyatının egzotizm tuzağına düşmemiş en önemli etnik yazarlarından biri oldu.

Saroyan’ın eserlerine kuşkusuz ‘Büyük Felaket’in yani soykırımın etkileri, acıları yansımıştır. Ama O, son tahlilde Ermeni trajedisindeki insanlık suçunu, Türklerle değil insanın içindeki şeytanla özdeşleştirip; kendini Ermeni, Amerikalı ve Bitlisli olarak tanıtırken; 73 yaşında prostat kanseri teşhisi ile yatağında uzandığında, ‘The Time of Your Life’ oyunu ile hem Pulitzer, hem de sinema uyarlaması ile Oscar kazanmış bir yazardı…

* * * * *

Varoluşçu felsefenin II. Dünya Savaşı sonrası en önemli ismi, “kuşağının ahlâkî bilinci” Albert Camus’nün felsefesini en iyi “Hayat hiçbir şey değildir, anlam aramayın, özenle yaşayın,” deyişiyle anlatır. Ve aslında felsefesinin temeli romanlara taş çıkartacak yaşamöyküsünde yatar. 7 Kasım 1913’te Cezayir’in yoksul mahallelerinden birinde, İspanyol göçmeni bir anneyle Fransız asıllı tarım işçisi bir babanın oğlu olarak doğar.

Camus, daha iki yaşına gelmeden I. Dünya Savaşı’nda babasını kaybeder. İçine kapanık, kulakları ağır işiten ve konuşma zorluğu olan annesi, Camus’yü temizlikçilik yaparak okutmaya çalışır. Yine de bir süre sonra evlerini kapatıp büyükanne ve amcalarının yanına taşınmak zorunda kalırlar.

Bu dönemde en büyük zevki yüzmektir. Camus lise döneminde evden ayrılır… Derken 1935’te okulu bitirir, Cezayir radyosu tiyatro grubunda oynar, Komünist Parti’ye üye olması, morfin bağımlısı Simone Hie ile evliliği birbirini takip eder. Fransız Komünist Partisi’yle arasında sorunlar yaşanınca da partiden atılır.

Camus’nün yazarlık serüveni bu dönemde başlar. Ölümünden sonra basılacak ‘Mutlu Ölüm’ü yazar. Ardından onu dünya çapında bir yazar yapacak olan ‘Yabancı’ gelir. Tüm bunlar olup biterken o ‘antifaşist’ Cezayir gazetesinde edebi eleştiriler ve sosyal eşitsizlikler üzerine yazılar yazmaktadır.

  1. Dünya Savaşı başladığında orduya katılmak üzere başvurur fakat verem olduğu için kabul edilmez. O da Paris’e gider ve ‘Paris Soir’ gazetesinde yazmaya başlar. Bu arada Cezayirli matematikçi Francine Faure ile ikinci evliliğini yapar. Kısa süre sonra yine yaşamı karmakarışık olur.

İşini kaybeder, Cezayir’e geri dönerler. 1942’de hastalığı nedeniyle Paris’e geldiği bir dönemde Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’la arkadaş olur. Ardından Camus ‘Direniş’e katılır ve hareketin yeraltı gazetesi ‘Combat’nın editörlüğünü üstlenir. Sartre’ın yanı sıra Raymond Aron ve Andre Malraux gibi filozoflarla birlikte çalışır.

Savaş sonrası 1947 yılında gazete farklı bir çizgiye geçince yolları ayrılır. Aynı yıl yayımladığı yeni romanı ‘Veba’ onu mali açıdan çok rahatlatır. Bu arada Sartre ile olan ilişkisi de bozulur.

Rudyard Kipling’den sonra en genç ikinci yazar olarak 44 yaşında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. 47 yaşında ise “ölmek için son derece aptalca bulduğu” trafik kazasıyla hayatını kaybeder.

Biyografisini yazan Alba Amoia’nın, Camus için “Kuşağının ahlâkî bilinciydi” saptaması önemli, önemli olmanın da ötesinde haklıdır. Çünkü hepimize şöyle haykırır Camus:

“Sana büyük bir sır vereyim, sevgili dostum. Kıyamet Günü’nü bekleme. Her gün, Kıyamet Günü…”

“Çağdaş siyasi toplum, insanları mutsuzluğa düşürme makinesidir…”

“Ateşten ve yiyecekten yoksun bir insan için özgürlük, hiç de acelesi olmayan bir lükstür…”

“Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir…”

“Mutluluk, insan ile sürdüğü yaşam arasındaki basit uyumdan başka nedir ki…”

“En büyük mutsuzluk sevilmemiş olmak değil, sevmemektir…”

“Bir ülkeyi, şehri tanımanın en geçerli yöntemlerinden biri de, insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini nasıl sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır…”

“Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir…”

“Askerlik yasası emre uymamayı ölümle cezalandırır, onuru da köleliktir…”

“En çok kuşkuyu duyan ruh, en büyük yazgıcılığa sarılacaktır…”

“Hıristiyanlık insan karşısında karamsar, insanın yazgısı karşısında iyimserdir. Oysa ben, insanın yazgısı karşısında karamsar, insan karşısında iyimser olduğumu söyleyebilirim…”

“Bazen ileride tarihçiler bizim için ne diyecekler acaba diye düşünürüm. Modern insan için bir tek cümle yeterli olacaktır: Önüne gelenle yattı ve gazete okudu…”

“Alçalmak, yükselmekten çok daha kolaydır…”

“Başaramayanların sorunu tembelliktir…”

“İnsanlar söyledikleriyle değil, söylemedikleriyle insanlaşır…”

“Bizden daha iyi olanlara pek ender güveniriz…”

“Bazı insanların sırf normal olabilmek için olağanüstü bir güç harcadıklarını kimse fark etmez…”

“Çekicilik, açık seçik bir soru sormadan evet yanıtını almanın bir yoludur…”

“İnancın yere düşerse silahın da yere düşer…”

“Özgür bir basın, hiç kuşkusuz, iyi de olabilir kötü de; ama özgür olmayan bir basın mutlaka kötü olur…”

“İnsan tümüyle suçlu değildir çünkü tarihi o başlatmadı, ama tümüyle suçsuz da değildir çünkü tarihi sürdürür”

“Aslında, kimseye, suçsuzdur diyemeyiz; oysa, hiç çekinmeden herkesi suçlayabiliriz. Her insan, geri kalan tüm insanların suçuna tanıklık eder…”

“Suç kendine her zaman avukat bulur…”

“Merhamet faydasız olunca insan ondan bıkar usanır…”

* * * * *

Ve Necib Mahfuz…

Romanları felsefi ve siyasi bir derinliğe sahip olan Ona, “Arapların Balzac’ı” denmesi boşuna değil. Çünkü bütün romanlarında tarihi, toplumu ve bireyi ile Mısır’ı anlatır O. Anlattıkları aynı zamanda kendisinin hikâyesidir.

Mahfuz’un 1952 devriminin ardından kaleme aldığı ‘Hırsız ve Köpekler’, kısa ama yazarın siyasi görüşleri ve edebi kariyerindeki değişimi yansıtması açısından önemli bir yapıttır.[11]

‘Hırsız ve Köpekler’, Mahfuz’un rejim eleştirisinin ilk örneklerinden birisidir. Rauf İlvan’ın şahsında sergilenen yeni bir sınıf, nefes almayı güçleştiren bir atmosfer, mutsuz insanlar doğrudan o dönemin Mısır’ına yapılan eleştirilerde somutlanan düş kırıklığı da aslında Necib Mahfuz’un düş kırıklığıydı.

Kolay mı?

Mısır bağımsızlığına kavuştuğunda yedi yaşında olan Mahfuz, o günlerin coşkusuyla Arap milliyetçiliğini benimsemişti. 1950’li yıllarda milliyetçi partinin sol kanadına yakın duruyordu. 1952’de gerçekleşen Temmuz Devrimi’nden yanaydı. Ancak “sosyalist iddialı”(?) Nasır döneminin antidemokratik ve totaliter yapısı kısa zamanda onu rejimden soğuttu ve bu soğukluk romanlarına da yansıdı.

* * * * *

Ve bizi hayalden hayale koşuşturup, “Başkalarının gözleri, hapishanelerimiz; düşünceleri, kafesimiz…”

“Özgüvenimiz yoksa beşikteki bebekten farkımız yoktur. Peki, bu paha biçilmez niteliği en çabuk nasıl edinebiliriz? Başkalarının bizden aşağı olduklarını düşünerek…”

“Bulunduğu yeri terk etmek isteyen insan mutsuz insandır…”

“Hepimiz, düşünmek denen o tuhaf, hoş sürece dalarız da, iş ne düşündüğümüzü söylemeye gelince karşımızdakine bile pek azını dile getirebiliriz!”

“Başyapıtlar kendi kendilerine, tek başlarına doğmazlar; yıllar süren ortaklaşa düşünmenin, tüm insanlığın düşünüşünün ürünüdürler; öyle ki, o tek sesin ardında kitlenin yaşantısı vardır,” diyen Virginia Woolf!

* * * * *

Irkçılık karşıtı duruşuyla maruf Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer, aramızdan 14 Temmuz 2014’de ayrıldığında 90 yaşındaydı; “Afrika’nın sesi ve vicdanı” olarak tanınmıştı…

Sadece yapıtlarıyla değil, eylemleriyle de Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına karşı savaşım vermiş bir düşünce özgürlüğü ve insan hakları savunucusuydu.

Celal Üster’in ifadesiyle, “Gerçi pek çokları onu 1991’de, ‘apartheid’in can çekiştiği günlerde aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’yle tanımıştı; ama, bana sorarsanız, iki özelliği, onu siyasal ve düşünsel açıdan gerçek anlamda bir aydın kılıyordu.

Birincisi, ırkçı Beyaz yönetimin en ağır baskıları uyguladığı günlerde, bir ara kendini ‘sürgüne atmayı’ aklından geçirmiş, ama sonunda bu düşüncesinden vazgeçmişti: ‘Ben ancak burada kendim olabilirim: Bir Beyaz Afrikalı…’

İkincisi, yıllar boyunca Afrika Ulusal Kongresi saflarında, ırkçı yönetimin yıkılması için savaşım vermiş olmasına karşın, Nelson Mandela’nın ardından iktidara gelen Güney Afrika Başkanı Jacob Zuma’nın karşısına dikilmekten de çekinmemişti gerektiğinde.

Zuma’nın, hükümetçe ‘hassas’ sayılan bilgilerin yayımlanmasını sınırlandırmaya yönelik yasa tasarısına karşı çıkarak, ‘İnsanların sansürden kurtulmak için neler çektiklerini bir düşünürseniz, sansürün yeniden canlandırılmasını kabullenemezsiniz’ demişti.

Çünkü, yıllar önce dediği gibi, ‘sansür, onu yaşamış olanlar için asla bitmezdi; düş gücüne vurulmuş bir darbeydi sansür, onu yaşamış olanı sonsuza dek etkilerdi’.

Diyeceğim, sözünü, Beyaz azınlık yönetiminden de, kurtuluştan sonraki Afrika Ulusal Kongresi yönetiminden esirgememiş; politik ve entelektüel cesaretini sonuna dek korumuştu.

Gordimer’a göre, ‘gerçek her zaman güzel değildi, ama gerçeğe duyulan açlık güzeldi’.

Gerçeğe olan açlığı hiç dinmediği için de, yalnızca Beyaz azınlığın siyah çoğunluğu cendereye sokmakla kalmadığı, kadınlara da zorbalık uyguladığı bir ortamda kaleme aldığı romanlarında, öykülerinde, bireylerin hayatlarındaki ödünlerin, uzlaşmaların, ihanetlerin, ikilemlerin duygu gelgitlerine açılmaktan hiç çekinmemişti.

İnsan etkileşimlerinde yaşanan tedirginliklerin, kadın-erkek, Siyah-Beyaz, tekmil bireylerin içine çekildiği karanlık burgacın derin sularına dalmaktan kaçınmamıştı.

Kanadalı yazar Margaret Atwood’un ‘en büyüklerden biri ve insan haklarının korkusuz sözcüsü’ diye tanımladığı Gordimer’ın gözünde, sanat ve eylemcilik birbirine sımsıkı bağlıydı:

‘Yazdıklarımda, çevremdeki hayatı kullandım, çevremdeki hayat ise ırkçıydı. Dünyanın herhangi bir yerinde de yazar olabilirdim, ama benim ülkemde yazmak ırkçılığa meydan okumak demekti.’

‘Yazmak hayatı anlamlandırmaktır. Hayatınız boyunca yazıp durur ve belki de hayatın küçük bir alanını anlamlandırırsınız’ diyordu Gordimer.

Hayatı, hayatımızı anlamlandırdı.

Yaşadığımız ülkeler farklı belki. Ama onun aydın kimliğinden, ödünsüz entelektüelliğinden öğreneceğimiz şeyler olsa gerek.”[12]

Güney Afrika’daki ırkçı Apartheid rejimini yazılarıyla eleştiren, 1991’de Nobel Edebiyat ve 1974’de Man Booker dahil olmak üzere birçok saygın ödülün sahibi olan yazar Gordimer, Nelson Mandela’ya yakınlığıyla da tanınıyordu.

Mandela’nın 1962’deki duruşmasında okuduğu tarihi ‘I Am Prepared To Die/ Ölmeye Hazırım’ başlıklı konuşmasını da elden geçiren Gordimer, yazarlığının yanısıra sıkı bir aktivistti de… Son yıllarında AIDS hastalarına ücretsiz ve etkili ilaç verilmesi için başlatılan bir kampanyanın sesi olan Gordimer, Letonya göçmeni bir baba ve İngiltere göçmeni bir annenin kızı olarak Güney Afrika’da dünyaya geldi.

Gordimer’ın yazın hayatı 15 yaşındayken ‘Children’s Sunday Express’ adlı çocuk dergisine yolladığı öyküyle başlamıştı. Kariyeri boyunca Apartheid karşıtı içeriğinden dolayı çoğu kitabı ülkesinde yasaklansa da New Yorker’da yayımlanan öyküleri uluslararası planda tanımasına yol açtı.

‘July’ın İnsanları’, ‘Evdeki Silah’, ‘Yaşamaya Bak’, ‘Kimi Güzelliklere Doğar’ ve ‘Oğlumun Öyküsü’ gibi birçok yapıtı Türkçeye çevrilen yazar, ardında 30’u aşkın roman, öykü ve deneme kitabı bıraktı.

1991’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandığında bu ödülü alan ikinci Yahudi kadın yazar olarak tarihe geçmişti.

“Bensiz yaşayamayacak biriyle asla yaşayamam…”

“Herkes en nihayetinde yalnız, kendi özüne yöneliyor…”

“İçtenlik, kişinin kendi hakkında hiçbir fikre sahip olmamasıdır…”

“Söyleyeceğim veya yazacağım hiçbir şey, sunduğum kurmaca kadar gerçekçi olmayacaktır…”

“Kitapların, pile ihtiyacı olmaz…”

“Zaman değişimle eşdeğerdir; zamanın ne kadar geçtiğini şeylerin ne denli dönüştüğüne bakarak ölçeriz…”

“Yaratıcı edim soyut ve teorik değildir. Tarih bunu ispatlar. Sosyoloji bunu inceler. Yazar, cennet bahçesini kaybeder, okunmak için yazar ve en nihayetinde sorularının hepsinin cevapsız kalacağını öğrenir…”

“Sanat öylesine mükemmel bir şekilde akıldışı, ziyadesiyle mantıksız bir şeydir ama yine de gereklidir. Mantıksız olmasına rağmen gereklidir, püritenler bunu anlamakta güçlük çekecektir…”

“(Nelson Mandela hakkında) Taşa yontulmuş bir figür değil, uzun mu uzun bir adam, etten kemikten, çektikleri onu kindar değil daha da insancıl kılmış, hatta apartheid hapisanesini yaratan insanlara karşı bile…”

“Fransa’da Jean-Paul Sartre ve Camus’nün kuşağından beri herhangi bir yazarın hükümeti etkilediğini sanmıyorum,” diyen O, hep gerçek bir aydın gibi yaşadı.

“Benim ülkemde yazmak ırkçılığa meydan okumak demekti,” diyen Gordimer için yazmak, hayatı anlamlandırmaktı…

* * * * *

“Mirasımızın evren olduğunu düşünmeliyiz,”[13] diyen Jorge Luis Borges her zaman derin, hırçın, romantik ve bir o kadar da bilge bir adam olarak bilindi. Kimileri, hepsini aynı anda yaşayıp yansıtabildiği bu özelliklerinden birini ya da birkaçını öne çıkardı. Bazıları onun yaptığı politik hataları gündeme taşıdı. Kimileri şiirlerine hayran oldu, kimi de yaşamına.

“Beğenilsin beğenilmesin Borges, dünya edebiyatına hem ürettikleriyle, hem de okuyup yorumladığı kişi ve eserler üzerine yazdıklarıyla büyük katkıda bulundu.

Borges’i anlamak güç. Ama bir yandan da kolay. Güçlük, onun derinliğine, imge dünyasına ve şiirine ne kadar ulaştığınız ya da ulaşamadığınızla ilgili. Kolay olansa Borges aslında gayet yalın biriydi.”[14]

Özetin özeti: Jorge Luis Borges, XX. yüzyılın ikinci yarısında sayıları azalan kült yazarlar arasında ayrıksı bir yere sahiptir. Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliği içinden çıkmış öteki büyük yazarlar bir yana, Avrupa’da ya da Kuzey Amerika’da Borges’in taşıdığı ağırlığı çekebilecek yazarlar pek olmadı. Samuel Beckett’in adını anıyor James Wodall, belki Günter Grass var. Daha farklı bir kimliğin taşıyıcısı, akla pek gelmiyor sonra.

Herkesin yeri doldurulur denir ya, toplumsal ya da siyasal hayatta yeri doldurulamayacak büyüklükler yoktur, doğrudur. Ne ki edebiyattan söz ediyoruz. Dünya edebiyatının yapıtaşlarından birini çekip çıkarınca, ondan kalan boşluğa girecek tek bir taş bulunamaz. Borges olmasaydı, bir başka Borges olacağını akla getirmek bile saçma. Yaratıcılık, birçok nedenin bir araya gelerek ürettiği biriciklik demektir.

“Borges, modernizmin yerini büyük bir boşluğa bırakmaya başladığı zamanların modernistiydi, bir tür geçmodernist. Belki bundan, onun yazdıklarını postmodern yapımbiçimlerinin en önemli örnekleri arasında okuyanlar pek çoktur. Haklıdırlar. Yirminci yüzyılın ilk yarısındaki modernistlere benzemeyen bu büyük modernist, tek bir örneği bile gösterilemeyecek kertede özgün, herhangi bir kalıba sokulamayacak, farklı metinler yazdı.”[15]

* * * * *

Nihayet ‘Baltasar ile Blimunda’sıyla[16] 1998’de Nobel’i kazanarak edebiyatın Olimpos’una yerleşen ve Portekiz, Salazar tarafından yönetilen faşist bir ülkeyken, yıllar boyunca sosyalist basında görev yapan ve “Ağzımı tıkadılar ama gözlerimi değil,” diyen José Saramago…

Ayrıca 2014 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı haberini sokakta yürürken kendisini arayan kızından öğrenip, “Biraz şaşırmış olacağım ki, yürümeye devam ettim,” diyen 69 yaşındaki Fransız yazar Patrick Modiano…

Nobel Edebiyat Ödülü’nü, “Hatıra sanatını akıl almaz insan hikâyelerini dile getirmekte ve işgal altında hayatı ortaya çıkarmakta kullanışından dolayı ödüllendirdikleri…” gerekçesiyle alan Patrick Modiano’nun yaşayan “Fransız romancılarının en seçkini olduğu kuşkusuz… “En yalını, en kendine özgü olanı. Bir kent anlatıcısı… Seçimi çağın insanının sürüklenişini anlatmaktan yana…Sessizliğin sesini duyuran anlatıcı… Bellek anlatıcısıdır bir bakıma da o…”[17]

* * * * *

Özetle önemsiyorum onları; elbette boşuna değil…

 

3 Mayıs 2015 13:41:59, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Arasöz Sanat ve Politika Dergisi, Kasım 2015… http://www.arasoz.org/onemsiyorum-onlari-elbette-bosuna-degil/

[1] “Edebiyatsız boş vakit, öldürücüdür.”

[2] Seriye Sezen, “Montaigne ile Avrupa’da Bir Yolculuk”, Cumhuriyet Kitap, No:1180, 27 Eylül 2012, s.8-9.

[3] Celâl Üster, “Dickens’ı Yeniden Okumak”, Cumhuriyet Kitap, No:1149, 23 Şubat 2012, s.6.

[4] İnci Aral, “Pazarlama Dehası Dickens”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2012, s.16.

[5] Celâl Üster, “Sefilleri Oynamak İçin…”, Cumhuriyet Kitap, No:1223, 25 Temmuz 2013, s.6.

[6] Celâl Üster, “Nobel, Tolstoy’a Neden Verilmedi?”, Cumhuriyet Kitap, No:1132, 27 Ekim 2011, s.6.

[7] “Epik ve Satirik Bir Hayat”, Radikal, 2 Ağustos 2012, s.20-21.

[8] Fatih Özgüven, “Gore Vidal’i Neden Sevdim…”, Radikal, 5 Ağustos 2012, s.35.

[9] Celâl Üster, “XX. Yüzyılın Oscar Wilde’ı”, Cumhuriyet Kitap, No:1177, 6 Eylül 2012, s.8-9.

[10] Ali Bulunmaz, “Okyanusun Ortasında…”, Cumhuriyet Kitap, No:1126, 15 Eylül 2011, s.3.

[11] Necib Mahfuz, Hırsız ve Köpekler, Çev: Avi Pardo, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014.

[12] Celal Üster, “Nadine Gordimer, Hayatımızı Anlamlı Kıldı”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2014, s.15.

[13] Jorge Luis Borges, Tartışmalar, Çev: Çiçek Öztek, İletişim Yay., 2014.

[14] Ali Bulunmaz, “Jorge Luis Borges’ten ‘Tartışmalar’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1274, 17 Temmuz 2014, s.10.

[15] Semih Gümüş, “Borges Derinliği”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:692, 20 Haziran 2014, s.34.

[16] José Saramago, Baltasar ile Blimunda, Çev: Işık Ergüden, Kırmızkedi Yayınevi, 2013.

[17] Feridun Andaç, “Nobel Neyin Ölçüsü”, Aydınlık, 13 Ekim 2014, s.17.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights