Ana SayfaNIVÎSKARÊNKürdistan, Türk Rejimi İçin “Yük mü” Yoksa Stratejik Derinlik mi?

Kürdistan, Türk Rejimi İçin “Yük mü” Yoksa Stratejik Derinlik mi?

 

“Kürtler, Kürt kentleri, merkezi bütçeye verdiklerinde çok alıyorlar yük durumundalar” propagandasına, son günlerde “borçlarını ödemediler” gerekçesiyle belediyelerin elektrikleri özel işletme Dicle Elektrik Dağıtım Şirketi’nce (DEDAŞ) kesilmesi eklendi. Yani Kürdistan elektriği, Kürt halkınca kullanımının engellenmesi söz konusu olunca, Kürdistan, Türk devletine yük mü değil mi ana hatlarıyla irdelemek gerekiyor.

Hürriyet gazetesinin ön sayfasında yer alan “Türkiye Türklerindir” logosu hangi sosyolojik gerçeklerin, hangi ruh halinin ve hangi siyasi hedefin ürünüdür? Üzerinde kafa yormaya değer bir sorun. Bir Alman ya da İtalyan, Mısır veya Rusya, Çin gazetesi böyle bir spotu taşısa; örneğin Almanya Almanlarındır, Mısır Mısırlılarındır derse, eminim kamuoyu buna gülecektir. “Hayrola bundan şüpheniz ya da geleceğe dair kaygılarınız mı var ki bunu böyle söylüyorsunuz” derler. Evet, Türk rejiminin kaygısı var!

“Türkiye, Türklerindir,” “Ne Mutlu Türküm Diyene!” (resmiyette kaldırıldı), “bir Türk dünyaya bedel”, “Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür!” Biri rejimin en has gazetesinin logosu, diğerleri rejimin ve Türk ırkçılığının bir nevi amentüleri idi halan de tam aşılmış değiller.

Biri coğrafyaya dönük, diğerleri coğrafya üzerinde yaşayan tüm farklı ulus ve azınlıklarından gelme halkların reddi nedeniyle kendine ve geleceğine ilişkin taşınan öz güven yoksunluğunun yanı sıra asimilasyon hedefini içerir. Rejimin hedefi bellidir; coğrafik olarak mevcut sınırlar içerisindeki toprakların, Türk toprağı olduğunu sürekli hatırlatmak, bunu zihinlerde diri tutmak; etnik olarak ise Müslüman olmayanların tehcire zorlanarak nüfuslarının olabildiğince azaltılması, Kürt, Çerkes, Arap vb. Müslüman halkların ise total bir asimilasyonla Türkleştirilmeleri! Dolayısıyla “bin yıldır yurt edinilen topraklara” ve bu topraklar üzerinde yaşayan kadim halklara korku ve güvensizlik yüklü yaklaşımların temelinde de yine bu ırkçı şoven hedef bulunur. Zaten eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül;

“İzmir Ticaret Odası’nda bir dönem görev almıştım. Bu odanın kurucuları arasında bir tek Müslüman yoktu ve tamamı levantenlerden müteşekkildi. Cumhuriyetin kuruluş öncesi Ankara’da Ermenilere, Rumlara, Musevilere ve Müslümanlara ait dört mahalle bulunurdu. Ege’de verimli topraklar azınlıkların elindeydi. Ulus oluşturma sürecinde en önemli adım mübadele olmuştur. Düşünün Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba böyle bir milli devlet olabilir miydik?”(1) diyerek çok açık ifade etmişti.

Vecdi Gönül, sadece Müslüman olmayan halkların ve sadece Ankara, Ege yörelerindeki etnik dağılımı yanı Anadolu’daki kadim halkların 1900’lü yılların başındaki konumlarını özetliyordu. Ankara’da, İzmir’de tablo buysa, Adana-Mersin yani Kilikya, Karadeniz ve Marmara bölgesini siz düşünün!

Buna Müslüman ama Türk olmayan halklar eklediğinde, Türk rejimi ve aydınlarının bu coğrafya ile etnik dokusunun bugününe ve geleceğine duydukları güvensizlikle yüklü korkuları daha kolay kavranabilir. Neden tüm güçleriyle ve total bir asimilasyonla Türk olmayan halkları Türkleştirmeye giriştikleri de!

Kafkas ve Balkan göçmeni (Abhaz, Çerkes, Gürcü, Çeçen, Arnavut, Boşnak vb.) halkların, özellikle Müslüman halkların geriye dönüşlerinin imkansızlığı da dikkate alındığında; mevcut Türkiye coğrafyasına Türklerden çok sahip çıkıp yurt edinmek isteyişlerini, sosyolojik olarak da kavramak mümkündür. Türk rejiminin, bu coğrafyayı Türkleştirmede, en büyük dayanağının Türk ve Türkmenlerden daha fazla Balkan ve Kafkas göçmeni halkların oluşturması da yine buradan gelir.

Dün; Rum’a, Ermeni’ye “ya sev ya terk et” denildi ve “milli devlet” olmada yol alındı. Bugün ise, milli üniter devleti tehdit eden farklı etnik yapı olarak Kürtlere bu dayatılıyor.

Gerek MHP’nin dün sokaklarda seslendirdiği “ya sev ya terk et” gerekse Başbakan Erdoğan’ın Hakkari konuşmasında;Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanların Türkiye’de yeri yoktur. Buyursun istediği yere gitsin” sözleriyle Kürtlere ya Türkleşin ya da “terk edin,” “istediğiniz yere gidin” dayatması da yeni değildir, kökleri geçmişe dayanır. Yeni olan, bu dayatmanın Türk rejiminin yeni iktidar ve kadrolarınca farklı kavramlarla dile getirilmesidir.

Anayurtlarında yerleşik olup bölgenin en kadim halklarından biri olmanın yanı sıra, zengin kültürleriyle ve tarihçilerin, gezginlerin ortak kanısı olarak savaşçı özellikleriyle Kürtler ve ülkeleri Kürdistan’ı, özelde de Kuzey Kürdistan’ı, TC rejimi kuruluşundan beri kendisi için “ana tehlike” olarak görmüş ve bu tehlike için çözüm aramıştır.

Bu açıdan gerek TC’nin kuruluş yıllarında gerekse yakın dönemde Kürt halkına dönük neler söylendi, neler planlandı, bunları ayrı kaynaktan alıntılarla özetle aktaralım.

1921 yılları başlarında Kürt halkı siyasal temsilcileri aracılığıyla Ankara hükümetinden siyasal özerklik ister. Mustafa Kemal hükümeti bu isteğe, Koçgiri halk ayaklanmasını kanlı bir katliamla bastırarak yanıt verir. Emekli askeri hakim Ümit Kardaş’ın söylediklerini aktaralım:

“1. Azınlıklara ilişkin çıkarılan yeni bir kanun şüphe yaratmıştı. Türklerin Kürtleri Batı Türkiye’ye dağıtarak, onların yerine Türkleri doğuya yerleştireceklerinden korkusu. 2. Kürt dilinin okul ve mahkemelerde kullanımı kısıtlanması. 3. Önceleri coğrafik bir terim olarak kullanılan ‘Kürdistan’ kelimesi tüm coğrafya kitaplarından kaldırılması.”

“Ancak çok sert önlemler alınması gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, Fethi Okyar’ı Başbakanlıktan uzaklaştırıp, İsmet İnönü’ye yeni bir hükümet kurdurur.”

26 Eylül 1932, yer Bekir-Diyarı, yani Diyarbakır. Mustafa Kemal burada bu diyarın, Oğuz Türk’ünün has kaynağı olduğunu hepimizin bu yüce kaynağın çocukları olduğunu belirttikten sonra şunları söylemektedir: ‘Buraya konduğumuzdan beri ne olduğumuzu anlatmaya çalıştık ve anlatıp duruyoruz ki; Türk eli büyüktür ve yeryüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür.’Mustafa Kemal’in bu sözleri ulus-devlet inşasına yönelik olarak kurulan cumhuriyetin Türk kimliğinden hareketle tek millet, tek dil, tek kültür yaratma hedefiyle yola çıktığını göstermektedir”(2)

Türk ırkçılığının kuramcısı Nihal Atsız;

“Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olup gitsinler; nereye mi? Gözleri nereyi görüyor, gönülleri nereye çekerse oraya gitsinler. İran’a, Pakistan’a, Hindistan’a, Barzani’ye gitsinler. Birleşmiş Milletlere başvurup Afrika’da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Aslan gibi önünde durulmadığını, ırkdaşları Ermenilere sorarak öğrensinler de akılları başlarına gelsin”(3)

İsmet Tümtürk, farklı yaklaşım ve “çözüm”le aynı hedefi dile getirir:

“… jandarmalar, ordu birlikleri boşuna taban teper dururlar ve hiçbir şey değişmez. Oraları iyi bilenler bu hali çaresiz sayarlar. İklim şartları, dağların durumu, yol durumu vb. bu hali mukadder kılıyor derler. O topraklar harita üzerinde bizimdir. Hakikatte değil. Oralarda yalnız devlet nizamları değil Türklük de iğretidir. Daha doğrusu yok gibidir. O çorak, sarp dağlık yerler devletin yalnız parasını yer o kadar. Ve boşuna yer. Onlardan devlete ne sevgi, ne destek, ne de kuvvet gelir. Hâlbuki bu durumun çaresi vardır. Keskin kılıç gibi müessir, Kristof Kolomb’un yumurtası kadar açık ve kolay bir çare-oraya Kazak, Kırgız göçmenlerini silahlarıyla olduğu gibi yerleştirmek.”(4)

İsmet Tümtürk’ün 1967’de önerdiğinin benzeri bir “çözümü” zaten Türk Ordusu birkaç yıl önce, kapsamlı bir planla önerir. Türk Ordusu adına ne önerilmiş daha doğrusu hedeflenmişti, onu özetle aktaralım:

1961’de askerler “Doğu ve Güneydoğu Anadolu” dedikleri Kürdistan’da “olası bir Kürt sorununa karşı alınacak önlemleri sıkı sıkıya incelemiş ve bir rapor halinde dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’e sunmuşlardı.” Rapor Bakanlar Kurulu’na “Esbabı Mucibe” başlıklı ön açıklama notu ile sunulur:

“Bu rapor teklif edilen hususların, kısa bir zamanda tahakkuk ettirilemeyeceği ve dolayısıyla, tatbikatın birbirini takip eden hükümetler tarafından icra edilebileceği anlaşılmış bulunduğundan kendisinden sonra gelen hükümetlere, bir muhtıra ile açıklamasına zaruret hasıl olmuştur.”(5)

Bu ön açıklama ile sunulan rapor; uzun ve ayrıntılı bir şekilde ekonomik, sosyal, siyasal, askeri alanda kısa, orta ve uzun vadede neler yapılacağını planlanmış durumda. Örneğin:

“(b) İktisadi tedbirler yoluyla ve belli esaslara göre, bölgeye diğer bölgelerden nüfus çekmek veya bölge nüfusunun bir kısmını, yine iktisadi teşvik tedbirleriyle, diğer bölgelere göndermek suretiyle, bölgenin nüfus kompozisyonunu değiştirmek.”

“(2) Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında, başka tarafa hicrete mecbur kalan, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri, bu bölgelere yerleştirmek, bölgedeki kendini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ederek …”(6)

Dikkat edilirse bunları söyleyenlerin arkasındaki adres doğrudan Hükümet ve Ordu’nun yanı sıra yazar ve aydınlardır. Daha somutta:

“…Çekip gitsinler… BM’ye başvurup Afrika’da yurtluk istesinler”,

Çözüm adına “ keskin kılıç gibi oraya (yani Kürdistan’a ) Kazak ve Kırgız göçmenleri silahlarıyla yerleştirilsinler”…

Kürdistan’ın “ nüfus kompozisyonunu değiştirmek” amacıyla Karadenizlileri ve Balkan, Kafkas, Orta Asya göçmenlerini, Kürdistan’a yerleştirip, Kürt halkını ise kendi topraklarından “hicrete” yani silah zoruyla göçe zorlamak…!

Demek ki, başta A. Öcalan tarafından olmak üzere sıkça dile getirilen; “Mustafa Kemal Kürtlere özerklik verecekti ama gücü Türk milliyetçilerine yetmedi” tezi temelinden yanlıştır.

Demek ki, “tek millet, bayrak, devlet, vatan’a karşı çıkanlar buyursun istediği yere gitsin” şeklindeki farklı zamanlardaki bu beyanları TC’nin kuruluşundan itibaren doğrudan Hükümet ile Ordu yetkilileri dile getirip aynı hedefi gözetiyorlar: Kürdistan ve Kürt halkı gerçeğini ortadan kaldırmak! TC rejiminin başından beri hedefi budur. Yukarıda aktardıklarımız; farklı zaman ve mekanın beraberinde getirdiği üslup farklılıklarıdır, işaret edilen hedef aynıdır.

 

Kürdistan’ın Jeopolitik Önemi

Türkiye rejiminin Kürdistan üzerinde, klasik sömürgeci yaklaşımların çok ötesinde ölümüne “burası benim ana vatanımdır” yaklaşımıyla davranması nereden gelir? Sömürgeci Fransız, İngiliz, İspanyol rejimleri kendi sömürgelerini “ana vatan,” sömürge halklarını da kendi halklarından görmediler. Sömürge halkları, zaten “Fransız, İngiliz olamazdı, onlar geri, ilkel barbar halklardı” vb. Bu ilişkide Fransa, Fransa, Cezayir de Cezayir’di. Biri sömürgeci diğeri de sömürge idi. Biri Avrupalı diğeri Afrikalı idi. Biri kendini “özne” diğerini ise salt kavranılacak, şekillendirilecek “nesne” olarak görüyordu. Kısacası, statüleri, pozisyonları kalın çizgilerle belirgindi.

Türk rejimi ise burada ayrıntısına girmeyeceğim birçok nedenle görünürde, biçimde kendisi ile Kürdistan, Türk ulusu ile Kürt ulusu arasında bir statü koymamıştı. Görünürde Kürtlerle Türkler eşittir, ayrıları, gayrıları yoktur. Ama özünde durum tam tersinedir. Kürtlere, klasik sömürgelerden de beter bir uygulama dayatılmıştır: Kürt ulusunu ve Kürdistan’ı yok saymak! Buna ister ilhak deyin, ister TC’ye özgü sömürgeci rejim deyin; yapılmak istenen Kürt halkının tümüyle asimile edilmesi, coğrafik olarak da Kürdistan’ın haritadan silinmesidir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan 30’a yakın devlet kurulurken devletleşmemiş tek ulus olarak Kürtler kaldı. Neden? İslam’ın rolü mü, parçalanan Kürdistan’ın güçten düşürülmesi mi ve bunlarla birlikte Kürdistan’ın jeo-stratejik konumu mu? Türk rejimi için, Balkanlar, Ortadoğu, özellikle Arap coğrafyası ile kıyaslandığında K. Kürdistan neyi ifade ediyor. Buna bakmak lazım.

Jeopolitik; tanım olarak devletlerin coğrafik özellikleri ile siyasetleri arasındaki ilişkileri konu alır, inceler.Jeopolitik, küçük ya da büyük belirli bir coğrafyanın siyasete veri sunması; dahası yönlendirmesi ya da hükümetin siyasetini, bulunduğu coğrafyanın verilerine dayalı olarak şekillendirmesidir denilebilir. Bir coğrafyanın jeopolitiği denildiğinde, ilgili coğrafyanın ekonomik, sosyal, kültürel ve politik unsurların birbiriyle ilişki içerisinde değerlendirilip politikaların üretilmesi akla gelir.

 

  1. Kürdistan’ın jeopolitiği, Türk Rejimi Açısından Neyi İfade Eder?

Özetlersek:

Birincisi; Anadolu’yu Kafkasya özellikle Güney Kafkasya ve Orta Asya’ya bağlayan köprü olarak çok şeyi ifade eder. Türk rejimi, Ermenistan’ın yanı sıra Kürdistan’ın da bağımsız devlet olarak ayrılmasını; Azerbaycan ve Orta Asya ile (yanı Türki cumhuriyetlerle) arasındaki coğrafik mesafenin büyümesi, “Türk’ün Anadolu’ya hapsedilmesi” ve dolayısıyla Anadolu’daki varlığın tehlikeye girmesi şeklinde algılıyor. Türkiye kendini nasıl ki, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan stratejik köprü olarak görüp savunuyorsa, Kürdistan’ı da kendisi için Asya, özelde Orta Asya köprüsü olarak görüyor. Kısacası Kürdistan, Türkiye coğrafyasına stratejik derinlik kazandırmanın yanı sıra Ortadoğu, İran ve Güney Kafkasya arasında çokça sözü edilen ve üzerinde planlar geliştirilen köprü işlemini görür. K. Kürdistansız bir Türkiye, stratejik derinlikten yoksun kalır ve özellikle Kafkasya ve Ortadoğu’ya hakim pozisyonunu kaybeder. Yine, Kuzey Kürdistan’dan yoksun Türkiye’nin Ortadoğu siyaset denklemindeki yeri önemli oranda zayıflar. Türk rejimi bu nedenle Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki stratejik etkinliği yönünde Kürdistan’ın yanı sıra Kıbrıs’taki varlığına da büyük önem vermiştir.

Kısacası petrol başta olmak üzere sahip olduğu enerji kaynakları ve Doğu-Batı enerji koridorunun geçtiği coğrafya olması, yine Orta Asya ve Kafkasya’yı Batı’ya bağlayacak ve Doğu ile Batı arasındaki ekonomik, ticari ilişkilerin yolu olarak İpek Yolu’nun geçtiği coğrafya ve nihayet Kafkasya ile Ortadoğu’yu birbirlerine bağlayan konumuyla Kürdistan, önemli bir jeopolitik yapıya sahiptir. Bu jeopolitik konumuyla Türkiye’nin yanı sıra emperyalist stratejik yönelimde de önemli bir yer işgal etmiştir hep.

İkincisi; tatlı su kaynakları bakımından Kürdistan, özellikle K. Kürdistan, Mısır hariç tutulursa Ortadoğu’daki en büyük rezervlere sahiptir. Tatlı su kaynaklarının dünyada hızla tükendiği, Ortadoğu’nun genel olarak tatlı su kaynakları bakımından oldukça yoksul olduğu gerçeği biliniyor. Bir gerçek daha var ki, 20. yüzyılda petrol nasıl stratejik önem kazanan bir enerji kaynağı haline gelip emperyalist paylaşım savaşlarının önemli bir nedeni olduysa; 21. yüzyılda da su, elbette tatlı su kaynakları stratejik bir öneme sahip olacak ve başta Ortadoğu olmak üzere savaşlar giderek “su savaşları”na bürünebilecektir.

TC devletinin bugünden Ortadoğu’ya dönük kullandığı ve gelecekte daha çok kullanacağı stratejik silahların başında su gelir. Kullandığı su silahının esas kaynağı neresidir? Fırat ile Dicle havzasını barındıran Kuzey Kürdistan’dır. Türkiye; geneli ele alındığında, su fakiri bir ülkedir. Kuzey Kürdistan coğrafyası, tatlı su kaynakları bakımından Türkiye ortalamasının üstünde bir rezerve sahiptir. Zaten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptırdığı tatlı su kaynaklarına dönük envanter çalışmasının sonucu, gelecekte tatlı su kaynakları yönünde en istikrarlı coğrafyanın “ Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesidir” tespitine varmaları, Kürdistan’ın kendileri için bu hayati sorunda da stratejik öneme sahip olduğunu gösteriyor. Başta İç Anadolu ve Ege olmak üzere, Türkiye’de tatlı su kaynakları yönünden ciddi sıkıntılar şimdiden baş gösteriyor; yani gelecekte bunun yaşamsal düzeyde risklerle güncelleşeceğinin verileri bugünden artıyor. Bunun pratiğe dönük tercümesi; gelecekte, su sıkıntısı nedeniyle Kürdistan’a kitlesel göç akabilir!

Kısacası; 48,7’si Dicle, 35,6’sı Fırat olmak üzere toplam 84,2 milyar metreküp yıllık su kapasitesi ile bu iki ana nehrin yanı sıra, Ceyhan, Aras vb. nehirleriyle Yukarı Mezopotamya, tatlı su kaynaklarıyla da stratejik öneme sahiptir.

Kürdistan/Kürt halkı enerji kaynakları bakımından Türk rejimine yük mü değil mi, bunu rejimin has adamı gazeteci Güngör Uras’tan dinleyelim: “Türkiye’de hidrolik (sudan elektrik) üretimi 36 milyar kwh. Fırat üzerindeki santrallerin hidrolik enerjideki payı yüzde 50’nin üzerindedir.”(7) Bu orana halihazırda Fırat ve Dicle üzerinde inşaatı devam eden yeni baraj ve hidrolik santrallerinden elde edilecek olan miktar dahil değildir. Kim kimi besliyor, kim kimi elektriğini kesiyor ya da kim kime yük durumundadır? Rakamların dili bu soruların yanıtını çıplak verir.

Toprak, su, güneş yaşamın ana öğeleriyse; bu üç öğenin uyumlu dansı ya da birliği genelde Verimli Hilal’de, özelde Kuzey Mezopotamya’da 21. yüzyılda stratejik bir önemle yeniden öne çıkacaktır. Türk rejimi ve özellikle Ordu’nun analistleri, jeostrateji uzmanları da bunun bilinciyle davranıyorlar.

Üçüncüsü; küresel düzeyde tarım yeniden en stratejik sektör halini aldı/alacak. Tarım sadece tarımsal/ kırsal alanda çalışanlar için değil, kentler, büyüyen kentler için de vazgeçilmez yaşamsal öneme sahipse; bilgi, teknoloji, bilişim teknolojisi insan yaşamında önemli; ancak cep telefonu, televizyon, savaş araçları olmadan da insan yaşamını sürdürebilirken tarımsal, hayvansal gıdalar olmadan yaşam mümkün değilse; tarım ve tarımsal üretimin önemi 21. yüzyılda tıpkı tatlı su kaynakları gibi artacak, şimdiden artıyor da. Tarım ne demek? Toprak, su, güneş ve bu üçünün uyumlu birliği demektir. Kürdistan, bu açıdan da Ortadoğu’da oldukça büyük potansiyeller barındırıyor.

Türk rejimi de, Kürdistan’ın bu potansiyelini bildiği için, “Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) büyük meblağlar yatırarak geliştirdi ve halen bunu tamamlamak için çalışıyor. GAP’ın tamamlanması sürerken; “ Doğu Anadolu Projesi” (DAP) adı altında Kuzeydoğu Kürdistan’a dönük de tarımsal projelerin geliştirilmesi planlanıyor.

Rejimin GAP için “ bölge yöre halkının refahını artıracak, makus talihini değiştirecek” demesi gerçeği yansıtmaz. Şoven rejimin “ bölge halkının” varlığını yani ayrı ulus gerçeğini bile kabul etmezken, “bölge halkının refahı”nın düşündüğüne inanmak saflık olur. Kaldı ki sınıfsal açıdan da bakıldığında GAP; uluslararası ve Türkiye-Kürdistan burjuvazisi için büyük bir yatırım, üretim ve pazarlama alanıdır. Daha somut olarak Türk rejimi; GAP’ı Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın tarımsal ve tarıma dayalı sanayinin ana üretim üssü ya da” ambarı” görüp davranıyor. Urfa-Diyarbakır karayolu üzerinde Hilvan’a yakın Türkiye ve Ortadoğu’nun en büyük hava alanının yapılması, havaalanının dev kargo uçaklarının inip kalkabileceği nitelikte ve uzunlukta bir piste sahip olması da GAP’a biçilen misyonu yerine getirecek ön adımlardır.

Sadece GAP 75 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle, dünyanın önemli tarımsal ülkelerinden olan Hollanda’nın iki katı büyüklüğündedir. Sulama projelerinin tamamı gerçekleştiğinde pamuk, pancar, yağlı tohumlar, sebze-bostan, meyve gibi alanlarda, mevcut Türkiye üretiminin toplamına eşit, bazı ürünlerde ise bu üretimi ikiye katlayan düzeyde üretime ulaşmak hedefleniyor.

Yine sormak gerekiyor: kim kimi doyuruyor, kim kimin sırtında yük? Sömürgeci, ilhakçı Türkiye rejimi mi yoksa Kürdistan ve Kürt halkı mı?

Diyarbakır, Van, Adıyaman vb. Kürt illerinin ya da toplamından “Kürdistan’ın Türkiye devleti bütçesinden aldığı, kattığından fazladır”; yani verdiğinden çok alıyor gibi iddiaları ya da tarımsal, sanayi ve ticaret ile bunların belli başlı kalemlerinde toplamın içerisindeki Kürdistan oranı azdır, çoktur bunlar ayrıntılı ele alınıp tartışılırsa; Türk rejimi ile kimi aydınlarının iddialarının gerçeği yansıtmadığı görülecektir.

Diyelim ki Kürdistan size “yük;” o zaman sormazlar mı, neden ölümüne Kürdistan üzerinde ısrar ediyorsun? Madem sırtında yük, yakasını bırak gitsin! Aç, susuz ölür mü; araçsız gereçsiz kalır mı bunun tasasında olmadığına göre niye ısrar ediyorsun?

Bu açıdan ayrıntılara değil, fotoğrafın bütününe bakmak lazım. Fotoğrafın bütünü yukarıdaki üç şıkta genel hatlarıyla belirtiğimiz K. Kürdistan’ın jeopolitik, jeostratejik yapısıdır. Zaten Türk rejimi de esas bu büyük fotoğraftan hareketle, Kürdistan’da varlığını sürdürmeyi varlık-yokluk sorunu olarak algılamaktadır.

 

Dördüncüsü; Kürdistan’ın yeraltı maden ve enerji kaynakları bakımından zengin olması, Türk rejiminin Kürdistan işgalinin ve bu işgaldeki ısrarının diğer bir stratejik nedenidir. Kuruluş aşamasındaki TC Devleti’nin, petrol ve doğalgaz kaynakları yönünden zengin olan Güney Kürdistan’ı 1920’lerde elde tutabilmek için neler yaptığını okuyucu bilir. Kuzey Kürdistan, Güney ile kıyaslandığında petrol ve doğalgaz kaynakları yönünden oldukça zayıf kalır. Ama yine de Türkiye’deki petrolün az da olsa bulunduğu coğrafya Adıyaman-Batman hattıdır.

Kuzey Kürdistan, esas metal ve metal dışı kaynaklar bakımından zengin yatakları barındırır. Tek tek illerde hangi madenlerin bulunduğunu içeren istatistiki veriler elimizde bulunuyor ancak bunları yayınlamaya gerek yok. İsteyen bunlara internet üzerinden ulaşabilir. Dolayısıyla genel olarak hangi madenlerin bulunduğunu ve bunların yoğunluk alanlarını bir kaç cümlede özetlemekle yetineceğiz.

Bakır ve bakırlı pirit, fosfat, krom, linyit, çinko, demir, kükürt, kurşun, mangenez, manyezit, asfaltit, arsenik, asbest, barit, perlit, pomza, alimünyum… belli başlı madenlerdir. Malatya-Sivas hattı, demir bakımından Türkiye rezervlerinin çoğunluğunu barındırır. Antep-Erzincan-Erzurum demir çelik, kimya ve cam sanayinde kullanılan mangenez yönünden; Elazığ ve Diyarbakır çevresi krom ile bakırın yanı sıra kurşun, çinko yönünden de zengindir. Erzurum ve Elbistan’ın linyit yönünde zengin olduğu ve Van’ın büyük linyit yataklarına sahip olduğunu kaynaklar belirtiyor.

Beşincisi ve önemlisi; Türk rejimi bir başka açıdan yani insan kaynakları açısından Kürdistan’a ve Kürt halkına temel stratejik yönelimle bakıyor ve buna uygun davranıyor. Bu stratejik yönelimin ne olduğunu eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in bir açıklamasından hareketle açıklayalım:

Ecevit 1990’lı yıllarda, “Fransa rejimi farklı etnik yapıları eriterek bir ulus yaratırken Batı buna ses çıkarmıyor, ancak biz farklı etnik yapılardan bir ulus yaratmaya çalışınca buna karşı çıkıyor. Bu çifte standarttır” derken aslında belki de farkında olmadan bir gerçeği çıplak dile getirmiş oluyordu. Nedir bu gerçek?

Önce yine çarpıcı bir alıntı:

Meclis’te 1934 tarihli İskan Kanunu görüşülürken; “Samsun vekili Ruşeni Bey doğru politikanın Türkleştirme olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir; ‘Tabiatta her canlının bir midesi vardır. Mide mutlaka canlı şeyler yemekle yaşar, yani yaşayan yaşayanı yiyerek yaşar. Ferdin midesi olduğu gibi milletlerin de midesi vardır. O da kümeleri ve insanları yiyerek yaşar.’ Kanun Meclis’te görüşülürken muhalefet eden kimse yoktur.”(8) Görüldüğü gibi Samsun vekilinin 1934’te dile getirdiği iğrenç asimilasyon hedefini (yanı Türk ulusu Kürtler başta olmak üzere diğer ulus ve azınlıkları yiyerek gelişecektir hedefi) yıllar sonra Bülent Ecevit aynı özü daha örtük siyasi kavramlarla söyleyecekti.

Türk rejimi, başta Kürt ulusu olmak üzere onlarca farklı ulus ve ulusal azınlıklardan gelme halklardan bir ulus (Türk ulusu) yaratmak istiyor. TC rejimi kurulduğu günden bu yana bu yönelişte ısrar ediyor ve bu yönelişinin odağında da esas Kürt halkı bulunuyor. Çünkü Balkan, Kafkas ve Orta Asya kökenli göçmen halkların, yerleştikleri Anadolu’da kendilerine dayatılan Türkleşmekten başka bir alternatifleri yok gibi. TC rejimi altında ya burada kalıp Türkleşecek ya da anavatanlarına geri döneceklerdir. Birçok nedenle kitlesel geri dönüş mümkün olmadığına göre geriye tek alternatif kalıyor: Anadolu’da Türkleşmek! Bu, süreç olarak işliyor; özellikle Kürdistan’da süregelen savaş üzerinden Kafkas ve Balkan halklarının Türkleştirilmesi süreci hızlandı. Zaten savaşın bilinçli uzatılmasının nedenlerinden birini de; rejimin Türk olmayan göçmen halkları bu süreçte Türkleştirmek istemesi gerçeği oluşturur.

Kürtler ise, kendi topraklarında yerleşik halktır; ancak yüz yıl aşkın bir süreden beri kapsamlı bir asimilasyon kıskacı altında. Kürdistan ve Türkiye metropollerinde yaşayan 20 milyon civarında Kürt’ten on – on iki milyon civarında bir oran ciddi olarak Türkleştirilme tehdidi altındadır. Liberal söylem altında koyu bir ırkçı milliyetçi olan Taha Akyol, “Doğu ve Güneydoğu’da 2,5 milyon Kürt’ün ciddi Türkleşme yolunda olduğu”nu söylerken İstanbul, Çukurova, İzmir gibi Türkiye metropollerinde yaşayan on milyon civarındaki Kürt/Kürdistanlıdan söz etmez. Çünkü bu metropollerde yaşayanları Türkleşmekten başka alternatiflerinin olmadığını düşünür Akyol!

Özetle şoven ırkçı rejim; farklı ulus ve etnik yapılardan bir ulus (Türk ulusu) yaratmayı hedeflerken, Kürtleri asimile edilecek en büyük potansiyel insan kaynağı olarak görmektedir. Bundan daha da önemlisi Kürtler asimile edilemezse diğer halkların asimile edilmesinde de sorunlar yaşayabileceği gerçeğinden hareketle Kürtlerin asimilasyonuna çok daha büyük önem vermektedir. Bu yönelimiyle klasik sömürgeci-sömürge anlayışından farklı davranıyor. Bir Cezayirli, Angolalı, Hintli deri renginin yanı sıra, esas ırkî yani Beyaz Adamın “üstün ırk, aşağı ırk” ayrımı nedeniyle gönüllü de olsalar zaten Fransız, İngiliz ya da Hollandalı olamazlardı. Kâğıt üzerinde bu ülkelerin “eşit vatandaşları” olabilirlerdi ama gerçekte Fransız, İngiliz, Alman olamazlardı.

Türk rejimi ise Kürtlerle aynı İslam inancını paylamasının da büyük etkisiyle ve esas kendi zayıflıkları nedeniyle görünürde, “bakın biz nasıl demokratik, hoşgörülü bir rejimiz, her halktan isteyen herkesin gönüllü Türkleşmesinden başka bir şey yapmıyoruz” şeklinde propaganda yapması büyük aldatmaca. Kürt halkına ve diğer ulusal azınlıklara Türkiyelileşme/Türkleşmeleri yolunda, izlenen şoven politikaların her türlü ekonomik, sosyal, kültürel tedbirle ve önemlisi siyasal, askeri zorla dayatılması, Türk rejiminin “demokrat” değil ırkçı şoven niteliğini sergiler. Zaten dikkat edin, Kürtler ve siyasal dinamikleri, dayatılan Türkleşmeye karşı tutum alıp “tekçi” zihniyete direndiklerinde, rejim ve sorumluları hiddetlenip “ya sev ya da terk et” dayatmasında bulunarak üzerlerindeki tüm “demokrat” örtüyü bir anda düşürüverirler.

Türk aydın, siyasetçi, asker ve hükümeti “ya sev ya da terk et” derken de asıl hedefleri Kürtlerin terk- i diyar etmeleri değil, kalıp Türkleşmeleridir. Çünkü böylesine büyük bir insan kaynağını başka nerde bulacaklar ki? Demek ki hedefleri “sev ve Türkleş!” şeklinde özetlenebilir.

 

 “Milli Yarar” Siyaseti Ve Sınırları Aşan Zenginlik Kaynakları!

Genel olarak Dünya’da, özellikle de Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’da “milli yarar” siyaseti eksen alınarak halklar arası hiçbir ekonomik, sosyal, siyasal sorun kalıcı olarak çözümlenemez, bugüne kadar çözümlenemediği gibi. Tarihin beşiği, dinler ve kavimler kapısı ve bu niteliği nedeniyle de gerek tarih boyunca gerekse bugün davetsiz misafirlerin sürekli giriştiği toprak/ülke işgallerinin yoğun yaşandığı bu üç coğrafyada “milli yarar” siyaseti esas alındığında, toplumlar ve devletlerarası savaşlardan başka bir şey üretilemiyor. Neden?

Çünkü mevcut sınırları yanı “milli sınırlar”ı belirleyen halkların kendi özgür iradesi değil siyasal ve askeri zorun kendisi olmuştur.

Çünkü milliyetçilik ve “milli yarar” siyaseti bencildir. Bulunduğu coğrafyada her şey ama mümkün olabilen her şey için “benim” der. Bununla da yetinmez her daim ve her sorunda en büyük, daima kendisidir. Bu nedenledir ki, her milliyetçilik özellikle de Türk milliyetçiliği “sonsuz geçmiş ile sonsuz gelecek” iddiasını taşır. Kendisine asla ayna tutmayı düşünmez, hep başkasının davranışlarına ayna tutar. Yani kendisi hiç hata yapmaz, hep başkaları hata yapar.

Çünkü her ulus devlet ve her milliyetçilik kendi “milli tarihi”ni yazarken, sadece kendini yazmakla kalmaz, “kendimin” diye etrafındaki komşularının “milli” değerlerini de az ya da çok ama mutlaka kendine mal eder. Ki bunu en kapsayıcı olarak Batı Avrupa gerek tek tek gerekse ortak olarak Avrupa merkezli dünya tarihini (Avrupa Merkezciliğini) yazarken yaptı, halen de yapmaya çalışıyor.

Çünkü adını belli bir etnik gruptan alan her “milli” coğrafya, yine az ya da çok ama mutlaka komşunun “milli” coğrafyalarını içerir. Ve her “milli” coğrafyanın jeopolitiği kendisince çok ama çok önemlidir. Bu önem, her coğrafyanın siyasete az çok veri sunmasının çok ötesinde bir anlamla “bulunduğumuz coğrafya önemlidir” şeklinde propaganda edilir.

Çünkü sınırları çizilmiş her “milli” coğrafyadaki X, Y, Z ulusu yine az çok ama mutlaka başka halkları, ulusları, etnik yapıları içerirler. Ve çünkü adına “milli” kültür denilen her kültür yine bulunduğu bölgenin ve komşu halkların, toplumların kültürleriyle karşılıklı olarak geçişlidir.

Kısacası, başta belirttiğimiz bu üç coğrafyada olmak üzere saf bir ulus, ulusal coğrafya, ulusal kültür ve tarih yoktur, olamaz da.

Ulus ve ulusal devlet elbette bugün ve hatta son 200 yıldan bu yana bir realitedir. Kürtler de bu realiteyi yaşayacaklar. Oluşumu nasıl uzun yılları aldıysa erime sürecinin de uzun yıllar alacağı kesindir. Dün aşiretçi, feodal, yerel, bölgesel değerler ile uluslararası olana karşı mücadele içinde ulus devlet yaratılıp şekillendirilmişti. Aynı ulus devlet günümüzde bu kez güçlenen yeni yerel ile evrensel (uluslararası ya da uluslar ötesi) olana karşı yetki devri sürecine girdi. AB’nin birkaç adım önde geliştirdiği bu süreci diğerleri birkaç adım geriden izlemektedirler.

Sermayenin geliştirdiği evrenselleşmenin moda deyimle küreselleşmenin trend olarak devam ettiği; ancak sorunlu ya da inişli çıkışlı devam ettiği görülmektedir. Ki bu sermayenin yapısı gereğidir. Her ciddi ekonomik krizde, serbest piyasa iddialarının Kâbe’si ABD ve diğer Batılı devletlerde, ekonomiye gelmiş geçmiş en büyük kurtarma operasyonları ile müdahale edilmesi, belirttiğimiz zikzakların başında gelmektedir. Sermayenin küreselleşme trendinin nasıl zikzaklı ya da kendi içerisinden gelen engellerle karşılaştığını Marks’tan aktaralım:

“Sermayenin durmaksızın yöneldiği genellik, bizzat sermayenin kendi yapısı içinde ayak bağlarıyla karşılaşır; gelişmenin belli bir aşamasında bunlar, bizzat sermayenin bu dinamiğinin önündeki en büyük ayak bağı olduğunun anlaşılmasını sağlayacak ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini ortadan kaldırmasını zorunlu kılacaktır.”(9)

Sermayenin, emperyalist sermayenin sınırları aşması hem kendi içerisinden gelen ayak bağları nedeniyle sorunludur hem de sınırları aşması daima işgal ve fetihleri içermiştir. Çünkü sermayenin evrenselliğinin sınırlarını daima peşinde koştuğu çıkar yol haritası belirlemiştir. Buna karşın emeğin ve komünist hareketin evrenselliğini; dünya halklarının, uluslararası emeğin ve organik bir parçasını oluşturduğu kürenin ortak geleceği ile çıkarları belirler. Gerçek ve kalıcı evrenselleşme, halkların büyük kardeşlik düzeninin kurulması ile mümkündür. Ki bu ancak ve ancak kapitalist özel mülkiyet düzeninin dünya çapında ortadan kaldırılacağı kültür egemen komünist düzenle kurulabilir.

Son yüz yılı aşkın bir süredir “milli” yarar siyaseti, gereği petrol ve diğer yeraltı maden ile enerji kaynakları üzerinde sürdürülen kanlı kavgalar, yarın tatlı su kaynakları başta olmak üzere başka kaynaklar üzerinde büyüyerek devam edecektir. Özellikle de 21. yy. da artan oranda; Nil Bölgesi olarak anılan Etopya, Uganda, Kenya, Ruanda, Tanzanya, Sudan, Mısır’ın Nil suyu üzerindeki; Almanya, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Romanya ve Ukrayna’nın Tuna nehri üzerindeki ve somutumuzda Fırat ile Dicle nehirlerinin suyu üzerindeki “milli” paylaşım kavgaları artarak devam edecektir.

Ancak belirtelim ki nehirler, yeraltı zenginlik kaynakları sonradan belirlenen ulusal sınırlardan çok ama çok önceden oluşmuşlardı. Mevcut ulusal sınırları aşan nehir ve doğal kaynaklar üzerinde “milli” egemenlik kurma arayışı doğanın yapısı ve işleyişine aykırıdır, aptalcadır! Ocak 2015

[email protected]

 

Kaynakça:
1- Vecdi Gönül, Taraf Gazetesi, 11.11.08

2 – Ümit Kardaş, Taraf Gazetesi 29-11-2008

3 – Nihal Atsız, Ötüken Dergisi, sayı 28-29, Aktaran İsmail Beşikçi, Doğu Mitingleri’nin Analizi, 1967, Yurt Yayın

4 – İsmet Tümtürk, Milli Yol Sayı 14, Aktaran İsmail Beşikçi, a.q.e sy. 66

5 – İmza, Haşim Tosun, Kurmay Alb. Politika D. Başk.

6 – Rıdvan Akar, Can Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi sy: 91-103 İmge yay

7 – Güngör Uras, Milliyet Gazetesi 28-11-2008

8 – Aktaran: Ümit Kardaş 29-11-2008 Taraf

9 – K. Marx, Gründrisse, sf 449 Birikim yay

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights