Ana SayfaSIYASETDİK DURAN NİKBİNLİK:SABAHATTİN ALİ/TEMEL DEMİRER

DİK DURAN NİKBİNLİK:SABAHATTİN ALİ/TEMEL DEMİRER

“Non segnis stat

remeatque dies.”[1]

Cumhuriyet tarihinin -bilinen- ilk “faili (belli) meçhul”üdür Sabahattin Ali; elbette bilinmeyenler hariç.

Kafası taşla ezildi; başka bir rivayete göre bir polis amirinin elinde kaldı. Sabahattin Ali cinayeti, elbette “faili meçhul” bir cinayet değildir. Devlet, Ali Ertekin’i kullanmıştır. Ancak işin içinde devlet olduğu için cinayet hep “meçhul” kalmış/ bırakılmıştır.

Cinayeti üstlenip, “milli duygularla” Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü söyleyen Ali Ertekin, hırsızlık nedeniyle ordudan atılan, bir süre Milli Emniyet’te çalışmış bir kişidir. 1950’dr hüküm giyer, aynı yıl çıkarılan Af Kanunu’yla serbest kalır.[2]

1948’de Kırklareli’nde katledildiğinde 41 yaşındaydı Sabahattin Ali ve yanında, kırık piposu, gözlüğü ile yırtık not defteri, bir de dolmakalemi vardı. O günden beri hep 41 yaşında kaldı…

Of’lu bir baba ve Bandırmalı bir anneden 1907’de Gümülçine’de doğdu.

Subay olan babası Osmanlı döneminde, bugünkü adıyla Kırcali’ye bağlı olan, Ardino’ya (Bulgaristan) atanır. Sabahattin Ali 1907 Şubat’ının yirmi beşinde dünyaya gelir. Babasının tayini İzmir tarafına çıkınca Balıkesir’in Edremit ilçesine yerleşirler. Okumaya meraklı bir çocuktur. Yüzündeki pırıltıdan dolayı komşuları ‘Sabah Yıldızı’ lakabını takar. Balıkesir Muallim Mektebi’nde okur.

Bir gün okulda bir disiplin suçu işleyince okuldan atılması istenir. Zeki bir çocuğu kaybetmeyi kabullenemeyen bir hocasının yardımıyla İstanbul Erkek Muallim Mektebi’ne geçişi yapılır. Buradan mezun olur. İlk şiir ve öykülerini ‘Çağlayan’ dergisine verir ve yayımlanır. 1927 yılında Yozgat Cumhuriyet İlköğretim Okulu’na öğretmen olarak atanır. 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursunu kazanır ve dört yıllığına Almanya’ya Almanca eğitimi almaya gider. Berlin’de kaldığı pansiyonu işleten Florence Puder’e âşık olduğunu Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektuptan öğreniriz.

Sabahattin Ali, Templin’deki okula geçiş yapar. Burada bir Alman öğrencinin hakaretine maruz kalır. Alman öğrenci “Pis Türk, Alman hükümetinin parasıyla burada parazit gibi yaşıyorsunuz,” deyince Sabahattin Ali özür dilemesini ister. Çocuk özür dilemeyince bir tokat atar. Alman hükümeti Sabahattin Ali’nin bursunu yarıda keser ve Türkiye’ye gönderir.

Almanya dönüşünden sonra bir gün ‘Resimli Ay’ dergisinin kapısını çalar ve Nâzım Hikmet’in odasına girer, Nâzım ile tanışır. Elindeki öyküyü verir, oradan ayrılır. Öykünün adı ‘Bir Orman Hikâyesi’dir. Nâzım, Sabahattin Ali çıktıktan sonra Zekeriya Sertel’in odasına gider ve şöyle söyler: “Bu gençte çok iş var. Bana Mozart ile Beethoven’ın buluşmasını hatırlattı.”

Almanya’ya giderken trende bir kitap okur. Kitap komünizm üzerinedir. Siyasal çizgisine bu kitap ile tanışır. 1930 yılında Aydın Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Çocuklarla çok ilgilenir. Onu çekemeyen öğretmen arkadaşları şikâyet eder komünizm propagandası yapıyor diye. Ve ilk cezaevi ile tanışıklığı burada başlar. İlk romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’un kahramanı ile bu cezaevinde tanışır. Mert delikanlı Kuyucaklı Yusuf’un üzerinden Edremit’i ve ailesini işler romanda. Üç ay sonra tahliye edilir.

1931’de Konya’ya atanır. Cemal Kutay ile tanışır. Kutay’ın çıkardığı ‘Yeni Anadolu’ gazetesine makaleler yazar. Ve ilk romanı olan ‘Kuyucaklı Yusuf’ tefrika hâlinde bu gazetede yayımlanmaya başlar. Telif hakkını alamayınca ‘Kuyucaklı Yusuf’u yazmayı bırakır. Kutay ile fikir ayrılığı da bu kararını tetikler. Kutay ve arkadaşı Remzi (soyadı bilinmiyor) bu durumu kabullenemezler. Bir fırsatını bulup Sabahattin Ali’nin bir şiirindeki dizelerde “Atatürk’e hakaret”ten şikâyet ederler.

Evet, yazdığı bir şiirle tutukluluk hayatı yeniden başlayacaktır Sabahattin Ali’nin, yıl 1932, “Gerekçe” ise, “Atatürk’e hakaret”tir! Sabahattin Ali tutuklanır. On dört ay ceza alır. Mayıs 1933’te Sinop Cezaevi’ne gönderilir.

Bugün dilimizden düşürmediğimiz ‘Hapishane Şarkıları’ şiirlerini yazar. En başta gelen ‘Aldırma Gönül Aldırma’dır. Cumhuriyetin onuncu yılında genel af ile tahliye edilir.

Ankara’da Devlet Konservatuvarı’nda tiyatro yönetmeni Carl Ebert’in çevirmenliğini yapar. Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat (Yayın) bölümünde çalışır. Hasan Âli Yücel’in başlatmış olduğu dünya klasiklerini Türkçeye kazandırma girişiminde yer alır. Alman klasiklerini çevirir. İkinci romanı ‘İçimizdeki Şeytan’ı 1940’ta çıkardığında Nihal Atsız bu romanı kendisine hakaret kabul eder ve dava açar. Sabahattin Ali davayı kazanır.

Herkesin yıllardır hayranlıkla okuduğu, herkesin zihninde farklı bir Maria Puder oluşturduğu ‘Kürk Mantolu Madonna’yı 1943 yılında yayımlatır. Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi sindiremez. 1944’te kendi çıkardığı ‘Orhun Dergisi’nde Başbakan Şükrü Saracoğlu’na ‘Açık Mektup’ ile şikâyet eder. Mektupta şunları yazar: “Bugün Maarif Vekâleti’ne bağlı dil kurumu azasından ve Ankara Devlet Konservatuvarı’nın öğretmenlerinden bir Sabahattin Ali vardır. Hemen hemen kendisini tanıyanların komünistliğini bildiği Sabahattin Ali, 1932’de Konya’da on dört ay hapse mahkûm edilmiştir. Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin bir mühim mevkiinde, Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır. Maarif sahasının bu mikroplara nasıl bulaşmış olduğunu gösteriyor. Bağlılığın ispatı için bunların vazifelerine derhâl son verilmelidir.”

Zekeriya Sertel’in çıkarmış olduğu ‘Tan’ gazetesine yazılar yazar ‘A. Metin’ takma adıyla. 4 Aralık 1945’te üniversite öğrencileri bilinçli olarak örgütlendirilir. İstanbul’da o yıl sıkıyönetim vardır. Tan gazetesine saldırırlar ve gazete kapanır. Halet Çambel o günlere dair şunu anlatır: “Tan gazetesine saldırıların olduğu sırada, Zekeriya Sertel, İstanbul Emniyet Müdürü’nü telefon ile arar ama o pek oralı olmaz. Eşim Nail Çakırhan o gün gazetede, üst kattaki gayrimüslim esnaf tarafından kurtarılıyor.”

Sabahattin Ali, Aziz Nesin’in fikriyle ‘Markopaşa’ dergisini çıkarır. Tek partili CHP iktidarını sert yazılarıyla eleştirir. Dergi defalarca kapatılır. Ve 1947’de artık işsiz kalmıştır. Son yazısını 1 Şubat 1948 yılında M. Ali Aybar’ın çıkardığı ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesinde yazar. Yazı ne kadar M. Ali Aybar tarafından sansürlense de gazete kapanır ve Aybar tutuklanır.

En son Paşakapısı Cezaevi’nden çıkar, kamyonculuk yapmaya başlar. Avukatı M. Ali Cimcoz’un bir yakınının desteğiyle… Sabahattin Ali’yi yıldırmaya çalışmışlardır. Artık Türkiye’de ona yaşamayı çok görürler. Kaçmaya karar verir.

1948 Mart’ının sonunda Paşakapısı Cezaevi’nde tanıştığı berber Hasan’ın ayarladığı Ali Ertekin ile birlikte Trakya’dan kaçış yolculuğuna çıkar. Yakın arkadaşı Rasih Nuri İleri birkaç hafta sonra berber Hasan’a gider. Rasih Nuri İleri ve Sabahattin Ali kaçmadan önce aralarında haberleşme aracı olarak ‘yeşil mürekkepli dolmakalem ile imza atılmış kartvizit’ kullanırlar. Rasih Nuri birkaç hafta sonra Edirnekapı’da bulunan berber Hasan’a gider ve kartviziti alır. Karta göre Sabahattin Ali yurtdışına çıkmıştır. Aylar sonra Sabahattin Ali’nin cesedi Istranca Ormanı’nda bir çoban tarafından bulunur.

Jandarmalar oraya gömer. Yakın köylerden Beypınar Köyü’nde bir adam kaybolmuştur. Jandarma, bu adama ait olabilir şüphesiyle Sabahattin Ali’nin cesedini yerinden çıkarıp köye, adamın karısına götürür. Kadın “Benim kocam uzun boyluydu, kısa boylu değildi” der ve ceset köyün merasına gömülür. Ali Ertekin yakalanır, Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eder. Ceset Kırklareli’ndeki devlet hastanesine götürülür ve otopsiden sonra Sabahattin Ali’nin kemikleri kaybolur. Sabahattin Ali için ne kadar faili meçhul desek de 17.000 kayıp insandan biridir hâlâ![3]

Satın alınamamanın, namuslu, dürüst yani insan olmanın ve kalmanın onurundan, dik duruşundan asla vazgeçmeyen Sabahattin Ali, çıkardığı ‘Ali Baba’ isimli mizah dergisindeki ‘Ne Zor Şeymiş’ başlıklı yazısında “Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Nerdeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar! ‘Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi!”[4] diye haykırırken; yaşa(tıl)dıklarını da özetler sanki.

Bütün toplumcular, muhalifler, dik duranlar gibi, devlet Sabahattin Ali’nin de peşine düşmüştür. Örneğin 1947’de yayımladığı ‘Sırça Köşk’ kitabı, 1948’de Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılırken; Fransa’ya gitmek isteyen Ona, pasaport verilmez.

Cezaevleri, davalar, baskılar ve işsizlik sarmalında çıkışsız bırakılan Sabahattin Ali, devletin cepheden saldırıyla yüz yüzedir.

Mesela Sabahattin Ali, İtalyan komünist yazar Ignazio Silone’nin ‘Fontamara’ adlı yapıtını 1944’te çevirmiştir. Sabahattin Ali’nin bu çevirisi 14 Şubat 1949’da Meclis gündemine gelir. CHP Maraş Milletvekili Emin Soysal’ın “ihtilalci fikir ve hisleri taşıyan bir kitabı hararetle telkin ve propaganda amacıyla tavsiye eden müdür” hakkındaki sorusu üzerine Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu “Sözü geçen kitap budur” diye “Fontamara”yı gösterir ve “Bu kitabın bir ara Köy Enstitülerine sokulduğu işitilmişti. Hâlen böyle bir şey vakı değildir. Bu kitabı tavsiye eden kimdir?” diye sorar.

Emin Soysal kürsüye çıkar: “Kitabı, bu kitabı tercüme eden meşhur Sabahattin Ali’dir. (Lanet olsun, sesleri) 17 sene evvel Atatürk, Konya’da vatanı kurtardığı zaman bu adam aynı sene de vatanı kurtaranlar aleyhine yazdığı şiirle ve bu arada yaptığı hareketleriyle, bu hareketlerinin, biz vatan için tehlikeli olduğunu ifade ettiğimiz zaman, o zaman münevver geçinen birçok kimse bizi adeta başka şeylerle telin etmek yolunu tutmuştu. Yüce Tanrı’nın işine bakınız ki, tam 17 sene sonra bütün kötülüklerin, gafletlerin kara perdesi sıyrılarak kendi eliyle iddialarımızı komünistliğin ve komünistliği hiyaneti vataniyeye götürecek kadar kati olduğunu kendileri de ispat etti. İşte bu adam bu çeşitli kitapları tercüme eder ve yazardı. Bu kitaplardan birisi İtalyancadan tercüme edilen sözde faşist aleyhtarı, mükemmel faşistlik ve ihtilalcilik hazırlayan ve telkin eden Fontamara adlı kitaptır. Bu kitabı tercüme ettikleri ve enstitüye soktukları sıralarda Sabahattin Ali sureti mahsusa da Köy Enstitülerine tetkik ve adeta teftişe gönderiliyordu.”

DP’li Şevket Mocan, 20 Aralık 1950 tarihinde komünizm tehlikesi üzerinde dururken “Hududu geçerken geberen Sabahattin Ali’ler, mekteplerimize kadar sokulmuş, vazife verilmiştir. Nâzım Hikmet şiirleri mektep kiraat kitapları hâline getirilmiştir. Sanki dört serserinin kafası ezilirse bize ilanı harp edilecek, böyle taviz verilirse vatana tevcih edilmiş emperyalist emeller değişecek” der. 23 Mart 1966 tarihinde AP’li Osman Zeki Efeoğlu, komünizm tehlikesine dikkat çekerken bazı kitapları kürsüden gösterir: “Bakınız. Lenin, Karl Marx, Karl Marx’ın eseri Kapital, Lenin’den Seçme Yazılar, Ücret, Emek ve Sermaye, yine Lenin’den, yine Engels’in, yine Kapital, yine Nâzım Hikmet’in… Biliyorsunuz Nâzım Hikmet Türkiye’den Moskova’ya kaçmış, ‘Ben Moskova’nın çocuğuyum, beni Stalin yarattı’ diye beyanat vermiş, soyadını değiştirmiş, komünist olduğunu bütün dünyaya ilan etmiştir. (…) Bunun dışında yine Moskova’ya kaçarken öldürülen Sabahattin Ali’nin sekiz tane eseri neşredilmiş ve piyasaya çıkmıştır.”[5]

Özetle bir şiirinde, “Göklerde kartal gibiydim,/ Kanatlarımdan vuruldum;/ Mor çiçekli dal gibiydim,/ Bahar vaktinde kırıldım” diyen Ona kıyılmış ve kırılmıştır!

Gözü pek, kararlı mücadeleci kişiliğiyle O; Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la beraber çıkardığı ‘Marko Paşa’, sansüre uğrayıp kapatılınca aynı kadroyla ‘Malum Paşa’ isimli dergiyi çıkardı. ‘Malum Paşa’ da sansüre uğrayıp kapatılınca ısrarcı bir tavır sergileyen kadro ‘Merhum Paşa’yı çıkarmıştır. ‘Merhum Paşa’ da sansürlenip kapatılınca, derginin ismini değiştirip ‘Ali Baba’ koymuşlardır.

Mücadelesinde geri adım atmayan gözü pek, özü sözü bir Sabahattin Ali’nin Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği yaptığı dönemde, İstanbul’dan dönüşlerinden birinde trenden inmiş, bir de bakmış, istasyondaki sivil polis kendisini izliyor. Sabahattin Ali’nin elinde iki valiz varmış, hava da sıcak mı sıcak, polis de peşinden geliyor. Ali biraz yürüdükten sonra, durup polis memuruna, “Nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin. Hava da sıcak, bari şu valizin birini de sen taşıyıver,” demiş; polis de bir an şaşırıp durakladıktan sonra, “Pekâlâ, insanlık öldü mü?” deyip, bavulun birini yüklenmiş, iki eski dost gibi ahbaplık ede ede eve kadar gitmişlerdir.

Böylesine bir yaşamda; “Biz demişiz ki: bu memleketin istiklali her şeyden üstündür. Milletin oluk gibi kan akıtarak kazandığı bu istiklali, siyasi oyunlara alet edip, elden kaçırmayalım. Sömürücü devletlerin elinde oyuncak olmayalım

Cevap vermişler: Hain, satılmış, Bolşevik ajanı!

Biz demişiz ki: halkın selametini temin ile vazifelendirilmiş olanların siyaset oyunlarına katılmağa, halka zulmetmeğe, onu dövmeğe ve halkın sırtına binmeğe, onu tabutluklarla kapatmağa hakları yoktur. Bunun önüne geçilsin.

Cevap vermişler: Bozguncu, devlet düşmanı, anarşist!

Biz demişiz ki: yıllardan beri arkası gelmeyen dalavereler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezaletleri, esrarı çözülmeyen cinayetler, millet malı soygunculukları alıp yürümüştür. Öte yanda, millet karasabanın arkasında donsuz didiniyor. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz.

Cevap vermişler: Müfsid, tezvirci, komünist!

Biz bir fikir ortaya atmışız onlar bize cevap yerine, küfür savurmuşlar. Bu tür bir mücadelenin zevkli olmadığı meydanda… Lâkin, yüreğimizi ferahlatan cihet şu ki, halk, o iyiyi kötüden, doğruyu eğriden ayırmakta hiç şaşmayan varlık, hep bizim tarafımızı tutuyor. Var olsun…” diyen O; hep dik durmuş ve bu konumuyla yazmıştır.

Bu öylesine net bir dik duruştur ki, “Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu,”[6] notuyla O; “Hayatın bir değişmeler silsilesi ve her değişmenin bir tekamül olduğunu anlamayanlar yobaz kafalı insanlardır…”  “Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım. Fakat aptal olmaktansa biraz daha rahatsız yaşamak daha iyidir bence,” diye eklerdi yüksek sesle ve kuşkusuzca…

Örnek çok… Mesela, Aydın Erkek Ortaokulu’nda öğretmenlik yaparken, öğrencilerin dolaplarında, Türkiye gizli Komünist Partisi’nin ‘Kızıl İstanbul’ adlı gazetesi bulunur. Tanıklar, öğrencilerin Sabahattin Ali’nin etkisiyle bu gazeteyi edindiklerini söylerler ve tutuklanır.

Sonra konuya ilişkin olarak tutuklandığı mahkemede şunları söyledikleri: “Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karın doyurmak ve giyinmek için olanakları araştıran bir makine değildir. İnsan beyninin ekmek parası dışında ilgilenmesi gereken sorunları vardır. Bunların gündelik yaşamla ilgisi yoktur…

Bana suç atmalarının nedeni benim kendi çevremden ayrı yaşayışım, hatta onlara biraz da tepeden bakışımdır. Bu çok doğaldır. Çevrem beni tatmin etmediği sürece onlardan uzaklaşmaya ve beni doyuran kitaplara dönmeye mecburum…

Onlara benzemeyişim ve doğanın beni bunların üstünde yaratmış olması benim suçum değildir. Bunları övünmek için yazmıyorum. Ben düşünen ve kendini bilen bir insanın başka türlü yapacağını düşünmüyorum…”

Dönemindeki mücadelenin doğrudan etkilediği ve Sabahattin Ali’nin de bunlara bigane kalmadığı açıktır.

Mesela Nâzım Hikmet, Onun ile tanışmalarını: “Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikâyelerinden birini bıraktı çıktı. Bu hikâye orman sanayinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesir altında yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlarından hissediliyordu. Hikâye basıldı (…) İlk yazısını bize getirişi Sabahattin’in antiemperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu. Gerek dostluğumuz, gerekse Resimli Ay’ın o zamanki çevresine girişi, gerekse sonraları Sinop Cezaevi’nde parti üyelerinden bazılarıyla tanışması Sabahattin Ali’nin sosyalist idealleri benimsemesinde tesirli oldu,”[7] diye aktarırken; Sabiha Sertel de ekler:

“Sabahattin Ali Almanya’da ilerici edebiyatla temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm henüz belirli bir şekil almamıştı. Nâzım onu yalnız realist sanata değil sosyalizme de çekmeye çalışıyordu. Sabahattin’i roman yazmaya teşvik eden Nâzım oldu.”[8]

Zekeriya Sertel de, Sabahattin Ali için “Az zamanda hepimizin sevgisini kazanmıştı. Çok zeki, çok canlı, kabına sığamayan cıva gibi bir adamdı. Onu tanıyıp da sevmemek olanaksızdı. Matbaaya daima elinde bir kitapla gelirdi. O zaman en çok sevdiği adam, büyük Alman şairi Goethe ve Alman romancısı Thomas Mann’dı. Onların yapıtları elinden düşmezdi. Nâzım Hikmet, bu gençte yeni ve büyük bir cevher görmüştü, onu bir yandan kazanmaya, öte yandan da sanat hayatında yetiştirmeye başlamıştı,”[9] saptamasında bulunur.

Ayrıca anti-faşist demokratlığıyla maruftur O…

1930’lardan itibaren Almanya ile İtalya’da baş gösteren ve giderek Japonya’ya kadar uzanan faşist dalga, Türkiye’deki Sovyet yakınlaşmasını kırarak tersine çevirmiş, Osmanlıcı yayılmacılık düşleri hortlamış, yöneticisinden yazarına kadar Turancılık baş tacı edilirmiş, Nazizm taraftar toplamaya başlamıştı. Sabahattin Ali, 1939’da ‘İçimizdeki Şeytan’ başlıklı romanını Ulus gazetesinde yayımladığında, Turancılar ayağa kalkar. Nihal Atsız, Rum olmakla suçladığı Sabahattin Ali’ye, iftiralar atarak, hakaretlerde bulunup şunları der:

“Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için -Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için’ tanımlamasıyla başlayan yazı: ‘Biz Türkçülerle siz komünistlerin, fikir sahasında anlaşmamıza imkân olmadığı için, toplu bir hâlde, yumruklarımızın hakkını vererek çarpışmamız pek hoş olurdu. Çünkü fikirlerin hâlledemediği davaları kan hâlleder. Gerçi komünistler bu yiğitliği gösteremez. Fakat benim sana gayet samimi ve erkekçe bir teklifim var: Sen yedek subay olduğun için süngü kullanmasını bilmen icap eder. Bu davayı kökünden hâlledebilmek için benimle, şehirlerden çok uzak bir yerde süngü ve kılıçla bir ölüm-dirim çarpışmasını göze alacak kadar yüreğin var mı? Biz birbirimize ölüme kadar düşmanlık güdecek olan iki zümreyiz. Fikir savaşından bir sonuç çıkmadığını biliyorsun”![10]

Kışkırtıcı yayımların devam etmesi üzerine hakaret davası açan Sabahattin Ali, Nihat Atsız’ı mahkûm ettirir ettirmesine ama, duruşma sırasında çıkan gösteriler nedeniyle, mahkeme binasının birinci katından atlayarak, canını zor kurtarır.

O günlerde ülkeye egemen olan tek şey korkudur. Bu dönemde lisede okuyan bir öğrencinin çantasından çıkan mektuplar, öğretmenlerini polise götürecek derecede körleştirir. Gencin adı, Attilâ İlhan’dır. Tüm suçu, Nâzım Hikmet’i sevmesi ve bu şiirleri arkadaşlarıyla bölüşüyor olmasıdır. Attilâ İlhan, kırk kuşağını, “Sanki kuşatılmış bir fedailer mangasıydı bu, umutsuz olduğunu önceden bildiği çetin bir savaş veriyor; teker teker eksiliyor, tuz parça oluyor, yine de özgürlüğün şarkısını söylemekten vazgeçmiyordu. Diktanın baskı aygıtı mükemmeldi. Siyasi polis, işi gücü bırakmış, şairlerin peşine düşmüştü” diye betimler.[11]

Sevilen, sayılan dikkate alınan bir kişilik, isyancı bir âşıktı O…

“Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül edemeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir” sözleriyle aşkı tanımlayan Sabahattin Ali; ‘Değirmen’ başlıklı hikâyesinde, “Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o? Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?” diyerek de sevdanın yerine yalanı ikame edenleri deşifre etmişti…

Sabahattin Ali, eşi Aliye Hanım’a 1935 senesinde henüz evlenmedikleri ancak hazırlıkların sürdüğü dönemde başlayan mektuplarından birinde, “Şimdi ömrümün tek bir gayesi var: Bir gün evvel sana kavuşmak, seni kollarımın arasına almak, güzel, temiz yüzüne saatlerce, senelerce hiç doymadan bakmak. Ancak o zaman tam neşeli, senin istediğin gibi neşeli olabileceğim. Senden ayrı, senden uzak bulunurken benden nasıl neşeli şeyler istiyorsun?”[12] diye sorduğu aşkına yazdığı mektubu ile birlikte ‘Değirmen, Dağlar ve Rüzgâr’ kitabını gönderir Sabahattin Ali, Aliye Hanım ise, “Bu şiirleri ve hikâyeleri okuyunca Ona kör kütük âşık oldum,”[13] diyecektir…

Kızı Filiz Ali’nin,[14] “Babamın öğretmen olması, çok önemliydi. Daha 20’li yaşlarından itibaren öğretmenlik yapmış bir insandı. Üstelik çok da seviyordu mesleği. Son yıllarda, eski evraklarını elden geçirirken, öğrencilerinden sayısız, mektup aldığını gördüm. Çok sevilen de bir öğretmenmiş,”[15] diye betimlediği Sabahattin Ali ilginç bir insandır; bir alay da örneği vardır bunun…

Sabahattin Ali ve içinde Aliye Hanım’ın da olduğu bir arkadaş grubu İçerenköy’de yapılan bir sünnet düğününe gider. Aliye Hanım ile evli değillerdir henüz. Düğünde bir iki saat kalınır, dönmek istediklerinde Sabahattin Ali’nin yanlarında olmadığını fark ederler. Onu, lüks lamba fenerle bir ağaç altında kitap okurken bulurlar…

Fikir suçundan hapse girdiğinde hücre cezası alır. Küçücük bu yerde kitap da verilmez. Cama mı yoksa duvara mı yapıştırılmış bir gazete parçasını yüzlerce kez okur, ezberler. Sağdan sola, aşağıdan yukarı da okur. Bunu hatırladıkça “Her ne pahasına olursa olsun bir daha hapse girmeyeceğim,” der.

Konuşmadığı anlarda cebinden bir kitap çıkarır okumaya başlar. Evde, misafirlikte, otobüste ayaktayken… Hep okur. Kitaplarını ödünç verdiği herkese temiz tutulmasını muhakkak söyler, küçük defterine kime, hangi kitabı verdiğini yazar ve geri getirildiğinde derhâl siler…

Dakikalarca vitrinlerde, kitabevlerinde kitapları inceler. Aybaşında, maaşını alır almaz ilk iş Ulus’taki Akba Kitabevi’ne gitmektir. Ara sıra kızı Filiz’i de götürür. Onu çocuk kitapları bölümüne salar, “Sen istediklerini seçedur,” der ve kendi hâline bırakır. Sonra da kızının seçtiği kitapları gözden geçirir, işe yarayan ve yaramayanları ayırır, yine de çoğuna peki deyip alır. Bu kitapçı serüveni en azından bir iki saat sürer…

Ankara’da Necati Bey İlkokulu karşısında, bir apartmanın çatı katında otururken bu evin bir adam boyundan kısa sandık odasını kendine kitap odası yapar. Eğri tavana ve iki yan duvara dünya yazarlarının resimlerini yapıştırır. Yerde dikine, yan yana sıralanmış kitapları durur. Bu odaya girer tozlarını alır, kapıdan bakar, güzel oldu değil mi der. Tavana yapıştırılmış yazarlarının resminin hizasına o yazarın bütün eserlerini dizer. “Böylece bulmak kolay oluyor,” der…

Süheyla Conkman ağabeyini şöyle anlatıyor: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardır ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: ‘Ata binesim geldi, hay dah dah, yâre gidesim geldi.’ Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de ‘Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı’ dedikçe şaka yollu tekrarlardı: Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yâr yâr aman… Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik”…

Mediha Esenel de onu şöyle tarif eder: “Çoğu kez kapıdan içeri bomba gibi girer, dehşet bir havadis patlatırdı. Son derece hazırcevaptı. Karşısındaki ne kadar hazırlıklı olursa olsun, bir lafın altında kaldığını görmemişimdir. Şakacılığı, muzipliği, zekâsı çarpıcıydı.”

Dost meclislerinde içinden geldiği gibi davranır. Sevdiği oyun Othello birden gözünün önünde canlanır yerinden kalkar, acemi aktörleri taklit ederek gördüğü oyundan bir sahne canlandırır…

Sevgi Sanlı, yazarın kitaplarını okuduktan sonra ona hayranlığını bildirdiğinde Ali’den şöyle bir karşılık gelir: “Eserlerini beğendiğiniz bir yazarı sakın gözünüzde büyütmeyin. Sanatçı içinde bir avuç altın bulunan çamura benzer. Altınını süzüp aldınız mı geriye tonla kum, çakıl kalır. Sakın yazarı gözünüzde tanrılaştırmayın”…[16]

Hepimize örnekti ve hâlâ da örnektir.[17]

“Görmesen bile denizi/ yukarıya çevir gözü/ deniz gibidir gökyüzü/ aldırma gönül aldırma,” dizelerindeki[18] nikbinlikle Sabahattin Ali…

 

N O T L A R

[*] Arasöz Dergisi, Nisan 2016…

[1] “Gün yerinde durmaz; geri de dönmez.”

[2] Ali Yıldız, “Genç Yaşında Kırılan Kalem: Sabahattin Ali”, Cumhuriyet Kitap, No:1167, 28 Haziran 2012, s.10-11.

[3] Metin Avdaç, “O Hâlâ ‘Sabah Yıldızı’…”, Radikal, 4 Nisan 2013, s.17.

[4] Sabahattin Ali, Asım Bezirci, Amaç Yay., 3. Basım, 1987, s.68-69. Kaynak: Ali Baba, 25 Kasım 1947.

[5] Türey Köse, “Hududu Geçerken Geberen Sabahattin Ali”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2012, s.8.

[6] Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, YKY, 2016.

[7] Nâzım Hikmet, “Sabahattin Ali Üstüne”, Sanat Emeği Dergisi, Nisan 1978.

[8] Sabiha Sertel, Roman Gibi, Ant Yay., 1969, s.133.

[9] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Gözlem Yay., 1977, s.276.

[10] 19 Temmuz 1940 İstanbul, www.bilgicik.com

[11] 1940 Toplumcuları değince de yaş sıralamasına göre, İlhami Bekir (Tez), Mustafa Seyit Sutüven, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, İlhan Berk, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, A. Kadir, Fethi Giray, Suat Taşer, Vedat Türkali, Mehmet Kemal, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Ahmet Arif, Attilâ İlhan, Arif Damar, Şükran Yurdakul anlaşılmalıdır. (1940 Kuşağı’nın Ulu Çınarı Rıfat Ilgaz, Hikmet Altınkaynak, Rıfat Ilgaz Sempozyumu, Çınar Yay., 2007, s.415.)

[12] Bahar Çelik Omur, “Canım Aliye Ruhum Filiz”, Evrensel, 25 Ocak 2014, s.12.

[13] Burcu Aktaş, “Sabahattin Ali Tuhaf Bir Şarkı Mırıldanırdı”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:699, 8 Ağustos 2014, s.8.

[14] Piyanist, müzikolog, müzik eleştirmeni ve yazar Sabahattin Ali’nin kızı Prof. Dr. Filiz Ali, “Kararımı verdim, kendi yaşımdakilerle pek görüşmüyorum. Gençlerden ümidim var. Türkiye’nin önünde atması gereken bir adım var ve bunu ancak gençlerle atabilir,” (Ömür Şahin, “Filiz Ali: Sabahattin Ali’nin Kızı Filiz Ali: Habire Düşünüyorum; ‘Nerede Acaba!’…”, Birgün, 16 Şubat 2015, s.13.) der…

[15] Deniz Ülkütekin, “Gençler Sabahattin Ali’nin Edebiyatını Daha İyi Anlıyor”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2015, s.9.

[16] Sabahattin Ali: Anılar, İncelemeler, Eleştiriler, Hazırlayanlar: Filiz Ali-Atilla Özkırımlı-Sevengül Sönmez, Yapı Kredi Yay., 2014.

[17] Haldun Taner, ‘Karşılıklı’ başlıklı öyküsünün sonlarında şöyle der: “Korkunun kalemine yapışması ölüm demektir yazar takımına. Yazar dediğin yazacak. Açık sözlü ve yürekli olacak.” (Haldun Taner, Yalıda Sabah, YKY, 2015, s.56-57.) Sabahattin Ali, hem açık sözlü hem de yürekli olmayı başardığından yıllardır en sevilen, en çok okunan yazarlarımızdan birisidir. (Ali Turgay Karayel, “Sabahattin Ali’nin Ardından”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2016, s.18.)

[18] ‘Dağlar ve Rüzgâr’daki şiirleri için Mart 1973 tarihli ‘Yansıma’da, “Benim için sağlam bir biçimcilik içinde, taze bir tekdüzeliği getiren şiirlerdir bunlar. Bir bağlama ezgisi gibiydiler… Bu sıcaklık vardır o şiirlerde. Özgün bir duyarlığın kav ateşiyle tutuşturulmuş Alevî değilse de o şiirler, Türkçe’nin içindeki geleneksel çoban ateşini getirirler. Sözcüklerin biçimci ellerini ısıtabiliriz o şiirlerde. Ozandan çok, Türkçe’nin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali,” der Ceyhun Atıf Kansu…

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights