Ana SayfaNIVÎSKARÊNCharlie Hebdo katliamı ışığında; ‘Barbar’ uygar ayrımı ve bir sentez

Charlie Hebdo katliamı ışığında; ‘Barbar’ uygar ayrımı ve bir sentez

15 Ocak 2015

GİRİŞ
07-01-2015 günü Paris’te mizah Dergisi Charlie Hebdo’ya karşı düzenlenen terör eyleminde 10’u aşkın karikatürist-gazetecinin katledilmesinin üzerinden barbar-uygar, Doğu-Batı ayrımı tartışmasının yeniden alevleneceği görülüyor. Dolaysıyla hem klasik sömürgecilik hem de klasik sömürgeciliğin çöküşünün ardından geliştirilen emperyalist yeni sömürgecilik ile birlikte  “uygar”, “barbar”,  Batı, Doğu sorunsalı üzerinde özet olarak duracağız.

2008 yılı Kasım ayında yapılan ABD başkanlık seçimlerini siyah derili Obama kazandı. ABD’de çoğunluğu beyazların oluşturduğu seçmen, Obama’yı başkan olarak seçti diye; dünya basını, siyaset ve aydınları, “Beyaz Adam”ın erdemlerini, ABD rejiminin “demokratik” işleyişini konuşmuştu. Genelde “Beyaz Adam”a, özelde de ABD “demokrasi”sine övgüler yağdırılmıştı. Bir anda, “Beyaz Adam”ın tarih içerisinde işlediği günahların tümü unutuldu. Denilebilir ki, Obama’nın seçilmesi, “Beyaz Adam”ın ırkçı siyaset ve uygulamalarının aklanmasının doruğunu oluşturdu. Kısacası, herkes ama herkes “Beyaz Adam”ı kutladı, yüceltti ve bir nevi yeniden keşfedilerek beş yüz yılı aşkın bir süredir Afrika, Asya başta olmak üzere dünya halklarına yaptıkları unutturulmaya, bilinçli unutturulmaya çalışıldı ama ABD’de halen beyaz adam (polis) siyah halkı sebepsiz yere katletmeye devam ediyor!

Unutturulmak istenen neydi?

Cenevizli Tedisio d’Orio’nun 1310’da Kanarya Adaları’na ulaşmasıyla yeni bir aşamaya sıçrayan Avrupa ile Afrika ilişkisini, süreçte Avrupalıların yayılma, egemenlik kurma siyasetlerini sistemleştirecek olan sömürgeleştirme adımları izleyecekti. Cenevizliler, hemen ardından da Fransızlar 1365’lere doğru Afrika’da ilk ticari üsler (koloniler) edineceklerdi. Derken İspanyol ve Portekiz donanmalarının Afrika sahillerinde görülmesiyle Batılı “Beyaz Adam”ın yaygın işgal ve sömürgeleştirmeleri başlayacaktı. Çok geçmeden bu kez İngilizler, Hollandalılar, Belçikalılar yani tüm Batılı emperyalist sömürgeciler Afrika, Asya ve L. Amerika’yı aralarında yer yer kanlı kavgalarla paylaşarak sömürgeleştireceklerdi.

Yüzyılları kapsayan bu süreçte, utanç verici köle ticareti başta olmak üzere, siyah derili ve esmer halklar ve bir adım geriden Amerikan yerli halkları neler çekti? Bu sorunun yanıtının şu ana kadar yazılan kitaplara sığdırıldığını düşünmek saflık olur. Beyaz Adam’ın beş yüz yılı bulan uygulamalarını ve bunların sonuçlarını ancak ve ancak uygulamaya maruz kalıp halen hayatta sağ kalanların yanı sıra, hayatını kaybeden insanlar, dahası köle ticaretinin aracı olan gemiler ve siyahların köle yapılmak için “Beyaz Adam”ca avlandıkları dağlar, ovalar dile gelip konuşsalardı, Beyaz Adam’ın marifetleri o zaman kavranabilir.

Emperyalist sermaye ve rejimleri, Obama’lar üzerinden geçmiş kirli tarihlerini aklayabilirler. Ama halklar, onların devrimci, komünist, hümanist aydın ve siyaset dinamikleri bu kirli tarihi asla ve asla aklamazlar. Yeni bir gelişme ve değişme varsa bunun adını koyar, niteliğini saptarlar; ama sermaye ve rejimlerinin kirli tarihlerini aklamazlar.

Batı ile Doğu ya da sömürge ile sömürgeci rejim ilişkilerini konu alan bir yazıyı kaleme alırken, başta böyle bir ön vurguya ihtiyaç duyduk. Zira, yarın öbür gün Batılı emperyalist rejimlerin her biri kendi Obama’sıyla geçmiş kirli tarihlerini aklama, unutturma arayışına girebilirler. Halkların ve devrimci, ilerici dinamiklerinin tarih hafızaları diri ve derin olmak zorundadır.

Türk rejimi de, Kürt halkına ve diğer azınlık ulus halklarına asimilasyondan kanlı katliamlara, dahası soykırımlara varan uygulamalarına rağmen; “benim Obama’larım zaten vardı, Kürtler her daim bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olabiliyorlardı” deyip Batı ile demokrasi ve geçmiş tarihi aklama yarışına girebilir ki Kürt etkin siyasetinde gelişen “Türkiyelileşme”  yönelimi ile bunu daha rahat başarabilme zemini yakalayabilir.

Yazının asıl konusu ile bağlantılı olarak bir ön vurguyu daha belirtmek istiyorum. Köle sahibi, kölesine; feodal ağa ya da senyör tarlasında çalıştırdığı marabaya; kapitalist işveren, çalıştırdığı işçiye; sömürgeci rejim, sömürgeleştirdiği ülke halkına hep aynı şeyi söyler:

“Ben sizi besliyorum, barındırıyorum”, “size bakıyorum”, “sizi uygarlaştırdım”, “ama siz nankörlük ediyorsunuz, yediğiniz ekmeği, aldığınız ücreti hak etmiyorsunuz”(!!!) Kısacası tarih içerisinde egemen sınıfların, egemen kültürü olarak; çalışmayan, üretmeyen asalak egemen güçler/sömürenler çalıştırdıklarının, sömürdüklerinin yani üretim yapanların sırtlarında yük oldukları halde, tam tersi bir propaganda ile emekçilerin kendilerine yük olduğunu iddia ederler. Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye rejimi de kurulduğundan bu yana Kürdistan için benzer bir propagandayı hep sürdürmüştür: “Doğu ve Güneydoğu illerinin merkezi bütçeye katkılarının, aldıklarından çok düşük olduğu” iddiası gerek hükümet kaynakları gerekse rejim yanlısı aydınlarca halen söylenip durulur. Madem Kürdistan size ekonomik ve sosyal yük oluşturuyor, o halde Kürdistan’ı, Kürt halkının özgürlüğü uğruna onca isyan ve savaşına rağmen denetiminizde tutmakta neden ısrar ediyorsunuz?

  1. Kürdistan, Türkiye rejimi için yük mü değil mi? Gerek jeostratejik açıdan, gerek yerüstü ve yeraltı zenginlik kaynakları açısından, gerekse de tarım ve insan kaynakları yönünden sorunu ayrı bir yazız konusu.

Avrupa’nın Tekrar Asya’dan “Doğma”sı ve Yeni Bir Sentez!

Siyah derili halkın başta köle ticareti olmak üzere, çektiği acıların boyutunu tarif etmenin mümkün olmadığını yukarıda belirttik. Dünya çapında soruna bakıldığında, köle ticareti ve sömürgeleştirilmenin en ağır bedelini bir adım önde Afrika kıtası halkları ödemiştir. Ancak, çekilen acılar ve sömürgeleştirme sürecinde, halkların maddi ve manevi zenginliklerinin talan edilmesi, siyah derili halklarla sınırlı değildir. Kısacası ödenen bedel, ne deri rengi ile ne de Afrika kıtası ile sınırlıdır. Afrika, Asya, Amerika kıtaları, “Beyaz Adam’ın sömürgeleştirme ve talan etme alanlarıydı. Sorun deri renginin ötesinde ezen-ezilen, egemen olanla baskı altına alınan, sömürgeleştirenle-sömürgeleştirilen; kısacası sömüren-sömürülen arasındaki ilişkiden kaynaklandığından, tüm kıtaları ilgilendirir. Ve sorun kendini sınıfsal öz ile birlikte, coğrafik alanda da ortaya koyar: Doğu-Batı veya Kuzey-Güney ayrımı!

Yer küremizde kıtalarda, hatta tek tek kimi devlet büyük metropoller bünyesinde; Kuzey-Güney ya da Batı-Doğu ayrımı kendini açığa vurur. 21. yüzyıl başlarına kadar, genelde Batı ya da Kuzey olarak adlandırılan coğrafya veya kent, gelişmiş ve zengin iken; Doğu veya Güney coğrafyası ise tersine yoksul ve Batı’ya bağımlı. Bunu hemen hemen neredeyse her devletin her büyük kentin bünyesinde görmek mümkündür. Kuzey Paris zengin, Güney’i yoksul! Kuzey Batı Rusya zengin ve gelişmiş, Güneydoğu yoksul! İtalya’da da yine zengin Kuzey’e karşın yoksul Güney gerçeği var. Doğu Avrupa ile kıyaslandığında Batı Avrupa gelişmiş ve zengin! Kuzey Amerika, Güney ya da Latin Amerika’ya oranla zengin ve gelişmiş! Kuzey Batı İran zengin, Güney Doğu İran yoksul! Türkiye’nin Batısı gelişmiş ve zengin, Güneydoğu’su (Kürdistan) yoksul!

Kıtasal düzeyde bakıldığında Kuzey ya da Kuzey Batı, emperyalist sömürgeci; Güneydoğu ise işgal edilen, sömürgeleştirilen bir konumda. En azından son 400 yıldır tablo budur.

Egemen sınıfın kültürüne göre şekillendirilmek istenen her sınıflı toplumun genel kuralı şudur: Güçlü olan daima haklıdır. Bu kural, Dünya’daki devlet ve toplumlar arası ilişkilere de yansımıştır. Batı ya da Kuzey’in emperyal emeller peşinden koşan “Beyaz Adam”ı, kendi kültür, siyaset ve hatta dilini hakim hale getirerek tüm kıtalara silah zoruyla dayatmıştır. Batı gelişmiş ve “uygar”dır (medenidir), Doğu ise geri kalmış “barbar”dır; ancak Batılının desteği ve yönlendiriciliğinde “uygarlaşabilir” denildi, dayatıldı. Bu adlandırma, dayatma ve yönlendirme “Avrupa merkeziyetçilik” olarak bir disiplin haline getirildi.

Dünyada Avrupa özellikle Kuzey Batı Avrupa dışında kalanlar, “Avrupa Merkezli” yani Avrupalının penceresinden Dünya’ya bakacak, yorumlayacak ve onların dili ile konuşacaktı.

Avrupa merkeziyetçiliğinin kökleri eskilere dayanır. İlk Şarkiyatçılığın“1312’de Viyana’da toplanan Kilise şurasının, ‘Paris, Oxford, Blogno, Avignan ve Salomonca’  üniversitelerinde ‘Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice’ kürsülerinin kurulmasını kararlaştırmasıyla birlikte başladığı kabul edilir.” (Edward W. Said Şarkıyatçılık, Batı’nın Şark Anlayışları sy 59, Metis yay.)

Şark’a ilişkin kurumsallaşmış Batı bilgisini temsil eden bir disiplin olarak Şarkiyatçılığı (Doğu ile Batı ayrımını) esas alan “Avrupa merkezci bakış, çok daha sonra ve hiç kuşkusuz Ortaçağ adı verilen dönemin bitişinden sonra ortaya çıkan bir ikiliğin tarihsel çarpıtmaya uğramış olarak yansımasıdır.” (Thıerry Hentch, Hayali Doğu, Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı sy 75 Metis yay.)

Kökleri Kilise Şurası’na dayanan Avrupa Merkezci bakış 18. Yüzyıl Avrupası’nda yani değişen zaman ve genişleyen mekan (Afrika, Asya ve Amerika kıtalarının Avrupalılarca sömürgeleştirilmesi sonucu genişleyen mekan) da yeniden üretilip sistemli hale getirildi. Kimler tarafından; Montesquieu, Hegel ve ardılları tarafından.

“18. Yüzyılda ‘Doğu despotizmi’ fikrinin yayılmasında en büyük payı olan politik düşünür, pek çok bakımdan esinlendiği Bodin’i okumuştur. Montesquieu’dur bu… Despotik iktidar ılımlı iktidarın karşı kutbu haline gelir; Avrupa ikincisine layıkken, Doğu birincisine tipik bir örnektir. Doğu-Batı ikilisi politik biçimlenmesini böylece tamamlamış olur….

Montesguieu, önceki yüzyıl boyunca Doğu hakkında yayımlanan seyahat notlarına ve çeşitli eserlere  dağılmış bir despotizmin  bölük pörçük  parçalarını bir araya toplar, üst üste yığar, onları bir sıraya  koyup düzenleyerek açıklamalarda bulunur.” (Thierry Hentch, age sy. 147, 148 Metis yayınları)

Montesquieu’un ilk kuramsal çerçevesini oluşturmaya çalıştığı, Batı merkezli Doğu, dahası dünya bakışını, ardılları geliştirdiler. Bunların başında da Almanların ve Batı’nın modern idealist felsefesinin yaratıcılarından biri olan Hegel gelir. Hegel’in yaklaşımında Batı merkezciliğinin yanı sıra Germen ırkçılığının güçlü temellerini de görebiliriz. Hegel neler söylüyor bu konuda, özetle aktarmakta yarar vardır:

“Doğulular, zekânın veya insanın özünde özgür olduğunu henüz bilmiyorlar; bilmedikleri içinde özgür değiller; onların tek bildikleri sadece Tek Biri’nin özgür olduğu; bu nedenle böyle bir özgürlük kapristen, barbarlıktan, tutkunun hoyratlığından ya da tutkunun tatlılığından, yumuşaklığından başka bir şey değildir ki tutkunun kendisi de doğadaki bir olumsallıktan ya da kapristen başka bir şey değildir. O halde bu Tek Biri, özgür bir insan değil, sadece despottur (…) Hristiyanlıkta, insanın insan olarak özgür olduğunu ve manevi özgürlüğün gerçekten onun öz doğasını oluşturduğunun bilincine varan  ilk ve tek ulus Germen uluslarıdır.” ( Hegel, leçons sur la philosophie de l’histore sy.22, Aktaran Thierry Hentch age sy. 187)

Hegel, Batı merkezciliğini farklı cephelerden sürdürür ve aydınlanmaya “ üstün ışıltı yayan” merkez olarak da yine Batı’yı adres gösterir ve şunları söyler;

“Dünya tarihi Doğu’dan Batı’ya doğru ilerliyor, çünkü Avrupa gerçekten de bir tarihin sonu, Asya ise başlangıcı.(…) Çünkü her ne kadar Dünya yuvarlaksa da tarih onun etrafında bir çember çizmiyor,  belirlenmiş bir Doğu’su var ve bu da Asya. Dış fiziksel güneş burada doğuyor, Batı’dan batıyor; buna karşılık daha üstün bir ışıltı yayan bilinçlenmenin iç güneşi Batı’dan doğuyor.” (Hegel, sy. 82, 83, aktaran Thierry Hentch age sy 188)

Demek ki Hegel, idealist felsefenin yanı sıra Avrupa merkezciliğinin de esas kurucularından biridir.

Başka kaynaklardan da Avrupa Merkezci görüş ve belirlemeleri aktarmak mümkündür; ama buna gerek yok. Avrupa Merkezli bakışın geliştirdiği bir disiplin olarak Şarkiyatçılığın yol açtığı maddi, manevi yıkıma geçmeden önce, yüzyıllardan bu yana Şarkiyatçılığın, büyük mali ve uzman insan kaynakları ayrılarak “yaratılmış bir kuram ve uygulama bütünü” olduğunu yine E. Said’den aktaralım;

“Şarkiyatçılıktan söz etmek yalnız onlara özgü olmasa da, öncelikle İngilizler ile Fransızlara ait bir kültürel girişimden, bir tasarıdan söz etmektir; bu tasarı farklı yönleriyle imgelemenin kendisi, tüm Hindistan ile Doğu Akdeniz, kutsal kitap ile kutsal topraklar, baharat ticareti, sömürge orduları ile uzun bir sömürge yönetimi geleneği; korkunç bir araştırma birikimi; sayısız şark ‘uzmanı,’ ‘ustası’ bir şark hocalığı, ‘Şark’a ilişkin karmaşık bir fikirler dizisi (Şark zorbalığı, şaşaası, acımazlığı, şehveti), yerel Avrupa kullanımı için ehlileştirilmiş pek çok Doğu mezhebi, felsefesi, bilgeliği… diye uzayıp giden bitimsiz bir çalışma alanlarını içerir.” (E. W. Said a.g.e. sy. 13,14). Daha yakından bakıldığında:

Birincisi; Avrupa Merkeziyetçi bakış, tarih içerisinde yani değişen zaman-mekan ilişkisinde her defasında yeni bir içerikle yeniden üretilerek sürdürüldü, halen de sürdürülmek isteniyor. Her defasında yeni bir içerikle diyoruz; çünkü 1917 Ekim Devrimi, diğer sosyalist devrimler ve Asya, Afrika, Latin Amerika’nın peş peşe geliştirdiği ulusal bağımsızlıkla klasik sömürgeciliğin çöpe atıldığı 20. yy. yani “Şarkta ve Şark için köklü bir dönüşüm”le tarih yaratılıp yeniden içerik kazandırıldığında; başka bir ifadeyle Asya, Afrika, L. Amerika halkları “kendi tarihimin öznesiyim, kendi kendimi yönetebilirim”i eylemsellikle gerçekleştirdiğinde,Avrupa ya da genel olarak Batı merkezci zihniyet afallayıp kalmış ve yeni taktik manevralarla arayışlara girmişti.

Avrupa Merkezcilik, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından güçlenerek çıkan ABD ağırlıklı olarak daha genelleşmiş bir Batı merkezcilik olarak sürdürülürken; SSCB’nin yıkılışının ardından, neo liberalizm adı altında, yeni mekan (ABD), “Tarihin Sonu”, “medeniyetler arası savaş” , “tek kutuplu Dünya ve imparatorluk” gibi argümanlarla yeniden sürdürülmek istendi. Ancak emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı son büyük küresel mali ve ekonomik kriz ile Rusya’nın Gürcistan ve başka adımlar üzerinden ilan ettiği yeni konseptle fiilen çöpe atılan tek kutupluluk gibi gelişmelerle, ABD merkezli ekonomik, askeri hegemonya ve değerler de ciddi yara aldı, geriledi. Bu; süreç olarak devam ediyor, edecektir.

İkincisi; Şarkiyatçılığın tarih içerisindeki tüm argümanları irdelendiğinde, görülür ki Batı ya da “Beyaz Adam;” Doğu’yu her dönem gözlemlenecek bir “şey,”  “incelenecek bir nesne” ve elbette sömürülüp, talan edilecek bir coğrafya olarak gördü. Doğulu halkların ve birey olarak Doğulu insanın, “insan olarak özgür”lüğünün bilincinde olmadığını, bunun bilincine varanın genelde Batılı uluslar olduğunu her defasında tekrarladılar. ABD’nin Irak, Afganistan işgali özünde emperyal çıkarları gereği enerji haritasını denetlemek içindi ama bu işgalin sunulan, propaganda edilen gerekçesi ise: “Iraklılar, dışarıdan Batı müdahalesi olmadan kendileri, kendi despotlarını yıkıp özgürleşmezler.” Bu belirleme dışarıdan müdahalenin gerekçesidir.

Üçüncüsü; Batı Merkezcilik, Doğu ile Batı ilişkisine, yöneten-yönetilen ekseninde bakmıştır. Bundan kalkarak “Doğu halkları kendi kendini yönetemez” diyerek kendine, yöneten misyonunu yüklemiştir. Bunu bütünlüklü bir konseptle yani üretilmiş ideolojik, felsefi, kültürel argümanlarla süsleyerek ileri sürdü. Öyle ki, siyasetten ekonomiye, kültüre varana kadar tüm alanlarda kendine yüklediği “kuruculuk rolü” ile Batı, bir belirleyen, şekillendiren; Doğu ise, buna ancak edilgen tepki ile tabii olabilendir. Bu konsept Batı modernizmi ve sanayi uygarlığı ile birlikte ele alındığında Batı; her daim Doğu için bir model, ulaşılması gereken bir hedef olarak kurgulanmıştır. Ki konseptin nihai hedefi Dünya’nın siyasal, kültürel, sosyal değerleriyle Batılılaşması yani tek tipleşmesidir. Kısacası çağdaşlaşma, uygarlaşma eşittir Batılılaşma olarak Doğu’ya dayatılmış, bu ısrar halen devam ettiriliyor.

Bunu Batı, Doğu ilişkisinde görmenin yanı sıra, Batılılaşan ya da Batılılaşmak isteyen Türkiye gibi ülkelerin kendi içerisinde de esas alınan bir yöntem ya da konsept olarak da görmek mümkündür. Türk rejimi başından beri, Batı’dan aldığını “made in Turkey” patenti ile Kürtlere dayatmıştır. “Kürtler kendi kendini yönetemez, Kürtler devlet kuramaz ve Türkler olmazsa feodal aşiret düzenini bile aşamazlar; çünkü geri, ilkel, barbardırlar” propagandası Kürtlerin ayrı bir ulus gerçeğinin ret ve inkarı ile birlikte sürdürülerek “ben yönetirim, sen ancak yönetilirsin”  tarzını dayatmıştır. Halen bu dayatmada ısrar ediyor.

Dördüncüsü; Doğu “dışsal ışık” ya da aydınlanma yani doğal Güneş ışınları bakımından zengindir, ama “ışıltı yayan bilinçlenmenin iç güneşi” bakımından ise tersine yoksuldur; çünkü “içsel ışık ve aydınlanmanın merkezi Batı”dır diyor Hegel. Bu yaklaşımı esas alan “Beyaz Adam” bilinçlenmenin dolayısıyla aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın tek merkezi olarak Batı’yı görmüş ve yer küreyi, Batılı modernleşmenin sınırları içerisinde şekillendirmek hedefini belirlemekle kalmamış, bunu ekonomi, din ve silahla birlikte geliştirmiştir. Batı hayat tarzı; giyimden, yemek kültürüne, müzikten, mimariye varana kadar Doğulu ya da Güneyli toplumlaraekonominin gücüyle, dinin fetvasıyla ve nihayet silahın zoruyla taşınıp dayatılmıştır. Coca Cola’nın evrensel damak tadı olarak şerbet, ayran gibi zengin yerel, bölgesel içeceklerin yerini alması, tek tipleşen Batılı kıyafet tarzının evrensel kıyafet tarzı olarak sunulması, kravatın uygar olmanın yanı sıra efendi, terbiye-disipline edilmiş kişiliğin ölçütü haline getirilmesi gibi… Belirttiğimiz bu Batı tarzı ekonomi ve yaşam tarzının, Çin-Hindistan-Pakistan-Türkiye-Mısır hattında da hızla yerleştirilmesi, Doğu içerisinde Batı değerlerinin büyümesinin nerelere tırmandığını gösteriyor.

“18. Yüzyılın aydınlanmasıyla birlikte Batı ile özdeşleşen ilerleme, kalkınma, modernizm, merkezileşme, bireyselleşme gibi sanayi uygarlığının belli başlı disiplinleri artık ve çoktandır ‘barbar’ Çin, Hindistan, İran, Mısır’ın ‘uygarlığın çekilmesi’yle Güney’in de değerleri, olguları haline getirildiler. Özellikle kapitalist ekonominin, dolayısı ile üretimin ağırlık merkezinin giderek Batı’dan Doğu’ya kaydığı 2000’li yıllarda, kapitalist sanayi uygarlığıyla özdeşleşen ekonomik, siyasal ve kültürel değerler Doğu toplumlarının da gerçeği haline geldi, geliyor.” (21.yy.’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu sy 21, Gün Yayıncılık)

Beşincisi; Batı Merkezcilik, Doğu toplumlarını “despotik” iktidarla, saldırganlıkla, “akıl dışı” davranışlarla özdeş sunarken; Batılı toplum ve rejimlerini “ akılcı, barışçı, özgürlükçü, mantıklı” ve “ılımlı iktidar”larla yani demokratik iktidarlarla özdeş görüp sunar. Sunmakla kalmaz, kendi rejimlerini “demokrasi”, “demokratik toplum değerleri” adı altında, Doğu ya da Güneyli toplumlara ihraç eder, bazen de bugün Irak, Libya, Afganistan’da da görüldüğü gibi silah zoruyla dayatır.

Dünya’nın gelmiş geçmiş en kanlı diktatörlüklerini üreten Alman (Hitler faşizmi) ve İtalyan (Mussolini faşizmi) rejimleri; Dünya’nın en uzun, en kanlı ve en haksız savaşlarını Cezayir ve Vietnam’da yürüten Fransız ve ABD’nin sömürgeci rejimleri; bir zamanlar topraklarında “güneş batmayan imparatorluk” olarak Dünya’nın çoğunluğunu silah zoruyla sömürgeleştiren İngiltere, nihayet bugün dünya ki devletlerin yarısından fazlasında askeri üs ve işgal orduları bulunan ABD; “barış,” ,“uygarlık,” “demokrasi” ve “özgürlük” gibi değerleri temsil ediyorlar (!!) Fakat tarihi boyunca kimseye saldırmamış, kimsenin toprağına ve zenginliğine göz koymamış Çin, yanı sıra Hindistan, Pakistan kısmen İran ve kıta olarak Afrika ile L. Amerika her nedense “saldırgan,” “barbar,” “demokrasi düşmanı” vb. oluyorlar! Bu iddialara artık gerçekten kargalar güler!

Batı “uygar,” Doğu ise tersine  “barbar,” “vahşi!” iddiasından yanı Batı merkezli “barbar” Doğu saptamasından üzülerek belirtelim ki bu Komünist Manifesto da, “Burjuvazi, üretim araçlarındaki hızlı iyileşme ile bütün ulusları hatta en barbar olanları bile uygarlığın içine çekiyor” diyerek nasibini alır. Ve bu alış, Batı modernizminin Marksizm’in üzerindeki zayıf da olsa bir gölgesi olarak kalacaktı.

Eğer barbarlıktan çıkış olarak medeniyet/uygarlık; ilk adımda toprağı işlemek ve tarıma dayalı yerleşik hayata geçmekse; eğer kentte (sitede) toplu ve sosyal yaşama geçişse, bunun ilk adımları Mezopotamya’da atıldı. Ve eğer uygarlaşma esas “savaş sanatı, hukuk ve mühendislikle özdeş” ele alınmazsa, bugün de Doğu en azından Batı’dan geri kalmaz.

Doğu-Batı uygarlığı ve yeni bir sentez arayışında aşağıdaki tespit ve yönelimlerin üzerinde düşünmekte yarar vardır.

“Dünya kültürünün beşiği ve ilk tanrısal inançların boy verdiği topraklar, genelde Büyük Doğu, özelde ‘Verimli Hilal’dir. Toprağı işlemek kültürel üretimin ilk ve temel adımıysa, bu ilk adımı atan Mezopotamya ve daha kapsayıcı olarak da Doğu halklarıdır. Mezopotamya (Verimli Hilal) dünya uygarlığının ilk beşiğidir, kültür ve bilimin ilk filizlendiği coğrafyadır.

İnsanlığın uygarlık yürüyüşünün birinci halkasını Antik Mezopotamya-Mısır; ikinci halkasını Antik Hint-Çin ve Maya-Aztek; üçüncü halkasınıise Yunan-Roma temsil eder. Antik Yunan-Roma uygarlığının gün ışığına çıkması, Antik Mezopotamya-Mısır uygarlığından epey sonradır. Bir başka açıdan bakıldığında ana uygarlığı Mezopotamya-Mısır; Büyük Doğu ve Güney uygarlığını Mezopotamya-Mısır, Hint-Çin, Maya-Aztek; Antik Batı uygarlığını ise Grek-Roma simgeler. Hem Büyük Doğu/Güney hem de Batı uygarlığı öncelikle Mezopotamya-Mısır’dan etkilenip beslenmiş, sonra ikinci adımda karşılıklı geçişlerle birbirlerini etkileyip inşa etmişlerdir. Dicle-Fırat havzası ile Nil’in de aktığı Akdeniz havzası, tarihte halklar/toplumlar arası ortak kültür ve sentezin önemli odaklarıdır. Tarihte, Mezopotamya-Mısır, kültür ve bilimin ilk filizleriyle; Yunanistan, ilk felsefe ve bilimsel çalışmalarıyla; Roma, daha çok savaş sanatı, hukuk ve mühendislikle özdeş anılmaktadır. Modern Batı ve genelde kapitalist sanayi uygarlığı esas aradığını Roma’da bulmuştu. Ve sanayi uygarlığının Batı merkezliliği de modernist disiplini de başka faktörlerle birlikte buradan gelir. Zaten insanın başına ne geldiyse, birincisi özel mülkiyete geçiş, ikincisi ise Roma mühendisliğinin başat disiplin haline getirilmesindendir.

Kültürler, uygarlıklar; tarih içerisinde geçişlidir, iç içe geçmiştir. Bakıldığında hiçbiri homojen, katışıksız değil, hepsinin orijinal dokusu karşılıklı geçişlerle farklılaşarak, yekpare olmaktan çıkarak melezleşmiştir. Bu melezleşme ya da sentezlenmenin ilk adımı öncelikle Mezopotamya-Mısır arasında ve bunu takiple Mezopotamya-Mısır-Anadolu-Hindistan-Çin’deki (Büyük Doğu) uygarlıkların karşılıklı geçişlerle birbirlerini etkileyip inşa etmesiyle gerçekleşti.

Klasik Yunan-Roma felsefesi ile Mezopotamya-Mısır kültür ve bilimi (Doğu ile Batı) arasında tarihteki ilk büyük sentezlenme ise epey sonra gerçekleşmiştir. Bu adım genel olarak Doğu’nun kültürü ile Batı felsefesinin ilk ciddi buluşmasıdır. Bu buluşmada ana zemini özelde Mezopotamya-Mısır, genelde ise Büyük Doğu uygarlığı oluşturur. Antik Yunan-Roma’nın beslenip üzerinde yükseldiği uygarlık Büyük Doğu uygarlığıdır. Avrupa merkezli tarih disiplini Antik Yunan ve Roma’yı öne çıkarırken, Antik Mezopotamya, Mısır ve Büyük Doğu’yu sistemli bir biçimde göz ardı etmişlerdir.

Kürdistan komünist hareketi, kapitalist sanayi uygarlığı ile birlikte Batı merkezciliğinin de aşılarak uygarlıklar arası çok yönlü ve özgür geçişlerle yeni bir senteze varılabileceğine ve ancak ana uygarlıkla barışık olarak Doğu-Batı sentezinin gelişebileceğine inanır. Yeni senteze giden yolun yeni Ekim Devrimlerinin yol açacağı sosyalizmle açılabileceğini ve süreçte kültür egemen komünist uygarlıkla derinleşebileceğini belirtir.” (21. yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu sy 43, 44,46 Gün yay.)

Yukardaki tespitlere şunu ekleyerek tamamlayalım:

“Modern insan ilerliyor, Avrupa Asya’dan tekrar doğacak. Uygarlığın Şark’tan Garp’a ilerlemesi tarihin yasası… İnsanlığın iki biçimi birbirine kenetlenecektir sonunda.” (Bouvard’tan aktaran E.W. Said; Şarkiyatçılık, Batı’nın Şark Anlayışları, sy;123 Metis yayınları) Evet yeni ve kapsayıcı bir sentez kaçınılmazdır.

Demek ki, Avrupa coğrafik olarak Asya’nın bir eklentisi olmanın yanı sıra, kültürel olarak da Avrupa ilk adımda Asya’dan doğmuştur. İkinci adımda ise, karşılıklı birbirlerini şekillendirmişlerdir.

Demek ki Batı merkezci aydınlar, iktidarlar görünürde Doğu kültürüne ve Batı-Doğu sentezine karşı durmuşlar; ama örtük bir tutumla da olsa, özünde Doğu’dan her açıdan beslenmişlerdir. Ne kadar reddederlerse etsinler, Batı uygarlığı, Doğu uygarlığı ile karşılıklı sentezin ürünüdür.Avrupa’nın Asya’dan sadece coğrafik olarak değil kültürel olarak da doğması bu açıdan doğrudur.

Altıncısı; barbar ile uygar sorununa yaklaşımı farklı bir açıdan ele alarak sürdürelim.

Yine Batı merkezli bir bakışla, Makedonyalı Büyük İskender “uygar” ama Persli Daryus “barbar!” Bu ayrımın dayanakları var mı, varsa nelerdir? Persler MÖ 559 ile 330 yılları arasında Hindistan’dan Balkanlar’a kadar egemenlik kurmuşlardı. Ardından Makedonyalı Büyük İskender bu kez tersinden, Makedonya’dan Hindistan’a uzanan imparatorluk kuracaktı. Ki Büyük İskender Perslerle kıyaslandığında girdiği her bölge ve kentte daha yıkıcı, yani daha “barbar”dır. Her şey bir yana bizzat Batılı kaynakların ileri sürdükleri görüş olarak; Büyük İskender’in Mezopotamya-İran coğrafyasında Zerdüşt’e ait on binlerce tableti tahrip ederek yok ettiği belirtilir. Zerdüşt tabletlerine ilişkin böylesine bir köklü tahrip olmasaydı Doğu, Batı kültür ve uygarlığına nasıl bir katkıda bulunacaktı? Yani merakla sorulan ve tablet katliamı nedeniyle sorgulanan Büyük İskender gerçeği var. Buna rağmen Büyük İskender ve imparatorluğu “uygar”  Persler ve kralları ise, “barbar” oluyorlar. Neden?

“Aslında Persler ‘barbardır’ yani Yunanlı değildir, yabancıdır, başka ulustan, başka kültürden insanlardır ama tanıdık ve uygar dünyanın bir parçasıdırlar.” (Thierry Hentch a.q.e sy.24)

Bu belirlemeden hareket edildiğinde “barbar” kavramı, aynı ulustan, halktan olmayan yabancı anlamında kullanılıyor. Bu manada her ulus ya da halk bir diğeri için barbar diyebilir, çünkü sömürgeci ve modern Batı’nın Doğu’ya “barbar” derken kavrama yüklediği içerikle kullanılmıyor. Persler nasıl ki Yunanlılara göre yabancı (barbar) ise, bunun tersi de doğrudur.

Fakat aşağıda aktaracağım alıntı uygar-barbar tartışmasına farklı ve sorunlu bir yaklaşım geliştiriyor.

“Batı belleğinin kurucu metni olan İliada, daha o tarihte ‘uygarlık’ ile ‘barbarlık’ arasındaki sınırı çizdi ve Truva Savaşı’na son verecek olan barış, bugün halen bekleniyor. O tarihten bu yana geçen üç bin yılda, kuşaktan kuşağa miras bırakılan bu sınır hiç aşılamadığı gibi sınırı birlik yoluyla değil, fetih yoluyla aşma isteği de hep ağır bastı.” (Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu sy. 13. İletişim yay.)

Yazar soruna ilişkin devamla şunları söyler:

“Uygar dünya doğal sınırlarına ebedi Yunanistan’nın bekçiliğini yaptığı yerde ulaşıyordu.” (Stefanos Yerasimos a.q.e sy 23)

Gerek yazıda daha önce aktardığımız alıntılar gerekse aktardığımız bu son alıntı bize, Avrupa Merkezcilik gibi, “barbar”lık iddiasının da tarihsel arka plana dayandırıldığını gösteriyor. Peşin bir önyargı ile “barbar”lık iddiası hem Truva Savaşı’ndan bu yana coğrafik sınır ayrımına, hem de bu coğrafik sınır ayrımı “Yunanistan’ın bekçiliğini yaptığı”  ulusal sınırlara indirgeniyor. Öyle ki “uygar dünyanın doğal sınırları”nı, yani Batı’nın Doğu ile sınırlarını belirleyen sınır olarak Yunanistan coğrafyası gösteriliyor! Bu yaklaşıma göre bugünkü Türkiye, Yunanistan’ın sınırları içerisinde olsaydı “uygar dünyanın” bir parçası olacaktı, değilse “barbar” olarak anılacaktı. Zaten öyle anılıyor.

Bu çifte standart, bu Batılı “benmerkezci” bakış; Yahudi katliamından, Vietnam, Hiroşima, Filistin katliamlarına varana kadar, her alanda kendini gösterecekti. Tarihte en büyük soykırımların, en büyük katliamların, eşi görülmemiş kültürel tahrip ve yıkımların arkasında Batı, emperyalist Batı, onun modern rejim ve orduları olmasına rağmen; Batı “uygar”, Doğu ise “barbar” olarak görülüp sunulmaya devam edilir. Talana, sömürüye, işgale, katliama uğrayan Doğu toplumları “barbar,” tüm bunları yapan Batılı rejimler ise “uygar” (!)

“Her şey sanki Doğu ile Batı’da antik çağdan beri, kendilerini tüketen ama bitmek tükenmek bilmeyen bir hesaplaşmaya girişmiş gibi olup bitmektedir, Akdeniz de bu hesaplaşmanın hem merkezi hem hareket alanı hem de ayrılma bölgesidir.” ‘Thierry Hentch a.q.e sy.17)

Her şey gibi Doğu-Batı ayrımı da sınıflı topluma, ezen-ezilen sınıfsal ayrıma geçişle başladı. Kent sitelerinden imparatorluklara varana kadar bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, hesaplaşmalar da ilk olarak uygarlığın beşiği olan Mezopotamya-Mısır daha kapsayıcı olarak Doğu Akdeniz havzasında boy verdi. Doğrudur, Akdeniz; ama Doğu Akdeniz Doğu-Batı sorunsalında “merkez” ve “kırılma” alanıdır. Ama aynı zamanda üzerinden üç bin yıl geçmesine rağmen, Akdeniz (Doğu Akdeniz)  halkların ortak beşiği, ortak kültürel havuzu özelliğini halen koruyor. Yeter ki, siyaset (devlet) ve özellikle milli-yarar siyaseti aşılabilsin. O zaman geleceğin kültür egemen komünist toplumunda hem coğrafik, hem de kültürel kırılma noktaları köklü aşılır.

Kısacası her defasında yeni bir içerikle, yeni argümanlarla sahneye konulan Şarkiyatçılığı (Avrupa Merkeziyetçiliği) köklü bir şekilde aşmak, ancak emperyalist kapitalist sınıflı toplumla birlikte milliyetçiliğin de nihai aşılması ile mümkün olabilir.

Sonuç olarak; “İslam dinini küfür ve hakaretten korumak adına hareket ettiğini” iddia eden bir grup fanatiğin mizah dergisi Charlie Hebdo çalışanlarını katletmesi bir terör eylemidir  lanetlenmelidir. Avrupa merkezclik başta olmak üzere Doğu- Batı karşıtlığını derinleştirmeye yönelik her adım lanetlenip karşı tutum alınmalıdır. Unutmayalım ki emperyalist batının 400 yıllık günahlarının sorumlusu olarak hümanist-demokrat karikatüristlerin görülüp saldırı hedefine konulması ayrıca tam bir acizlik sefilliktir!

[email protected]

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights