Ana SayfaNIVÎSKARÊNCemaat-AKP kavgasında Kürtlerin duruşu!

Cemaat-AKP kavgasında Kürtlerin duruşu!

Cemaat-AKP kavgasında Kürt siyasetinin duruşu!

  1. ÇİFTYÜREK

 

17 Aralık operasyonundan bir hafta önce 12 Aralık 2013’te “Doğu Despotik İklimde Putinizmin İslam Versiyonu, Erdoğan” başlıklı bir makale yazmış ve yazının bitiminde; “Cemaatle Hükümet kavgası ise yeni argümanlarla devam edecek. Kaldı ki kavga Cemaatle Hükümet arasında görünse de uluslar arası bileşenleri olduğu”nu da eklemiştim.

Cemaat kendisine yönelik bir saldırıya karşı ön hamle mi yaptı yoksa Erdoğan’ın iddia ettiği gibi “uluslar arası güç odaklarının maşası olarak” mı hareket etti? Birbiriyle bağlantılı olan iki iddia da doğru, yazının devamında bunların üzerinde duracağım.

Öncelikle şunu belirtelim; AKP’nin, bu süreçte Cemaat ve destekçilerine karşı “ikinci istiklal savaşını” ilan ettiği, Cemaatin de yeni ittifaklarla mevzilerini güçlendirmenin yanı sıra yeni kaset ve hatta yeni Gezi benzeri eylemler üzerinden tehditleri savurduğu gerçeği aralarındaki ittifakın nihai olarak bittiğini gösteriyor.

Zaten Erdoğan ile Gülen geçici olarak ve üstelik ABD’nin de hedefleri arasında olan Ordunun siyaset üzerindeki vesayetinin kırılmasında ortaklaşmışlardı yoksa Cemaat ile Milli Görüş’ün ayrılıkları epey gerilere dayanır. Son yıllarda siyasette asker merkezli vesayet rejiminin kırılması en azından geriletilmesi aralarındaki iktidar mücadelesini öne çıkardı.

12 Aralık tarihli yazımın ana teması olan Erdoğan’ın Doğu despotik iklimde Putinleştiği belirlemesi hem giderek genel bir kabul gördüğü anlaşılıyor hem de Erdoğan’ın son iki haftalık icraatları tam da Putin’in izinde yürüdüğü, yürümek istediğini çıplak olarak sergiledi. Örneğin:

Kanun hükmünde kararname ile Adli Kolluk Yönetmenliği’nde değişiklik yaparak emniyet ve jandarma görevlilerinin adli olaylarda amirlerine bilgi verme zorunluluğunu getirmesi (ki Danıştay, kısa sürede yürütmenin bu kararını iptal etti); emrindeki emniyet görevlilerini savcıların kararlarını yerine getirmemeye çağırması; oğlunun da adının geçtiği yeni yolsuzluk-rüşvet dosyasını, dosyayı hazırlayan savcıdan alıp başka savcılara devretmesi; görsel ve yazılı medyada adeta her taşın altında tek lider olarak Erdoğan’ın çıkması; ABD elçisini uyarması; tam bir keyfiyette emniyet kadrosunun tepesinde büyük ayıklamaya gitmesi…

Erdoğan ve hükümeti, burada özetlediklerimle hem Doğu despotizminin modern versiyonu olan Putinizmin yolunda olduğunu hem de parlamenter demokrasi adına bile tam bir kepazeliği sergilemiş oldu.

 

Gelelim Cemaat- AKP kavgasının arka planına

 

Cemaat- AKP kavgası dershanelerin kapatılıp kapatılmaması üzerinden hız kazandı ve rüşvet-yolsuzluk operasyonu gibi bir krizle açığa vurdu. Kavga, dershaneler meselesi ile hızlandı ama kavgayı esas besleyen birden fazla dış faktörün yanı sıra siyasal iktidarın paylaşılması sorunudur. Dolaysıyla kavganın esas nedeni ekonomik rantın paylaşılıp paylaşılmaması değildir. Rant paylaşım meselesi bu kavgada tayin edici değil zira herkese yetecek kadar bir rant vardı ve aralarında paylaşılıyordu. Zaten AKP’ye karşı Cemaat’in ABD, CHP, hatta İstanbul çekirdek sermayesinin desteğini açık veya örtük arkalaması da meselenin esas rant paylaşımı olmadığının bir diğer göstergesi.

Kavganın esas nedenleri olarak şunları görmekteyiz:

Birincisi; AKP’nin genelde dış politika özelde de Ortadoğu politikası üzerinden ABD ve İsrail başta olmak üzere kimi Batılı ülkelerle yaşadığı sorunlar Cemaatle de ilişkilerinin gerilmesine neden oldu, çünkü Cemaat ve Gülen başından beri her temel meselede ABD ile paralel hareket etmiştir, ediyor.

AKP hükümetinin özelde de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin izledikleri dış politikada; İsrail ile Gazze ve özellikle Mavi Marmara meselesinde yaşadığı gerilim; ABD ve müttefikleriyle Mısır’daki askeri darbeye yaklaşımda karşı karşıya gelmeleri; İran’a uygulanan ekonomik ambargonun dolaylı da olsa Türkiye üzerinden delinmesi nedeniyle yine ABD ve İsrail ile ilişkilerin gerginleşmesi ve aynı Batı ekseninde yer almalarına karşın Suriye, Güney Kürdistan petrolleri gibi konularda da ABD ile Türk hükümetinin politikalarının farklılaşması, AKP ile Cemaat ilişkilerini de gerdiğini unutmayalım. Çünkü burada belirttiğimiz ve belirtmediğimiz belli başlı tüm politik konularında Cemaat daima ABD hattında yer alarak hareket etti, ediyor. En barizini Mısır’daki askeri darbeye yaklaşım oluşturdu. Cemaat ve Gülen ABD ile paralel askeri darbeyi desteklerken, Erdoğan ve hükümeti ise, İhvan-ı Müslim iktidarını desteklemeyi sürdürmüş, halende sürdürüyor. Zaten “Doğu Despotik İklimde Putinizmin İslam Versiyonu, Erdoğan” başlıklı yazıda da;

“Dış politikasını ABD’ye paralel kuran Cemaat ile AKP hükümeti, özelde de Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin sürdürmek istediği Milli Görüş temelli dış politika arasında, somutta Suriye, Mısır, Mavi Marmara gibi meselelerde karşı karşıya geldiler” demiştim. Kavgayı besleyen faktörlerden birincisi budur.

İkincisi; sözde kendini “sivil alanla” sınırlandıran Cemaatin güçlendikçe iktidara talip olması en azından ortak olmayı AKP’den istemesi kızışan kavganın diğer bir nedenidir. Buna, Ordu yönetim kademesinin Cemaat karşıtı tutumunun da etkisiyle AKP’nin özel yönelimlerle Cemaati, Ordu ve MİT ile ilişkilere yaklaştırmamasını da ekleyelim. Yine adı geçen yazımdan aktarayım:

“Belirttiğim gibi dayandıkları tarihsel gelenek itibarıyla Cemaat ile Milli Görüşçüler birbirinden hep uzak durmanın da ötesinde ilişkileri hep gerilimli olmuştur… Farklı kalkış noktaları olsa da iki tarafın da esas olarak iktidar olmak ve iktidarını diğeriyle paylaşmamak amacında olması kavganın asıl nedenini oluşturur. Cemaat iktidarı almak en azından iktidara ortak olmak istiyor. Erdoğan liderliğindeki hükümet ise buna hayır diyerek iktidarı paylaşmak istemediğini açıkça ortaya koyması kavganın kızışmasının esas nedeni.”

Üçüncüsü; Erdoğan yaşananlara “rüşvet kılıfına gizlenmiş uluslararası komplo” derken kendisi de rüşvet ve yolsuzluk gerçeğini “uluslararası komplo” iddiasıyla halktan gizleme çabasında. Elbette küresel ekonomiye eklemlenmiş ve G-20’nin üyesi olarak kendisine bölgenin Batı kapitalizmine entegre görevi verilmiş, dahası jeopolitiği hareketlenen Ortadoğu ile Kürdistan meselesinin önemli bir aktörü olan Türk devletindeki her iç siyasal meselesinin illaki bir uluslararası yönü vardır, tersini düşünmek saflık olur. Dün Erdoğan’a iktidar yolunu açan süreçte olduğu gibi bugün yaşananlarda da ABD’nin rolü vardır. Dün ABD rolü Erdoğan lehine işleyince bunu adı uluslararası destek veya “teveccühü” olurken bugün aleyhine işleyince Erdoğan çılgına dönüyor ve adını “uluslararası komplo” koyuyor!

Cemaat-AKP kavgasında uluslararası güç merkezlerinin de taraf olduğu ve ABD ile AB’nin dış politika ile Gezi isyanı gibi konularda AKP’ye özelde de Erdoğan’a eleştirel yaklaştıkları sır değil. “Komplo” denilmez ama Batının, Cemaat-AKP kavgasında taraf olduğunu Radikal Gazetesi liberal yazarlarından da okumak mümkündür. ABD özeli açısından şunu ekleyelim; ABD’nin Mısır üzerinden de test ettiği ve başarısızlıkla sonuçlanan “ılımlı İslam” projesini sorgulaması Türkiye’de ki AKP iktidarına bakışını da etkilemiştir ki buna belirttiğimiz Neo Osmanlılığı hedefleyen dış politikayı da ekleyelim.

Dördüncüsü; AKP hükümeti ile ABD ve AB arasında başka gerilim noktaları da var. Hükümetin Çin ile füze anlaşması arayışı, AB ile uzayan ve sonu gelmeyen birlik görüşmelerinin bıktırıcılığı ve bunun da etkisiyle Erdoğan’ın tekrarladığı Şanghay ittifakına “bizi alın” belirlemesi…

Hatırlayın eski MGK eski Genel Sekteri Tuncer Kılınç, görevdeyken ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine karşı çıkarak NATO’nun görev ve amaçları dışına çıktığı vurguları, Rusya’nın başını çektiği Şanghay ittifakını seçenek olarak belirtmesi ABD ve Batının ciddi eleştirilerine muhatap olmuş ve sonra tutuklanmasına kadar gidecekti. Ki AKP hükümetinin asker vesayetinin geriletilmesinde ABD desteğini arkalaması tam da bu ve benzeri nedenlerleydi.

Beşincisi; yukarıda özetlediklerim kavganın asıl nedenleri olup dershaneler meselesini de gündemleştiren sorunlardır. Bu temel meselelerdeki anlaşmazlıklar süreçte somut sorunlar üzerinden kızışacak ve bardağı taşıran son damlaya dönüşecekti. Zaten “Tam da bu nedenlerle kavga sonlanmayacak geçici ateşkeslerle birlikte derinleşecek. Buna birde başta AKP İstanbul İl Başkanı Babuşçu olmak üzere kimi AKP’lilerin “10 yıllık iktidar döneminde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Gelecek inşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak” deniliyorsa iktidar kavgasının kızışacağını söyleyebiliriz” demiştim adı geçen yazımda ve kızıştı da!

 

Kavganın ekonomi politiği ve AKP’nin geleceği

 

AKP/Erdoğan iktidarının düşüp düşmemesi yeni kaset ve istifalarla gerçekleşecek bir şey değil. Nefeslerin tutulduğu ve AKP’nin özelde de Erdoğan’ın geleceğinin belirleneceği iki önemli alan bulunmaktadır: Biri ekonomik alan diğeri ise Kürt/Kürdistan meselesidir.

AKP hükümetinin yaklaşan seçimler öncesi veya seçim sürecinde derin bir ekonomik krizle sarsılıp sarsılmayacağı hükümetin geleceğini belirleyecek olan temel bir öğedir. Çünkü ciddi bir ekonomik kriz sokakların yeni Gezilerle hareketlenmesini sağlayabilir ve hem de seçimlerde AKP’nin halktan alacağı desteği ciddi oranda düşürebilir.

Hali hazırda yaşananlar ekonomiyi belirli ölçüde etkiledi ve daha ciddi etkileme potansiyelini de taşıyor. Genel kanı, Noel tatilinde olan piyasaların yılbaşından sonra açılmasıyla paralel küresel piyasaların vereceği tepkilerle, Türk ekonomisinin daha da ciddi etkileneceği yönünde. Ancak küresel piyasaların kendiliğinden vereceği tepkinin ciddi bir krize yol açacağı kanaatinde değilim. Küresel piyasaların Türk ekonomisini derin bir krize sokacak kadar müdahil olması ancak ABD ve AB hükümetlerinin de amaçlı yönlendirmede bulunmaları gerekir. Peki, ama ABD ve AB hükümetleri bunu göze alırlar mı?

Elbette ABD ve AB iktidarları halen Türk ekonomisinin dengeleriyle oynayabilme araçlarını kısmen ellerinde bulunduruyorlar ama küreselleşen dünya da gerçekleşen karşılıklı bağımlılık nedeniyle alım gücü yani ithalatı düşen bir Türk devletinin ABD ve AB ekonomisine de zararı olacağının getireceği frenleme dikkate alınmalı.

Ayrıca küresel ekonomik dengenin özellikle reel sektör dengesinin büyük Batıdan büyük Doğuya kaydığı ve hatta kısmen de bilinçli kaydırıldığı gerçeği de dikkate alındığında, Batının kendi dışındaki ülkelerin ekonomisiyle oynama potansiyelinin de eskisi kadar güçlü olmadığını bilelim. Ve unutmayalım ki ABD’de hem ekonomik ve hem de askeri olarak eski gücünde değil, Türk devleti de tersine eskiye oranla daha güçlü. Yani bir sözle Türk hükümetlerinin ABD yönetimi karşısında hazır ola geçtikleri günler geride kaldı. Ama buna rağmen ekonomik alan kırılganlığını koruyor izleyip göreceğiz.

Bunlardan hareketle ben kimileri gibi bugünden yarına AKP iktidarının gidici olduğu görüşüne katılmıyorum. Hele hele Orhan Gazi Ertekin’in Radikal İki gazetesindeki “Devlet ve Devrim” başlıklı yazısında; “Velhasıl bugün oldukça yaratıcı ve devrimci bir çelişkiler yumağının tam üstündeyiz” deyip devamla da “Bu kavgada iktidar güçlerinden birisi en iyimser halde bile tek başına kazanamayacak. CHP, MHP, BDP, HDP olmaksızın hiç kimse bir yeni iktidar kuramayacak” dediği ve tam anlamıyla bir deli saçması tespitine hiç katılmıyorum. Orhan Gazi Ertekin kendini öylesine kaptırmış ki yazısının başlığını Lenin’in “devlet ve devrim” kitabından alarak koyacak ve “yaratıcı, devrimci bir çelişkiler yumağının” iktidar dinamikleri olarak CHP ve MHP’yi de sıralayacaktı!

AKP ve Erdoğan’ın 17 Aralık operasyonu üzerinden büyük yaralar aldıkları gerçeği var ama buna rağmen hâlihazırda ne iç siyaset aktörleri ne de küresel aktörler AKP’siz hükümet denklemini kuramıyor.

Seçim dışı AKP’yi tek güç iktidardan edebilir o da halk muhalefetinin sokak gücüdür. Bu ise ağır bir ekonomik krizin yanı sıra devrimci özneyi gerektirir ki ekonomik krize ilişkin kesin olarak kapıdadır demek için erken. Devrimci siyasal özne ise birçok açıdan sorunlarla yüklüdür. Her şey bir yana halen ağırlıkla “bağımsız Türkiye” diyen Türkiye devrimci hareketi yaratıcı kriz anlarında hangi siyasal özne görevini yerine getirebilir? Üzerinde düşünülmesi gerekiyor!

Kimse Gezi’de Koç Grubu başta olmak üzere İstanbul büyük sermayesinin ve ABD ile AB’nin AKP hükümetine eleştirel tutumundan hareketle AKP’nin sokak gücüyle iktidardan alaşağı etme sürecine destek vereceğini beklemesin! Ne Koç ve büyük sermaye grupları ne CHP ve MHP ne de ABD, AB sokak gücüyle Türkiye’de iktidar değişimini istemez, hedeflemez. Bunun için müneccim olmaya da gerek yok çok yakında yaşanan Mısır deneyimi canlılığını koruyor.

Dün Ordudan bugün ise ABD’den, “Erdoğan’ın ipini bu kez çekecek” arayış ve beklentisi içerisinde olanlarda yanılıyor. Ayrıca bu beklenti hem utanç verici hem de belirttiğim gibi ABD sokak gücüyle iktidar değişimine karşıdır.

Hali hazırda üzerinde çalışılan alternatif; İstanbul büyük sermayesinin desteğinin yanı sıra, ABD, Cemaat ve belirli bir ülkücü damarla ANAP’lılaştırılacak olan CHP’yi iktidara hazırlamak. Bu hedefte ilk adımı yaklaşan yerel seçimlerde CHP’nin İstanbul ve Ankara gibi büyük metropolleri alması planlanıyor. Dolaysıyla stratejisini salt anti AKP üzerinden kuran bağımsız Türkiyeciler, AKP karşısında CHP’yi desteklerken tam anlamıyla yağmurdan kaçarken doluya tutulacaklardır. Zira destekleyecekleri CHP, ABD ve Cemaat’in de desteğini alan ANAP’lılaşan CHP olacaktır.

Kısacası yerel seçim sonuçları arkalanmadan, “AKP gidici” demek (ki bunu kimi yoldaşlar da yazıyor) haklı bir istemimizi yansıtabilir ama hali hazırda gerçeği yansıtmaz.

 

Küresel bağlantıları bulunan kavgada Kürt Ulusal Demokratik Hareketin pozisyonu nedir ne olmalıdır?

Bu kavgada Kürt siyaseti nasıl bir tutum alacak? Bizim cepheden yanıtlanması gereken soru budur. Tutum belirlemeden önce kimi ön saptamalar yapalım:

*Öncelikle Türk rejimince, Kürt/Kürdistan meselesinin, daima partiler dolaysıyla iç siyaset üstü olarak ele alındığını biliyorsak;

*Kürt/Kürdistan meselesinde, diğer sistem partileri gibi AKP ile Cemaat de stratejik yaklaşımda aynı fakat taktik politikalarda farklı duruşa sahiplerse;

*Bugüne kadar AKP Kürt meselesinde, reformcu kimliğinden dolayı değil de AB müktesebatı çerçevesinde ve özellikle Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin dayatması gereği bazı adımları atmak zorunda kaldığı gerçeği ortadaysa;

*Dün çevre halkayı temsil eden AKP bileşenlerinin iktidara/ merkeze yerleştikleri 12 yıl boyunca, tepeden tırnağa rant, rüşvet ve yolsuzluğa bulaştıkları genel kanaat ise;

*Buna rağmen Başbakan ve yandaş tüm yazarlar “17 Aralık operasyonunun hedefi çözüm sürecidir, Diyarbakır buluşmasıdır” deyip bununla rüşvet ve yolsuzluğu örtmek peşindelerse;

*Önemlisi AKP kesintisiz ve tek başına 12 yıllık iktidarı boyunca kendi rejimini kurmada attığı önemli adımlarla bizzat kendisinin savunacağı statükosunu oluşturmuşsa;

*Rojava’da Kürtlerin siyasi statü elde etmelerini engellemek için ellerinden geleni yapan, Kürt karşıtı küresel cihatçıları besleyip silahlandıran AKP hükümeti olduğu gerçeği Mısır’daki sağır sultan biliyorken;

*Abdulkadir Selvi gibi rejimin ve AKP’nin has kalemi; “PKK, Ortadoğu’da ayakta kalmayı başarmış bir örgüt. Her teklifin üzerine balıklama atlasalardı, bugün yerlerinde yeller eserdi. Saddam yok PKK var. Bölge dengelerini ve uluslararası stratejiyi iyi okuyorlar” diyerek bugün PKK ve yöneticilerine övgüler diziyorsa;

Bu kavgada, Cemaate karşı AKP desteklenemez. Dahası “Yapılıp edilen her şey, bu masayı devirmeye yöneliktir”, “kimsenin gücü bu ülkede artık bu barışın, bu çözüm sürecinin engellenmesine yetmeyecek”, “dün sayın Hakan Fidan teslim olmadı, bugünde sayın başbakan” (Nurseli Aydoğan) denilemez, çünkü bu kavgada AKP’ye destek vererek elini güçlendirmek çözüme katkı sunmayacaktır. Hele tam da Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle de Batı ile arası açılan AKP’yi desteklemek Kürt ulusal demokratik hareketinin özelde de Cemaat-AKP kavgasında AKP desteklenmeli sinyallerini veren PKK’nin işi olmamalıdır. Unutmayalım ki Cemaat ile AKP on iki yıldır aynı kapta yiyip içtiler ve Kürt ulusal özgürlük hareketine karşı birlikte mücadele ettiler, taktikleri farklı olsa da!

Rejimin farklı siyasal kanatlarından birine oynayarak, somutta da Cemaate karşı AKP’ye amiyane tabirle dinsize karşı imansıza yönelerek meselenin çözümünü aramak doğru değil ve çözüm yerine çözümsüzlüğü derinleştirecektir.

AKP meseleyi çözmek yerine özellikle sıkıştığı günümüz koşullarında zaman kazanmak istiyor. AKP Kürt, Kürdistan meselesinde yaptıkları ya da attıkları adımlar gerek iç dinamiklerin gerekse bölge ve küresel siyasal gelişmelerin dayatmasının gerekleridir. Tıpkı MHP’nin iktidara ortak olduğu yıllarda Öcalan’ı da kapsayan idam kararının hükümet önerisiyle kaldırılması gibi, yarın iktidar olursa Cemaat de siyaseten AKP benzeri adımlar atabilir. Tekrar da olsa belirteyim; Kürt meselesinde izlenen politika AKP hükümetinin ötesinde bir devlet politikasıdır ve bu yeni de değildir. Unutmayalım ki Kürt/Kürdistan meselesi başından beri hükümet değil devlet politikası olarak uygulanmıştır.

Bütün bunlardan hareketle tam da bu süreçte Kürt ulusal demokratik güçleri siyaseten bu kavgada bir tarafı tutmaktan çok öteye kendi talep ve hedeflerini aktif dile getirmelidir. Kürt halkının temel hakları uğruna kitlesel serhıldanları tam da iktidarın siyaseten zayıf düştüğü koşullarda siyasal talepleri sokakta yükseltmenin tam zamanıdır. Bu yönelim Batı metropollerinde de yeni Gezilerin gerçekleşmesini tetikleyebilir.

Sonuç olarak; rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu “çözüm sürecine darbe” olarak gören ve kavgada “AKP desteklenmeli” diyen her tutum, AKP’nin elini güçlendirecek. Kürt siyaseti açısında ise güçlü bir AKP (ya da başka bir parti) değil zayıf düşmüş parti ve hatta hükümet-rejim ile meseleyi çözmek daha kolaydır.

02- 01- 2014

[email protected]

 

Sayı: 245

Tarih: 9 Ocak 2014

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights