15 Temmuz’dan sonra, en çok konuşulan, yazılan konu, Fettullah Gülen’in, devletin, ordu, yargı, emniyet, istihbarat gibi temel kurumlarında nasıl bu kadar güçlü ve yaygın bir şekilde örgütlenebildiğidir. Buna paralel olarak da, dinsel akımların, İslamın, devlet bürokrasisinde, askeri bürokraside, Türk siyasal hayatında, nasıl bu kadar güçlendiğidir.
Bunun temel nedeni, kanımca Kürd/Kürdistan sorunudur. Ve bu, Fethullah Gülen’le başlayan bir sorun değildir.
1960’ların ortalarından ve sonlarından itibaren, Kürdlerde, Kürdlük duygusu gelişmeye başlamıştır. Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması (1961), TİP’de, Doğu Grubu’nun oluşması, Kürdistan Demokrat Partisi’nin kurulması (illegal), Doğu Miitingleri (1967), Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulması (1969-1970) Kürdlük duygularını geliştiren olgulardır.
12 Mart Rejimi’nde (1971) Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın yaptıkları savunmalar, Kürdlük duygularının gelişmesinde, yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır. Bu süreç, “biz ayrıyız, dilimiz kültürümüz ayrı, baskı altındaki, dilimizi, kültürümüzü savunmamız gerekir, biz haklıyız…” şeklinde bir ideolojinin gelişmesini de sağlamıştır.
Devlet, Kürdlerdeki bu gelişmelerden rahatsız olmuş, bu gelişmeyi etkisiz bırakmak için, yoğun bir çaba içine girmiştir. Devlete, Kürdlerdeki bu gelişmeyi engellemek için, Kürdlerin yaşadığı bütün alanlarda, Kürdleri oyalayacak, başka konularla meşgul edecek ilgi odaklarının yaratılmasının önemli olduğunu tavsiye eden kurumlar, kişiler oldu. Dinsel duyguları, dinsel kurumları ilgi odağı olarak geliştirmek önemliydi. Örneğin, 1960’ların sonlarında 1970’lerin başlarında, CIA’nın Türk yöneticilere bu tür akıllar verdiği biliniyor. Türk yöneticilere tavsiye edilen konular arasında, dinsel duyguların, dinsel düşünce akımlarının, dinsel kurumların geliştirilmesi vardı. Kürdlerin yaşadığı bütün alanlarda, Kur’an Kursları’nın, İmam-Hatip Okulları’nın çoğaltılması, radyolarda, Müslümanlıkla ilgili programların çoğaltılması, dini yayın yapan kurumların, yayınevlerinin çoğaltılması isteniyordu. Bütün bunların kamuoyu önünde açıkça konuşularak tartışılarak değil, gizli bir şekilde yürütülmesi de esastır.
Milli Nizam Partisi, dinsel duygulara hitap eden bir siyasal partiydi. 26 Ocak 1970’de kuruldu. Partinin başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Milli Nizam Partisi, Kürd sorunu gündeme geldiği zaman, hep, İslam ümmetinden, İslam’ın, kavmiyeti, milliyeti yasakladığından söz ederdi.
Milli Nizam Partisi, 12 Mart Rejimi’nde, Türkiye İşçi Partisi ile birlikte, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. (20 Mayıs 1971)
12 Mart Rejimi’nde, Necmettin Erbakan, Türkiye’yi terk etmiş, İsviçre’de yaşıyordu. Milli Selamet Partisi, 11 Ekim 1972’de kuruldu. Milli Selamet Partisi’nin kurulması için, Necmettin Erbakan’ın, devlet yetkilileri tarafından, İsviçre’den davet edildiği söylenir.
Milli Selamet Partisi’nin o dönemde, Bosna’daki Boşnaklarla, Orta Asya’daki Türklerle, Filistinli Araplarla ilgili olarak yoğun çalışmaları vardı. Bu gruplar milli haklarının kazansın diye çok büyük çaba içindeydi. Ama, Kürdlerin milli hakları gündeme geldiği zaman, hep, İslam ümmetinden, ümmet kardeşliğinden, İslam kardeşliğinden söz ederek, Kürdlerin duygularını, düşüncelerini çarpıtıyordu.[1]
Milli Selamet Partisi, 12 Eylül Rejimi’nde, (1980) öbür siyasal partilerle birlikte, cunta tarafından kapatıldı. Refah Partisi, 19 Temmuz 1983’de kuruldu. 1987’de cunta tarafından konulan siyasal yasaklar kaldırıldı ve Necmettin Erbakan, Refah Partisi’nin başına geçti.
Refah Partisi 16 Ocak 1998’de, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Fazilet Partisi, Refah Partisi hakkında, kapatılma istemiyle dava açıldıktan sonra, yedek parti olarak 17 Aralık 1997’de kurulmuştu. Fazilet Partisi, 22 Haziran 2001’de, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Saadet Partisi 23 Temmuz 2001’de, Adalet ve Kalkınma Partisi, 14 Ağustos 2001’de kuruldu. Dinsel propaganda, dinsel ağırlıklı dernekler ve vakıflar AKP döneminde yoğunluk ve yaygınlık kazandı.
15 Ağustos 1984’de gerilla mücadelesi başladı. Bu artık Kürd hareketiydi. Kürd gençlerinin gerillaya katılmasını önlemek, halkın, gerillaya desteğini azaltmak, engellemek devlet ve hükümet için çok daha önemli konular oldu. 20 Kasım 1991 ve 22 Temmuz 1994 arasında Kültür Bakanı olan Fikri Sağlar’ın bu konuyla ilgili anlatımları çok önemlidir kanısındayım. Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu hükümette, Kültür Bakanı olan Fikri Sağlar’ın, 18 Şubat 1995 tarihli Siyah Beyaz gazetesinde açıklamaları yayımlandı. Hasan Uysal imzasını taşıyan bu haber, ‘MGK’nın Şeriatçılara Desteğini Durdurdum’ başlığı altında yayımlandı.
Fikri Sağlar, 1985 yılında gerçekleşen bir MGK toplantısından, ve o toplantıda alınan kararlardan söz etmektedir. MGK’nın, “Avrupa’da ve Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara dini propaganda uygulaması ve dini ağırlıklı dernek ve vakıfların kurulmasına yönelik talimat”ın dan söz etmektedir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal, Genelkurmay Başkanı Necdet Uruğ’dur.
Bu MGK kararı doğrultusunda, Kültür Bakanlığı’na, 350 milyon dolar ödenek ayrılmış. 17 Mart 1989 ve 23 Haziran 1991 tarihleri arasında Kültür bakanı olan Namık Kemal Zeybek bu konularda çok çaba harcamış, talimatı gerçekleştirmeye çalışmış. Bu açıklamada, Hizbullah’ın, kurucusunun, besleyicisinin silahlı kuvvetlerin komuta kademesi olduğu da belirtiliyor.
Açıklamada, Fikri Sağlar, MGK önerisine karşı, Türk Kültür Merkezleri ve Kültür Evleri Projesi getirdiğini ama, dinci vakıf ve örgütler için ayrılan paranın yarısının bile verilmediğini dile getirmektedir.
Fikri Sağlar, Başbakan Tansu Çiller’in kurduğu yeni hükümette yine Kültür Bakanı’dır. İkinci dönem, 30 Ekim 1995 ve 6 Mart 1996 tarihleri arasıdır.
Fikri Sağlar’ın, Kültür Bakanı olarak çalıştığı yeni dönemde, 8 Şubat 1996 tarihli “Siyah Beyaz gazetesinde, yeni açıklamaları yayımlandı. Bu haber yine Hasan Uysal imzalıdır. Haber, ‘Bakanın Bulamadığı Belge’ başlığıyla yayımlandı. Fikri Sağlar, ikinci defa göreve geldiğinde, MGK belgesini bulamadığını dile getirmektedir. “Avrupa’da ve Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara dini propaganda uygulanması ve dinsel ağırlıklı dernek ve vakıflar kurulması talimatı”yla ilgili olarak yeni açıklamalar yapmaktadır.[2]
Türkiye’de, dinsel propaganda, dinsel ağırlıklı dernekler, vakıflar, böyle gelişmiştir. Bu, devlet bürokrasisinin üst kesimlerinin, ordunun komuta kademesinin kararıyla, talimatıyla olmaktadır. Fethullah Gülen cemaati, orduda, emniyetde, yargı organlarında, istihbarat kurumlarında böyle örgütlenmiş, örgütünü geliştirmiştir. Bu gelişmeye yol veren temel anlayış, ‘ne istediler de vermedik’ anlayışıdır, ‘beraber yürüdük biz bu yollarda’ anlayışıdır. Cemaatler, devletin, Kürdlerle ilgili olarak, istediklerini, fazlasıyla yapmışlardır. Ama her cemaatin, bunu dışında gizli bir ajandası da olabilir. Cemaatin devletle sorunu, bu gizli ajandanın deşifre olmasıyla ortaya çıkar.
Gülen cemaatini öbür dinsel cemaatlerden ayıran önemli bir fark var. Fetthullah Gülen cemaati Türk milliyetçisi bir cemaattir. Dinsel cemaat olmasından önce, Türk milliyetçisidir. Dünyanın dört bir yanında kurduğu okullarıyla Türkçülüğü geliştirmeye çalışmaktadır. ‘Türkçe olimpiyatları’ çok önemli bir gelişmedir. Kürd/Kürdistan karşıtı bir cemaattir. 2007’de, Kürdler için yaptığı beddua bütün Kürdlerin hatırındadır.
2000’lerde, devlet bürokrasisinden ve basından bazı kişiler, Fethullah Gülen hakkında, eleştirici bazı konuşmalar yaparlardı, yazılar olurdu. Bu yazılara ve konuşmalara, en çok Başbakan Bülent Ecevit karşı dururdu. Türkçe olimpiyatlarını, dünyanın dört bir yanındaki Gülen okullarını, Gülen’in Kürd karşıtlığını Bülent Ecevit çok desteklerdi.
Gülen’in İadesi
Devlet ve hükümet, Gülen’in ABD’den iadesi için çaba sarf etmektedir. Bunun iç politikaya ilişkin bir çaba olduğu kanısındayım. Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesini başta AKP’liler istemez. Çünkü, bugünlerde, kendisine ‘hain’ diyen bazı AKP’lilerin, bir zamanlar, kendisiyle ilişki kurabilmek için nasıl yalvar-yakar oldukları, el-etek öptükleri, Fethullah Gülen tarafından yargı sürecinde açıklanabilir. Hiç kimse bu tür ilişkilerin deşifre olmasını istemez.
Bu yazıda sözü edilen olgularla, olgusal ilişkilerle ilgili olarak, bir konuya dikkat çekmek gerekir. O konu şu: Türkiye’de, bütün askeri darbelerin nedeni, tetikçisi Kürd/Kürdistan sorunudur. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997… Bütün askeri darbelerin temel nedeni, tetikçisi, Kürd/Kürdistan sorunudur. Ama bu, Türkiye’de, üniversite tarafından, Türk siyasal bilimleri tarafından açıklanmış bir durum değildir. Türk düşün hayatı, Türk basını bu konuyla ilgili bir şey söylememiştir. Bunun nedeni, Kürlerin, Kürdçe’nin inkar edilmesidir. Resmi ideolojinin, idari ve cezai müeyyideler getirmiş olmasıdır. Bir toplumsal olgu, siyasal ilişki inkar ediliyorsa, yok sayılıyorsa, bu konular etrafında gelişen ilişkilerin de bilincine varamazsınız.
Askeri darbelerin nedeni olarak, öğrenci olayları, işçi-sendika olayları, kamu düzeninin bozulması, bozulan kamu düzeninin yeniden tesis edilememesi gibi, durumlar gösterilmektedir. Bunlar da elbette önemlidir, ama bunlar ikinci, derecede olan gelişmelerdir.
14 Temmuz 1958’de, Irak’ta darbe oldu. Darbe lideri Albay Abdülkerim Kasım, 27 Temmuz 1958’de, darbeden 13 gün sonra, geçici Irak Anayasası’nı açıkladı. Geçici Irak Anayasası’nda, Irak halkı Araplardan ve Kürdlerden oluşur, deniyordu.
1947’de, Mahabad’dan sonra, Sovyetler Birliği’ne sığınan Mele Mustafa Barzani ve 500 pêşmerge, çok daha büyük sayılarla Irak’a döndü. Evlenmelerle nüfusları artmıştı. Irak’ta, Irak Kürdistan Demokrat Partisi legalleşti. Kürdler hükümette yer aldı. İşte, 27 Mayıs’ın (1960) temel nedeni budur. Irak’taki bu gelişmelerin, Kuzey’i etkilemesine engel olmak… 17 Aralık 1959’da gerçekleştirilen ‘49’lar’ın gözaltına alınmasının ve tutuklanmasının temel nedeni de budur.
11 Mart 1970’de, Irak’ta, Irak Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mele Mustafa Barzani ile, Irak Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı (Başbakan) Saddam Hüseyin arasında, Kürdistan’ın özerkliği anlaşması yapılmıştı. 12 Mart darbesini tetikleyen temel oluşum da budur. Bu gelişmelerin, Kuzey’deki ilişkileri etkilemesine engel olmak…
Bu anlaşma üzerine, Türk yöneticilerden ve ordu kademelerinden, “bu anlaşmanın yaşama geçmesine engel olacağız…” şeklinde tepkiler gelişmişti. İşte bu noktaya dikkat etmek gerekir. Anlaşma Irak’ta yapılıyor. Irak’ın devam eden bir sorunu ile ilgili olarak yapılıyor. Türkiye’de, “bu anlaşmanın yaşama geçmesine engel olacağız” şeklinde tepkiler gelişiyor. Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, sanıklara,1971 sonunda dağıtılan Kürdistan Demokrat Partisi İddianamesi’nde, iddianameyi hazırlayan askeri savcı aynen böyle söylüyordu: “Biz bu anlaşmanın yaşama geçmesine muhakkak engel olacağız. Kürdler boşuna moral biriktirmesin…” Kürd/Kürdistan sorunu kanımca bu tepkilerde gizli.
Kenan Evren, 12 Eylül’den sonra, il il dolaşırken, neden darbe yaptıklarını anlatırken şöyle söylemişti: “Siirt, Mardin gibi yörelerde, karargahlarımızı teftiş ederken, halkla iletişim kurarken, halkın hala Türkçe’den başka dillerle konuştuğunu, onlara hala Türkçe öğretemediğimizi fark ettik. Bu sorunu kökten çözümlemek gerekiyordu…”
6 Ekim 1996, Başbakan Necmettin Erbakan’ın Libya’ya yaptığı resmi ziyaret… Bu gezide, Libya lideri Muammer Kaddafi, Başbakan Necmettin Erbakan’a, azarlayıcı bir üslupla şunları söylemişti: “Ortadoğu’da, güneşin altında, Kürdlerin de bir yeri, bir ülkesi olmalıdır. Bağımsızlık isteyen Kürdlere zulmetmek yanlıştır…” Türk basını, siyaset adamları, ordu mensupları Kaddafi’nin bu tutumuna çok kızmıştı. Böyle bir üsluba muhatap kaldığı için Erbakan’a da kızmıştı… 28 Şubat’ı tetikleyen temel unsur da kanımca budur.
“Güneşin altında Kürdlerin de yeri, ülkesi olmalıdır”, görüşünü, Kaddafi’nin öbür Türk devlet ve hükümet yöneticilerine de söylediği bilinmektedir.
27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra laikliğe karşı hareketlerden söz etmektedir. Ama bu akımlara neden yol verildiği, Genelkurmay’ın da bilgisi dahilindedir.
22 Şubat 1962’de Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir’in darbe girişimi olmuştu. Bu başarıya ulaşmadı. Görüşmeler sonucu Talat Aydemir ve arkadaşlarına ceza verilmedi, emekli edildiler…
Ama Talat Aydemir ve arkadaşları, 20 Mayıs 1963’de ikinci olarak yine darbe girişiminde bulundu. Bu da başarısızlıkla sonuçlandı. Bu sefer gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Musa Anter, 1963-1964 yıllarında, Ankara’da, cezaevinde, Talat Aydemir ve arkadaşlarıyla beraber kaldığını anlatmaktadır. Talat Aydemir, askeri mahkemede, darbe girişimi nedenlerini sayarken Kürd meselesine özel bir yer vermişti. “Sayın hakim, geçmiş ve gelecekteki hiçbir rejim ve otorite, hiç kimse, Kürt meselesinin köküne inememişti. Devletimiz, bu tehlikeli meselenin tehdidi altındadır. Arkadaşlarım ve ben, Kürdler’i kökünden temizleyerek meseleyi çözmeye karar verdik…”[3]
15 Temmuz darbe girişiminin de Kürd/Kürdistan sorunlarıyla yakından ilişkisi vardır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, görüşmeleri engelleyen tutumu darbe girişimini tetikleyen önemli bir unsur olmuştur.
Askeri darbeler her zaman toplumsal kaos ortamlarında, politik ve ekonomik kriz dönemlerinde, oluşur. Toplumda, düzenden memnun olmayan insanlar bu ortamda çoğalır. Darbe tasarlayanlar, onların bu duygularından ve düşüncelerinden hareket eder. Darbe tasarımları bu ortamlarda gerçeklik kazanır.
Bütün bunlara rağmen bu temel sorunun, hala terör kavramlarıyla, güvenlik kavramlarıyla ele alınması yanlıştır. Devletin, hükümetin, “en son terörist yok edilinceye kadar…” görüşünü gözden geçirmesi gerekir.
[1] Bkz. İsmail Beşikci, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu, Bu kitabın ilk baskısı 1979’da Komal Yayınevi tarafından yapıldı. İkinci baskı 1991’de Yurt-Kitap Yayın tarafından yapıldı. Yeni baskı, Nisan 2013’de, İBV tarafından yapıldı. (İBV, s. 193-221)
[2] Bkz. İsmail Beşikci, ‘Hayali Kürdistan’ın Dirilişi, İBV yayınları, Mayıs 2013 s. 78-81
[3] Musa Anter, Hatıralarım, Cilt 1, Weşanên Welat, 1991, Stockholm, s. 20
Kaynak: Zazaki.net