Ana SayfaTANTALOS’U YARATMAK / SİBEL ÖZBUDUN

TANTALOS’U YARATMAK / SİBEL ÖZBUDUN

Böylesi bir sahnede tüketici, tanrılar tarafından gırtlağına kadar suyun içinde oturup da susuzluğunu gidermek için eğildiğinde tüm suyun çekilip yok olduğunu görmekle cezalandırılan Tantalos’u andırmaktadır. Gırtlağına kadar mallara boğulmuştur; herşey elinin altındadır; cebinde parası yoksa gelecekteki işgücünü satarak, yani kredi kartıyla satın alabilecektir.

 

TANTALOS’U YARATMAK[1]

SİBEL ÖZBUDUN

Gerçek ihtiyaçlar ile çağımızın yönlendirdiği sahte ihtiyaçlar

arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda,

kişi tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin

toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır.

İnsan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak

diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken,

bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir.

Dolayısıyla tüketmek, birey için bir zorunluluğa dönüşür.

İnsani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır.

Artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.”

[Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu.]

 

4.5 G’ye geçtiniz mi?

Bir başka deyişle, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın, “iftiharla açıkladığı”, bir günde 4.5 G’ye geçen 4.5 milyon yurttaştan[2] biri misiniz?

Dile kolay, bir günde 4.5 milyon kişi! Bu kadar da değil: Mobil İletişim Araçları ve Bilgi Teknolojileri İş Adamları Derneği (MOBİSAD) Yönetim Kurulu Başkanı Sinan Ekşi de “52 milyon mobil abonenin 4,5G uyumlu SIM karta geçiş yaptığını”[3] söylüyor. Yani Türkiye’nin neredeyse bütünü bugün olmazsa yarın, 4,5 G’ye geçmeye kararlı. 30-40 yıl öncesine dek, “Acele giden ecele gider”, “Acele işe şeytan karışır”, “Erişir menzile aheste giden, tiz-i reftar olanın payine damen dolanır” (Yavaş giden hedefine ulaşır, acele edenin ayağına eteği dolanır) atasözleri uyarınca aheste bir yaşam sürdüren, köyleri telefon erişimine ta 1984’te kavuşmuş[4] bir toplum için şaşırtıcı bir hız tutkusu!

Yakın zamana dek aşk roman ve filmlerinin, pembe dizilerinin en önemli teması iletişimsizlik yüzünden yanlış anla(ş)ma nedeniyle de bir türlü kavuşamayan sevgililer olan bir toplum için afallatıcı bir iletişim aşkı!

Ama en çok da, “tüketim toplumu”nun ruhunu yakalamış, onu soğurmuş olmanın göstergesi… “Bir lokma, bir hırka”dan bugünlere… Gerçekten de uzun bir yoldan geliyoruz.

Kimileri buna “kalkınma, gelişme vb.” diyor. Ya da “çağdaş uygarlık/muasır medeniyet seviyesine erişmek”…

“Muasır medeniyet”in nasıl olması gerektiğiniyse, 60 yıl kadar önce ABD’li iktisatçı Victor Lebow, şöyle betimliyordu:

“Devasa üretken ekonomimiz tüketimi yaşam tarzımız kılmamızı, malların satın alınıp kullanılmasını bir ayine dönüştürmemizi, manevî doyumumuzu, egomuzun tatminini tüketimde aramamızı talep ediyor. Sosyal statünün, toplumsal kabulün, saygınlığın ölçüsü artık tüketim örüntülerinde yatıyor. Bugün yaşamlarımızın anlam ve önemi, tüketim terimleri çerçevesinde ifadelendiriliyor. Birey üzerindeki, güvenli ve kabul edilmiş standartlara uyma konusundaki basınç ne denli fazlaysa, özlemlerini ve bireyselliğini giydikleri, kullandığı araç, yedikleri -evi, arabası, beslenme örüntüleri, hobileri- çerçevesinde ifade etme eğilimi o denli yoğundur. (…) Bu meta ve hizmetler tüketiciye özel bir aciliyetle sunulmalıdır. Yalnızca ‘zorunlu’ bir tüketim seferberliği değil, aynı zamanda ‘pahalı’ tüketimi gereksiniyoruz. Şeylerin durmaksızın artan bir hızla tüketilmesi, yakılması, eskimesi, ikame edilmesi ve atılması gerekiyor. İnsanların artan karmaşıklıkta yemesi, içmesi, giyinmesi, araba kullanması, yaşaması dolayısıyla da her seferinde daha pahalı tüketmesi gerekiyor.”[5]

O andan sonra, ABD’den başlamak üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… Tüketme buyrultusu, tüketim toplumu imgesi hızla yayılan ve önü alınamayan bir salgın hastalık gibi yeryüzünü kapladı. Her eve bir buzdolabı, çamaşır makinası, TV, bulaşık makinası, fırın, telefon, her aileye bir otomobil… Zamanla tüketim malları “personal/kişisel” sıfatı yüklendikçe hem asgari tüketim birimi aileden bireye doğru daralarak piyasayı genleştirecek, hem de kullanım süreleri hızla kısalacaktı: “Kişisel” bilgisayarlar, cep telefonları, kişisel bakım ürünleri, her bireye bir otomobil, her odaya bir TV… Bir-iki yıl kullanılıp, hemen bir üst modeliyle ikame edilmek üzere uçsuz bucaksızlaşan çöplüğü boylayacak “ahir zaman oyuncakları”…

Max Weber’in “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu”nda kapitalistin prototipi olarak betimlediği, çok çalışan, kazandığını biriktirip işe yatıran, gösterişten uzak, tutumlu, sebatkâr “dünyevî münzevî”den, yaşamın anlamını tüketmekte bulan, gereksinimlerini karşılamak için değil, “birey” olduğunu kanıtlamak, iç sıkıntısını gidermek, yalnızlık duygusunu aşabilmek, aşk acısını unutmak, haz duyabilmek, iş arkadaşıyla rekabet edebilmek, bir kimlik edinebilmek için tüketen günümüz homo consummerus’una… Gerçekten de radikal bir kültürel dönüşüm yaşadı insanlık… Yoksa “başkalaşım” (metamorfoz) mu desek?

 

Tantalos’u Yaratmak

 

İktisat kitapları bize tüketimin gereksinim karşılayıcı bir etkinlik olduğunu öğretir. “İnsanın mutluluğu için…” diye ekler, burjuva ideologları. İnsanlar ihtiyaçlarını giderdikçe doyuma kavuşacak, mutlu olacaklardır. Oysa günümüz “tüketim toplumları”nda, tüketim ile gereksinim ve giderek tüketim ile doyum/mutluluk arasında hemen hiç ilişki kalmamıştır. Günümüz toplumlarında “tüketim sahnesi” A’dan Z’ye bireysel tüketicinin “haz”zına yönelik olarak düzenlenmiş olduğu göz önünde bulundurulduğunda…

“Günümüz toplumları için hafta sonu, geniş alışveriş merkezlerinde yiyecek, giyecek, kozmetik, mobilya, çamaşır, kitap satın almak, sinemaya gitmek ve en sonunda da akşam yemeğini yiyerek eve dönmekten oluşmak­tadır. Bu yeni kapalı mekânlar, tüketicilerin içeride rahatça gezinebilmeleri, vitrindeki ürünlere göz gezdirebilmeleri gibi bir dizi imkânı da beraberinde getirmişlerdir. Böylece, rasyonel içerikli, satın alma davranışına, haz ve eğlen­ceye dayalı boş zaman eylemi de ilâve olunmuştur. Satın alma davranışı zo­runluluk olmaktan uzaklaşarak, haz sağlayan, eğlenceli bir deneyim şekline bürünmüştür. Özellikle, günümüzdeki alışveriş merkezleri sunmuş oldukları çeşitli hizmetler ve gösterilerle alışverişin bu yeni anlamına uygun ortamlar içermektedirler. Söz konusu kamusal mekânlar ile aslında bireyler hem tüketmeye, hem de sosyalleşmeye davet edilmiştir. Bu anlamda tüketmek moda ve gerekli bir pratik olarak da görülmüştür.”[6]

Böylesi bir sahnede tüketici, tanrılar tarafından gırtlağına kadar suyun içinde oturup da susuzluğunu gidermek için eğildiğinde tüm suyun çekilip yok olduğunu görmekle cezalandırılan Tantalos’u andırmaktadır. Gırtlağına kadar mallara boğulmuştur; herşey elinin altındadır; cebinde parası yoksa gelecekteki işgücünü satarak, yani kredi kartıyla satın alabilecektir.

Ama bir türlü deliler gibi peşinde koştuğu doyumu, hazzı yakalayamaz. Çünkü o çok imrendiği oyuncağı alıp da evine götürdüğü an vitrindeki albenisini, ışıltısını yitirip sıradanlaştığını, ya da daha fenası, daha cazip, daha ışıltılı, daha sofistike bir üst modelin piyasaya sürüldüğünü görecektir… Tantalos-tüketici, ebedî bir susuzluğun mahkûmudur.

Araştırmalar bu mülahazaları doğruluyor: Tüketimin mutluluk getirmediğini… Getirdiği “haz”zın son derece uçucu/geçici olduğu… Britanya’da yürütülen bir araştırma; Britanyalıların yüzde 61’inin, gerçekten ihtiyaç duydukları şeyleri satın alamadıklarına inandığını gösteriyor. Gelir düzeyi 1950’den beri üçe katlanmış, dünyanın en zengin ülkelerinden birinde… Üstelik, aynı araştırma, en yüksek gelir diliminin de bu duygudan bağışık olmadığını göstermekte: Yıllık geliri 50 000 pound’un (=200 000 TL) üzerinde olan dilimin yarıya yakını (yüzde 40) “yeterince tüketemediğini” düşünüyor![7] Yani ne kadar tüketirse tüketsin, homo consummerus yeterince tükettiğine ikna olmuyor. Hap bir eksiklik duygusu içinde yaşamaya yazgılı… Hatta tükettikçe eksiltiyor kendini.

Çünkü günümüz “tüketim toplumlarında “…mallar toplumsal, kültürel ve manevî anlam ve imaları nedeniyle satın alınırlar. Ama genellikle toplumsal, kültürel ve manevî gereksinimleri karşılamazlar. Karşıladıklarındaysa bu çok kısa süreli olur: Anlamlar kısa sürede reklamlar tarafından eskilerden yenilere taşınır. Ama yeni şeyleri hemen alamazsın – belki de hiç alamazsın. Sonuç düş kırıklığı ve doyumsuzluktur. Daha 1920’lerde General Motors’dan Charles Kettering şöyle diyordu: ‘İktisadî refahın anahtarı, doyumsuzluğun örgütlü yaratımıdır.’”[8]

Şu hâlde tüketim toplumlarında doyumsuzluk bireysel bir kusur, hastalık filan değil, tasarlanarak, bilerek örgütlenmiş bir kolektif halet-i ruhiyedir: sistem insanların tüketmesi üzerine kuruludur. İnsanlar tüketmezse, kapitalist malını satamaz, kâr edemez, üretilen mallar dağlar gibi yığılır, sistem krize girer… – Kimsenin aklına onları gereksinim duyan, ama alım gücünden yoksun yoksul yığınlara dağıtmak gelmez: bu sisteme ihanet olacaktır.[9]

İnsanlar, doğaldır ki yaşayabilmek için nesnelere gereksinim duyarlar: doğada hazır buldukları şeylerin pek azı dolayımsız bir biçimde tüketilebilir durumdadır. Bu nedenle, üretimci emekleri aracılığıyla hammaddeyi kullanılabilir ve tüketilebilir şeylere dönüştürürler: yiyecek, kap-kacak, barınak, el baltası, mızrak, tekerlek, koşum takımı, değirmen, kağıt, giysi, bilgisayar… Ve ürettiklerini yaşayabilmek, yani kendilerini (ve gelecek kuşakları) yeniden üretebilmek için tüketirler. Bir başka deyişle, tüketim, aynı zamanda bir yeniden üretimdir – buraya kadar yadırganacak bir şey yok.

Aynı zamanda “tüketim toplumu” olan kapitalist toplumların çarpıklığı ya da akıldışılığı şuradadır ki, kapitalizmde üretim, yaşamak için gerekli nesneleri üretme faaliyeti olmaktan çıkmıştır. Kapitalizmin temel özelliği, -buhar, fosil yakıt, nükleer vb. enerji kaynaklarının devreye girmesi aracılığıyla, bu enerji kaynakları ile çalıştırılan makinelerin ise toplumda küçük bir azınlığın, kapitalist sınıfın elinde olmasıdır. “Üretim araçları”nın sahibi olan bu sınıfın varlığı, çalıştırdığı işçilere ürettirdiği (artık özgül bir kullanıcıya yönelik olarak değil, anonim bir piyasa için üretildikleri için “meta” olarak adlandırılan) malların satılmasıyla elde ettiği kâra bağlıdır.

O mallar satılmalıdır. Gerekirse onlara hiç gereksinim duymayan “müşteri”lere… Bunun için de “ihtiyaç” yaratılmalıdır; daha doğrusu “ihtiyaç duymayan insanlar”, kapitalistin kendilerine sunduğu mallara delicesine ihtiyaç duyan müşterilere dönüştürülmelidir.

Amerika kıtasına göçen Avrupalıların, yerlileri Bolivya’da işletmeye açtıkları bakır yataklarında çalışmaya ikna etmek için onları kokaya alıştırdıkları, ardından da ücretlerini kokayla ödemeye başladığı aktarılmaktadır. Tıpkı topraklarını beyazlara “satmaya” değersiz incik boncuk, hastalık bulaştırılmış battaniyeler ve “ateş suyu”yla ikna edilen Kuzey Amerika yerlileri gibi…

Amerika kıtasındaki “kurnaz” girişimcilerin torunları olan kapitalistler, o gün bugündür, insanları aslında hiç gereksinim duymadıkları nesnelere dair “ olmazsa yaşayamam” hissini yaratacak binbir türlü desise geliştirmekteler. Bugün adına “pazarlama” denilen ve psikolojiyi, psikanalizi, sosyolojiyi, antropolojiyi, güzel sanatları, estetiği, iletişimi, göstergebilimi… hizmetine koşan dev bir sektöre dönüşmüş olan faaliyet alanının varlık nedeni budur.

“Psikanaliz” dedim; bu disiplinin daha ortaya çıktığı ilk günlerde, daha hastalarına hizmet vermeden, üstelik de bizzat kurucusunun yeğeni tarafından insanlarda yapay gereksinimler yaratmayı hedefleyen pazarlama sektörünün hizmetine koşulduğunu öğrenmek, şaşırtıcı olacaktır. Evet, pazarlama, ya da propaganda mekanizmasının mucidi ve onu -“halkla ilişkiler” adını vererek- ticaretin ve siyasetin eline veren kişi Sigmund Freud’un yeğeni Edward Bernays’dan başkası değildir. Bernays’ın ilk “müşterisi” ise, erkeklerin tütün pazarının bir süredir doyduğundan şikâyet eden ve kadınlara ulaşmak isteyen Amerikan Tütün Şirketi’dir. Şirket, Bernays’ın kapısını çalarak bir yol bulmasını ister. Amcasının öğretilerinden pazarlama teknikleri üreten Bernays bir çözüm bulur: Bir grup mankeni New York’ta bir süfrajet yürüyüşünde örgütlerken, basına kadınların yürüyüş sırasında “özgürlük meşaleleri” tutuşturacağı haberini sızdırır. Kadınlar yürüyüş sırasında, işaret üzerine basının önünde hep birlikte Lucky Strike sigaralarını yakarlar. 1 Nisan 1928 tarihli New York Times’ın manşeti şöyle çıkacaktır: “Bir grup kız ‘özgürlük’ jesti olarak sigara tüttürdü.” Bir nesnenin bizatihi kendisi için -bir ihtiyaç giderici olarak değil- bir “simge” (“özgürlük”) olarak tüketilebileceğine/tüketilmesi gerektiğine dair ilk ders!

Ama Bernays, propagandanın yalnızca ticarete değil, siyasete de hizmet etmesi gerektiğinin bilincindedir. Amerikan üst sınıfının bir üyesi olarak, sınıf kardeşleri gibi o da, “oy hakkı”nın (kadınlar dahil) tabana yayılmasının içerdiği risklerin bilincindedir ve bu “risk”i önlemenin en emin yolunun propaganda olduğunu bilmektedir. Sorun “demokrasiyi riskten arındırmak”tır, ve 1928’de yayınlanan Propaganda başlıklı kitabında şöyle demektedir: “Kitlelerin örgütlü alışkanlık ve görüşlerinin bilinçli ve akıllı manipülasyonu demokratik bir toplumda önemli bir unsurdur. Toplumun bu göze görünmeyen mekanizmasını manipüle edenler, ülkenin gerçek yönetici iktidarını oluşturan görünmez hükümeti oluştururlar.”[10]

“Kitlelerin örgütlü alışkanlık ve görüşlerinin bilinçli ve akıllı manipülasyonu”… kapitalist sistemin, denetim altına alabildiği tüm iletişim araçları aracılığıyla tarihi boyunca yapageldiği, budur… İnsanı, toplumu, kültürü dönüştürme faaliyeti…

Bir ihtiyaç karşılayıcı faaliyet olarak tüketimin, insanın (ve toplumun) kendini yeniden üretebilmesi için zorunlu olduğunu belirtmiştim: insanlar, tarihleri boyunca ihtiyaçlarını -onların kölesi olmadan- karşılaya gelmişlerdir, oysa. Antropoloji disiplini bize Batı kapitalizminin Avrupa-dışı coğrafyalara dümen kırdığı dönemlerde karşılaştığı küçük ölçekli -avcı-toplayıcı, hortikültüralist, çoban, tarımcı- toplumlarda (onları yutup yok etmeden önce) kaydettiği tüketim alışkanlıklarına dair bilgileri sunar…: Armağan değiş-tokuşu, karşılıklılık, paylaşım, üretim fazlasının tahrip edildiği, dolayısıyla toplum içinden birilerinin onları temellük edip kendilerini diğerlerinden farklılaştırmalarına mahâl vermeyen potlach’lar, ziyafetler, üretim fazlasının tanrılara sunulması…

Üretimin ihtiyaç-karşılayıcı bir faaliyet olarak kavrandığı küçük ölçekli toplumlarda, bu nedenledir ki “modern” toplumlarda bir kişinin -aslında hiç de gereksinmediği şeyleri satın alabilmek uğruna- ömrünü bir makinenin başında vida sıkıştırarak geçirmesi bir “delilik” olarak görülecektir. “İlkel” “refah toplumları”nda, “çalışma” süreleri hem “modern” sanayi toplumlarına göre daha kısadır; hem nüfusun göreli küçük bir kesimi tarafından gerçekleştirilmektedir, hem de diğer gündelik faaliyet biçimlerinin içine “gömülü”dür. Örneğin Kalahari çölünün çeperlerinde yaşayan avcı-toplayıcı !Kung San’larda yetişkin ve engelsiz bir !Kung erkeği ya da kadını haftanın 2.5 günü avcılık ya da toplayıcılık yaparak, kendisinin ve bağımlılarının (çocuklar, yaşlılar, engelliler…) gereksinimlerini karşılayabilmektedir.[11]

Marshall Sahlins ise “özgün refah toplumu” olarak tanımladığı avcı-toplayıcıların “bizden az çalıştığını, besin arayışının sürekli değil, aralıklı, bol dinlenmeli bir çaba olduğunu, günboyu uyuma sürelerinin diğer bütün toplum tiplerinden fazla olduğunu” kaydeder. “Çalışma”, bir “bela”, bir “lanet” olarak algılanmamaktadır, hatta çoğu yerli toplumun dilinde özgül olarak “çalışma”ya işaret edecek bir kavram da yoktur: örneğin Avustralya aborijin gruplarından Yir-Yont’lar çalışma ile oyun arasında lingüistik bir ayırım yapmazlar![12]

Çünkü onlar için tüketim, yalnızca hayatta kalabilmek, ertesi güne ulaşmak için gereksindiklerine erişebilmektir. Fazlası, gereksiz bir yüktür yalnızca… Niye boşuna yorsunlar ki kendilerini?

Bir !Kung San’ın, bir Yir-Yont’un yaşamı sizlere sefilane gelebilir: 4.5 G’lerden, lap-top’lardan, otomobillerden, buzdolaplarından, çamaşır-bulaşık makinalarından, TV’den, McDonalds’dan, ne bileyim, spor ayakkabılardan, Louis Vuitton çantalardan, Ray Ban güneş gözlüklerinden, YSL çoraplardan, Estée Lauder parfümden yoksun bir yaşam…

Ama en azından günümüz tüketim toplumlarının ödemek zorunda kaldığı çevresel maliyetten bağışık…

 

Tüketilen Yalnızca Mallar Değil, Doğa!

 

Bilmem biliyor musunuz; son 30-35 yılda yeryüzünün doğal kaynaklarının yüzde 30’u tükendi… Daha da kötüsü, bu kaynaklardan pek azı insanlar tarafından yenilenebilir nitelikte. Doğal ormanların yalnızca yüzde 20’si varlığını sürdürebiliyor.

Bu kadar da değil: uzmanlar 1975 yılına kadar tüketilen kaynakların oranını yüzde 10 olarak hesaplıyorlar! Bir başka deyişle, tüm insanlık tarihi boyunca tükenen kaynakların üç katı, son otuz yıl içerisinde tüketilmiş. Bu tırmanışın devam etmesi durumunda önümüzdeki 10 yıl içerisinde kaynakların yüzde 30 ila 40 kadarı daha tükenmiş olacak. Hepimizin ömür süresi içerisinde, yeryüzü kaynaklarının yüzde 80’inin tükendiğine tanık olacağız![13]

Tropikal bölgelerde tatlı su canlıların son 50 yıldaki tükenme hızı yüzde 70’i bulmuşken, 1970’ten günümüze tüm tropikal türlerin popülasyonunda yüzde 60’lık bir düşüş yaşandığı bildiriliyor. Asya’da kaplan popülasyonu son 30 yılda yüzde 70 oranında azaldı. Batı Atlantik’te endemik mavi yüzgeçli ton balığı türü, sınai balıkçılık nedeniyle tükenmenin eşiğine geldi.

Dünya Yaban Hayat Vakfı (WWF)’nın “kritik bir biçimde soyu tükenme tehlikesi altındaki türler” listesinde, çeşitli goril, gergedan ve kaplan alt-türleri dâhil 17 hayvan türü yer alıyor. 33 tür “tehlike altında”, 16 tür “tehlike sınırında”, 10 tür ise “tehlike sınırına yakın” canlılar listesinde bulunuyor. Bir başka deyişle, 76 hayvan türü, şu ya da bu biçimde soyu tükenme tehdidiyle karşı karşıya: bu, ekolojik denge açısından ciddi bir tehdittir!

Dünya Yaban Hayat Vakfı (WWF) 2012 Raporu, yeryüzünde 2.7 milyar insanın, hâl-i hazırda, yılın bir bölümü susuzluk çektiğini kaydediyor.[14]

Yine Dünya Yaban Hayat Vakfı, yeryüzündeki orman kaybının dakikada 48 futbol sahası genişliğine ulaştığını bildiriyor. Amazon yağmur ormanlarının en az yüzde 17’si, son elli yılda, insan faaliyeti sonucu tükenmiş durumda.

Ve küresel ısınma: Bilim insanları son yüzyıl içerisinde iklimin 0.4 ila 0.8˚ C arasında ısındığını saptıyorlar. Bu işin bir yanı. Ama daha kötüsü var. İklim Paneli, 2100 yılına kadar ortalama küresel ısı artışının 1.4 ila 5.8˚C arasında olacağını tahmin ediyor. Bir başka deyişle, önümüzdeki yaklaşık yüz yıl içerisinde dünyanın ısısı, geçmiş yüzyıldakinin 2 ila 6 katı kadar artacak![15] Yani çok yakında bugünleri mumla arayacağız! Tabii hayatta kalmayı başarabilirsek…

Sonuç olarak diyebiliriz ki, İnsan faaliyetinin “ekolojik ayak izi”; bir başka deyişle doğal kaynaklar ve ekosistem üzerinde insan tüketimi sonucu oluşan etki, ölçülen son tarih olan 2008’de yeryüzü toprak ve okyanuslarının kapasitesinin yüzde 50 üzerindeydi. Yani yeryüzünün, bir yılda tüketilen doğal kaynakları yenilemesi için gereken süre, 1.5 yıldı.[16] Bu açık giderek büyüyor.

Tüketimin Eşitsizliği

Oxfam’a göre 2016 yılında dünyanın en zengin yüzde 1’lik diliminin servetinin geriye kalan yüzde 99’a eşitlendiği ve dünyanın en zengin 80 kişisinin toplam servetinin 2009-2016 arasında ikiye katlandığı[17] günümüz dünyasında, zenginlerle yoksulların “ekolojik ayak izleri”nin boyutlarının farklı olduğu, artık en “ana-akım” araştırmaların dahi gündemlerinde yer alıyor. Bu hem zengin ve yoksul ülkeler için, hem de aynı toplumun zengin ve yoksul katmanları açısından böyle. Yeryüzü kaynaklarının tüketilmesinden, zenginlere göre çok daha az sorumlu olan yoksullar, bu tüketimden kaynaklanan tehlikelere (kıtlık, susuzluk, küresel ısınma, kirlenme, bozulan sağlık koşulları…) orantısız ölçüde maruz kalmaktalar. Somutlayacak olursak, dünya nüfusunun K. Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan yüzde 12’si dünyadaki özel tüketim harcamalarının yüzde 60 kadarını gerçekleştirirken, Güney Asya ve Sahra-altı Afrika’da yaşayan üçte birlik nüfus, toplam tüketimin ancak yüzde 3.2’sini gerçekleştirebiliyor!

Böylelikle, örneğin dünya nüfusunun yüzde 5’ini barındıran ABD, günümüzde dünya tüketiminin yüzde 30’unu gerçekleştirmekte. Dünya fosil yakıt kaynaklarının dörtte biri, ABD tarafından tüketiliyor: kömürün yüzde 25’i, petrolün yüzde 26’sı ve doğalgazın yüzde 27’si… 2003 yılında ABD’deki özel otomobil sayısı, sürücü belgesi sayısından fazlaydı, yani sürücü başına birden fazla araç düşüyordu ve motorlu taşıtlar arasında, benzin tüketimi en yüksek olan lüks otomobiller birinci sıradaydı.

Yine ABD’de yetişkin nüfusun yüzde 65 kadarının obez olduğu hesaplanmakta…

Yalnız ABD mi? Dünyada “tüketici sınıf” nüfusunun yarıya yakını gelişmekte olan ülkelerde yaşayan, 1.7 milyarı bulduğu hesaplanıyor. Bunların tüketim standartları dünya nüfusunun geriye kalanının çok üzerinde. “Tüketim toplumu” modeli ABD’den Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya’ya yayıldıkça, bu bölgelerin “ekolojik ayak izi”de giderek büyüyor.

Örneğin 2003 yılında Çin’de her gün 11 000 arabanın trafiğe çıktığı hesaplanmıştı: yılda 4 milyon yeni özel otomobil demekti bu! Özel oto satışları 2003’ün ilk yarısında yüzde 80 artış kaydetmişti[18] – yalnızca Çin’in caddelerinde dolaşan özel araçların küresel ısınmaya katkısını varın siz düşünün!

Ve lüks tüketim: Forbes dergisine göre 2014 yılında lüks arabalara 437 milyar dolar harcandı. Parfüm, giysi, mücevherat ve aksesuarlar için harcanan miktar ise 278 milyar doları bulmuş. 187 milyar dolar lüks otellere, 48 milyar lüks lokantalara, 23 milyar dolar özel jetlere, 22 milyar dolar lüks mobilyalara, 8 milyar özel yatlara, 1 milyar dolar ise yat yolculuklarına harcanmış.[19] Bir yıl içinde, dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesiminin lüks tüketime harcadığı para miktarı, 1 trilyon doları geçiyor! Bu arada, hatırlatayım: 2013 yılı dünya gayrısafi hasılasının tutarı, 75,59 trilyon dolardı!

Yeryüzünde günde 2 doların altında bir gelirle hayatta kalmaya çabalayan 2.8 milyar insan için ise, tüketim çok uzak bir düşten ibaret. İçlerinden bir milyarı içme suyuna düzenli erişimden yoksun olarak sürdürüyor yaşamını. İşin korkunç yanı, bugün dünyanın çoğunlukla yeni işletmeye açılan kaynaklarının bulunduğu bölgelerde yaşadıkları için ülkelerindeki doğalgaz rezervleri, ormanlar, maden yatakları, akarsular, denizler, yeraltı suları, dünyanın parababaları tarafından talan edilirken, hem açlığa, hem de bu işletmelerden kaynaklanan çevresel risklere maruz kalanlar, onlar oluyor. Bir yandan da zengin ülkelerin kirlilik “ihraç ettiği” bölgelerde yaşıyorlar (kirletici sanayiler, nükleer vd. atıkların ihracı…)[20] Daha somut bir deyişle, dünyanın en zengin yüzde 1’ine sermaye ediyorlar emeklerini ve yaşamlarını.

Gelir eşitsizlikleriyle çevresel risklerin eşitsizliğinin çakışması, hem küresel, hem de “ulusal” bir olgu. Örneğin ABD’de düşük gelir düzeyli beyaz-olmayan nüfusun tehlikeli atıklardan kaynaklanan çevresel risklere daha yoğun bir biçimde maruz kaldıkları, bilim insanlarının sürekli olarak dikkat çektikleri bir durum. Üstelik, yoksullukları nedeniyle sağlık hizmetlerine erişimleri daha düşük olduğundan, çevresel tehlikelerden kaynaklanan ölümler, çoğu etnik azınlıklardan oluşan yoksulları buluyor… Atıkların yoksulların yaşadıkları “ucuz” bölgelerde depolanması; yoksulların ekmek parası için çevresel riskleri yüksek alanlarda çalışmayı kabul etmesi, çoğu beyaz, orta-üst sınıf politika oluşturucuların tercih ve kararları; örgütsüzlük…

Aynı durum İngiltere ve Fransa için de söz konusu. Yakın zaman önce İngiltere’de gerçekleştirilen bir araştırma, çoğunlukla etnik azınlıkların yaşadığı yoksul bölgelerde PM10 ve nitrojen diokside maruz kalma riskinin çok daha yoğun olduğunu gözler önüne sermiş. Fransa kentlerinin yoksul mahallelerinde hava kirliliği ölçümleri -kirletici sanayiler bu bölgelerde yer aldığı için- daha yüksek çıkmakta.[21]

Çevresel yoksul düşmanlığı ve ırkçılığın örnekleri…

Peki, Türkiye’de Durum Ne?

Türkiye’de neoliberal kapitalizmin en dizginsiz uygulamalarına tanık olan AKP iktidarı yıllarının aynı zamanda bir çevre katliamına sahne olduğunu kim inkâr edebilir ki?

Birkaç başlık hâlinde irdeleyelim:

Akarsuların HES’leştirilmesi: AKP iktidarı, Anadolu’nun her ırmağını, her deresini, her şelalesini borulara tıkıştırıp santrale dönüştürmeye yeminli gözüküyor. Böylelikle, örneğin,

  • “Hidroelektrik santralı (HES) projelerinde çevre ve sivil toplum örgütlerinden gelen eleştirileri dikkate almayan hükümet, doğal sit alanlarına inşa edilecek HES’lerle ilgili “ilke kararı” yayımladı. Ancak karar, dereceleri yeniden belirlenme aşamasında olan sit alanlarına yeni HES’lerin önünü açtı. Yayımlanan ilke kararına göre, sadece doğal sit alanlarında değil, koruma alanlarında da HES’ler inşa edilebilecek.”[22]
  • “Ege Denizi’ne akan Balıkesir ve Çanakkale arasında sınırı oluşturan Mıhlı Çayı üzerine yapılması planlanan HES projesi yöre halkının tepkisine neden oluyor. Yurttaşlar 23 Mart 2013 günü Mıhlı Çayı Köprüsü’nde buluşarak “Su hakkımız anayasal güvenceye alınmalıdır” dediler.

Homeros’un İlyada Destanı’nda sıkça sözü edilen, şelaleleri, başdeğirmeni ve antik kemer köprüsüyle eşsiz görsel peyzaj ve kültürel zenginlikleri barındıran Mıhlı Çayı da HES tehdidi altında. Mıhlı Çayı’na HES inşa edildiğinde dere içinde ve çevresinde ağaçlar kesilecek, su tünellere sokulacağı için havza susuz kalacak, havza boyunca biyolojik denge bozulacak, ekosistem çökecek.”[23]

  • “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yargı kararlarına rağmen Karadeniz’deki hidroelektrik santral (HES) projelerinde ısrarlı. Danıştay’ın hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle üretim lisansı ve su kullanım anlaşmasını iptal ettiği Rize’nin Çayeli ilçesi Senoz vadisindeki Kayalar HES projesine ilişkin ÇED raporuna yeniden onay verildi.”[24]
  • “Erzurum Oltu’yu çöle çeviren HES gibi, 55 yeni proje için acil kamulaştırma kararı verildi. Soma’dan Malatya’ya kadar yapılacak yeni HES projeleri, bulundukları yeri, üç yıl önce yemyeşil olan Oltu gibi kurutacak.”[25]
  • “Rize’nin balı ile dünyaca ünlü Anzer Yaylası’na 3 HES projesi yapılması için onay veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, şimdi de Koç Holding’e bağlı Demir Export’un bölgedeki maden arama çalışmalarına izin verdi. Rize Valiliği de maden arama çalışmaları için “ÇED gerekli değildir” kararı verdi. Anzer Yaylası 2010 yılında Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 1. derece doğal SİT alanı ilan edilmişti.”[26]
  • “Gümüşhane, Trabzon, Rize, Artvin, Ordu, Bayburt ve Giresun’da 2 bin HES planlanıyor.”[27]
  • “Adıyaman’ın Yaylakonak beldesinde yapılması planlanan HES projeleri ve Gömükan Barajı Alevîlerin yaşadığı 8 köyü göçe zorluyor. Tarım ve hayvancılıkla geçinen yaklaşık 5 bin aile, Girlevik ve Çatderesi sularının Gömükan Barajı’na akıtılması durumunda bölgede tarım ve hayvancılığın biteceğini vurgulayarak, projeden vazgeçilmesini istiyor. Köylüler, bölgenin yaban keçileri ve geyiklerin koruma alanı olduğuna da dikkat çekiyor.”[28]
  • “Diyarbakır’daki Dicle Vadisi için yeni tehdit, vadiden geçen Dicle Nehri’nin üzerinde kurulu bulunan baraj ve HES projeleri nedeniyle debisinin düşmesi ve statüsünün de ‘dere’ olarak değiştirilmesi. Bu değişiklik ile nehrin kıyı kenar çizgisine 50 metre mesafeye kadar yapı inşa edilebilecek. Vadi daha önce yapı rezerv alanı ilan edilmiş ve ardından tarım arazisi statüsünden çıkarılmıştı.”[29]
  • AKP iktidarı boyunca dereler üzerinde 2000 kadar mikro-HES için lisans verildiği bildiriliyor![30]

Ormanların tüketilmesi: Son yıllarda ormanların yok edilmesi, yasa ve yönetmeliklerle desteklenen taammüdî bir katliam hâlini aldı. Nasıl mı?

  • “Ormanlarla ilgili yönetmeliklerin eski ve yeni hâli karşılaştırıldığında, ormanların karşı karşıya kaldığı tehlike ortaya çıkıyor. Orman Kanunu’nda son 10 yılda 10 değişiklik yapıldı. Her düzenleme ormanları biraz daha yapılaşmaya açtı. Yeni değişikliklerin büyük bölümü de madencilik faaliyetlerin, ormanlık alanda yapılacak diğer faaliyetlerin izinlerin ve kısıtlamaların düzenlendiği 16, 17 ve 18. maddelere ilişkin. En son yapılan değişiklikle orman sahalarında definecilikten petrol aramaya, eğitim ve sağlık tesislerinden, yeraltı deposuna kadar her türlü ormancılık dışı faaliyetine izin verilebileceği belirtiliyor.”[31]
  • “(Başbakan) Erdoğan, Karadeniz kıyısında su havzasına yapılacak 3. havalimanı ve 3. Boğaz Köprüsü için yüzbinlerce ağacın kesilip ormanların yok edilmesine karşı çıkanları “Gezi zekâlı” diye nitele”di.[32]
  • “Çevre ve ormanlara yönelik uygulamaları eleştiri konusu olan hükümet, tartışmalı iki değişiklik daha yaptı. Meclis’te “torba tasarıya” eklenen maddeye göre, ormanlar içerisine “idareler ve ziyaretçiler” için inşa edilecek yapılarda imar planı şartı aranmayacak.”[33]
  • “İki şirket metrekaresini 1 liraya aldığı ormanlık alana santral kuracak. İskenderun’un Azganlık beldesinde denize sıfır noktada ve ormanlık alana iki termik santral kurulacak. 800 dönümlük alan, Demirçelik İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’ olarak Tosyalı Holding ile Atakaş Grubu’na 2011’de tahsis edildi. Yatırımcılara ‘arsa yok’ diyen Hatay’daki yöneticilerin, İskenderun OSB’nin ‘demirçelik ihtisas’ özelliği kaldırılarak iki firmaya termik santral izini verdiği ortaya çıktı.

Azganlık beldesinde denize sıfır noktada ve ormanlık alandaki 800 dönümlük arazi 2011 yılının Temmuz ayında ‘Demirçelik İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’ olarak Tosyalı Holding ile Atakaş Grubu’na tahsis edildi. Ancak OSB’ye şirketler tarafından 2 ayrı termik santral kurulacağı ortaya çıktı.”[34]

  • “Türkiye’nin oksijen depolarından ve doğal güzelliklerinden birisi olan Kaz Dağları da yok oluyor. Kaz Dağı’ndaki göknar ağaçları kuruyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı da göknar ağaçlarının kurumaya başladığını doğruladı. Ağaçların Çan ve Biga’daki termik santrallerden çıkan gazlar nedeniyle kurudukları yorumu yapıldı.”[35]
  • “Sakarya’da Bıçkıdere Ormanları hummalı bir çalışmayla adeta alttan üstten yok ediliyor. ‘Doğa katliamı’ yapılıyor. Bir yanda su fabrikası için ağaçlar kesilip yerin altına borular döşeniyor, diğer yanda inşaa edilecek termal otel için sıcak su aranıyor. Bununla da kalmıyor ormanın ayrı bir yerinde bakır madeni için sondaj yapılıyor.”[36]
  • “Sarıyer Uskumruköy’deki yaklaşık 500 dönümlük orman arazisini imara açan tadilat planının iptali istemiyle açılan davada, mahkemeye sunulan bilirkişi raporundaki parafların sahte olduğu ortaya çıktı. Planın şehircilik ilkelerine aykırı olmadığına karar veren İstanbul 2. İdare Mahkemesi ise davayı, bu rapora dayanarak reddetti. Ormanın yok olmaması için çabalayan avukat Bora Vidinli, mahkeme heyetini HSYK’ye şikâyet etti. Vidinli, ‘Arazide keşif yapan üç bilirkişiden biri ölmüş. Diğer iki bilirkişi ölenin yerine de parafladıkları raporu mahkemeye sunmuşlar. Ancak mahkeme sahteciliği araştırmadı’ diyor.”[37]
  • “Sakarya’nın Karasu ilçesinde 5 köyü kapsayan, tarım ve orman alanlarının da içinde bulunduğu 222 hektar büyüklüğündeki arazi Nisan 2015’te Bakanlar Kurulu kararıyla Otomotiv İhtisas Endüstri Bölgesi ilan edildi.”[38]
  • “Artvin Orman İşletme Müdürlüğü 77 bin metrekare alanı maden şirketine tahsis etti.”[39]

Kıyıların yağmalanışı: Yağmadan, kıyılardan geriye kalanlar da nasibini bolca alıyor… Türkiye’nin kıyıları bir yandan dizginsiz bir yapılaşmanın/betonlaşmanın, bir yandan da kirliliğin hedefi.

  • “Antalya Belediyesi, dantel kıyıları, akvaryum gibi koylarıyla ünlü dinlence merkezi Kaş’ta, SİT alanındaki imar planlarını değiştirdi. Plan değişikliğiyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen işadamı Cihan Kamer’in adına kayıtlı olduğu öne sürülen parseller yapılaşmaya açılıyor…”[40]
  • “İstanbul’un son doğal plajı Ataköy sahilinde yükselen inşaatları tartışmalı hâle getirecek bir mahkeme kararı alındı. İstanbul 3. İdare Mahkemesi, TOKİ’nin 4 yıl önce yaptığı ve Karadeniz Örme-Özyazıcı ikilisinin aldığı, iki parselin satış ihalesini iptal etti. Söz konusu parsellerdeki inşaatlar şu anda bitme noktasına geldi.”[41]
  • “Batı Karadeniz kıyı şeridi ‘termik santral’ tehdidi altında. Karadeniz Ereğli’den Amasra’ya uzanan 78 kilometrelik kıyı bandına tam 13 termik santral geliyor.”[42]

 

Madencilik Eliyle Doğanın Katli: Yağmanın bir başka boyutunu maden çıkartma adına dağların delik deşik edilmesi, yüzbinlerce ağacın kesilmesi, tarım arazilerinin yok edilmesi, endemik türlerin tüketilmesi oluşturuyor. Böylece örneğin,

  • “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, maden atıklarının karada uygun ortam bulunmaması hâlinde denize boşaltılmasına vize vermeye hazırlanıyor. Maden Atıkları Yönetmeliği Taslağına göre maden atıklarının çevresel etkilerini en aza indirmek gerekçesiyle denize boşaltılmasına ‘detaylı izleme şartıyla’ onay verilebilecek.”[43]
  • “Konya-Karapınar ve Karaman- Akçaşehir havzasında 1 milyar 832 milyon ton linyit rezervini çıkarmak için 3 alana maden ruhsatı verildi. Bugüne dek termik santral için resmi girişim olmadı ama halk diken üstünde. Uzmanlar ‘Termik santral kurulduğunda kanser artacak, bölge asitle yıkanacak’ diyor.”[44]

Ve tabii:

  • “Artvin’deki Kafkasör Yaylası’nda bulunan Cerattepe Bölgesi’nde bakır madeni açılması için şirket yetkililerinin, asker ve polis eşliğinde zırhlı araçlarla bölgeye gelişi Artvin halkını sokağa döktü.”[45]

 

Altına hücum: Ancak madencilik adına işlenen cinayetlerin en büyüğü, altın çıkarma alanında yaşanıyor. “1 gram altın çıkarmak için 1 ton toprak ve yarım ton suyu siyanürlemek” gerektiği altın çıkarma alanında![46]

  • “Kütahya’nın Simav İlçesi’nde 2011’in mayıs ayında Eti Gümüş AŞ’ye ait atık depolama havuzunun setlerindeki kısmi çökmenin ardından Çevre Mühendisleri Odası, civardan aldığı numunelerle, normalden yüzde 40 fazla siyanüre rastlandığını ortaya çıkardı. Bunun üzerine Eti Gümüş, ÇMO’ya 30 bin TL’lik tazminat davası açtı.”[47]
  • “Kütahya’da yaşanan felaketin üzerinden aylar geçse de, tehlike devam ediyor. Üstelik gerçek anlamda önlem de alınmıyor. Türkiye’de siyanürle maden çıkarma işlemi Kütahya’yla sınırlı değil, 60 şirketin ruhsatı bulunuyor.

İTÜ Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Duman, Türkiye’de şu anda hepsi çokuluslu olmak üzere yaklaşık 60 şirketin maden ruhsatına sahip olduğunu söylüyor. 1200’ü arama, 160’ı ön işletme ve 300’ü işletme ruhsatlı. Artvin’den Kastamonu’ya kadar Karadeniz Bölgesi, Biga Yarımadası’nı da içine alan Kuzey Ege, Manisa, İzmir, Uşak, Kütahya, Eskişehir, Konya, Erzincan, Tunceli, Mardin hedef yerler. Fiilen üretim yapılan madenlerse; İzmir-Bergama, Uşak-Eşme, İzmir-Efemçukuru, Balıkesir-Havran ve Bergama-Kozak Yaylası. Erzincan-Çöpler, Çanakkale-Bayramiç ve Eskişehir-Kaymaz’da…”[48]

  • “Fatsa’da siyanürlü altın madeni için hazırlanan ÇED Raporu nereden tutsanız elde kalıyor. Bal ve fındık üretiminin şimdiden azaldığı köylerin; Elekçi Deresi de şirkete satıldı. 555 ton kimyasalın taşınacağı yer ise belli değil…

Altıntepe Madencilik çalışmalarını 196 hektarlık bir alanda yürütüyor. Şimdiye kadar 1000 dönümlük bir orman arazisinde ağaç kesimi yapıldı. Hazırlanan ÇED Raporunda ise bölgede ne kadar ağaç kesileceğine dair bir bilgi yok, ormana dâhil olan alanlar ise orman değil gibi gösterilmiş. Şirketin orman olmadığını iddia ettiği alanın 729 dönümü tarım alanı, 523 dönümü kestane ormanı ve 613 dönümünde de kayın/kestanelik var.” [49]

  • “Erzincan İliç’te Rio Tinto ile Çalık Grubunun altın madeni işletmesi ortaklığı hayatı yok ediyor. İlçede artık kuşlar ötmüyor, balık ölümleri yaşanıyor ve hayvanlar 6 bacaklı ya da kalbi dışarıda doğuyor. İlçede yaşayanlar madenin halk sağlığını etkilediğini de iddia ediyor.”[50]
  • “Kaz Dağları’nda altın arama ve işletme için 16 firmaya ruhsat verildi, 36 noktada yarım milyar tona yakın siyanür kullanılacak…

2 milyon kişinin temiz su kaynağı Kaz Dağları’nın derinliklerine sızacak siyanürsevici madencilik, neredeyse siyanürün doğa dostu olduğunu iddia ediyor.

Oysa Avrupa Parlamentosu Mayıs 2010’dan beri ‘madencilik faaliyetlerinde siyanürün yasaklanması’ gerektiği kararının bütün dünyada uygulanmasını tavsiye ediyor…

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Kenan Kaynaş’ın hazırladığı raporda Kaz Dağları’nda yapılan tarımsal üretim ve hayvancılıktan 7.5 milyar dolar değer elde edildiği ve 10 yıl içinde 75 milyar dolara ulaşılacağını belirtiyor.

Altın işletmeleri faaliyete geçince bölgede 2.5 milyar ton kayaç ve toprağın siyanürle işleneceğini, 10 milyonu zeytin ağacı olmak üzere tüm tarımsal üretiminin etkileneceğini, suların kirleneceğini ekliyor.

Ve durumun bölgede tarımla uğraşan 750 bin kişinin yaşam ve üretim alanı olduğunu önemle işaret ediyor.

Ama bu yıl iftiharla 25 ton altın çıkaracağını beyan eden maden sektörümüze Kaz Dağları’na doğru ‘Altına hücum’ startı verilmiş bulunuyor.

Hatta altın fiyatları tırmandığı için 1 ton kayadan 1 gram altın çıkaran işletme maliyeti şimdi 1 ton kayadan 0.4 gram altın elde etmeyi bile karlı buluyor.”[51]

Bu listeyi ciltler boyu uzatıp canınızı daha fazla sıkmak mümkün… Ama ne hacet, son bir-iki yılda basında çıkan haberlerden yapılmış bu küçük derleme dahi, yaşamımızın kaynaklarının, toprağın, havanın, suyun, yaşam alanlarının rant ve kâr hırsı önünde nasıl büyük bir hızla tükenmekte/tüketilmekte olduğunu çarpıcı bir biçimde gösteriyor.

Bir Sistem Sorunu: Kapitalizm

Kendilerine, yani yaşam kaynaklarımızı, üstelik yalnızca bizimkileri değil, kurdun-kuşun, ağacın-çiçeğin, börtü böceğin… velhasıl tüm canlıların yaşama hakkını hoyratça ellerimizden alanlara soracak olursanız, “kalkınmak için” derler. “Uygarlığın nimetlerinden yararlanmak istemiyor musunuz?” Sonra da, şık otellerin salonlarında düzenledikleri göstermelik sempozyumlarda, konferanslarda kermeslerde, davetlerde aleme talkını verirler: insanlar doğaya karşı sorumlu davranmasını öğrenmeli. Yıkanırken suyu idareli kullanmalı, kağıtların iki yüzüne yazmalı, çöplerimizi geri dönüşüm kutularına atmalıyız[52]… Böylelikle, “sürdürülebilir” bir yaşam tarzı tutturmuş oluruz…

Evet, sistem, daha doğrusu sistemin efendisi dev şirketler, dünyanın 50 yılda yaşanılmaz hâle getirilmesinden sıradan insanları, sizi, beni, tüketicileri, hatta ha babam çocuk doğuran yoksulları, yapay gübreyi, böcek ilaçlarını bilinçsizce kullanan köylüleri (sanki onlara kimyasalları, katil tohumları pazarlayan, geçimlik tarımlarını mahveden, topraklarını kullanılmaz hâle getiren kendileri değilmiş gibi) sorumlu tutuyorlar.

İşin gerçeğiyse, büyük bölümü Kuzey’de üretilen atıkların ancak yüzde 15’i geri kazanılabilecek nitelikte… Üstelik, en iyi koşullarda, tüketici atıklarının yalnızca binde 2’si yeniden kullanıma sokulabilir durumda. Ve tüketilerce üretilen her bir birim atığa karşılık, şirketler, 70 birim atık üretmekte… Bir başka deyişle, tüketicilerin tüketilmesinden doğrudan sorumlu olduğu doğal kaynak oranı, sadece yüzde 1.4. Geri kalan ise, “üretim” sürecinde, şirketler tarafından tüketiliyor: Ve salıverilen atıkların büyük bölümü, ne yazık ki toksik ve yeniden kullanıma elverişsiz… [53]

Onlar bu işten para kırıyorlar. Bizlere akıllı telefon, Ipad, hamburger, kırışık giderici krem, otomobil, tişört, ayakkabı, silah, makyaj malzemesi, şampuan, çikolata, buzdolabı, diyet Cola, fırın, nükleer başlıklı füze, biber gazı, bilezik, çorap, konut, tatil, heyecan, aşk, hayal… pazarlayarak milyonlarca, milyarlarca dolar kazanıyorlar sırtımızdan. Servetleri geri kalan yüzde 99’umuza eşitlenen yüzde 1 insanları… Yeryüzü hayatını, bios’u yok ettikleri umurlarında değil. “Benden sonra Tufan” dermiş kral XV. Louis… Yeryüzünün şimdiki efendileri için de öyle…

Geride kalanlar: yani hem tükettikleri, hem de tüketemedikleri için tükenenler mi? Yaşamları, iç dünyaları, çevreleri, insanlık onurları, sağlıkları, mutlulukları ellerinden kayıp giden açlar ve doyumsuzlar? Yani bizler? Çok mu çaresiziz?

Tabii ki hayır! Bizler için bir çıkış yolu var elbette… O “Tufan”ı bu dünyayı ellerimizden alanlar için bir an önce yaratmak. “Başka bir dünya mümkün”ü çok geç olmadan, hemen şimdi hayata geçirmek…

Ve elbirliğiyle kuracağımız o “başka” dünyada, kendimizi dönüştürmek: doğayla, yaşamla barışık, onun bir parçası olduğumuzun bilincinde, gözü tok, paylaşımcı, dayanışmacı, kolektivist, özgür, “öteki”yle empati kurmayı bilen, bilinçli bireyler toplumuna dönüşebilmek.

“Eğer insan çok fazla ‘şey’e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir,” diyen Erich Scheurmann’ın;[54]

“Sahip olduğum eşyalar, zamanla bana sahip oluyorlar,” diyen Jean-Paul Sartre’ın;

“Az şeye sahip olanın köleliği de az olur, yaşasın asil yoksulluğum” diyen Friedrich Nietzsche’nin sözlerini;

Ve geçmişi ve bugünüyle bizlere çok şey öğreten sevgili José Mujica’nın “Gereksiz ihtiyaçlardan oluşan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıyoruz, sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımda ya da siz aldığınızda, ödemeyi parayla yapmıyoruz. Ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. Aradaki fark ise şu: hayatı satın alamazsınız. Hayat geçip gider… Ve hayatınızı boşa harcayıp özgürlüğünüzü kaybetmek korkunç bir şeydir,” uyarısını bir an olsun aklımızdan çıkarmadan…

14 Nisan 2016 18:42:00, Ankara.

N O T L A R

[1] 26 Nisan 2016 tarihinde Bursa BAKUD’da yapılan konuşma…

[2] “Bakan Yıldırım: 4.5G’ye Bir Günde 4.5 Milyon Kişi Geçti” http://www.iha.com.tr/haber-bakan-yildirim-45gye-bir-gunde-45-milyon-kisi-gecti-548476/.

[3] http://www.teknokulis.com/haberler/mobil/2016/04/03/45g-icin-kac-kisi-sim-kartini-degistirdi

[4] “Türkiye’de Telekomünikasyon Tarihçesi”, Elektrik Mühendisliği, sayı 430, Nisan 2007, s. 66.

[5] Victor Lebow, “Price Competition in 1955”, Journal of Retailing, Bahar 1955. Aktaran: Timeline to the future, “Social-economic impacts”. http://www.timelinetothefuture.com/index.php/en/prepare/social-economic-impacts/over-consumption.

[6] Songül Demirel ve Ceren Yeğen, “Tüketim, Postmodernizm ve Kapitalizm Örgüsü”, ilef dergisi, 2015: 2(1) • bahars. 22. http://ilefdergisi.org/2015/2/1/

[7] Clive Hamilton, Overconsumption in Britain. A culture of middle-class complaint? 2003, s. v.

[8]Olli Tammilehto, “Sustainable Cultures – Cultures of Sustainability, Background Paper”, http://www.ymparistojakehitys.fi/susopapers/Background_Paper_8_Olli_Tammilehto.pdf.

[9] Dünya Yaban Yaşamı Vakfı (WWF)’na göre her yıl çöpe atılan besin miktarı, 1.3 milyar tondur ve bu miktar, dünyada açlık sınırı altındaki 800 milyon kişinin gereksiniminin dört katıdır! (http://www.worldwildlife.org/initiatives/food)

[10] Olli Tammilehto, “Sustainable Cultures – Cultures of Sustainability, Background Paper”, http://www.ymparistojakehitys.fi/susopapers/Background_Paper_8_Olli_Tammilehto.pdf.

[11] R. Lee, (1968). “What Hunters Do for a Living, or How to Make Out on Scarce Resources”, R. LEE ve I. DeVORE (der.), Man the Hunter, Chicago: Adline, s. 37.

[12] M. Sahlins (1981). Stone Age Economics, Londra: Tavistock Publications, s. 18.

[13] Timeline to the future, “Social-economic impacts”. http://www.timelinetothefuture.com/index.php/en/prepare/social-economic-impacts/over-consumption

[14] Report: ‘Over-consumption’ threatening the earth, http://www.commondreams.org/news/2012/05/15/report-over-consumption-threatening-earth

[15] “Global Warming: News, Facts, Causes & Effects”, http://www.livescience.com/topics/global-warming/

[16] Over consumption is killing off the world’s most precious wildlife, from tigers to tuna”, http://www.telegraph.co.uk/news/earth/earthnews/9266628/Over-consumption-is-killing-off-the-worlds-most-precious-wildlife-from-tigers-to-tuna.html

[17] Dario Kenner, Inequality of overconsumption: The ecological footprint of the richest. Working paper, no 2015/2, Kasım 2015, s. 2.

[18] “The State of Consumption Today”, http://www.worldwatch.org/node/810

[19] Dario Kenner, Inequality of overconsumption: The ecological footprint of the richest. Working paper, no 2015/2, Kasım 2015, s. 6.

[20] “Araştırmacılar Avrupa ülkelerinde tüketilen mal ve hizmetlere bağlı karbon dioksit salınımının üçte birden fazlasının başka yerlerde gerçekleştiğini saptadı. İsviçre ve bazı başka küçük ülkelerde ihraç edilen salınım miktarı ulusal sınırlar içerisinde salınan karbon dioksitten fazla. ‘Evinizde kullandığınız elektriğin olasılıkla başka bir yerdeki kömürle işleyen bir fabrikada CO2 salınımına neden olduğu gibi, Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri, Japonya ve ABD’nin ithal ettiği ürünlerin, başta Çin olmak üzere başka ülkelerde önemli miktarlarda karbon dioksit salınımına yol açtığını saptadık,’ diyor uzmanlar.” Böylelikle, örneğin ABD’de toplam tüketim kaynaklı salınımların yüzde 11’ini (yaklaşık kişi başına yılda 2.4 ton) ihraç ettiği hesaplanmakta! (“Wealthier countries ‘outsource’ their carbon emissions to developing nations, a new study finds”, Stanford Report, 8 Mart 2010, http://news.stanford.edu/news/2010/march/outsource-carbon-emissions-030910.html.

[21] Dario Kenner, Inequality of overconsumption: The ecological footprint of the richest. Working paper, no 2015/2, Kasım 2015, s. 7.

[22] Mustafa Çakır-Özlem Güvemli, “Yeşili Sıfırlar”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2014, s.18.

[23] “Destanlara Konu Olan Çaya HES”, Cumhuriyet, 22 Mart 2013, s.9.

[24] Derviş Genç, “Yargı Kararına Rağmen Karadeniz’de HES İnadı Sürüyor”, Zaman, 10 Mayıs 2014, s.4.

[25] Adnan Keskin, “HES’e Gelince Rüzgâr Gibi”, Taraf, 3 Haziran 2014, s.2.

[26] Ömer Şan, “Anzer’i de Bitirecekler”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2015, s. 8.

[27] Çiğdem Toker, “Bir Ülkenin Ölümü”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2014, s.10.

[28] Mehmet Menekşe, “Ya Acından Öl Ya Göç”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2014, s.3.

[29] “Dicle Vadisi İçin Yeni Tehdit”, Evrensel, 18 Şubat 2015, s.2.

[30] Yusuf Gürsucu, “AKP’nin 13 Yıllık Ekoloji Karnesi: Doğaya İhanet Sermayeye Hizmet”, Gündem, 16 Mayıs 2015, s.16.

[31] Serkan Ocak, “Ormanlar Betona Dönüşür Yurdumda”, Radikal, 20 Nisan 2014, s.4-5.

[32] Oğuz Güven, “Erdoğan da ‘Gezi Zekâlı’ Çıktı”, Cumhuriyet, 13 Haziran 2014, s.8.

[33] Mustafa Çakır, “AKP Torbaya Balta da Koydu”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2014, s.6.

[34] Akın Bodur, “Baldan Tatlı Rant”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2013, s.18.

[35] Mustafa Çakır, “Cennet Can Çekişiyor”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2014, s.3.

[36] Burak Coşan, “Bıçkıdere Ormanları’nın Altını Üstüne Getiriyorlar”, Hürriyet, 2 Aralık 2014, s.9.

[37] Hilal Köse, “Ölü Bilirkişiyle Orman İmara Açıldı”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2015, s.6.

[38] Hazal Ocak, “10 Kötü 5 İyi Haber”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2016, s.2.

[39] Bülent Falakaoğlu, “Başbakan Cerattepe’de Pansuman Yapmış! (2)”, Evrensel, 1 Mart 2016, s.5.

[40] Serdar Kızık, “Çare Direniş!..”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2015, s.18

[41] Ali Dağlar, “Kıyıdır Satılamaz”, Hürriyet, 31 Ağustos 2014… http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/27111034.asp

[42] Zonguldak’tan Bartın’a ‘78 kilometrelik kıyı bandına tam 13 termik santral’ geliyor!

[43] Erdinç Çelikkan, “Maden Atıklarının Denize Boşaltılmasına Vize”, Hürriyet, 23 Ağustos 2014, s.5.

[44] Özlem Güvemli, “Karaman Asitle Yıkanacak”, Cumhuriyet, 27 Aralık 2014, s.15.

[45] “Cerattepe Nöbetine ‘Gazlı’ Müdahale”, Milliyet, 17 Şubat 2016, s.15.

[46] Nihal Kemaloğlu, “Altını Yerine Koyarsınız, Ya Toprak ve Suyu?”, Akşam, 1 Eylül 2011, s.10.

[47] Doruk Çakar, “Yaşamın Kendisi Zaten Risk”, Akşam, 1 Temmuz 2011, s.11.

[48] “Altın madenciliği ve üretimi ile çevre ilişkisini başka metallerinkiyle karşılaştırmak konuyu anlatan en kestirme yol. 1 gram demir üretirken 2-2.5 gram toprak kazılır; 1 gram bakır içinse 100-200 gram. 1 gram altın için kaldırılacak topraksa 1-5 ton. 1 gram altını elde ettiğinizde geriye ne mi kalır? Yaklaşık 3.5 ton siyanürlü çamur! Dünyada her yıl 22.000-30.000 ton siyanür altın madenciliği nedeniyle atmosfere taşınıyor. Siyanürün açık havada gün ışığında çabucak parçalandığı ve etkisini kaybettiği çarpıtılmış bir bilgi. Zira siyanürün atmosferdeki yarılanma ömrü 276 gün. Açıkta kullanım nedeniyle her gün yeni siyanür emisyonu yapıldığına göre atmosferde sürekli birikim yapan siyanür radikalleri yağmur, kar, kırağı ve şebnem ile yeryüzüne geri döndüğünde kilometrekarelerce toprakta başta arsen olmak üzere pek çok elementi çözünür hâle getirip yerüstü ve yeraltı sularında, bitki-hayvan-insan bünyesinde birikiyor. Doğrudan siyanür kirliliğinin baş sorumlusu ise kil yastıklarında veya jeotekstildeki çatlak, yırtılma veya delinmeler. Siyanürlü çözeltiyi veya çamuru ileten hatlardaki boru patlakları da önemli teknik arızalar. Diğer kritik yerlerse yağmurlarla yıkanan açıkta depolanmış atık yığınları ve taşma ya da sedde yarılması sonucu siyanürlü çözelti ve çamurların çevreye yayılmasına neden olan atık barajları.” (Esra Açıkgöz, “Prof. İsmail Duman: İnsan, Altından Değerlidir!”, Cumhuriyet, No:1323, 31 Temmuz 2011, s.11.)

[49] Seçil Türkan, “Dere Şirkete Satıldı, Kimyasal Atıklar Hesap Edilmedi!”, Birgün, 1 Aralık 2014, s.16.

[50] Kemal Özer, “Siyanür Etkilerini Göstermeye Başladı”, Evrensel, 22 Ekim 2013, s.2.

[51] “Altın İçin Suları Zehirliyorlar”, Gündem, 2 Nisan 2013, s.16.

[52] “Çevreye en duyarlı milyarder” sıfatını kimseye kaptırmayan ve bizleri sık sık “sorumlu davranmaya” davet eden dünyanın en zengin insanı Bill Gates’in, fosil yakıt sektörüne 1 milyar dolar yatırdığını biliyor muydunuz? (Dario Kenner, Inequality of overconsumption: The ecological footprint of the richest. Working paper, no 2015/2, Kasım 2015, s. 5)

[53] Timeline to the future, “Social-economic impacts”. http://www.timelinetothefuture.com/index.php/en/prepare/social-economic-impacts/over-consumption

[54] Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam, Çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yay., 1988, s.46.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights