Ana SayfaSIYASET‘SAVAŞA HAYIR! BARIŞÇIL, SİYASAL YOLLA ÇÖZÜM HEMEN ŞİMDİ’/ MAHMUT KONUK

‘SAVAŞA HAYIR! BARIŞÇIL, SİYASAL YOLLA ÇÖZÜM HEMEN ŞİMDİ’/ MAHMUT KONUK

En son söyleyeceğimi en başta söyleyerek söze gireyim.

“Devletin kentlerimizde, kırsalda ve ‘sınır ötesi’nde sürdürdüğü savaş ve operasyonları derhal durdurması için; PKK’nin kentlerdeki silahlı ‘özyönetim’ ve hendek uygulamasını sonlandırması için; güçlü bir sesin, ortak bir iradenin ‘savaşa hayır barışçıl siyasal yolla çözüm hemen şimdi’ diyerek iç ve dış kamuoyu yaratmanın bugün yaşamsal önemi bulunuyor.”

 

KÜRDİSTAN’DA SAVAŞIN SONLANDIRILMASI ve SİYASİ ÇÖZÜM PERSPEKTİFİ KONFERANSINA TEBLİĞ

En son söyleyeceğimi en başta söyleyerek söze gireyim.

“Devletin kentlerimizde, kırsalda ve ‘sınır ötesi’nde sürdürdüğü savaş ve operasyonları derhal durdurması için; PKK’nin kentlerdeki silahlı ‘özyönetim’ ve hendek uygulamasını sonlandırması için; güçlü bir sesin, ortak bir iradenin ‘savaşa hayır barışçıl siyasal yolla çözüm hemen şimdi’ diyerek iç ve dış kamuoyu yaratmanın bugün yaşamsal önemi bulunuyor.”

            Bu paragraf bugünkü konferansı düzenleyenlerin ana amacını özetliyor desek yanılmış olmayız.

İlk bakışta son derece mantıklı ve iç tutarlılığı olan bir önerme gibi görünen bu paragrafın “amacı”nı sorgulamak değil niyetim. Ancak karşı karşıya olduğumuz “sorun” ve bu sorunun yaşandığı siyasal-toplumsal gerçekliği dikkate aldığımızda ne yazık ki bu haliyle çok “naif” olmakla kalmıyor, bizi “amaçlananın dışında”sonuçlara götürebiliyor.

Neden?

Birincisi; sanki akl-ı selim ile; savaşan her iki tarafa söylenecek bir; “durun, kentlerimizi yıkmayın, tarihsel mirasımızı yok etmeyin…” sözü üzerine çatışmalar duracak, savaş son bulacak gibi bir algı yaratıyor. Bu, kendi içinde; Devlet saldırmak için hendekleri bahane olarak kullanıyor, hendekler kapatılır, bu bahane devletin elinden alınırsa Devlet de saldırmaktan vaz geçer, yeniden demokratik-siyasal çözüm yoluna dönülür…” ön kabulüne dayanıyor.

Şüphesiz Devlet hendekleri “bahane” olarak kullanıyor. Hatta mayınları, bubi tuzaklarını, menfezlere-yollara döşenmiş patlayıcıları v.s. gösterip; “bakın PKK çözüm süreci görüşmeleri boyunca savaş hazırlığı yapmış, sürecin bitmesinin nedeni de budur…” vs. demeye getiriyor.

Oysa bunlarda gerçeklik payı olsa da esasının çok farklı olduğunu; “çözüm süreci”ni de devletin; “Kürtleri çözme, tırnaksızlaştırma” süreci olarak kullanmaya çalıştığını hepimiz biliyoruz. “Çözüm süreci”ni daha baştan; “milli birlik ve bütünlük süreci” olarak adlandırmaktan tutun da karakol-kalekol, “güvenlik” ve “Kürdistan’ı parçalama” amaçlı baraj-HES inşaatlarına ağırlık verilmesi, asimilasyonun son hızla devam etmesi, anadilde eğitim, yerel yönetimlere yetki paylaşımı gibi asgari ulusal demokratik talepleri karşılamak bir yana, yasal olarak zaten yapmak zorunda olduğu; “hapishane koşullarında tedavisi olanaksız hasta mahpusların serbest bırakılması” gibi insani jestleri bile yerine getirmemesi, dahası, en yetkili ağızlardan;“sürecin esasının PKK’yi silahsızlandırmak” olduğunu ilan etmesi, sonra da; “masa filan yoktur, Kürt sorunu da yoktur…” diye kestirip atması olduğunun da hepimiz tanığıyız.

Bunun Türkiye’deki egemen sınıfların iktidar hesapları, yönetici blok içindeki çatışmalar ve Ortadoğu’da tırmanan savaş koşulları, alt-emperyalist, bölgesel hegemonya hesapları gibi güncel nedenlerinin yanında Türk egemenlik sisteminin yapısı, sorunları “çözme” yöntemi vb ile ilgili tarihsel nedenleri de vardır. (24.11.2009 tarihinde kaleme aldığım – 2012’de küçük dokunmalarla güncelleştirdiğim- KÜRT ULUSAL SORUNU VE “AÇILIM” TARTIŞMALARI ÜZERİNE başlıklı makalemden birkaç nüsha çoğaltıp getirdim. İsteyene veririm, yetmezse email adresini bırakana email olarak da atarım. Bu nedenle burada konunun ayrıntılarına girmeden bir kaç değerlendirmede bulunmak istiyorum)

Güncel nedenlerin başında Recep Tayyip Erdoğan’ın -ve başında bulunduğu AKP’nin- “başkanlık-sultanlık-diktatörlük” hedefleri ile tek başına iktidarını devam ettirme, pekiştirme, hatta süreklileştirme hedefleri vardır.

7 haziran seçimlerinin ertesi günü hem Recep Tayyip Erdoğan’ın hem de Yalçın Akdoğan’ın; “Çözüm süreci bize zarar verdi” sözlerinden sonra-MHP’nin de aktif desteği ile içine girilen çözümsüzlük süreci ve 7 haziran seçimlerini yok sayarak “yeniden seçim” sürecine girilmesiyle savaş bu kez 93 konseptiyle kıyaslanamayacak ölçüde yeniden başlamıştır. Ve inanılmaz bir şekilde bu;“savaş içinde seçim” strarejisi ne yazık ki tutmuştur. Görülen odur ki “başkanlık” hedefine ulaşıncaya kadar da -iktidar bloku içinde bir iç çatışma, ya da Ortadoğu’daki savaş koşullarının seyrine bağlı dışsal faktörlerin yaratacağı bir çıkmaz olmazsa- devam edecektir.

Çünkü Türkiye’de yıllardır yaratılmış olan ve gerektiğinde yıkıcı etkisinden faydalanılan ırkçı bir kitle ruhu ve tabanı oluşturulmuştur. MHP, BBP, CHP’nin “Ulusalcı” kanadı, JİTEM’ciler, ERGENEKON’cular, Doğu Perinçek gibi “sol” maskeli Devlet Ajanları vb. geniş bir yelpaze bu ırkçı-faşist ideolojik kitle ruhunu hem beslemekte, hem de ondan beslenmektedirler. Emperyalist metropollerin Ortadoğu coğrafyasını yeniden şekillendirmek için yarattığı ve adına “kurucu kaos” dedikleri dizginsiz şiddet sarmalında “Yeni Osmanlıcı” hayallerle bu sofradan “Ortadoğu’nun Yeni Lideri” olarak çıkmak, egemenlik alanını genişletmek isteyen Türkiye’nin yeni büyük burjuvazisi de gelişmeler karşısında Parlamento-Yargı vb. “ayakbağları”na takılmadan “hızlı karar verip hareket edebilen” bir “şef”, “halife” vb. bir “Önder”e sıcak bakmaktadır.

Yani savaştan çıkarı olan sadece Recep Tayyip Erdoğan değildir.

MHP parti olarak erime sürecine girse de “fikirleri iktidar” olmakta, ayrıca savaş içinde asker güçlendikçe kendi elinin güçleneceğini hesaplamakta, Ergenekoncular, Derin Devlet yapıları yeniden dizginleri ele almaktadırlar. Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık iktidar ortağı Fethullah Gülen’le geri dönülmez bir hesaplaşmaya girmesi onu Türk Gladyosuyla izdivaca sürüklemiştir. Dünün “Faili Meçhul Cinayet Davalarının Sanıkları” birer birer “iade-i itibar” yoluyla “görev”lerine geri dönmekte, hatta “terfi” etmektedirler. JİTEMCİ Albay Cemal Temizöz görevine geri dönmüştür. 13 Kürt köylüsünü “faili meçhul bir şekilde katletmekten” yargılanan General Musa Çitil bugün Diyarbakır Bölge Komutanıdır.vb.

Herkesin “hesabı” farklı farklı da olsa bugün Tüğrkiye’de savaştan çıkarı olan- savaştan beslenen hatırı sayılır bir “koalisyon” mevcuttur.

İlginçtir ki iktidar ortağı olduğu dönemde Fethullahçı “Paralel Yapı” da iktidar içinde “ırkçı-milliyetçi ideoloji” ve “çözüm karşıtlığı” üzerinden palazlanmaya çalışıyordu. Resmi ideoloji, Türk Milliyetçiliği, “şehit” edebiyatı, Türkiye’de iktidara oynayan her siyasal öznenin sarıldığı en önemli “silah” olmaya devam ediyor.

Türk egemenlik sistemi ve geleneksel iktidar olma biçimleriyle sorunları “halletme” yöntemi konusunda bir kaç şey söylemeden, yani soruna “tarih bilinci” ile yaklaşmadan da doğru bir değerlendirme yapılabileceği kanaatinde değilim.

700 yıl boyunca yağma, talan ve “fetih” ile beslenen Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyetinin Kurucu Kadroları da “İttihat ve Terakki” ile “Teşkilat-ı Mahsusa” geleneğinden gelmektedir.

Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ulus-devletler ve sınıf hareketleri ortaya çıkarken Avrupa’da yıllarca batılı eğitim tarzıyla eğitim gören Osmanlı “aydın”ları arasında sınıf hareketleri ilgi görmez. Fransız İhtilalinden, Onun ideologlarından etkilenen Jön Türkler arasında da daha çok dağılan Osmanlı İmparatorluğunu nasıl bir arada tutabiliriz kaygısı ön plandadır. “Pantürkizm” ve “Panislamizm” bu dönem Osmanlı aydınları arasında gelişen ana ideolojik akımlar olmuştur. Cumhuriyet döneminin resmi ideolojisi ise bazen Türkçülük, bazen İslamcılık yanı ağır basan, genellikle içiçe “Türk-İslam Sentezi” olmuştur.

Osmanlı’da “batılılaşma”, “demokratikleşme” süreçlerinde gerek Avrupa’daki pozitivist-modernist düşüncelerle, gerek işçi ve sosyalist hareketlerle daha erken tanışanlar Balkanlarda, Trakya’da, İstanbul’da, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyalarında kapitalist gelişmeyi, buna bağlı olarak sınıfsal ayrışmaları görece daha erken yaşayan kadim yerleşik halkları, Bulgarlar, Rumlar, Sefarat Yahudileri ve bütün İmparatorluk sathında yayılmış olan Ermeniler, Osmanlı’daki Tanzimat Fermanından 1. Meşrutiyete, Bab-ı Ali Baskınından İşçi ve Sosyalist            hareketlere-2. Meşrutiyet’e, reform ve demokratik devrim hareketlerinin itici gücü, ilerici ve sosyalist fikirlerin taşıyıcısı olmuşlardır.

Bu nedenle de Osmanlı yönetici elitinin, Saray ve Saltanatın hedefi olmuşlardır.

İmparatorluk topraklarının tamamındaki yaygınlığı ve yer yer zaptedilmesi oldukça zorlu bölgelerde barınmaları nedeniyle ilk hedef “Ermeniler” olmuştur.

1862’de 150 bin kişilik Ordusuyla 7 bin kişilik Ermeni kuvvetlerine Zeytun’da boyun eğdiremeyen Osmanlı; Müslüman-Kürt kartını devreye sokmuştur. Kimi; “Aşiret Mektepleri”nden, kimi “alaylı” Çoğu Kürt (bildiğim kadarıyla 1 Arap, 1 de Karapapağ) aşiret reislerinden oluşturduğu “Hamidiye Alayları”yla 1894’te Sason’da 10 bin, 1895-96’da “Vilayat-ı Sitte”de 300 bin civarında Ermeni Erkeği katledilmiştir. Karşılığında vaadedilen şey; “CENNET” ve Ermenilerden kalan kadın ve mal-mülkün “ganimet” olarak bahşedilmesidr.

Kürtler arasında Abdülhamit için;”Bavê Kûrda” adı buradan geliyor olsa gerek.

1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanında gericiliğe karşı İttihat ve Terakki ile birlikte hareket eden Ermeniler; 1909’da Zeytun’da; daha önce 31 Mart gerici ayaklanmasını bastırmış olan “Harekât Ordusu”na “güvenerek” silahlarını teslim etmenin bedelini ağır öder. 1862’de 150 bin kişilik orduya kafa tutan Ermeniler, bu kez ilkönce Zeytun’u kaybeder ve 30 bin ölü verir.

1915’e gelindiğinde Ermenilerin savaş gücü neredeyse kalmamıştır. Kalanlar da bir “hak” olarak silah altına alınıp Osmanlı Ordusunda enterne edilmiştir.

Onların zor bir durumda dünyaya seslerini duyurabilecek yegane kanalı daha çok İstanbul’daki Ermeni Entelijensiyası ve kanaat önderleridir. Bu nedenle “tehcir” ve soykırımda ilk hedef de onlardır.

Bir anekdot çok öğreticidir:

Krikor Zohrab, tanınmış bir Avukat, etkili bir yazar, parlak bir hatip ve Meclis-i Mebusan’da etkili bir Parlamenterdir.

Rivayet odur ki 23 Nisan 1915 günü gece geç saatlere kadar Talat Paşa’nın evinde tavla oynar. Geç saatte kalkıp eve giderken Talat Paşa Onu iki yanağından öper. Daha önce böyle bir davranışla karşılaşmamış olan Zohrab Şaşırmıştır. “Hayırdır?” diye sorar. Talat Paşa; “içimden geldi” diye cevap verir.

Ertesi gün Krikor Zohrab’ın kapısını çalan Polis Onun giyinmesine bile fırsat vermeden pijamalarıyla Polis Merkezine götürür. Oradan; önce Çankırı’ya, sonra da Der Zor’a götürmek üzere yola çıkarılan Zohrab, Urfa-Siverek arasında yanındaki iki kişi ile birlikte kafası taşla ezilerek öldürülür.

Daha önce Ermeni Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin 120 önder kadrosu bir plan dahilinde tutuklanmış, bunlardan 20 tanesi; Madteos Sarkisyan (PARAMAZ) ve 19 yoldaşı 15 Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’nda asılarak idam edilmiştir.

Amacımız burada Ermeni Soykırımının tarihçesini anlatmak değil, Türk Egemenlik sisteminin geleneksel yapısal işleyişi hakkında bir fikir vermektir.

İttihat ve Terakki’nin A kadrosu Ermenileri soykırıma uğratırken B kadrosu da “Cumhuriyet”i kurmuştur.

Bu kuruluş süreci de en az öncekiler kadar “kirli”dir.

Bir yandan Bakü’de toplanan “Doğu Halkları Kurultayı”na delege ve methiye nutukları gönderip Genç Sovyet Cumhuriyeti’ne göz kırpan, TKP lideri Mustafa Suphi ve Önder Kadrolarını Anadolu’ya davet eden, Ankara’da bir de İttihatçı Paşalardan “sahte” bir Komünist Partisi kuran Kemalist Burjuvazi; öte yandan, Antant ülkeleriyle Londra’da yapılan Konferans döneminde Anadolu yolculuğuna başlayan Mustafa Suphi ve 14 Yoldaşını Erzurum’dan Trabzon’a, oradan da Karadeniz’in karanlık sularına gömerek katleder, Ankara’daki gerçek Komünist Partisi “Halk İştirakiyyun Fırkası” üye ve kadrolarını toplu tutuklama ve sürgünlerle “halleder”!..

1919’lara gelidiğinde sırada artık Kürtler vardır. Bir yandan Kürtler içindeki bağımsızlıkçı eğilimleri bastırmak için; “bakın Rus ve Fransız Orduları içinde gelen Ermeniler 1915 ve öncesinde el konulan mal-mülk ve arazilerini geri alacaklar..” diye sopa gösterirken bir yandan da;“Misak-ı Milli, başta iki büyük müslüman millet olan Türkler ve Kürtler olmak üzere Anasır-ı İslâm’ın yaşadığı topraklardır. Kuracağımız Devlet; sadece Türklerin, sadece Kürtlerin, sadece Lazların, Çerkezlerin vb. devleti değil, bütün bu Anasır-ı İslâm’ın ırkî, içtimaî vb. bütün haklarını eşit bir şekilde teminat altına alacak ortak bir devlet olacaktır…” diye havuç gösterirler.

Gerek Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında gerekse Amasya protokolü ve Amasya Tamimlerinde; “Biz Kürtlere özerklik vermeliyiz.” denir.

İşin asıl sırrı-püf noktası; o gün de, bugün de bir çok Kürd’ün gözden kaçırdığı; devamındaki cümlededir: “Çünkü eğer biz Kürtler’e özerklik vermezsek başkaları onları bağımsızlık yönünde kışkırtır ve biz buna engel olamayız…”

1921 Anayasası, Kocaeli konuşması ve yer yer kurulan “Şura Hükümetleri” ile “özerkliğin” fiilen yaşanması bu süreçtedir.

Ne zamana kadar?

Lozan’da Emperyalistlerle paylaşım sonuçlanıncaya kadar.

Yeni Türk Devleti’nin; Kürtlerin de desteği ile sınırları çizilmiş, Kürtler de “evin içinde” tutulmuştur.

Artık sıra evin içindekileri “te’dip” etmeye gelmiştir.

O çok övülen “adem-i merkeziyetçi-demokratik 1921 Anayasası” bir gecede “yok” olmuştur. Yerine getirilen 1924 Anayasası’na göre;“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”

Bunun gereği olan yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar peşpeşe gelir: Tevhid-i Tedrisat  Kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Şark Islahat Planı, Takrir-i Sükun Kanunu, Mecburi İskân Kanunu, İstiklal Mahkemeleri… vb.

1925’te “Azadi Örgütü”nün önderliğindeki “Şêx Seid” ayaklanması, öngörülen hazırlık aşaması tamamlanmadan bir provokasyonla erkenden başlatılır ve çok kanlı bir şekilde bastırılır.

Gerisi bilinen hikâyedir. Kürdistan’da “maraza çıkması muhtemel” bütün direnme noktaları belli bir plan dahilinde “Te’dip ve Tenkil” operasyonlarıyla hallaç pamuğu gibi atılır.

Yani Türk Devleti’nin Küğrdistan’a saldırması için “bahane”ye ihtiyacı yoktur. Bahaneler her zaman için hazırdır.

İkincisi: Her hangi bir tarihsel süreçte karşı karşıya gelen iki özneden farklı bir yerde durabiliriz ve bizim değerlendirmemiz “doğru” da olabilir. Ancak eğer çatışan güçler arasındaki güç dengeleri, “algı” oluşturma yetenek ve kapasiteleri dikkate alınmazsa biz, amaçladığımızın tam tersine bir “algı” operasyonuna malzeme olabiliriz.

Ben F-Tipi Hapishanelerin açılmasına karşı başlatılan 2000 yılındaki “Ölüm Orucu Direnişi” sırasında Ankara’da destek için sokağa çıkan toplumsal muhalefet bileşenlerinin “sözcülüğünü” yapıyordum. Biz, resmi kurum, kuruluş, dernek, sendika vb yapılar adına değil, tabandan örgütlenen bir “Emekçi İnisiyatifi” olarak hareket ediyorduk. İçinde 5 tane siyasi Parti, belli başlı sendika ve konfederasyonlar ile İnsan Hakları ve demokratik kurumlardan toplam 19 örgütün oluşturduğu “Hücre Karşıtı Platform” her ne hikmetse 20-30 kişilik “basın açıklamaları yaparken bizim tabandan örgütlenen “İnisiyatif”imiz her akşam saat 18.00’de 2500-3000  kişi ile Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde basın açıklamaları yapıyor, sonra meşalelerle Ziya Gökalp Caddesindeki TSİP ve ÖDP binalarında ölüm orucunda bulunan “tutsak aileleri”ni ziyarete gidiyorduk.

Devlet, F – Tipi hapishanelere geçiş için hazırlıklar yapıyor, daha sonra o dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın açıkladığı gibi bir yıl öncesinden maketler üzerinden “provalar” yapıyordu.

Aslında saldıracağı hapishaneler için belki onların maketleri üzerinden de provalar yapılmıştır ama asıl “Prova” 26 Eylûl 1999 tarihinde Ulucanlar Hapishanesi üzerinde “canlı” olarak yapılmıştı.

Bu kez Türkiye’de siyasi tutsakların bulunduğu belli başlı bütün hapishanelere topyekün saldırı söz konusuydu. İçeride ölüm orucu direnişi yapan siyasi tutsaklar da; “ölürüz ama teslim de olmayız” diyorlardı.

Devlet, saldırı için kamuoyunun belli ölçüde de olsa “rıza”sını alacağı koşulları yaratmak için ideolojik manipülasyonlarına devam ediyordu. Hatta ülkenin aydınlarından, İnsan Hakları ve Demokratik kurumlarından heyetlerle de görüşüyor, daha da ötesinde “şimdilik 1 ve 3 kişilik oda tipi hapishanelerden geri dönüş yoktur ama ileride demokratik kamuoyu ve aydınlar, sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle birlikte düzeltmeler yapabiliriz” mealinde açıklamalar yapıyordu.

Biz bu durumun saldırı için son hazırlıklar olduğu tespitini yaptık ve bunun önüne geçmek için bu 19 Kurumdan oluşan merkezi “Hücre Karşıtı Platform” temsilcileriyle görüşme yaparak bir an önce merkezi bir “Ankara Yürüyüşü” çağrısı yapmalarını  talep ettik.

Biz Ankara için “iyi” sayılabilecek bir potansiyeli harekete geçirmiştik ama “Merkezi” bir eylem bizim çağrımızla olmazdı, ne de olsa “yerel” bir inisiyatiftik.

Ve şu uyarıyı da yaptık: “Eğer bizim önerdiğimiz merkezî Ankara Yürüyüşü için çağrı yapmasanız bile sakın olaki içeridekilere -eylemi bırakın- diye bir çağrı yapmayın. Çünkü Devlet bunu saldırı için malzeme yapabilir..” Ama bizim dediğimizin tam tersini yaptılar. Hem bir “Ankara Yürüyüşü” çağrısı yapmadılar, hem de “Devlet bir adım atmıştır, içeridekilerden de bir adım bekliyoruz. Biz sürecin takipçisi olacağız…” diye açıklama yaptılar. O güne kadar devlet tarafından kaale bile alınmayan bu kurumlar, aydınlar bir anda merkez medyada;“işte akl-ı selimin sesi, türkiyenin vijdanı..”  vb. söylemlerle günde beş vakit manşet haber oldular. Ve devlet aylardır hazırlığını yaptığı vurucu darbeyi bunun üzerinden vurdu. Adalet Bakanı;“Bakın işte demokratik kamuoyu, türkiyenin vijdan sahibi aydınları da içeridekilere sesleniyor ama onlar Örgüt tarafından rehin alınmış, zorla ölüme gönderiliyorlar, biz onları Örgütün elinden kurtaracağız…” diye açıklama yaptı. Türkiye genelindeki hapishanelere 19 Aralık 2000 tarihinde yapılan saldırının adı ironik biçimde;“HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU” oldu. 32 kişi öldü, yüzlercesi yaralandı, buna rağmen ölüm oruçları sonlandırılamadı. 3 yıldan fazla süren ölüm oruçlarında yüzlerce kişi hayatını kaybetti, binden fazlası Vernicke-Korsakof hastalığından kalıcı  biçimde sakat kaldı. “Sürecin takipçisi olacağız…” diyenlerden kimsenin gıkı çıkmadı. İçlerinden dürüst bir kişi çıktı ve; “Devlet bizi kandırdı, kullandı..” dedi.

Şu anda karşı karşıya kaldığımız sorun çok farklı olsa da “benzer” bir durumla yüz yüzeyiz.

Hem “başkanlık” tutkusu, hem de iktidardan düşerse yargılanıp hesap verme korkusuyla savaşın fitilini ateşleyen Tayyip Erdoğan ve yukarda saydığımız “savaş koalisyonu”, dozu gittikçe artan, şimdiden 1938 Dersim’ini andıran ve önüne geçilmezse 1915 ermeni soykırımını bu kez Kürtlere uygulamaya hazırlanıyor. 6 General, 36 Albay 20 bin asker, “Esadullah Timleri”, Bordo Bereliler, tanklar, toplar, savaş helikopterleri ile saldıran Alt-emperyalist, Sömürgeci Türk Devleti Silopi’yi tarumar etti, Nusaybin’de ve özellikle de Cizre’de tam bir vahşet örneği sergiliyor, Sur’u kuşatma altına almış toplarla, bombalarla, keskin nişancılarla düşürmeye çalışıyor. Ama düşüremiyor.

Bir yandan da sınır ötesi operasyonlara devam eden Türk Devleti, öte yandan da; “bizim mücadelemiz Kürt Kardeşlerimize karşı değil, terör örgütüne karşı” diyerek Başbakan Davutoğlu ve beraberindeki heyetle birlikte “destek” turlarına çıkmış bulunuyor. Düne kadar “Çözüm süreci”nde muhatap aldığı PKK ve İmralı’daki Önderi Öcalan’ı, 6 milyon oy almış HDP’yi devre dışı bırakarak Kürdistan’da “yeni muhatap” arayışına çıkmış bulunuyor.

Tam da bu noktada, bu konferansın amaçlarından, toplayan bileşenlerin “niyet”lerinden bağımsız olarak buradan çıkacak;”biz hendek savaşına karşıyız, PKK hendek savaşına son versin” şeklindeki bir karar alırsak, bu devlete arayıp ta bulamayacağı bir malzeme vermiş oluruz.

Öyleyse Ne Yapmalı:

1 – SORUNUN TANIMLANMASI:

Sorunun adı “Kürt Ulusal Sorunu”dur ve  bu da özü itibariyle “Sarı Hoca” İsmail Beşikçi’nin dediği gibi “Uluslararası Sömürge Kürdistan’ın ulusal ve toplumsal kurtuluş sorunu”dur.

Bölgenin kadim sömürgeci güçleri ve emperyalist metropoller tarafından parçalara ayrılan Kürdistan; Yine Beşikçi’nin tanımlamasıyla adı bile yasaklanan, “sömürge” statüsü bile tanınmayan, “sömürge  altı” bir konumda tutuluyor. Özellikle Kuzey Kürdistan 30 yıllık “düşük yoğunluklu bir savaş”tan ve 3 yıllık bir “çözüm süreci”nden sonra geldiği noktada, bunca yıllık mücadelesine, örgütlülük durumuna, uluslararası alana yayılmış medya gücüne, bunca can kaybına karşın 1920 koşullarının bile çok altında koşulları kabullenmeye zorlanıyor.

Asimilasyon ve resmi ideolojiyle beyin yıkama son hızla devam ediyor. Kürtçe anadil eğitimi bile “özel paralı kurslarla-istersen, paran varsa- veriliyor. Anadille radyo-televizyon yayınlarının da hiç bir yasal dayanağı yok. Kürtleri “evin içinde tutmak için” şimdilik “göz yumuluyor”!..

Kürdistan’ın yer altı-yer üstü zenginlik kaynakları, madenleri, petrolü v.s. “talan usulü” sömürülüyor. Kürdistan’ın ekonomisi Metropoldeki ekonominin “acentası” konumundan öteye gitmiyor. Kürt gençleri ve özellikle zorla boşaltılan köylerden kendi toprağında “mültecileşen” yoksul Kürt halk kitleleri; dünya, ekonomik krizle boğuşurken Türkiye kapitalizmine “ucuz işgücü deposu” oldular, halen de oluyorlar.

Siyasal hayat da Kürt halkı’nın mücadelesiyle fiilen kazanılan her başarıdan sonra yeni barikatlarla örülüyor. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde aşılan %10 barajı olduğu gibi duruyor. En ufak sorunda Kürt siyasetçileri “dokunulmazlıkların kaldırılması, yargılanma, tutuklanma, siyasal alanın dışına itilme tehditlerine uğramaya devam ediyor.

2 – OLANAKLAR – RİSKLER – OLASILIKLAR:

Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla ikiye bölünen Kürdistan’ı 100 yıl önce dört parçaya bölen Sykes-Pycot Antlaşması bugün her tarafından dökülüyor. İçinde Kürdistan’ın da yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında kartlar yeniden karılıyor. Ve bu, emperyalist metropollerin “kurucu kaos” dedikleri akıl almaz bir şiddet sarmalında gerçekleşiyor.

Bir yanda aralarında gel-gitler, çelişkiler olsa da Katar-Suudi Arabistan-Türkiye gibi bölgesel hegemonyacı aktörler ve onların desteğiyle örgütlenen, savaş alanına sürülen IŞİD, El-Kaide, EL-Nusra… gibi cihadçı-soykırımcı-selefi islamcı örgütler, öte yanda ABD, İNGİLTERE, FRANSA, ALMANYA gibi batılı emperyalist devletler ve Siyonist İsrail Devleti, Öte yanda Suriye-İran-Rusya-Çin gibi devletlerin  bütün güçleriyle kapıştığı bir Ortadoğu.

İşte bu tarihsel konjonktürde Kürtler hiç olmadıkları kadar güçlü bir şekilde tarih sahnesine çıkmış bulunuyor.

Gerek halen “mazlum bir halk olma” bilinciyle davrandıkları için birlikte bir yaşam kurma olanağı buldukları yerlerdeki diğer mazlum halklarla kurdukları demokratik etkileşim, Ortadoğu’nun neredeyse yegane “seküler” gücü olmaları, gerek “kafa kesici” selefi islamcı örgütlerin karşısında karada direnebilen ve onları püskürtebilen yegane askeri güç olmaları onları hem dünya kamuoyu, hem de Ortadoğu’nun diğer mazlum halkları nezdinde giderek  daha fazla meşrulaştırıyor.

Kürtler bugün tarihte hiç olmadıkları kadar kendi kaderlerini ellerine alma olanağına yaklaşmış bulunuyor.

Bu konjonktürde en büyük risk yine Kürt güçlerinin kendisinden doğuyor.

En az 15 yıldır birbirlerine karşı savaşmamış olan ve “artık Kürtlerin birbirleriyle çatışma süreci sona sona ermiştir” diyen Kürtler güven verici bir şekilde asgari müştereklerde bir araya gelip bir içbirlik de oluşturabilmiş değiller. Tersine, kaygı verici bir şekilde rekabet içine girip gittikçe daha fazla birbirlerinin düşmanlarıyla ittifak arayışlarına girmişlerdir. Biraz da “kışkırtıcı” olmak için iki “uç” örnek göstermek gerekirse ne Cemil Bayık’ın “Barzani karşıtlığı” üzerinden İranlı General’le, Goran ve YNK temsilcileriyle bir araya gelmesi, ne Mesut Barzani’nin Türk Askerini Başika’ya çağıması, Bamernê’de tutmaya devam etmesi Kürt Halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesine bir katkı sunar. Tersine bu sömürgeci güçlerden herhangi birinin askeri gücünün gölgesi altında Kürdistan’a esaretten başka bir şey gelmez.

Yani Kürdistan’ın 4 parçasındaki siyasal ve askeri aktörler; asgari müştereklerde ulusal birliklerini oluşturamadıkları ölçüde gittikçe birbirinden önce “farklı” sonra “karşıt” kamplara savrulma ve birbirinin altını oyma-gücünü kırma durumuna düşeceklerdir.

İşte “böl-yönet” politikasının tuzağına düşme  dediğimiz şey tam da budur.

Değinmemiz gereken bir diğer konu da “Kürdistan”ın “sadece Kürdistan olmadığı” gerçeğidir.

Bugün “Kürdistan” denilen coğrafyanın bir bölümü tarihsel Ermenistan’dır. Kürdistan aynı zamanda Êzidistan, Nasturistan, Keldanistan, Sürtanistan’dır. Kürdistan denilen coğrafyada aynı zamanda Kakailer, Sabailer, Şabaklar, Arap Aleviler, Arap Hristiyanlar, Şii Türkmenler vb de vardır. Bugün emperyalistlerin “kurucu kaos” olarak kullanmak istedikleri ortadoğu’daki “kafa kesici” yeni soykırımcı dalga Ortadoğu’nun bu kadim halklarının tamamını hedef almış durumda.

Kürdistan’ın sadece Kürtlerden ibaret olmadığını, burada başka halkların da olduğunu ilk ifade eden ve programında yer veren Kürt Önder Şeyh Ubeydullah Nehri’dir. Ancak Şêx Ubeydullah’tan sonra gelenler bunu devam ettirememiş, örneğin oğlu Şêx Kasım Ermenileri katletmiştir.

İkinci olumlu örnek “Barzaniler”dir.

1915’te soykırımdan kaçan Ermenilere yardım ederken 12-13 adamlarını da feda eden Barzaniler, kendi bölgelerine sığınan Yahudi, Nasturi, Keldani, Êzidi, Türkmen vb. Halkları -kendilerinden ayrı tutsa ve “kısmi” bir “ötekileştirme”ye tabi tutsalar da- dünyanın başka yerlerinde olmadığı kadar korumuşlardır. Bugün Güney Kürdistan’da verili ekonomik ve toplumsal yapıya rağmen “seküler” bir hayatın oluşturulabilmesinde ve henüz “yarım” devlet iken 5 tane resmi dile sahip; bu açıdan Ortadoğu’nun en demokratik yönetiminin oluşturulmasında da Barzanilerin bu yaklaşımlarının önemli payı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Üçüncü ve son olumlu örnek de PKK-PYD çizgisinin “Rojava”daki diğer mazlum halklarla “eşit haklara – ve kendi öz örgütlülüklerine – sahip ortak özneler olarak” birlikte oluşturmaya çalıştığı “kantonal” yönetim tarzıdır ki bu başarıya ulaştığı taktirde diğer örnekleri aşan daha ileri bir demokratik düzeyi ifade edecektir. Ancak uygulamada hem bu noktada tarihsel önyargıları yeniden depreştirecek kimi sıkıntılar, hem de diğer Kürt parti ve örgütleriyle yaşanan handikaplar mevcuttur.

SONUÇ OLARAK:

Sonuç olarak;- Gerek Kürdistan’ın her parçası içinde, gerekse Kürdistan’ın değişik parçalarındaki Kürt-Kürdistani parti ve örgütler arasında “rekabet” ve “düşmanlığın” değil, karşılıklı saygı, diyalog ve tanıma temelinde “dostluk” ve “asgari müştereklerde işbirliği, güçbirliği” zemininin bir an evvel oluşturulması kaçınılmaz ve acil bir görevdir. Bu Konferansı toplayan Kürt Parti ve Örgütlerinin ilk iş olarak bugünkü bir araya gelişlerini diğer Kürdistani Güçler arasında bir diyalog ve işbirliği zemini yaratmak için değerlendirmeleri mümkündür. Bunun için buradan; bu altılıdan bir “diyalog ve temas” gurubu oluşturulması yararlı oalacaktır.

Kürtler binyıllardır ezilen-sömürülen-mazlum bir halktır. Kürtler de dünyadaki bütün diğer ezilen-sömürülen halklar gibi “kendi geleceklerini belirleme hakkı”na sahiptir. Ve “kendi geleceğini belirleme hakkı ayrılıp kendi devletini kurma hakkını içermiyorsa bir sahtekârlıktan öte bir anlam taşımaz.” Ezilen bir halkın bu hakkı nasıl kullanacağı sadece o halkın karar verebileceği bir şeydir. İsterse bunu ayrılma, federasyon, özerklik, ulusal-kültürel özerklik veya “gönüllü birlik” temelinde de kullanabilir. Aslolan bunun önündeki bütün baskı, tehdit ve şiddet mekânizmalarının, faktörlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Ayrılmanın bir “hak” olarak tanınmadığı  bir yerde “gönüllü birlikten” söz edilemez.

Kürtler binlerce yıldır yaşadıkları coğrafyada tek başlarına yaşamıyorlar. Bu topraklarda onlarla birlikte yaşayan başka kadim halklar, ertnik, dini, kültürel topluluklar da vardır. Uzun süreli bu beraber yaşamın getirdiği tarihsel önyargılar, “ötekileştirmeler”in karşılklı yanları olsa da Kürtler; “bin yıllık İslam Bayrağı altında Rumlardan Kızılbaş Kürtlere, Êzidilerden Nasturilere, Ermenilerden Süryanilere, Keldanilere bu halkların zulüm ve zorbalık ve soykırıma uğramasında       siyasal iktidara sahip egemen kavimlerin vurucu gücü, maşası olarak “suç”a ortak olmuşlardır. Bu tarihsel önyargıları kırmak, yukarda saydığımız olumlu örnekleri çoğaltmakla mümkündür. Bu kadim halkların da eşit-özgür yaşayacağı ortak bir yaşam kurmak Kürtler için sadece bir “iyi niyet” değil kendi kurtuluşları için de bir şans, bir olanaktır. Güney Kürdistan’da Türkiye’nin bütün provokasyonlarına rağmen Türkmenlerin büyük çoğunluğunun Kürtlerle birlikte hareket etmesi, İsrail kurulduktan sonra Barzan Bölgesi’nden göçen Yahudilerin gittikleri yerlerde Barzaniler için övgü dolu anlatımlarda bulunması ve bir tür “lobi” gibi işlev görmesi böyle açıklanabilir.

Savaş ve çatışma her açıdan yıkımdır ve bizim tercihimiz değildir. Ancak Kürdistan’ın 4 parçasındaki en ufak bir hak kırıntısı için dahi çok ağır bedeller ödenmiştir. Güney Kürdistan’da sadece “ENFAL” operasyonunda toplam 182 bin Kürt, Saddamın kimyasal silahlarıyla katledilmiştir.

PKK’nin 10 yıldan fazladır yürüttüğü “Barış ve demokratik çözüm çizgisi” ile “kendi devletini kurmadan- mevcut devlet aygıtı altında- Demokratik Özerklik, Demokratik Konfederalizmin mümkün olabileceğini, bu nedenle devlet istemediğini” belirten “paradigma” bugün “Sur”da çökmüştür. En sıradan siyaset bilgisine sahip olan herkes şunu söylüyor:”Özyönetim ilan edilmez. Sistem içinde görüşmeler yoluyla hayata geçirilir. Ya bu ilan edilen ‘özyönetim’ değildir. Ya da özyönetim hendekle ilan edilmez” diyor.

Ancak bir siyasal hareketin “ütopya”sının çökmüş olması Devlete buraları tankla, topla, ordu birlikleriyle yakıp yıkma, insan avına çıkma hakkı da vermez. Bu konferans katılımcıları bütün güçleriyle Türk Devletinin “hendek” bahanesiyle yeni bir “yok etme, te’dip, tenkil harekatınıa derhal son vermesi için bütün ülke ve Dünya kamuoyuna Birleşmiş Mİlletlere, Avrupa Birliğine, AGİT’e ve bütün uluslararası kurumlara çağrıda bulunmalıdır.

 

                                                                                             07.02.2016

                                                                                             Dikranagert

 

 

           

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights