Fidel FERİT / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Özellikle 19. yüzyılda Avrupa’daki sanayinin gelişmesi, ağır çalışma koşulları, yetersiz önlemler sonucu iş cinayetleri, ailelerin ekonomik buhranı, açlık, işsizlik, burjuvazinin gözünü kırpmadan yolunu gözlediği ucuz işgücü olarak çocuk işçilerin çalışması ve bu çalışma saatlerinin 12-16 gibi ciddi bir zamandan oluşması dönemin sosyalist aydınları tarafından “vahşi Kapitalizm” olarak adlandırılmıştır. Özelikle bilimsel sosyalizmin kurucu önderlerinden Friedrich ENGELS’in İngiltere’de işçi sınıfının durumu adlı eseri bu bağlamda büyük yankı uyandırdı. Engels’in bu eserinde bazı temel noktalar mevcuttur, bunlara değindikten sonra günümüzde bunca teknolojik gelişime rağmen Türkiye’nin doğusunda özellikle son yirmi yıldır hâlâ devam eden 200 yıl öncesi vahşi kapitalizmi irdeleyeceğiz.
Friedrich Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” eserinde değindiği bazı temel noktalar şunlardı:
- “İşçi sınıfı, ekonomik sömürü altında ezilmektedir.”
- “Fabrikalardaki çalışma koşulları, işçilerin sağlık ve güvenliğini tehdit etmektedir.”
- “Ailelerin geçim sıkıntısı, kadınlar ve çocukların da çalışmasını zorunlu kılmaktadır.”
- “Yetersiz beslenme, işçi sınıfının genel sağlık durumunu olumsuz etkilemektedir.”
- “Konut koşulları, sağlıksız ve hijyenik olmayan bir ortam sunmaktadır.”
- “Çocuk işçiliği, eğitim hakkını gasp etmekte ve geleceklerini karartmaktadır.”
- “Sosyal güvenceden yoksun olmak, işçilerin yaşamını daha da kırılgan hale getirmektedir.”
- “İşçi sınıfı, koşullarını iyileştirmek için örgütlenmeli ve mücadele etmelidir.”
Peki 1800’lerin İngiltere’sinde proletaryanın maruz kaldığı bu tutumların evrensel anlamda bu kadar insan haklarının zirve yaptığı söylemine ve bunca teknolojik gelişime rağmen bugünün Türkiye’sinde bu şartlar hala varlığını devam ettiriyor mu? Yoksa gerçekten söylenenler gibi “vahşi Kapitalizm” çağı kapandı mı?
Türkiye özellikle 2000’lerin başına kadar sanayi alanındaki çalışmalarını batısında yapmaktaydı fakat değişen dünya ve Türkiye bu çalışmaları ülkenin doğusuna ucuz iş gücünün olduğu yere taşımak için seferber oldu. Bunda aynı zamanda Kürt burjuvazisi yaratmak istenimi de etkili oldu. Böylelikle değişen üretim ilişkileri sosyal ilişkileri de değiştirecek politik bir dayanışma içerisinde olan halk apolitize edilecekti. 2000’lerin başına kadar geçimlik ekonomisinin hakim olduğu Mezopotamya’da artan kentleşme ve sanayileşme ile bu halka kapitalizmi ayakta tutan duyguları (bireycilik, aç gözlülük) taşımayı başardı. Kısa süre içerisinde bölgede bir Kürt burjuvazisi inşa eden sistem böylece işleri rayına koymuş oldu. Daha ucuz iş gücünün olduğu bu bölgede; iş gücünü daha da düşürmek için kadınların işe alımı hızlandı. Böylece fazla bir beklentisi olmayan kadınlar bu pazara dahil edildi. Örgütsüz ve rıza ile çalışan bu işçiler gerek sosyal gerek ise güvence olarak her şeyden yoksun olmalarına rağmen günde 12-14 saat arası haftada bir gün dinlenerek çalışmaya devam etmektedir. Bu durum kadını toplumsallaştırmaktan ziyade onları sömürmekten başka bir şey değildir. Bu şartlar yine hizmet sektörü içinde aynı şekildedir. Kadınlar ile beraber çalıştırılan çocuk işçiler ise geleceklerinin karartıldığından habersiz bu kervana katılmaktadır. Ücretlerin asgarî ücretin altında olduğu, herhangi bir sağlık güvencesinin, iş güvenliğinin olmadığı bölgede “Ailelerin geçim sıkıntısı, kadınlar ve çocukların da çalışmasını zorunlu kılmaktadır.” 90’lardan bu yana insanın teknolojik sıçraması bugünün Mezopotamya’sında her ne kadar kendini var etse de çalışma koşulları “vahşi kapitalizm” dönemini aratmamaktadır. Engels’in belirtmiş olduğu 19. yüzyıl İngiltere’sinin işçi sınıfı durumu bugün Mezopotamya’da çoğunlukla açıkça devam etmektedir.
2000’lerden sonra gerek sınıf çerçevesinde ekonomik olarak gerekse de ulusal kimlik olarak çifte bir baskıya maruz kalan Kürt proletaryası henüz geçmişin birikimleri ile ayaktadır. Bir sonraki kuşak felaketin eşiğindedir. Değişen üretim ilişkileri geçmişin izlerini henüz tam olarak yok edemediği içindir ki bölgede nefes alınabiliniyor. Ancak bir kuşak sonra geçmişin bütün olumlu birikimleri kültürel, siyasal ve sosyal ilişkileri lağvedilmiş olacak.
Bu yüzdendir ki özellikle Kürt proletaryasını bekleyen bu felaketten korumak adına Kürt solu sınıfsal ve ulusal bakımdan baskı altında olan, sistemin eliyle apolitikleştirilen halkı örgütlü mücadele saflarına katmak için üzerine düşen sorumluluğun bilincinde olmalı ve bu çerçevede ayrışma yaşamadan ortak bir mücadele zemini yaratarak hareket etmelidir.