Bülent Tekin / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK ya da YPG’ye karşı yaptığı taarruzlarda ölen, hayatını kaybeden uzman çavuşlar, sözleşmeli erler, sözleşmeli erbaşlar ya da subay, astsubayların anneleri babaları, eşleri, yakınları yok mu? Bu ölümlerin yarattığı travmalar ve sıkıntılar öylesine bir iki hamasi cümleyle geçiştirilebilir mi? Bu çocuklar milletin, halkın çocukları değil mi? Ölümlerden kim nasıl yararlanabilir? (Her seçim döneminde terörü bitireceğiz diye askeri sahaya sürmek, daha çok kan, ölüm ve hayatını kaybeden askerlerin cenazelerini “Kahrolsun PKK” mitingine dönüştürmek sadece yönetenlere ya da seçimi kazanmak isteyenlere can simidi olmadan öteye geçmiyor. Hayatını kaybedenlerin isimlerini maalesef bir müddet sonra ailelerinden başka hiç kimse hatırlamıyor. Kırk yıldır bu hep böyle oldu. Ölen ve öldüren sizin çocuklarınız değilse onlar üzerinden nutuk atmak kolay oluyor, değil mi?)
Savaş, ölüm, kan, yokluk, hiçlik nasıl bir içinden çıkılmaz durumdur. Savaşların acımasızlığı ve sonuçları üzerine bir kızıl kahkaha atılabilir mi? Savaşın acımasızlığını ve çılgınlığını en son Rusya-Ukrayna çatışmalarında da görebiliyoruz.
Savaşan askerlerin gerçek düşünceleri nedir? Savaş salt savaş meydanlarında kalmıyor. Aslında savaş en ücra evlerin içine -ki bu evler genelde yoksulların evleridir-, en görünmez sosyal ilişkilerin bile içine sızıyor. “Kızıl Kahkaha” romanında olduğu gibi, belki delilik ile korku arasına sıkışmış askerlerin bazıları düşünme yeteneğini yitirmiş olabiliyor. Bazı askerler bedenini savaş meydanında bırakıyor. Savaşın bir kazananı var mıdır? Gerçekten böylesi bir durum mümkün mü? Bu konularda yazılmış bir roman olan
“Kızıl Kahkaha”dan bahsetmek istiyorum.
Leonid Nikolayeviç Andreyev (1871-1919) Rusya’nın Rus-Japon Savaşı’ndan (1904) ağır bir yenilgiyle çıkmasının ardından “Kızıl Kahkaha” adlı eserini yazdı. Bu eser, savaşın akıl almaz mezalimi üzerine yazılmış en sarsıcı metinlerden biridir. Bir Rus subayının Mançurya’daki korkunç taarruz sırasında tuttuğu bölük pörçük günlük, onun ölümünden sonra savaşa katılmayan kardeşi tarafından tamamlanır. Genç subay kendi ordusunun mermilerine hedef olarak bacaklarını yitirmiştir. “Kızıl Kahkaha” onun için yaralı, sakatlanmış, paramparça bedenlerin; “kanla kızıllaşan toprakların” simgesidir: “Dünya çıldırdığında böyle gülmeye başlar.” Savaş alanındaki vahşet, hem sonu gelmeyen yürüyüşün tükettiği askerleri hem de bütün bu acılar karşısında büyük bir acze düşen doktorları delirtmiştir. Subayın kardeşi savaşı dışarıdan izlese de ölümü ve acıyı kanıksayıp duyarsızlaşmış, o da tıpkı subay gibi akıl sağlığını yitirmiştir. Savaş öyle akıl dışı bir hale gelmiştir ki oğlunun korkunç bir ölümle can verdiğini gazetelerde okuyan bir ana, bir ay boyunca ondan mektup alır. Ölülere ölülerden mektup gelir. Kızıl Kahkaha, giderek toplu bir cinnete dönüşen savaşın yol açtığı muazzam yıkımın, altüst ettiği hayatların, insanlıktan çıkıp deliliğe sığınanların trajik öyküsüdür.
Subay günlüğüne Japon birliklerinden kaçarken dikenli tellerde ölenleri gören bir askerin gördüklerini şöyle betimler: “… yılan gibi kıvrılıyorlarmış. Bir ucu kopan telin havayı yarıp üç askerin etrafına dolandığını görmüş. Telin dikenleri üniformaları yırtıyor, bedenlere batıyor ve askerler çığlık çığlığa dönüyormuş, ikisi çoktan ölmüş olan üçüncüyü arkalarından sürüklüyormuş. Sonra sadece biri hayatta kalmış ve o iki ölüyü tekmeleyip kurtulmaya çalışırken ölüler ardından sürünüyor, dönüyor, birbirlerinin ve hayatta kalanın üstünden aşıyormuş, sonra ansızın hepsi birden hareketsiz kalmış. Sadece bu dikenli tel çitinin önünde en az iki bin askerin öldüğünü söylüyordu… (…) Aslında herkes sarhoş gibiymiş: Tel kollarını ya da bacaklarını yakaladığında bazıları dehşetli küfürler savuruyor, diğerleri kahkahalarla oracıkta ölüyormuş…”
Subay dost ateşiyle ayaklarının kopuşunu şöyle anlatır: “(…) Bunlar bizimkilerdi. Anlaşılan onlar da bizi tanımıştı… (…) Ateş etmeye başladıklarında bir süre bunun ne anlama geldiğini kavrayamadık, şarapneller ve kurşunlar dolu gibi üstümüze yağıp yüzlerce insanı anında yere sererken hâlâ gülümsemekteydik. Birileri bunun bir hata olduğunu söyledi bağırarak ve-çok iyi hatırlıyorum -hepimiz karşıdakinin düşman olduğunu; bizim değil, düşmanın üniformasını giydiğini gördük ve derhal ateşle yanıt verdik. Bu tuhaf çarpışmanın başlangıcından on beş dakika kadar sonra iki ayağım birden koptu, kendime geldiğimde ampütasyon sonrası revirde yatıyordum… (…) Evet, galiba bunlar bizimkilerdi ve ayaklarımı bizim askerimizin bizim topumuzdan fırlattığı bizim mermimiz koparmıştı… (…)”
Subayın kardeşi günlüğü tamamlamaya çalışırken bir mektupla ilgili de yazar: “Bu sabah gazetede sonu gelmeyen ölü listesini incelerken tanıdık bir isimle karşılaştım: Müteveffa erkek kardeşimle birlikte silah altına alınan, kız kardeşimin nişanlısı subay ölmüştü. Bir saat sonra ise postacı erkek kardeşime gönderilmiş bir mektubu teslim etti bana, zarfın üstünde ölen subayın el yazısını tanıdım: Ölü ölüye yazıyordu… (…) Uzun uzun inceledim zarfı ve düşündüm: Subay bunu elinde tutmuştu, para verip emir erini bir dükkâna göndermişti pul alması için, yapıştırmış ve sonra kutuya belki de kendisi atmıştı. Adına posta denen o karmaşık mekanizmanın çarkı harekete geçmiş ve mektup ormanların, tarlaların ve şehirlerin üzerinden süzüle süzüle yola koyulmuştu elden ele aktarılarak, fakat hedefinden şaşmadan. O son sabah çizmelerini giyiyor, mektupsa süzülüyordu; onu bir çukura atıp üstüne ceset ve toprak yığdılar, mektupsa kül rengi mühürlü zarfın içinde bir hayalet gibi ormanların, tarlaların ve şehirlerin üzerinden süzülüyordu. Ve şimdi de benim elimde… (…) Leş kargaları bağırıyor. Kardeşim nerede? Latif ve asil bir adamdı ve hiç kimsenin kötülüğünü istemezdi. Nerede o? Size soruyorum, lanet olası katiller! Tüm dünyanın önünde soruyorum size, lanet olası katiller, leşin başına çöreklenmiş karga sürüsü, yarım akıllı mutsuz canavarlar! Canavarsınız siz! Neden öldürdünüz kardeşimi?.. (…)”
Siyasi Haber