“BARIŞ” (MI?), “SÜREÇ” (Mİ?), “MÜZAKERE” (Mİ?)[1] -1
TEMEL DEMİRER
“Şeytan’la konuşmaya kalkışmak
her zaman yanlıştır;
konuşmasına konuşur,
ama her zaman son sözü
kendisi söylesin ister.”[2]
Yine ve yeniden “ulusal sorun”(umuz)u tartışıyoruz.
Geniş kapsama alanı ve dinamik yapısıyla gündemi(mizi)n ana maddesi olan “ulusal sorun” dallanıp budaklanarak, bir Ortadoğu meselesine dönüşürken Türkiye’deki demokrasi güçleri “müzakere” diye adlandırılan bu “yeni süreç”i, adeta bir “tenis maçı” gibi izleme pozisyonuna düşürüldü.
Ne olup-bittiğini egemenlerden öğrendiğimiz “müzakere” süreci ile gündemimizin tamamını kapsayacak kadar büyük bir soru(n) olan Kürt Ulusal Sorunu; an be an, yeni gelişmelerle karşımıza çıkmaktadır.
Emperyalizme uşaklık noktasında sağlam bir karneye sahip olan AKP hükümetinin; özellikle emperyalizmin güncel ihtiyaçları çerçevesinde Ortadoğu’ya “ayar çekme” pratiklerine hız verdiği bir süreçte böylesi bir gelişme ile karşı karşıya kalmak, radikal sosyalistler açısından şaşırtıcı değildir.
Zira emperyalizm küresel düzlemde ciddi bir krizle sarsılırken; Ortadoğu’da taşlar yerinden oynamıştır…
Böylesi bir güzergâhta taşeron güçler, uşaklar devreye sokulur ve soru(n)ların çözümü yerine “düzenlenmesi” ikame edilmeye çalışılırken; bir an dahi unutulmaması gereken, V. İ. Lenin’in şu uyarısıdır:
“Emperyalizm çağında yalnız UKKTH değil, ama siyasal demokrasinin bütün temel istemleri, ancak yarım yamalak, kolu kanadı kırpılmış biçimde ve tamamen ‘istisnai’ biçimde ‘gerçekleştirilebilir’ bir nitelik taşıyor”![3]
Altı özenle çizilmesi gereken bu uyarı XXI. yüzyılın başındaki Ortadoğu’da daha bir önem kazanıyor. Tabii Goran hareketi çizgisinde yayın yapan televizyonun yönetmeni Mesut Ziln’in, “Kürtler tarihlerinde hiç olmadıkları kadar olumlu bir noktada bulunuyorlar. Tarihî bir fırsat var. Ama Kürtler hazır mı, maalesef onun sinyallerini göremiyorum,” notu eşliğinde…
Belirtmeden geçmeyeyim: Kürt Ulusal Sorunu açısından olanak ve tehlikeler ile çözüm ve çözümsüzlüğün iç içe geçtiği bir mayın tarlasındayız…
Kürt Ulusal Sorunu’nun; Cengiz Çandar’ın, “… ‘Ortadoğu’nun yeni jeopolitiği’ni kavramadan, ne bu ‘Süreç’ selametle yol alabilir ne Kürt sorunu çözülebilir”; Arzu Yılmaz’ın, “Kürtlerin ‘bağımsızlık, özerklik, eşit vatandaşlık’ sarkacında bir uçtan öbür uca gelgitler yaşamalarını doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü Ortadoğu’da işler hak ve sorumluluklar üzerinden değil, hibe ve sadakat üzerinden yürüyor,” saptamalarına dayanak oluşturan emperyal planlamalara eklemlenmemesi gereken güzergâhta AKP’nin manevraları üzerine kafa yorulmalıdır…
Örneğin Merve İdil, “İsrail-Ceyhan boru hattı’nın önü açıldı,” diye haykırırken; Ehmed Pelda’nın, “Türkiye PKK ile çatışmayı artık uygun görmüyor. Ayrıca PKK ile varılacak ortak bir zemin Batı ve Doğu Kürtistan üzerinden de Türkiye’ye bölgesel bağlamda politik avantajlar sağlayacak”; Erdal Sağlam’ın, “İsrail’le barış, Kuzey Irak enerjisinin yolunu da açıyor… Gerçekten de, Ortadoğu’da ve Türkiye’de önemli kırılmaların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz… Türkiye’nin bölgedeki yeni politikayı iyi okuyup, ona göre adım atması gerekiyor. İsrail’le barış yaparak Başbakan iyi okuduğunu gösterdi… Büyük fırsat yaklaştı ama hâlâ çok dikkatli olunmak zorunda,” saptamalarındaki vurgular iyi okunmalı ve yerli yerine oturtulmalıdır…
Çünkü “Türkiye, Irak Kürtleriyle, 2023’e doğru ekonomik hedeflerinden ötürü nasıl doludizgin ise ‘Süreç’ de bunun kaçınılmaz izdüşümü,” vurgusuyla ekleyen Cengiz Çandar’ın, “Irak Kürt hükümeti ile sıkı ilişkiler kuran Başbakan Erdoğan, PKK ile bir barış müzakeresi yapıyor… Ortadoğu jeopolitiği, şimdi Kürtler lehine çalışıyor,” saptaması hedeflenenin (tehlikenin!) ne olduğunu yeterince net biçimde açıklıyor…
Evet, yaşanan oncasına rağmen “düzenleme”ye yakın bir manzaradan veya “düzenleme”ye temel oluşturabilecek dönüşüm işaretlerinden söz etmek, çekilme stratejisinin de devreye sokulduğu verili koordinatlarda zordur…
Siz bakmayın Eyüp Can’ın, “Çekilmenin stratejisi: Yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu ve yeni bir geleceği birlikte inşa etmek”ten söz etmesine!
O bundan söz ederken; “Aynı esnada başka bir karede Kürt işçiler taşlanıyor,” notunu düşüyor Pınar Öğünç…
Ya da Urfa’nın Viranşehir Belediyesi’ne ait araçların üzerine “Şaredariya Weranşar” yazan eski Belediye Başkan Yardımcısı Kemal Kodin hakkında 2010 yılında Viranşehir Asliye Ceza Mahkemesi’nde “Harf kanununa muhalefet” etmekten açılan davada verilen 2 buçuk ay hapis cezası temyiz edilmediği için kesinleştiğinden, Kodin, tutuklanarak Akçakale Cezaevi’ne konuluyor…
Bir şey daha: Diyarbakır’ın Newroz Meydanı’nda hem “Savaşa da hazırız, barışa da” pankartı açılmıştı hem de “Heta ku serok azad nebe aşiti şaşitiye/ Başkanın özgür olmadığı bir barış yanlıştır,” pankartı. BDP vekilleri henüz alana gelmeden Amed Halk İnisiyatifi’nden şehir gerillaları sahneye çıktı ve uzun bir konuşma yaptı. Konuşmanın çarpıcı cümlesi şuydu: “Kürtistan’dan çekilmek diye bir şey yoktur. Kürtistan bizim toprağımızdır”![4]
Vd’leri, vd’leri…
Bunlar böyleyken; İçişleri Bakanı Muammer Güler’in, “Hesaplaşma değil, helalleşme zamanı”; Ufuk Uras’ın, “Barış sürecine yönelik kulp bulma, mazeret üretme siyasetlerinin anlaşılır bir yanı yok. Yeni ölümlerin olmaması başlı başına bir kazanımdır. Bu süreçte karalar bağlayıp kendilerini deşifre edenlerin acemiliği de şaşırtıcı. ‘Yaşasın hayat’ diyenlerle, ‘Yaşasın ölüm’ diyenleri bu süreç ayrıştırıyor,” lafolojilerini ciddiye almak mümkün değildir…
Öncelikle ve kesinlikle: Hesaplaşılmadan, “helalleşme” denilen şeyin mümkün olmadığının altı çizilerek, Uras’ın ucuz ve asılsız ikilemleriyle gerçeklerin üzerinin örtülemeyeceğini belirtmeliyiz…
Hayır, kimse barışa karşı değil. Ama ya barış diye allanıp, pullanmak istenen şey barış değilse?! Egemenlerin manipülasyonu ise?!
Hatırlatayım: “Mefkureler gerçekleşmeyince, gerçekleri mefkureleştirmek gerekir,” diyen, pragmatist İttihat ve Terakki’ci Enver Paşa’ydı…
“Zamanın Ruhu” söylencelerine sarılarak, egemen söylemin gerçeklerini “mefkure” gibi sunamayız; “barış dili” alt başlığında sunulan “her şeye rağmen”ci ehven-i şer politikalarına sarılamayız!
“BARIŞ DİLİ”(YMİŞ)?!
Herkes “Barışı konuşuyor(muş)”; Erdoğan, patronlar, liberaller, MİT’çiler…
Bunun adı “barış dili(ymiş)”…
Ve birileri de “Sosyalistler bizi anlamıyor” diyor!
Radikal sosyalistler ise, onlara “Kendinizden başka kimse size barış getiremez,” diyen Emerson’un sözünü anımsatıyorlar…
Hayır, kimseye “akıl” veriyor falan değiliz. Bu ne haddimize? Biz “Âkîl İnsan” falan da değiliz. Ancak biz her Devrimci Marksist’in yaptığını yaparak, 11. Teze yaslanan eleştiri hakkımızı kullanıp, Metin Çulhaoğlu’nun, “Kimse, bu arada BDP’liler de kusura bakmasınlar. Belge, Mahçupyan, Dilipak, Karakaya ve başkaları habire konuşacak da biz susacak mıyız?” sözüne katılıyoruz…
Ortada bir “barış”tan çok “düzen içi düzenleme” söz konusuyken; kimileri huzursuz olsa da tartışacağız…
Murat Belge, “Devamlı karşındaki muhataba ‘Ben sana inanmıyorum, güvenmiyorum. Zaten seni hiç sevmiyorum’ diyerek bir ‘barış diyalogu’ kurmak ya da sürdürmek mümkün değil. Bir barış konuşmasının ve herhangi bir çatışmanın, uyuşmazlığın en az iki tarafı vardır. Uyuşmak ve anlaşmak da, bir tarafın kendi düşündüklerini öbür tarafa empoze etmesi demek değildir,” dese de; AKP’ye ve herhangi bir burjuva kliğe güvenmeyeceğiz; açık çek vermeyeceğiz!
Kadir Cangızbay’ın, “Sahtekâr, sahtekâr olduğunu bilir; ama ebleh, ebleh olduğunu bilmez,” notunu düştüğü Kürt meselesinin düzen sınırları içinde ele alınması, herhangi bir siyasal ve tarihsel yüzleşmeye uğramadan yürürlükteki rejimin devamı anlamına gelecektir.
Kürt meselesinin -şimdilik de dense- siyasal temsilcilerinin uygun gördüğü bir biçimde “çözülmesi/düzenlenmesi,” hemen ertesi gün sorunların gündemden kalkacağı anlamına gelmez.
“Barış” ya da siyaset bağlamında “barış kavramı altında neler olmalı”dan hareket etmek önemlidir.
Mevcut “Barış süreci”, Kürt halkının uğrunda yıllardır mücadele ettiği amaçların hangisini, hangi bağlamda yanıtlamaktadır?
Örneğin Aysel Tuğluk haklı olarak, “Peki ya çekilmeden sonrası? Sormalıyız; bu süreç tek taraflı adımlarla gidebilir mi?” sorusunu dillendirirken; “Silahlar sussun, fikirler konuşsun”, AKP patentli bu sürdürülemez kapitalist şiddet ortamında nasıl olacak?
Zarfa değil mazrufa bakacak olanların ihtiyat kaydını yüksek tutacakları bir “sürece” girmiş bulunuyoruz. AKP’nin oyunun kurallarını şekillendirdiği bir ortamda Abdullah Öcalan ile başlatılmış olan görüşmelerin muhteviyatı hakkında “kamuoyu” bir yana, aktörlerin de tam olarak bilgi sahibi olmadığı belirtilmekteydi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek “Süreci ayrıntılarıyla bilen beş kişiyi geçmez,”[5] demiş. Bu muhtemel beş kişinin ikisi -Erdoğan ve Öcalan- oyun kurucuları. Ya ötesi?!
Kaldı ki buna rağmen “taraflar” oyunun adını ortak koymuş durumda değiller. Biri, “terörün kökünün kazınması”ndan; diğeri de, “Kürt sorunun çözümü”nden söz ediyor…
Sonra Erdoğan, “müzakere” etmediklerini, devletin kurumlarının görüştüğünü belirtirken, -Türkçe sözlüğe göre müzakere ve görüşme aynı anlama gelse de- Kürtleri temsilen söz alanlar, daha kapsamlı bir işe sıvanıldığını iddia ediyorlar…
Bu süreçle örtük olarak iki taraf da Türkiye’nin daha güçleneceğinde hemfikir…
Abdullah Öcalan’ın başlattığı bu birlikte daha güçlü olma stratejisi, Ahmet Türk’ün sözüyle şöyle özetleniyor: “Ortadoğu’da çok güçlü, çok saygın bir devlet olur.”[6] Devleti güçlendirmenin demokrasi açısından ne kadar hayırlı olduğu kesin değil ama bir tür hegemonyadan söz edildiği kesindir. Şerafettin Elçi ise, “Eğer Kürt sorunu çözülürse Türkiye yalnızca bölgenin değil, Avrupa’nın da bir numaralı devleti olur,” demişti![7]
Avrupa’yı araya katmasak da Türkiye’nin Ortadoğu’daki bölgesel hegemonya mücadelesinde Kürt meselesini bir şekilde düzenlemesi, düzen güçleri tarafından hayli zamandır vazgeçilmez bir koşul olarak kabul edilmekteyken; bu mu “barış dili” oluyor?
“BARIŞ SÜRECİ”
“Barış süreci” denilen şeyi egemenlerin kalemşörlerinden İbrahim Karagül, “Barış süreci ile bölgenin yeniden şekillenmesi arasında inanılmaz bir bütünlük var,” diye tanımlarken; buna “Olmaz”, “Hayır” diyenler “barış karşıtı” diye sunulmaya kalkışılıyor!
Evet, evet “Dünyanın en ahlâksız sorusunu soruyorlar: ‘Barışa karşı mısın?’ Arkasından dünyanın en büyük iftirasını atıyorlar: ‘Barışı torpilliyorsunuz’…”[8]
Tam da bunun için “Barış karşıtı” ilan edilmesine yol açan çekincelerini anlatırken AB’ci Cengiz Aktar, “Demokrasisiz de barış olur ama Kürtlerin istediği gerçekten bu mu?” diye uyarıp ekliyor: “Kürt meselesinin çözümünü kalıcı hâle getirecek hiçbir çalışma yok. Dolayısıyla diyorum ki dikkat tehlike!”
Hayır, Haluk Gerger gibi “Çözüm” ile “Barış”ı birbirinden ayıramayız![9] Bu olsa olsa “ateşkes”ten söz etmek olur. Ateşkes ise, hem koşullu hem de geçicidir.
Çünkü Mustafa Yalçıner’in ifadesiyle, “Barışın hakçası ve Kürtçesi sadece ve sadece hak eşitliğidir, insanlıktır, insanca yaşamdır”!
Çünkü Kadir Cangızbay’ın ifadesiyle, “Devlet terörü varken barış olmaz”!
Çünkü “Gerçek barış için”, “Önce 90’lardan başlayarak sonrasında da 12 Eylül öncesine uzanarak Türkiye’nin Condor Planları yargılanmalıdır” diyor ve ekliyor Özgür Mumcu: “1970’lerden bu yana uzanan Kontrgerilla’nın darbe öncesi ve sonrası faaliyetleriyle bunun dış bağlantıları hâlâ kasabanın sırrı statüsünde. Daha sonra bu Kontrgerilla faaliyetlerinin 90’larda tekrar nasıl işlediği de malum. Bu da herkesin bildiği ve hakkında bir şey yapmamayı seçtiği bir sır hâlinde.
Ergenekon davasının ilk günlerinde doğan Kontrgerilla’nın tasfiye edileceği umudu ise davanın başka bir tasfiye operasyonuna dönüşmesiyle söndü. Ne cumhuriyetçi fikir önderlerinin ne Madımak’takilerin ne Kürt siyasi hareketinin ne de misyonerler ve Hrant Dink’in öldürülmesinin devlet içindeki ya da uluslararası bağlantıları ortaya kondu. Uludere konusundaki ısrarlı suskunluk da anlayışın çok değişmediğini gösteriyor”!
Özetle ‘Sabancı Vakfı’ Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, “Ülkemizin Sayın Başbakanın liderliğinde girdiği bu son dönemdeki Kürt meselesine, barış ve kardeşlik sürecine çok umut duyuyorum ve çok desteklenmesi gerektiğine inanıyorum,” dese de; verili hâliyle bu pek de mümkün görünmüyor!
Öncelikle “… ‘Barış sürecinin’ dokusuna İslâmi-Sünni retorik damgasını vuruyor…
Hâl böyle iken, ‘barış’ denilen şey eğer ‘burjuva toplumun bir yeniden kuruluşundan daha’ ibaret değilse, ya da en azından bundan biraz fazlasıysa bile, ‘Osmanlı kıyafetlerini’ kuşanıp, bin yıllık İslâm hukukunun ‘ruhunu yardıma çağırmakla’ mümkün olamaz.”[10]
Ayrıca “Evet, barışın sadece telaffuz edilmesi bile heyecan verici olsa da, ABD ve stratejik ortağı AKP’nin barış kavramının içinde ne adalet var, ne özgürlük, ne demokrasi, ne de eşitliğin zerresi.”[11]
O hâlde “barış/ çözüm” ile düzen içi “düzenleme”yi birbirine karıştırmamak gerek…
Kimse inkâr edemez: Yukarıdan aşağıya… Devlet katından ezilen yığınlara… Liberal, Müslüman, ilerici, demokrat, barışsever vd’lerine… “Barış” zihni, vicdani, ahlâki dönüşüm üzerinde yükselmeyen bir laf kalabalığı…
Yapısal dönüşüm nerede? Görünürde yok…
Kerhen “destek”ler… Uyuşturmaya yönelik yapış yapış riyakâr tavırlar… “Sol gösterip sağ vurma”lar… Sahtelikler… “Suya götürüp susuz getirme”ler… Sülün Osman taktikleri… Bukalemun türünden tedbil-i kıyafetler…
Duyarsızlıklar… Aldırmazlıklar… Teslim ve tasfiye amacını gizlemeyen buyurganlıklar… “Burnundan kıl aldırmayan” nobranlıklar… “Burnu büyük” aşağılamalar… Afra, tafralar…
Bu ve benzerlerini, başta Erdoğan olmak üzere, “çözüm yandaşları”nda, “mimarları”nda görebilirsiniz!
SOLUN GÖREVİ/ KONUMU
Bu koordinatlarda devrimci solun görevi/ konumu eleştirel destek/ dayanışmadır.
Tam da bunun için Zübeyir Aydar’ın, “Türkiye sosyalistleri anlamıyor”; Kasım Birtek’in, “Sosyalistler barışa karşı olmamalıdır,” türünde anlamsız genellemelerinin bir değeri yoktur.
Önemli olan neye “barış” denilebileceği ve bu konuda birbirimizi karşılıklı anlamaktır; Aydın Çubukçu, “Soldan gelen eleştiriler sürecin karakterini anlamaktan uzak,” dese de…
Anlamak eleştirmek, itiraz etmek ve değerlendirmekle mümkündür…
Kimse, tartışmasız, itirazsız bir ön kabulle “Türkiye solu endişelenmeyi ve kuruntuları bir yana bırakıp şimdi yeni Türk-Kürt ittifakını nasıl geliştireceğini tartışmalıdır,” diyen Seyfi Öngider’in “tutumu”nu bizden talep etmemeli, ummamalıdır…
Her şeyi desteklemek, devrimci solun görevi olmadığı gibi, devrimci soldan da bu beklenmemelidir. Biz UKKTH’nı destekle mükellefiz; UKKTH “adına” devreye sokulan her şeyi değil…
‘Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan İstanbul milletvekili Levent Tüzel’in, “Kürtlerin mağduriyet kavgası ile emeğin mücadelesi birleşmeli” notuna Mustafa Sönmez’in şu saptamaları da eklenmelidir:
“AKP ve CHP seçeneklerinden geriye, sosyalist solun Kürt siyasetiyle birleşik muhalefeti seçeneği kalıyor. Aslında, böyle bir etkili bütünleşme, sadece Kürt sorununa çözüm değil, Türkiye’nin bütün sosyal, siyasal, ekonomik açmazlarına yeni ufuklar açabilecek, çürümüş, adaletsiz, köhne yapıları tersyüz edip yeni bir Türkiye kurmanın muazzam dinamizmini harekete geçirecek potansiyel demek. Böyle bir güçlü bütünleşme, toplumu değiştirecek cesareti ve özgüveni tüm kesimlere taşıyabilir…
Ne yazık ki hem Türkiye solunun hem de Kürt siyasetinin içinde bu potansiyeli görememe, ütopyaları küçümseme, büyük hedefleri göze alamama zafiyeti, güvensizlik var. Hem Türkiye solunun hem de Kürt siyasetinin kendini ‘iç AKP’lilerden’, milliyetçi-muhafazakâr, liberal, sermaye kuyrukçusu çapaklardan arındırması, emeğin programına daha yakın yapılandırması gerekiyor.”[12]
Evet devrimci sol, UKKTH’nı destekle mükelleftir; ama her şeyi değil!
Bakın bu konuda Tarık Ali ne diye uyarıyor:
“Ben Türkiye’de savaşın durması taraftarıyım. Ancak müzakerelerin başarılı olması için anayasallaşması lazım. Öbür türlü olmaz. Sadece Kürtlere değil bütün azınlıklara bölgesel, kültürel haklar verilmeli. Hükümetin başlangıç noktası olarak Kürtlerden, bugüne kadar yapılanlardan dolayı özür dilemesi süreci kolaylaştırır…”
“Türkiye’nin PKK’yla görüşmesinin, görüşme niyetinin diyelim, arkasını okumak mümkün. Türkiye Kuzey Irak’ı inşa ediyor, Türk şirketleri bölgeye üşüşmüş. Aynısını Suriye’nin otonomi kazanmış yeni Kürt bölgesinde yapma imkânı var. Devletin ilkesel adımlar atmadığını, sadece çıkar ilişkisiyle hareket ettiğini düşünüyorum. Madem özürler çağındayız, madem İsrail’in özrü çok önemli, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerden özür dilesin. Bunca yıldır Kürt vatandaşlarına uyguladığı baskı ve bütün ölümler için… Basit bir özür. Görüşmelere ancak böyle başlarsanız yolunda gider.”
“Erdoğan çok zeki bir siyasetçi… Kitlelerle nasıl iletişim kurulacağını çok iyi biliyor, içeriği olmayan şovlar yapıyor. ‘One minute’ deyip masadan kalkması, sonrasında Obama’nın zorlamasıyla gelen özrü büyük zafer gibi gösteriliyor. Ama içerik olarak baktığınızda bunların hepsi boş…”
Ayrıca ÖDP Eşgenel Başkanı Alper Taş da, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Newruz mesajlarıyla ilgili olarak “Tereddütsüz barışa ‘evet’ diyoruz. Ama bu barışın bir başkanlık sistemine dönüştürülmesi, emperyal vizyonla, hesaplarla yürütülmesi, bölgenin ve Türkiye’nin daha da muhafazakârlaştırılmasına dönük yaklaşımlarla gelişmesinin de karşısındayız. Kürtler, AKP’nin yedek oyuncusu olmamalı, barışın bedeli sivil diktatörlük olmamalı,” diye ekliyor…
PKK’NİN TAVRI
Öncelikle hatırlatalım:
Irak’ın kuzeyinde Bağımsız Kürt Devleti ilan edilmesi hâlinde bir şey söylemeyeceklerini, ancak “ulus devlete” karşı oldukları için de desteklemeyeceklerini belirten KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, “Biz bu sürecin samimiyetine dair çok büyük bir kuşku taşımaktayız.”[13]
“Ya süreci geriye çekmek ya da kendi isteklerini dayatmak istiyorlar.”[14]
“Türkiye, sorunu yüzeysel bir şekilde ele alıyor. Kendilerinin geri çekilmesi için bizim çekilmemizi istiyorlar. Çekilmeyeceğiz, demiyoruz. Konunun bir yasal düzenlemeye ihtiyacı olduğunu ve hükümetin üzerine düşeni yapması gerektiğini söylüyoruz,”[15] deyip, “Silahsızlanmanın koşulu Öcalan’a özgürlüktür” vurgusuyla ekliyor:
“Yeni anayasanın yapılması, koruculuk ve özel kuvvetler sistemine son verilmesi, cezaevindeki PKK’lerin serbest bırakılması gerek.”[16]
Ayrıca sürecin başarıyla sonuçlanmamasının ciddi tehlikeler yaratabileceğini söyleyen PKK’nin önemli isimlerinden Cemil Bayık, çözüm süreci tartışmalarının sadece geri çekilmeye indirgenmesini eleştirerek, “Gerillanın geri çekilmesi demokratik çözümün bir parçasıdır. Yasal güvence olmazsa gerilla çekilmez,” dedi…[17]
Sonra KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, “AKP çözüm yaklaşımı geliştirmeli,”[18]dedi…
PKK ANF’nin yer verdiği açıklamasında devletin karakol ve baraj inşaatlarını provokatif olarak tanımladı ve derhâl durdurulmasını istedi. Açıklamada “Ateşkes sürecinin” başlamasıyla birlikte “Kuzey Kürtistan”da hız verilen karakol ve baraj inşaatlarının provokatif bir nitelik taşıdığı, engelleyici bir rol oynadığı ileri sürülerek, “İnsansız hava araçlarının sürekli keşif faaliyetinde bulunması geri çekilme sürecini geciktirmekte, Kürtistan’da yoğunlaşan askeri sevkıyat ve hareketlilik ise geri çekilme sürecini olumsuz etkilemekle kalmayıp provokasyon ve çatışmalara zemin sunmaktadır. Gerilla güçlerimizin Önderliğimizin verdiği perspektif ve hareketimizin aldığı karar temelinde hızlı bir tempoyla geri çekilebilmesi için dile getirilen bu tür faaliyetlerin durdurulması hayati önem taşımaktadır” denildi…[19]
Bir de gözlem: “Yolu kapatan bariyerin yanında ise içinde birkaç güvercin olan bir de kuş yuvası. O yuvayı görüntülemek isteyen gazetecilere buradaki PKK’linin söylediği ‘Eğer AKP ve TC samimi değilse onlar güvercin değil, yakında şahin olacaklar’ sözü, alt kadroların sürece bakışında ‘temkin’ olduğunu hissettirdi.
Gazeteciler zaman zaman isimlerini sorduğu PKK’lilerden yanıt alamasalar da kısa sohbetler edildi. İçlerinden biri, kendisinin Rusya Kürtlerinden olduğunu, Kürtçeyi de örgüt saflarında öğrendiğini ifade etti. Bir başkası ise kontrol noktasında konuşan PKK’linin söylediğini teyit eder gibi ‘Ne silah bırakması, biz silah bırakmıyoruz, sadece taktik olarak geri çekiliyoruz. Biz Ortadoğu hareketiyiz ve silah bırakmayız. AKP’ye ve TC’ye güvenmiyoruz ama Önderliğe (Abdullah Öcalan) inanıyoruz’ diyordu,”[20]Mahmut Oral Kandil’deki gözlemlerinde…
Barışın bir yanı PKK cephesi, çeşitli farklılıkları yanında böyle…
Söz konusu tabloda “Kürt hareketi bir ulusal hareket olduğundan bu pazarlıklar, alışverişler de onun doğasına uygun olarak ilerleyecek. Bu da anlaşılır bir durum.
Ancak, Kürt hareketi yalnızca bir ulusal hareket olarak görülmek istemiyor. 250 yıllık sosyalist hareketin, 2500 yıllık ‘komünist hipotezi’ yaşama geçirme mücadelesi geleneğinin buradaki, andaki temsilcisi olarak da görülmek istiyor. Bunu istemek de onun, hegemonya oluşturma taktikleri açısından hakkıdır, Gülen hareketine selam göndermek de…
Ancak bu isteğin, geleneğin pratik ve teorik mirası açısından kaygı uyandıran, kimi teorik kazanımları tehdit eden yanları var; dolayısıyla geleneğe ilişkin kimi teorik hesaplaşmaları da zorunlu kılıyor.
Şimdilik tek bir örnekle, bu hesaplaşmanın, ‘demokratik modernite’ kavramıyla yapılamayacağını söyleyelim. Kapitalizmin kültürünün ürettiği muğlak bir kavram olan ‘modernite’ hele Marksizm, komünizm, anarşizm yerine ‘demokrasi’ kavramıyla birlikte kullanıldığında kapitalizmin ufku içinde kalmaya mahkûm bir duruma işaret eder.
Demokrasi haklar ve özgürlükler anlamında kullanılıyorsa, kapitalist devletin sınırları içinde bir iyileşmeye işaret eder. Yok bir devlet biçimi olarak kullanılıyorsa, önce bir sınıf iktidarına, sonra da bunun aşılmasına, demokrasi ‘gerçekleşirken’ devletin de sönmesine işaret eder.
Bu konular üzerinde düşünürken, ulusal sorunun ne kadar kültür, dil ve bireysel özgürlükler parantezine alınırsa alınsın, özünde toprak, su, doğal kaynak mülkiyeti ve bunun alacağı biçimlere, üreteceği sınıf iktidarlarına ilişkin olduğunu da anımsamakta yarar var.”[21]
ÖCALAN’IN “GİRİŞİM”(LER)İ
Buradan Öcalan’ın “girişim(ler)”ine göz atmak gerekiyor.
Emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in, “Demokratik çözüm paradigmasıyla uyumlu, uzlaşma arayan ve Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde meseleyi çözmek isteyen bir iradeyi görebiliyoruz. Tabii ki bunun somut örneklerini gelişmeler gösterecek. Öcalan’ın bu talepleri ortak evrensel kriterlere yaklaşımı sağlayan bir uzlaşma ortamı yaratabilir,” diye takdim ettiği “girişim”e ilişkin sosyolog Dr. Sebahattin Topçuoğlu da ekliyor:
“Kürtlerle Osmanlı arasındaki simbiyotik ilişkinin temel taşlarından biri din, diğeri de özerklik olgusudur…
Öcalan’ın vizyonuna bakıldığında, gelinen bu aşamada yitirilen simbiyotik ilişkiyi ve armoniyi yeniden inşaa etme projesi var. Yani bir nevi İdris-i Bitlisi’nin XVI. yüzyılda yaptığını günümüze uyarlama projesidir bu.
‘Ortadoğu’nun iki temel stratejik gücünden’ kastı budur Öcalan’ın. Türk-Kürt ittifakı ile Ortadoğu’da yaşanan altüst oluşlarda yeniden konumlanmak…”
Söz konusu “girişim” yani “İmralı Mektubu ile… Öcalan’ın Kandil’e, Kürtlere, Türklere, İslâmcılara, Milliyetçilere, Kemalistlere, Osmanlıcılara, Batı’ya, Ortadoğu’ya, kadınlara, RTE’ye birer mavi boncuk gönderdiği görülmüştür…
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın yaptığı açıklamada PKK’nin attığı adımı olumlu bulduğu ve cesaretinden ötürü Türk hükümetini alkışladığı görülmüştür.
Ve bu sürece Obama tarafından İsrail ‘özürü’nün denk düşürüldüğü dahi görülmüştür.
Cemaatin tepkisinin, Öcalan’ın F. Gülen’e gönderdiği mesajdan çok ABD Dışişleri Sözcüsünün açıklamasına endeksli olduğu görülmüştür…
Öcalan işçi sınıfından bir kez söz etmiş olsa bile, Kürt siyasi hareketinin, ‘en kestirme tabirle’ sosyalizmle bağının giderek zayıfladığı da görülmüştür.
‘Somut koşulların somut tahlili’ şeklindeki mottomuzun yerine, artık zamana uyarak post modern ‘zamanın ruhu’ (zeitgeist) sözünün tercih edildiği görülmüştür…
Ahmet Türk’ün ‘Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik. Bizi de anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız’ yaklaşımının iç acıtıcı haklılığı da görülmüştür…
Peki ama, mesela RTE gibi bir figürden barış kahramanı çıkabildiği hiç görülmüş müdür? Böyle bir şey görülmemiştir!” [22]
Ancak Tayfun İşçi, “konverjans teorisi”ni anımsatırcasına şunları diyerek, RTE’den “barış kahramanı” çıkarmaya kalkışmaktadır:
“Karşıtının yokluğu üzerine inşa edilmiş olguların uzlaşma zemini yoktur. Bu tür çelişkiler yok etme üzerine oluşmuş çelişkilerdir. Diğer bir tanımlamayla antagonist (düşman) çelişkilerdir. Kaçınılmaz olarak çelişkinin çözümü, yok etme temelinde şiddete dayalı çatışmalı çözümdür. Karşıtlar, karşıtını yok etme veya yok sayma özelliğini koruduğu sürece de çelişkinin barışçıl çözümü mümkün değildir…
Sayın Öcalan’ın Newroz mektubu şiddetin sonlandırılıp iknanın devreye girmesi çağrısıdır. Ve görünen o ki devlet tarafından da kabul edilmiştir. 30 yıldır sürmekte olan silahlı şiddetin temeli de hiç kuşku yok ki, sözün susturulup bastırılmasından kaynaklanmıştır. Nasıl ki şiddet düşmanlık argümanıysa söz, uzlaşı ve barış argümanıdır.
Sayın Öcalan mektubunda bu durumu açık bir şekilde şu sözlerle ifade etmektedir.
Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır.”[23]
Tekrarlıyorum: Hesaplaşmadan helalleşemeyiz, bu mümkün değildir! Çünkü Sömürgeci rejim ve temsilcisi RTE ve AKP’siyle aramızdaki çelişki uzlaşabilir değil, antagonistiktir…
“MİSAK-I MİLLΔ VURGUSU!
Öcalan’ın mektubuna bağıntılı olarak “girişim(ler)”inden söz ediyorduk değil mi? Devam edelim…
Abdullah Öcalan mektubunda, “Tıpkı yakın tarihte ‘Mısak-ı Millî’ çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı’nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz.
‘Mısak-ı Millî’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkûm edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir ‘Milli Dayanışma ve Barış Konferansı’ temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum,” diyor…
ÖDP Eş Genel Başkanı Alper Taş’ın ifadesindeki üzere, “Öcalan’ın mektupta dile getirdiği ‘Mısak-ı Millî’ konusunda Musul, Kerkük gibi yerlerin de dahil edilmesi ve buna paralel fikirlerin çeşitli kesimler tarafından ifade edilmesi sorunu var. Hatta bugünkü AKP’nin dış politikasını oluşturan Davutoğlu çizgisinden de hareketle kafalarda oluşan fikirler söz konusu. Bunu zaman zaman Kürt siyasi hareketinden bazı insanlar da dile getiriyor. Türkiye Cumhuriyeti bölgesel bir güç olmak istiyorsa Kürtleri yanına almalı ve Kürtlerle beraber, tıpkı 1071’lerdeki gibi bir bölgesel güç olsun yaklaşımı ve çağrıları var.
Bunlar emperyal çağrılardır. Bu çağrı, Kürtlerle Türklerin barışının bir bölgesel seferberliğe dönüşerek, Ortadoğu halklarının, özellikle İran’ın kuşatılması ve savaşa dönüştürülmesine dönük yaklaşımları içermektedir.”
Bu işin bir yanı… Ötekine yani Öcalan’ın çatışmasızlık kararının açıklandığı bildirisinde yer alan Türk-Kürt “bin yıllık İslâm milleti” sözlerine vurgu yapmış, bölgenin “kadim halkları” olan Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Nasturilerin ve Ezidilerin yok sayılmasının ardındaki anlamına gelince:
“Başbakan da sıkça yaptığı kardeşlik çağrılarında Türkleri, Kürtleri, Lazları, Çerkezleri, Boşnakları, Romanları ‘kardeş’ olarak sayarken bu topraklarda yaşayan Musevilerden, Ortodoks, Gregoryen, Katolik ve Protestan Hıristiyanlardan ve inançsızlardan söz etmemekte, ‘kardeşlik projesi’ bağlamında Müslüman olmayan etnik grupları yok saymaktadır. Bir etnik grubun sayıca azlığı onun yok sayılmasının gerekçesi olabilir mi? ‘Halkların kardeşliği’ özü itibarıyla niceliksel değil, niteliksel bir kavramdır. Demokrasi de her şeyden önce sayıca az olanın, toplumda azınlıkta olanın haklarının güvence altına alındığı bir rejimin adıdır.”[24]
“Mısak-ı Millî”nin kapsadığı alandaki gayrı Müslim’leri tasfiye/ likide etmiştir. Bu tevil götürmez bir gerçektir.
Bu bağlamda “Feroz Ahmad, ‘Bir kimlik peşinde Türkiye’ adlı kitabında şöyle diyor: ‘Milli Misak’ı 17 Şubat 1920’de tamamıyla kabul eden son Osmanlı Meclisi’nde, bundan iki gün sonra Türk ve millet kavramları tartışılmış ve Türk kavramının tüm farklı Müslüman unsurları içine kattığına karar verilmişti. Hatta bazı mebuslar Osmanlı Yahudileri’ni de Türk kavramı içine katmışlardı.’
Hıristiyanlar Anadolu’da olmadıkları için değil, Balkan Savaşları ve ‘Ermeni tehciri’ni de içeren I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Hıristiyanlarıyla Müslümanların arasına büyük mesafeler girdiği için özel olarak ayrı tutuluyordu.
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920 tarihli konuşmasında şöyle diyordu: ‘Bu hudut sırf askeri mülahazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millidir. Fakat bu hudut dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı İslâmiye’den yalnız bir cins millet vardır. Bu hudut dahilinde Türk vardır, Çerkez vardır ve anasır-ı saire-i İslâmiye vardır.’
Mustafa Kemal bu fikirleri 1 Mayıs 1920’de tekrarlıyordu: ‘Burada maksut olan… yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiye’dir, samimi bir mecmuadır.’
Yani Abdullah Öcalan, ‘Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslâm bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır’ derken yalnızca AKP’yle değil Türkiye’nin kurucu siyasi iradesiyle de ortak bir frekans tutturuyor.”[25]
İşte tam da bunun için Dr. Akın Ünver, Öcalan’ın 21 Mart 2013’de yayımladığı mesajında Kemalist vurgular olduğunu söyleyip, Öcalan’ın Kemalizm’in metodolojisini kullandığını anlatarak, “Türk’ü çıkarıp yerine Kürt’ü koyuyor,” dedi. Öcalan’ın mesajındaki din vurgusunu ise “Milli Görüş”ün söylemi olarak niteleyen Dr. Ünver, “Bu meselenin İslâm ekseninde çözülmesi, Türk-Kürt ayrımının olmaması anlamına gelir,” diye konuştu.