Ana SayfaGIŞTÎDÜNDEN BUGÜNE ŞİLİ’DE NE(LER) OLUYOR?

DÜNDEN BUGÜNE ŞİLİ’DE NE(LER) OLUYOR?

Dünyanın bugünlerde “Ne olduğu”yla müthiş ilgili olduğu Şili’ye dair, ‘Yeni Çoğunluk/ Nueva Mayoría’ bloğunun Valparaiso’dan milletvekili adayı, ‘Inti Illimani’ kurucularından Komünist Partili Jorge Coulon, “Neo-liberalizm kendi döngüsünü tamamladı ve derin değişimler dönemini başlamalı,”[3] demişti…

Olan bu!

DÜNDEN BUGÜNE ŞİLİ’DE NE(LER) OLUYOR?

TEMEL DEMİRER / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

I. AYRIM: TARİHSEL ARKA PLAN

I.1) ÖNCESİYLE DARBE

I.2) ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA

I.3) SALVADOR ALLENDE

I.4) DARBE SONRASI

II. AYRIM: GÜNCEL DURUM

II.1) KİRLİ ÇAMAŞIRLAR YA DA HESAPLAŞMA

II.2) AZOCAR SONRASI

III. AYRIM: İŞÇİLER, YERLİLER, GENÇLER

III.1) BAŞKALDIRAN ŞİLİ

III.2) “YENİ”(LENEN) -GÜNCEL- İSYAN

DÜNDEN BUGÜNE ŞİLİ’DE NE(LER) OLUYOR?[1]

TEMEL DEMİRER

“Ah Şili, uzun taç yaprağı seni!”[2]

Arjantin’in batısında And Dağları ile Büyük Okyanus arasında kalan, kuzeyden güneye 4 bin 300 kilometre boyunca uzanan Şili, Aymara yerlilerinin dilinde “dünyanın bittiği, sona erdiği yer” anlamına geliyor.

Dünyanın bugünlerde “Ne olduğu”yla müthiş ilgili olduğu Şili’ye dair, ‘Yeni Çoğunluk/ Nueva Mayoría’ bloğunun Valparaiso’dan milletvekili adayı, ‘Inti Illimani’ kurucularından Komünist Partili Jorge Coulon, “Neo-liberalizm kendi döngüsünü tamamladı ve derin değişimler dönemini başlamalı,”[3] demişti…

Olan bu!

Ancak şunu da görmezden gelemeyiz: “Şili’de ne(ler) oluyor?” sorusuna birden fazla yanıt verilebilir. Bu olguya nereden, hangi taraftan yani sınıfsal pozisyondan baktığımıza bağlıdır.

“Sınıf” dedim; elbette sözünü ettiğim işçi sınıfı yani XXI. yüzyılın kolektif proletaryası; dost, düşman herkes onun yeniden tarihin sahnesine çıkışının provalarına tanık olmakta…

“Son”da söylenmesi gereken sözün en baştan, daha ilk adımda ifadesi kimileri ne “şaşırtıcı” ya da “itici” gelebilir. Ancak bunun böyle olması durduk yere değil…

“Nasıl” mı? Gayet basit…

“They stole so much from us, they even stole our fear/ Bizden o kadar çok şey çaldılar ki, korkumuzu bile çaldılar!” haykırışıyla sokaklara dökülen Şili’nin duvarlarındaki “Yurttaş değil, proleteriz/ Somos proletaris, no ciudadanos,” sloganı -anlamak istemeyenler dışında- herkese çok şey anlatır…

Tıpkı aynı kesitte sokaklara çıkan Kolombiya’daki bir duvar yazısında, “Construimos el mundo, cambiemos la historia/ Dünyayı inşa ediyoruz, tarihi değiştiriyoruz,” ifadesinin kayıtlı olduğu üzere… Gerçekten de duvarlar çok şey anlatır, tarihin sıkıştığı zamanlarda…

Bunları çok önemsiyorum; 11 Eylül 1973 Şili’sinin (öncesi ve sonrasındaki) “El pueblo unido jamás será vencido/ Birleşmiş halk asla yenilmez,” haykırışı gibi…

İşte tam da bunun için “Gracias a la vida/ Hayat sana teşekkür ederim” diyerek başlamalıyım diyeceklerime; 23 Kasım 2019’da günlerce gözaltında kalan, tecavüze uğrayan, işkence görüp katledilerek ölü bedeni parmaklıklara asılan pandomim sanatçısı Daniela Carrasco’yu;[4] halk protestolarını takip eden kadın gazeteci Albertina Martínez Burgos’un evinde bedeninde şiddet izleriyle ölü bulunduğunu;[5] 14 Kasım’da gözaltına alınıp, 26 Kasım 2019’da ölüm haberi verilen, halk hareketinin ön saflarındaki Juan Francisco Vidal’ı[6] da ve bir kez daha hatırlatarak!

O hâlde “Şili’de ne(ler) oluyor?” sorusunun, onu bugüne getiren geçmişten bağışık ele alınamayacağının altını çizerek, başlayalım.

I. AYRIM: TARİHSEL ARKA PLAN

XVI. yüzyılın ilk yarısından itibaren İspanyollar Güney Amerika kıtasını istilaya girişmişlerdi. İstilacılar işgale direnen yerlileri kanlı savaşlarla sistematik biçimde yok etmekteydiler. Şili’nin toprak sahibi egemenlerinin zalimliğini karakterize eden bu tarihsel kökler, yerli halkların yok edilerek topraklarına el konulmasına dayanıyordu.

Şili kapitalizmi, büyük toprak sahipleri ile burjuvazi arasındaki gerici ittifaka dayanarak gelişti. 1818 gibi erken bir tarihte bağımsızlığın elde edilmesinin ardından, ordudaki radikal unsurlar bir dizi demokratik reform yapmak istemiş, ancak çıkarlarına dokunulan toprak sahipleri ve kilise bu girişimlerin önünü kesmişti. Şili’de demokratik dönüşümlerin gerçekleşememesinin, gerçek bir toprak reformu yapılamamasının sebebi bu gerici ittifakın her tür radikal değişime direnegelmiş olmasıdır. Büyük toprak sahibi ailelerin çok sayıda ferdinin kentlere gelerek işadamlığına soyunmasından dolayı, Şili’deki egemenlerin önemli bir kesiminin hem toprak sahipliği hem de kapitalist olmak gibi ikili bir karaktere sahip olduğu unutulmamalıdır. Egemen güçler mali ve siyasi çıkarlar ile birbirlerine bağlanmışlardı. Bu yüzden burjuvazi, devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirme niyetine ve iradesine sahip değildi. Buna rağmen Şili’de bazı demokratik haklar kazanılmışsa, bu bir burjuva demokratik devrimin değil, Şili işçi sınıfının mücadelelerinin ürünüdür.

Egemen sınıfın değişik kesimleri arasındaki tarihsel ortaklaşmanın kökleri XIX. yüzyılın sonlarına dayanır. Azot yataklarından elde edilen gelirin artışı, 1891-1913 arası dünya ekonomisinin hızla büyümesi, Birinci Dünya savaşında tarafsız kalan Şili’nin azot ve bakır satışıyla savaştan büyük kârlar elde etmesi gibi etkenler, XIX. yüzyılın sonlarında ve XX. yüzyılın başlarında bankaların, büyük toprak sahiplerinin ve sanayicilerin uzlaşmalarını kolaylaştıran bir iktisadi zemin yaratıyordu.

XX. yüzyılın başlarından itibaren bakır, en önemli ihraç ürünü hâline geldi. Aynı dönemde bakır, azot ve demir gibi önemli madenler giderek yabancı, özellikle de ABD menşeli şirketlerin eline geçti. ABD’li tekellerin Latin Amerika kıtasındaki yatırımları, iktisadi gücü ve siyasi etkinliği bilinen bir gerçektir. Bu tekellerin siyasi aygıtından başka bir şey olmayan ABD, her dönemde Latin Amerika’daki gerici rejimleri desteklemiş, askeri darbelerin örgütlenmesinde etkin rol oynamıştır.

Şili, XX. yüzyılın başlarından itibaren kentli nüfusun hızla artışına, modern sanayi proletaryasının doğuşuna ve sınıflar mücadelesinde yerini alışına sahne oldu. Azot yataklarında çalışan işçiler ilk sendikal örgütlenmeleri ve grevleri gerçekleştirdiler. 1917 Ekim Devriminin etkisiyle radikalleşen Sosyalist İşçi Partisi, 1922’de Komünist Enternasyonal’e katıldı ve adını Şili Komünist Partisi (ŞKP) olarak değiştirdi.

Şili’de 1930’lu yılların sonlarına gelinirken kitlelerde devrimci bir ruh yükseliyordu. Kitlelerin beklentisi burjuvaziyle işbirliği değil iktidarın fethiydi. İktisadi kriz koşullarında giderek radikalleşen kitle hareketine karşı Şilili egemenler faşist çeteler örgütlediler. ŞKP 1948’de çıkarılan bir kanunla yasadışı ilan edildi.

1950’li yıllarda Şili ekonomisi bir kez daha krize girecekti. Uluslararası piyasada bakır değer yitiriyor, enflasyon yükseliyor, işsizlik artıyordu. ‘Unidad Popular/ Halk Birliği’ (UP) hükümetinin gerçekleştirdiği sınırlı reformlara karşın toprak sorunu varlığını sürdürüyordu. ABD sermayesinin ülke üzerindeki ağırlığı artıyordu.

1953’te sendikal hareketin birliği sağlandı. Sosyalist Parti (SP), programında işçi sınıfının bağımsız siyasetinden, devrimdeki öncü rolünden ve iktidar hedefinden söz ediyor; burjuva demokratik dönüşümlerin ancak işçi sınıfı iktidarı ile gerçekleşebileceğini, işçi sınıfı iktidarının kendisini demokratik reformlarla sınırlayamayacağını, toplumun sosyalist dönüşümünün başlayacağını vurguluyordu.

SP ve tekrar yasal hâle gelen ŞKP 1958 seçimleri öncesinde ortak bir cephe kurdular (FRAP) ve seçimlerde Salvador Allende’yi başkanlığa aday gösterdiler ve o da 356 bin oy alarak sağcı aday Jorge Alessandri’nin 30 bin oy gerisinde kaldı.

Alessandri Hükümetinin 1958-1964 arası uyguladığı gerici politikalar ülke çapında radikalleşmeye ve grevlerin patlak vermesine sebep oldu. Grevler kanla bastırılıp, işçi ücretleri enflasyon karşısında erirken, zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum giderek derinleşiyordu. Kırsal nüfusun yüzde 7’sini oluşturan büyük toprak sahipleri tüm toprağın yüzde 90’ından fazlasına sahipti. Tarım reformu yapılacağına dair tüm vaatlere rağmen, yoksul köylülerin ve tarım işçilerinin yaşamına damgasını vuranlar, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve alkolizmdi.

Kişi başına düşen ekilebilir toprak miktarı pek çok Avrupa ülkesinden daha fazla olmasına rağmen, Şili besin ihtiyacını karşılayabilmek için gıda ithal ediyordu. Çünkü toprak sahipleri makineli tarıma geçmek yerine ucuz işgücü çalıştırmayı tercih ediyorlardı. Tarımda üretkenlik düşüktü ve köylü yeterince beslenemiyordu. Tarım reformu acil bir zorunluluk olmasına rağmen hiçbir burjuva hükümet sorunu çözmeye yanaşmıyordu. Nitekim Şili burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri, mali ve ticari bağlarla birbirlerine bağlanmış durumdaydı. Kır burjuvazisi durumundaki büyük toprak sahipleri ile kent burjuvazisinin iç içe geçmesi, tarım reformunu gerçekleştirecek bir girişimin burjuvazi saflarından gelmesinin önündeki aşılmaz nesnelliği ifade ediyordu.

1964 seçimleri arifesinde aktif nüfusun yüzde 30’unu köylülük oluşturuyordu. Şili işçi sınıfının seçimler yaklaşırken gerçekleştirdiği militan grevler burjuvazi için uyarıydı. Alessandri hükümeti ömrünü doldurmuştu. Oligarşi, gelişen işçi partilerine karşı 1957’de kurulan Hıristiyan Demokrat Partiyi ileri sürdü. 1964 seçimleri radikal reformlar vaat eden Hıristiyan Demokratlar ile Allende’nin başkanlığını yaptığı FRAP arasındaki mücadeleye sahne oldu. Şili burjuvazisinin güçsüzlük ibareleri gösterdiği, kırlarda ve şehirlerde muhalefetin giderek radikalleştiği bir ortamda Hıristiyan Demokratlar kır ve kent küçük-burjuvazisinin desteğini kazanabilmek için radikal söylemler kullandılar.

Özgürlükçü devrim sloganını ileri süren, toprak reformunu ve ekonominin ulusallaştırılmasını vaat eden Hıristiyan Demokratlar 1964 seçimlerini yüzde 56 oyla kazandılar. Hıristiyan Demokrat Hükümet, ABD menşeli bakır işletmelerinin yüzde 51 hissesini devletleştirdi. Ama ABD sermayesinin Şili ekonomisi üzerindeki etkinliği devam ediyordu. Hıristiyan Demokratların altı yıl süren iktidarı boyunca çok sınırlı bir toprak reformu gerçekleşti. Bankaların ulusallaştırılması gibi vaatler yerine getirilmedi. Oligarşinin egemenliği demokratik bir görünüm altında devam etti. Hükümet güçleri, El Salvador ve Puerto Mott madenlerinde yirmiden fazla sosyalisti katletti.

İşçi ve köylüler üzerinde devam eden baskılara ve sosyalistlerin akan kanlarına bakıldığında Hıristiyan Demokrat Hükümetin gerçek sınıf karakteri çok iyi anlaşılıyordu. Fakat ŞKP liderleri 1964 seçimlerindeki yenilginin ardından Hıristiyan Demokrat Hükümetle işbirliği imkânlarının bulunduğunu ileri sürdü. “İlerici” bir burjuva hükümetin toplumsal desteği yıpratılmamalıydı! Oysa hükümet, kitlelerden aldığı desteği hızla yitirecek; bu durum Hıristiyan Demokrat Partinin bölünmesine ve “sol” kanadının MAPU’yu (Sosyalist-Komünist-Radikal-Sosyal Demokrat-Halk Birliği Eylem Hareketi) kurarak daha radikal bir politikaya yönelmesine yol açacaktı.

İşte bu koşullarda SP ile ŞKP düzenledikleri ortak bir konferansta UP adı altında “birleşik cephe” fikrini yeniden ileri sürdüler. Allende, toplumun sosyalist dönüşümünün parlamento yoluyla gerçekleştirilebileceğine inanıyordu. UP koalisyonunda ŞKP, SP ve MAPU dışında birçok küçük-burjuva parti ve grup da yer alıyordu. ŞKP, radikal burjuvaların koalisyonda önemli bir rol üstlenmesinde ısrar ediyordu. ŞKP’nin bu tutumu, onun burjuvaziyle işbirliğine atfettiği önemden ileri geliyordu.

4 Eylül 1970’te yapılan başkanlık seçimlerinde UP’ın adayı Allende 1 milyon 75 bin (yüzde 36.3), sağcı Ulusal Parti’nin adayı Alessandri 1 milyon 36 bin (yüzde 34.9), Hıristiyan Demokratların adayı Tornic 825 bin (yüzde 27.8) oy aldı. Allende seçimi kazanmıştı ama salt çoğunluğu kazanamamıştı. Sağ partiler, Allende’nin hükümet kurmasına karşın salt çoğunluğu oluşturamaması argümanını kullandılar.

Kitleler burjuvaziye karşı harekete geçmeye hazırdı. Aktif nüfusun yaklaşık yüzde 75’ini ücretliler oluşturuyordu. İşçi sınıfı genel greve hazırdı. Ama salt çoğunluğu sağlayamadığı için seçilmesi Kongrede yapılacak oylamaya bağlı olan Allende, Hıristiyan Demokratlarla uzlaşarak 24 Ekim’de başkanlığa seçildi. Burjuvaziye birtakım anayasal güvenceler veren bu uzlaşmaya göre orduya ve polis teşkilâtına dokunulmayacaktı.

Burjuva devlet, özel mülkiyeti korumak için örgütlenmiş silahlı güçlere dayanır. Bir işçi devriminin birincil görevi burjuva devlet aygıtını parçalamak, burjuva orduyu ve polisi dağıtmak, işçileri silahlandırmak, işçi iktidarını silahlı halk milisiyle güvence altına almaktır. Oysa SP ve ŞKP liderleri burjuvaziye işçileri silahlandırmayacakları hususunda güvence veriyorlardı. UP hükümeti, askeri darbeyle devrilene kadar kitlelere, ordunun “yurtsever” karakteri üzerine masallar anlattı. Madalyalar dağıtarak ve ücretlerini yükselterek generalleri tarafsızlaştırmaya çalıştı. [7]

Oysa devlet aygıtının ve ordunun, egemen sınıfın aracı olduğu gerçeği Marksizm-Leninizm’in abecesiydi. Şili işçi sınıfı SP’nin ve ŞKP’nin bu yanılgısının bedelini kanlarıyla ödemek zorunda kalacaktı.

I.1) ÖNCESİYLE DARBE

Şili’deki CIA+ Şili Ordusu harekâtı olarak faşist General Augusto Pinochet darbesi 11 Eylül 1973’de gerçekleştirildi. Bu “Geliyorum” diye haykıran bir durumdu! Çünkü Orta ve Güney Amerika hemen hemen bütün XX. yüzyıl boyunca darbeler ve askeri yönetimler kıtası olmuştur.

Şili Darbesinden önce de, sonra da bölgede pek çok askeri darbe yapıldı. 1973 darbesinin önemi, genel oyla yönetime gelmiş Marksist bir politikacının Başkanlığında MAPU adlı sol partilerin hükümetini deviren bir askeri harekât olmasıydı.

UP hareketine girmeyen ve cephe iktidarının icraatını genelde desteklemekle birlikte kendi bağımsız çizgisini koruyan, soldan muhalefet yapan MIR (Movimiento de Izquierda Revolucionaria= Devrimci Sol Hareket) adlı kuruluş da Şili’de adı geçen sol güçlerdendi. 

11 Eylül 1973 darbesinden sonra Cuntaya karşı silahlı direnişe geçen tek siyasi grup MIR oldu. Fakat cunta şefi General Pinochet rejiminin terörü yüzlerce erkek-kadın MIR mensubunu öldürdü, binlercesini işkenceden geçirdi, Şili ordusu içindeki sempatizanlarını tasfiye etti.

1960’lı yıllarda bütün dünyada sol yükselirken, Şili’de sanayi ve maden işçilerinin mücadelesi, köylü eylemleri (160’ı aşkın toprak işgali), güçlü bir öğrenci hareketi vardı.

Yaklaşan 1970 Başkanlık Seçimleri için yukarıda adlarını andığım sol partiler bir program etrafında birleşip ortak aday gösterdiler. Bu aday Sosyalist Parti’den Allende idi.

Öğrenimi tıp olan Allende 1937’den beri parlamentoda bulunan, 1939’da UP hükümetinde Sağlık Bakanlığı yaparken “Yoksulların Bakanı” olarak sempati kazanmış, 65 yaşında bir politikacıydı.

4 Eylül 1970’de seçimi kazandı, 3 Kasım 1970’de de göreve başladı.

UP’ın programında başta zengin bakır madenleri olmak üzere, yabancı ve yerli büyük sanayinin, bankacılık ve sigortacılığın kamulaştırılması, kapsamlı bir toprak reformu, sağlık ve eğitim sistemlerinin devletleştirilmesi yer almaktaydı. 

Örneğin bu konuda Regis Debray ile Allende’nin 1971’deki görüşmesinde şöyle bir diyalog geçmişti:

“- Debray: Başkan Yoldaş, arkandaki işçiler oylarıyla seni başkanlığa getirdiler. Şimdi sana soruyorum, nasıl ve ne zaman gerçek iktidarı ele geçireceksin?

– Allende: Bakır ve çelik kontrolümüz altına girdiği, sodyum nitrata tam anlamıyla hâkim olduğumuz, ihracat ve ithalatı devlet eliyle denetlemeye başladığımız, ulusal üretimimizin önemli bir bölümünü kolektifleştirdiğimiz zaman gerçek iktidara sahip olacağız.

– Debray: Fakat ne yasama, ne yargı ne de polis erkini elinizde tutuyorsunuz. Yasalar ve kurumlar, proletaryanın eseri değil.

– Allende: Elbette! Seçim kampanyası sırasında, ‘kazanmak güç de olsa olanaksız değildir’ dedik. İnşa aşamasının ise çok daha güç olacağını biliyorduk”![8]

UP, program uyarınca kamulaştırma hareketine girişti, tamamı ABD şirketlerinde olan Şili bakır maddelerini ve bankaları millileştirdi. Asgari ücreti arttırdı, işçi ücretlerini, küçük memurların aylıklarını yükseltti. Toprak ve tarım reformuyla topraksız köylüye toprak dağıttı, bedava tohum ve gübre verdi. 

Özellikle toplumun en yoksul kesimi için sosyal güvenlik, gıda yardımı, asgari geçim yardımı getirdi yüksek devlet memurlarının aylıklarına sınır koydu, yaşlılara ve çocuklara yiyecek, içecek olarak (ayni) beslenme yardımı yaptı. 15 yaşın altındaki çocuklara her gün parasız süt dağıttı.

120.000 sosyal konut inşa ettirdi. Okuma-yazma seferberliği açtı, okullar yaptırdı, yoksulların çocuklarının okula gitmelerini sağladı.

Allende özellikle toplumun en yoksul katmanlarına yöneldi, bunlar arasında yerliler özel bir yer tutuyorlardı

Başkanlık sisteminden dolayı Allende’nin yetkileri genişti, ama parlamentoda azınlıktaydı.

Halktan yana bu reformlara parlamentodaki burjuva çoğunluğu engel oldu ve kamulaştırmaların yapılabilmesi için Parlamentonun onayını şart koştu. Ayrıca uygulanan kuşatma politikasıyla piyasada mal ve özellikle gıda darlığı yaratıldı. 

İlk yıl yüzde 8.3 büyüme oranıyla başarılı bir ekonomi yaşandıysa da, uluslararası kredi kurumlarının Şili’ye vereceği kredileri ABD’nin bloke etmesi, Şili’nin ihtiyacı olan makine parçalarının ithalatını engellemesi, muhalefetin ekonomide yıkıcılığa girişerek temel ürünleri piyasadan çekmesi sonucu ekonomide kötüleşme başladı. 1972’de enflasyon yüzde 142’ye kadar çıktı. Dünya piyasalarında bakırın fiyatının üçte bir gibi yüksek oranda-ve birdenbire-düşmesi de Allende ekonomisi için ağır bir darbe oldu.

Buna rağmen 1973 Mart’ında yapılan parlamento seçimlerinde UP yüzde 43 oy alarak halk desteğinin arttırdı. Fakat bu oran UP’e parlamentoda çoğunluk getirmedi. Allende reformlarını Başkanlık yetkileriyle sürdürmeye çalıştı.

Sosyalist Küba’yla iyi ilişkiler, egemen çevreler ve ABD’de kıtada Küba’dan sonra ikinci sosyalist ülkenin Şili olacağı ve Güneydoğu Asya’daki gibi domino etkisi yaratacağı korkusuna yol açtı. Esasen, 1970 Başkanlık Seçimlerinde önce de CIA Allende’nin kazanmaması için yoğun faaliyet göstermekteydi.

ITT (International Telephone & Telegraph) Şirketi ayrıntılarını burada yazamayacağımız kadar çok para dağıtmış, politikacı, general ve bürokrat satın almıştı. Buna rağmen UP’ın adayı kazanınca, ABD ve ITT darbe hazırlıklarına girişmişti. ITT, Şili’nin bakır madenlerinin önemli kısmını elinde tutmaktaydı. ITT Küba’da 1 Ocak 1959 devrimini izleyen günlerde (3 Mart 1959’da) millileştirilmişti. Şili’de kuruluşlarının elinden gitmesi ise onun için çok daha büyük kayıptı. 

ABD Başkanı Richard Nixon, Allende’nin seçimi kazanmasından on gün sonra, Başkan’ın devrilmesi için CIA Direktörü Richard Helms’e talimat verdi. “Bu adamdan hemen kurtulun, bunun için ne mümkünse yapın” dedi. Helms de darbe hazırlıklarına başladı. Ve CIA, Ekim 1970’den itibaren Şili Savunma Bakanlığı içinde adam satın almaya, anti-komünistleri teşkilâtlandırmaya girişti.

Talimata göre, önce Şili’de ekonomik kriz yaratılacaktı. CIA direktörü Richard Helms’e yazılı direktifinde Nixon, “Allende’nin iktidarı elde etmemesini, ya da devrilmesini sağlamak acıyla ekonomiyi ‘ateş topu yüklü’ bir çığlığa döndür,” diyordu.

Ayrıca Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’ın ABD Başkanı Nixon’a yazdığı bir not da, her şeyi net şekilde ortaya koyuyordu. Kissenger’a göre tehlikede olan sadece milyarlarca dolarlık ABD yatırımları değildi. “Eğer Şili kaynakların yeniden dağılımı konusunda başarılı olursa, diğer ülkeler de aynı şeyi yapar,” diyordu. ‘Tehlike’ büyüktü. Ertesi gün Nixon, Ulusal Güvenlik Konseyi’ne politikalarının Allende’yi devirmek olduğunu söyleyecekti. Nixon, CIA’e “ekonomiyi bağırtın” talimatını verdi.

Nixon’un talimatı üzerine, CIA Şilili iş çevrelerini ekonomik yıkım programı sürdürmelerini sağladı. Sağcı muhalefet ve sermaye iş birliği içinde çalıştı, hükümet karşıtı grevler örgütlendi, CIA’in fonladığı muhalefet partileri sokaklarda eylemler yaptı.

Walden Bello, 1972’de Santiago’da bu eylemleri izleyenlerden biriydi. The Nation’daki makalesinde gösterileri şöyle anlattı: “Büyük çoğunlukla beyaz, sağcı olan kalabalıkların yüzerine baktım, İtalya ve Almanya sokaklarını ele geçiren faşist ve Nazi eylemlerindeki aynı öfkeli yüzleri hayal ettim. Röportaj yaptığım sağcıların çoğu Hıristiyan Demokratlardı, hemen hemen hepsi sola düşmanlık konusunda sabit fikirliydi.”

16 Eylül 1970 tarihli bir CIA raporunda (yani Allende henüz göreve başlamamışken) Şili’de darbe yapılması için çalışmalara başlanması emrediliyordu.

24 Ekim 1970 günü, CIA yönlendirmesiyle Roberto Viaux ve Camilo Valenzuela adlı generaller general René Schneider’i öldürdüler. Shneider meşruiyete saygı gösteren bir komutandı, önce onu bertaraf ettiler. Allende kabinesini kurarken, öldürülen generalin yerini almış olan General Carlos Prats (sağcı muhalefeti yatıştırma niyetiyle) İçişleri Bakanı yaptı. General Carlos Prats rejime karşı bir askeri darbe planına katılmayı reddediyordu 1973’de İçişleri yerine, Savunma Bakanlığı ona verilecekti.

11 Eylül 1973 Darbesinden bir ay kadar sonra ABD Başkanı Nixon Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger’a telefonda “darbenin başarıya ulaşmış olmasından duyduğu memnuniyeti” dile getiriyor ve “darbenin başarılı olması için gerekli koşulları yarattıklarını” söylüyordu. Kissinger CIA içindeki ünlü “Kırklar Komitesi”nin önde gelen ismiydi (ve sonradan Dışişleri Bakanı olacaktı.)

Aynı şahıs darbe konusunda: “Ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Sorunlar Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir,” demişti.

UP Mart 1973’deki parlamento seçimlerinde kazandığı başarıya rağmen, ülke kargaşaya sürükleniyordu. Esas etmen ekonomiye yapılan sabotajdı. 

Fakat siyasi provokasyonlar kargaşayı ve güvensizlik ortamını şiddetlendirdi. Bir zırhlı alay 29 Haziran 1973 günü, Cumhurbaşkanlığı Sarayı La Moneda’yı kuşattı. Darbe teşebbüsü hedefine ulaşamadı, ama hem istikrarsızlığı arttırmak, hem de herhangi bir askeri müdahale ihtimalini yakınlaştırmak (olağanlaştırmak) bakımından işlev gördü. 

Temmuz’da And Dağlarındaki El Teniente’deki bakır madencilerinin de katıldığı genel grev zaten kriz yaşayan ekonomiyi daha da sarstı. Ağustos 1973’de Yüksek Yargı ile Allende hükümeti karşı karşıya geldi Yüksek Mahkeme yapılmak istenen bazı dönüşümlerin anayasal olmadığını söylüyordu.

CIA tarafından yönlendirilen ana muhalefet partisi Hıristiyan Demokrat Parti ile faşist eğilimli Ulusal Parti arasında kurulmuş olan “Demokratik Koalisyon”, Allende’yi anayasayı çiğnemekle suçladı ve açık açık Şili Silahlı Kuvvetlerini göreve çağırdı.

2 Ağustos 1973 günü 110 bin otobüs, kamyon ve taksi sahibi greve gitti. Bu karşı koyuş esas darbeyi ekonomiye vurdu. Zaten küçük işletmeciler olan kamyon sahipleri sık sık boykotlarla mal ulaşımını felce uğratıyorlardı bu son grev durumu büsbütün kötüleştirdi.

Orduda yükselen Prats aleyhtarlığı büyüdü. Generallerin çoğu Prats’ın Allende’yi engellemeyeceğine kani oldular ve baskıları arttırdılar. O kadar ki, generallerin eşleri Prats’ın evinin önünde gösteri bile yaptılar. General Prats 24 Ağustos 1973 günü, hem Savunma Bakanlığı, hem de Genel Kurmay Başkanlığı görevlerini bıraktı. Allende aynı gün hükümete sadık sandığı General Augusto Pinochet’yi o göreve atadı.

O günlerde 100 bin kadar Şilili ev kadını yükselen fiyatları ve artan gıda yokluğunu protesto etmek amacıyla öfkeli biçimde “Anayasa Meydanı”nda (Plaza de la Constitución) gösteri yaptılar. 

Sonuçta 11 Eylül sabahı Genel Kurmay Başkanı Pinochet kumandasında kara, deniz ve hava kuvvetleri darbeyi başlattılar.

Darbeciler Allende’ye istediği ülkeye gidebileceğini söyledilerse de, Başkan hiçbir yere gitmeyeceğini belirtti, bunun üzerine uçaklar Moneda Sarayı’nı bombaladılar, özel askeri timler saraya girdiler.

Allende miğfer giydi, eline silah aldı Başkanlık Sarayı’nı savundu; kendisinin ve UP’ın onuru için canını verdi. 

Darbe yapıldığı sırada Şili’de resmen görevli 500’ü aşkın ABD “eğitmen”i bulunuyordu. Allende’nin birkaç ay önce genelkurmay başkanlığına atadığı Pinochet, Şili’yi yıllarca karanlığa gömen bu askeri diktatörlüğü ABD güdümünde gerçekleştirecekti.

Darbeden yıllar sonra, Allende Hükümeti’nin bakır madenlerini ulusallaştırmasından zarar gören ITT tekelinin, darbenin tezgâhlanması için CIA ile onlarca kez toplantı yaptığı ve Şili darbesinde aktif rol oynadığı belgelerle kanıtlanacaktı.

I.2) ÖNEMLİ BİR HATIRLATMA

Şili işçi sınıfı açısından tüm yıkıcı yakıcılığıyla anımsanan 11 Eylül 1973, elbette faşist bir darbeydi.

Malum üzere Avrupa’daki örneklerin aksine faşizm, Latin Amerika’da ABD emperyalizmi destekli askeri darbelerle iktidara kuruldu.

Faşizm olgusu, dünya işçi sınıfının yükselen mücadelesini boğmak isteyen burjuvazinin bir karşı-devrim saldırısı olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında peydah olsa da; faşizm sadece mazide olmuş-bitmiş bir olgu değil, aynı zamanda bugün tarihsel bir çıkmazda olan kapitalizmin egemenliğini sürdürmek için başvuracağı çok ciddi bir tehditti!

Tıpkı dün Şili’de olduğu üzere…

Bilindiği gibi Allende’nin başkanı olduğu UP hükümetini iktidara taşıyan, 1959 Küba Devrimi’nin etkisi, köylülerin toprak işgalleri, 1968-1969 kesitinde eğitim reformu talebiyle ayaklanan öğrencilerle devam eden ve yine 1968’de Şili İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (CUT), grev yasağı içeren iş sözleşmeleri karşısında aldığı genel grev kararı ile gelişen süreçtir. Ülkede, 1969 yılında 1.939 grev düzenlenir, 1970’de gerçekleşen 5 bin 295 greve 316 bin 280 işçi katılır. Kordonlar ise patronların bu yeni halkçı hükümeti zor durumda bırakmak için örgütlediği grevlere karşı kendiliğinden ortaya çıkmış fabrika örgütleridir…

“Sanayi Kordonları”, Allende döneminin (1970-1973) hak ettiği ilgiyi yeteri kadar görememiş örgütlenmeleridir.

Askeri darbenin hemen öncesinde, 8’i başkent Santiago’ta olmak üzere ülke genelinde binlerce işçiyi içeren 31 kordon bulunuyordu. Kordonlar, kamyon grevi sırasında ve sonrasında çok önemli işlev üstlenmişlerdi. Ancak Şilili patronlar, onların etrafında örgütlenen faşist silahlı gruplar, başta ABD ve CIA olmak üzere artan uluslararası baskı ve ambargo ile bir kaosun ortasında sıkışan UP Hükümeti, kordonları ekonomik ve siyasi olarak değerlendirmemiş, patron grevi sona ermeyince olağanüstü hâl ve sokağa çıkma yasağı ilan etmiş, yenilenen kabineye bazı generalleri dahil etmişti. Yeni kabinenin ardından Allende, işçilere teşekkür ederek işlerine dönme çağrısı yapsa da işçiler, fabrikaları patronlara geri vermeye karşı direnir ve yeni fabrikaların yönetimini almaya devam ederler.

Örneğin 5-7 bin arası işçiyi yöneten ve büyük kordonlardan biri olan Vicuña Makenna Kordonu Başkanı Armando Cruces, 16 Ağustos 1973’te ‘Avanzada Socialista’ gazetesinde röportajında şöyle diyordu: “Kordonları yönetmek kolay değil çünkü 350 fabrikayı birden idare etmeniz gerekiyor ve bunu sadece bizler yani işçiler yapıyoruz, sendika yöneticileri değil. Hem fabrikada hem kordonlarda çalışıyoruz. Sanayi Kordonlarının görevinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Fabrikalarda artık faşistler yok, onları kovduk.”[9]

Kordonlar Şili işçi sınıfının iktidar nüveleriydiler ya da ikili iktidarın emek tarafı…

4 Eylül’de, Allende’nin ilk zaferinin yıl dönümünde yarım milyon Şilili emekçi sokağa çıkar ve başkana desteğini bir kez daha gösterir. Ancak işçinin ayak sesleri, darbenin ayak seslerini bastıramaz. Faşistler ve patronlar alenen darbe çağrısı yapmaktadır.

Büyük yürüyüşlerinden bir gün sonra, kanlı darbeden bir hafta önce, 5 Eylül 1973’te Allende’yi uyaran işçilerin mektubunda şöyle denilmekteir:[10] “Biz işçiler faşizmin ne olduğunu biliyoruz (…) Faşizm işçi sınıfının tüm kazanımlarının ortadan kaldırılması, işçi örgütlerinin, sendikaların, grev hakkının ortadan kalkmasıdır. En ufak bir hak için sesini çıkartan işçinin işten atılması, hapse konulması, işkence görmesi ya da katledilmesidir.” Gerekli önlemler alınmadığı takdirde Latin Amerika’nın en bilinçli ve örgütlü işçi sınıfına yönelik planlı katliamların yakın olduğu konusunda uyarır işçiler ve artık “iki seçenek var” derler: “Ya proletarya diktatörlüğü ya askeri diktatörlük!”

Kordonların Allende’ye yazdıkları oldukça uzun mektupta darbeyi önlemek ve ekonomik-siyasi yeniden yapılandırmayı hayat geçirmek için ilettikleri öneri ve taleplerin bazıları şöyleydi: i) UP’nin 1970 yılında oy verdiğimiz programı uygulanmalı; ii) Patronların ulaşım grevlerinin etkisini kırmak için Ulusal Ulaşım Şirketi kurulmalı; iii) Esnafın kepenk kapatma eylemlerine karşı, doğrudan dağıtımı sağlayacak bir sistem kurulmalı; iv) İşçilerin çoğunluğunun kabul etmediği hiçbir fabrika eski sahiplerine geri verilmemeli; v) Burjuvazi için yapılan lüks ürün üretimi durdurulmalı, bu alanda kesin bir işçi sınıfı kontrolü sağlanmalı; vi) Pratikte sadece işçilere karşı kullanılan Silahsızlanma Yasası iptal edilmeli, vii) Köylülere yönelik askeri baskılar, saldırılar soruşturulmalı ve sorumlular cezalandırılmalı.[11]

Şili işçileri bu mektubu yazdıklarında tarih 5 Eylül 1973’tü. Mektuptan bir hafta sonra, 11 Eylül 1973’te dünya tarihinin en kanlı askeri darbelerinden biri gerçekleştirildi. Seçimle iktidara gelen ilk sosyalist devlet başkanı olarak tanınan Allende[12] ile 30 bini aşkın Şilili işçi, emekçi ve aydın öldürüldü, binlercesi işkenceden geçirildi, hapis yattı, sürgün edildi. Parçalanmış cesetler, Santiago’nun ortasından geçen Mapuche nehrine ve Pasifik okyanusuna atıldı…

Bu tabloya ilişkin önemli bir not da Mete Kızık’dan: “1948 yılında ŞKP’nin yasaklanmasıyla, Videla hükümeti, komünistleri Pisagua’da bir kampa kapattı. Bu toplama kampının komutanı Pinochet’den başkası değildir. Parlamento adına bu kampı ziyaret eden Allende ile Pinochet ilk kez yüzyüze gelir. Geleceğin darbecisi, 1956 yılında Washington’da askeri ateşe iken CIA yöneticileriyle sıkı fıkı ilişkiye girer. Allende onu bizzat 1971’de bölge başkomutanlığına, daha sonra da Genelkurmay Başkanlığı’na getirecektir.

Pinochet, bu göreve geldikten üç hafta sonra bu kez Allende’nin öldürülmesine ya da intihar etmesine yol açan darbeyi gerçekleştirir. Bulutsuzluk Özlemi’nin dediği üzere ‘… arandı, tarandı bulundu Pinochet’ değil, bizzat Allende’nin büyüttüğü kargaydı Pinochet…

11 Eylül 1973’te Perşembe 06.20’de Allende yatağından telefonla uyandırılır. Arayan Valparaiso bölgesi komutanıdır. Görevden ayrılmasını istemektedir. Allende reddeder. Dostu sandığı General Pinochet’i arar. O da telefona yanıt vermez. Bunun üzerine derhâl hükümet kabinesini başkanlık sarayında toplantıya çağırır. Bakanlarından bazıları gelir. Ancak az sonra başkanlık sarayı La Moneda, Allende hükümetini yıkmak amacıyla savaş uçaklarınca bombalanır. Allende’nin korumaları sarayda saatler boyu cuntacı faşistlerle savaşır. İşçi sınıfı sessizdir. Öğrenciler ve aydınlardan çıt çıkmamaktadır. Allende yalnız bırakılmaktadır… Direnişin sonuna doğru, Allende odasında kafasından vurulmuş hâlde bulunur…”[13]

Şili’de faşizm, Allende de içlerinde olmak üzere yaklaşık 35 bin insanın katledilmesiyle iktidar olurken; darbenin dört aylık bilançosu bile yeterince korkunçtu: Yaklaşık 20 bin insan öldürülmüş, 30 bin siyasi mahkûm vahşi işkencelere maruz bırakılmış, 25 bin öğrenci üniversiteden atılmış ve 200 binden fazla işçi işten çıkartılmıştı.[14]

Pinochet cuntası tam da böylesine, Allende’nin öldüğü Başkanlık Sarayı’ndan başlayarak devrimciler cephesine karşı vahşice bir saldırı yürüttü. Şili’de faşist iktidarın işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarına açıkça saldırarak, finans kapitale nasıl bir ekonomik gelişme imkânı bahşettiğini veya diğer uygulamalarını uzun boylu anlatmaya gerek yok

Şili örneği, faşizmin yalnızca sermayenin azgın saldırısıyla hafızalara kazınamayacağını, devrimci güçlerin direniş çabasının da asla unutulmaması gerektiğini hatırlatır. Şili’de faşist cunta beş bini aşkın devrimciyi bir stadyuma doldurmuştu.

Malum üzere 11 Eylül’ü izleyen günler Şili’nin ilerici, yurtsever güçleri için baskı, tutuklanma ve işkence günleridir. Binlerce sosyalist, sendika lideri ve emekçi Estadio Nacional’da (Santiago Stadyumu’nda) hapsedilir. Stadyum kitlesel bir engizisyon mahkemesine dönüştürülmüştür. İşkence, baskı ve her türlü insanlık dışı şiddet General Pinochet’in askerleri tarafından planlı bir biçimde uygulamaya geçilir.

Örneğin Şilili ozan Victor Jara’nın elleri kırılır. Gitarın sesi susmuştur, ama şarkı devam eder. Faşist subaylar dipçiklerle Jara’nın kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye cesedini tribünlerin önüne astılar. Ama Jara’nın o stadyumda ölümden hemen önce yazıp bestelediği “Şili Stadyumu” adlı şarkısı tüm bir faşist diktatörlük dönemini aşıp günümüze uzanıp, tüm dünyada yankı buldu.

Darbeden yaklaşık iki buçuk ay sonra, 21 Kasım 1973’te Şili ulusal futbol takımı Dünya Kupası elemelerinde Sovyetler Birliği ile karşılaşacaktır. Sovyetler, binlerce yurtseverin işkence gördüğü Santiago Stadyumu’nda herhangi bir spor karşılaşmasına katılmayacağını bildirir ve FIFA’dan müsabakanın tarafsız bir sahaya alınmasını talep eder. 27 Ekim tarihinde Sovyet Futbol Federasyonu FIFA’ya şu telgrafı çeker:

“Şili’de faşist bir ayaklanma sonucunda yasal hükümetin devrilmiş olduğu ve ülkede kanlı bir terör ve baskı rejiminin hüküm sürdüğü herkesçe bilinmektedir. Santiago Stadyumu futbol müsabakası oynanabilecek bir mekân olmaktan çıkarılmış, Şilili yurtseverlerin işkence gördüğü bir toplama kampına dönüştürülmüştür. Sovyet sporcuları Şilili yurtseverlerin kanıyla bezenen bir stadyumda spor karşılaşmasına çıkmayı reddeder.”

Bu girişim üzerine FIFA Estadio Nacional’i incelemek üzere Şili’ye bir heyet gönderir. FIFA heyeti incelemeleri sonucunda “stadyumun çimlerinin futbol oynamaya elverişli; sahanın ölçülerinin teknik standartlara uygun ve seyircilerin tribünlerinin düzenli ve temiz” olduğuna dair bir rapor verir ve Santiago Stadyumu’nda “politik tutukluya rastlanmadığını, sadece hüviyetleri tespit edilememiş olan bazı şahısların alıkonulduğu”nu belirtir.

Sovyet takımı bu şartlar altında Şili’ye gitmez. Maç, saatinde başlatılır. Şilili forvet oyuncuları birkaç pasta Sovyet ceza sahasına girerler ve boş kaleye gollerini atarlar. Maç, santra yapılamadığı için bu tek golle sona erer: Şili 1 – Sovyetler 0.

Bu arada Şili ekonomisinin ve toplumsal yaşamının “serbest” piyasaya terk edilmesini amaçlayan muhafazakâr bir yapılandırma programı Chicago Üniversitesi’nde eğitim görmüş bir dizi teknokrat tarafından başlatılmıştır. Şili ekonomisi Şikago (Chicago) çocuklarının emrinde tarihte görülmemiş bir soygun ve talan dönemine kucak açar. Allende hükümetinin tüm reformları, sanayi ve tarım politikaları tersine çevrilir. Sendikalar ve köylü birlikleri acımasızca ezilir; millileştirilmiş sanayi ve madenlerle köylülere dağıtılmış olan topraklar büyük toprak sahiplerine geri verilir. Şili’de piyasa köktenciliği, politik terör ile kol kola girmiştir.[15]

Liberal Hadi Uluengin’in, “Şili Deneyi’nin hüsranla noktalanması benim gibi budalaların o vakit iddia ettiği gibi halkın ‘armado’ silahla teçhiz edilmemesinden falan değil, tam tersine, Doktor Allende ve koalisyonunun kendini bütün bir ‘unido’ halk yerine koymasından kaynaklandı,”[16] zırvasını bir yana bırakırsak; özetle ve tartışmasız biçimde tarih bize şunu gösteriyor ki, bugüne kadar hiçbir devrim, ona inanmış insanlar cesur olmadığı için yenilgiye uğramış değildir. Burada sorun, tek tek kişiler düzeyinde ele alınabilecek bir cesaret ya da korkaklık sorunu değil, devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirme kapasitesine sahip bir önderliğin olup olmadığıdır. Örneğin kişisel düzeyde ele alındığında, Allende de son anına dek kendi çizgisi içinde inançlarına dürüst kalmaya çalışmıştır. Ama biz Allende’nin kişisel tutumunu değil, o ve benzerlerinin temsilcisi oldukları sınıf tutumunu irdelemek, neticelerine bakmak zorundayız.

Allende, keskin komünist geçinip zoru gördüğünde sıvışanlara oranla cesur bir kişi olarak saygıyı hak etse bile, bu onun siyasal çizgisinin işçi sınıfını yenilgiye sürükleyen niteliğini değiştirmez. Öyle ya da böyle, neticede ilerleme potansiyeline sahip bir devrim, burjuva devletin silahlı kuvvetlerinin ellerine teslim edilmiştir. Böylece yolu açılan kılıç, neticede Allende’nin canını da almak istediğinde, o bir korkak gibi pısıp af dilememiş, dövüşerek ölümü seçmiştir. Ama bu kişisel onur, onun sınıf yanılgısını asla ve asla ortadan kaldırmaz. Zira sorun, onun hatasının bedelini kendi yaşamıyla ödeyip ödemediği değil, sınıfa neye mal olduğudur.

I.3) SALVADOR ALLENDE

26 Haziran 1908’de varlıklı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen ancak kendini hiçbir zaman emekçi sınıflardan ayırmayan Allende’nin kaderini, belki de ABD Başkanı James Monroe, 1823’te çizmişti. Monroe, “Amerika, Amerikalılarındır” diyordu; ancak Kuzey Amerikalılar için kendilerinin dışında bir Amerikalı yoktu. Dolayısıyla Amerika kıtasının güneyinin, egemen kuzeyin tarihsel arka bahçesi oluşu, Allende’nin de karşısına dikildi.

XIX. yüzyılı Britanya hegemonyası altında geçiren Şili’nin hamiliği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan sonra resmen ABD’ye geçmiş, tüm dünyadaki askeri tekeli ele geçiren ABD’nin hem askeri hem de ekonomik olarak Şili’yi kıskaç altına alması çok zor olmamıştı. Kapitalist merkez (ABD veya Britanya) ile perifer (Şili) arasındaki ilişkinin getirdiği adaletsizlik, ülkenin siyasal ve toplumsal kültürüne işlemiş, herkesçe kanıksanmıştı. Öyle ki, Allende’nin başkanlık seçimlerini kazandığı 1970 yılı öncesinde nüfusun yüzde 2’lik kısmı, milli gelirin yüzde 45.9’luk bölümünü kontrol etmekteydi. Toprak az sayıda mülk sahibinde toplanmış, latifundia denilen tarımsal üretim biçimi köylüyü ırgatlaştırmıştı; üretim araçları sanayide çok daha merkezileşmiş, alınan yüksek borçlardan ötürü ihracat pazarları ABD tarafından kontrol edilir hâle gelmişti. 1970’te ülke ihracatının yüzde 77’sini oluşturan bakır pazarı, neredeyse tamamen ABD kontrolü altındaydı.

1930’lardaki öğrenci hareketlerinde de bulunan Allende, doktor olarak oldukça kısa bir süre çalışabildi. Toplumla asıl ilişkisi, 1939’da UP hükümetinin sağlık bakanı olmasıyla başladı; 1943’te Sosyalist Parti yönetimine seçilmesiyle devam eden siyasi kariyerinde 1966’ya dek muhalefette kaldı, 1970’teyse UP’ın desteğiyle devlet başkanı seçildi.

Allende başkan olur olmaz, “Şili’nin Sosyalizme Yürüyüşü” adını verdiği planı uygulamaya koydu. İhracat endüstrileri millileştirilmeye başlandı, ücretsiz sağlık, yaygın eğitim ve istihdam kampanyaları yapıldı. Asgari ücretler yükseltildi ve sınıflar arasındaki gelir adaletsizliğini azaltıcı tedbirler uygulanmaya başlandı. Evsizlikle mücadele için ücretsiz konutlar inşa edildi. Herkesin gıdaya erişiminin sağlanması için yerel yönetimler ve gönüllülerin yardımıyla gıda dağıtım zincirleri oluşturuldu. Toprağın adil bölüşümü gerçekleştirildi ve 8 hektardan büyük tarım alanları, topraksızlar arasında bölüştürüldü.

1972’de millileştirme hamleleri parlamentonun engeline, daha doğrusu ABD’nin çıkarlarına takıldı. Aynı yıl gerçekleşen darbe girişimi, 1973’te parlamentonun kendisini anayasayı ihlâl etmekle suçlaması Allende başkanlığını zora düşürdü. Yine 1972’de başlayan kamyoncu ve iş çevrelerinin grevleri ve uluslararası bakır piyasalarındaki düşüşle beraber ülke enflasyonist bir sürece girdi. CIA eliyle sokaklarda başlatılan karışıklıklar ve Allende yönetimine sırt çeviren Hıristiyan Demokrat ağırlıklı parlamento, darbenin yolunu açtı.

Darbe, emperyalizm ve yerli uşakları için bir “zaruret”ti elbette!

Çünkü seçilmesi ardından UP Hükümetinin ilk icraatlarından biri toprak reformuydu. Şili’de toprakların yüzde 90’ı kırsal nüfusun yüzde 7’sini oluşturan bir avuç büyük toprak sahibinin elindeydi ve ucuz işgücüne başvurup makineleşmeden kaçınılması nedeniyle verimlilik son derece düşüktü. Tarım ürünleri ülke ihtiyacını karşılamadığı için ithalata gidiliyor, yoksul köylüler ve tarım işçileri sefalet içinde yaşıyorlardı. UP hükümetinden önceki Hıristiyan Demokrat hükümetin de seçim vaatleri arasında yer alan toprak reformu, o zamana dek kır burjuvazisinin yoğun karşı koyuşu nedeniyle uygulanamamıştı. UP Hükümeti, iktidara geldikten birkaç ay sonra, daha önceki hükümetler döneminde çıkarılıp uygulanamayan bir yasaya dayanarak 80 hektardan büyük topraklara el koymaya başladı. İktidarda olduğu süre boyunca hükümetin devletleştirdiği toprak miktarı 10 milyon hektara yaklaşacaktı.

El konulan toprakları yoksul köylülere dağıtması ve köylü kooperatiflerinin örgütlenmesi UP Hükümetinin yoksul köylüler arasındaki desteğini büyük ölçüde arttırmıştı. Zira toprak reformu yoksul köylüler için hayati önem teşkil ediyordu. Eğitim ve sağlık alanındaki ciddi reformlar, işçi çocukları için kurulan kreşler, tüm çocuklara her gün ücretsiz olarak dağıtılan süt, işçi ücretlerine yapılan zamlar ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi yönündeki çabalar da yoksul halkın desteğinin kazanılmasındaki çok önemli faktörlerdi.

Bazı büyük sanayi işletmelerini ve bankaları tazminat ödeyerek devletleştiren hükümet, 1971 Temmuzunda bu kez Şili’nin temel zenginlik kaynağı olan bakır madenlerini devletleştirme kararı aldı. Hıristiyan Demokratların iktidarda olduğu bir önceki hükümet döneminde yüzde 51’i zaten devletleştirilen bakır madenleri, UP hükümeti tarafından tamamen devletleştirildi. Bu durum kuşkusuz en çok, bakır madenlerinin ABD sermayeli Anaconda ve Kennecott tekellerini etkilemişti.

Allende hükümeti önemli ölçüde ulusallaştırma yaparak egemenlerin çıkarlarına darbeler vurdu. Hıristiyan Demokratların bir önceki dönemde yaptığı ulusallaştırmalara rağmen bakır endüstrisinin yüzde 49’u hâlen Anaconda ve Kennecott gibi büyük ABD tekellerinin elindeydi. Bu tekellerin Şili’ye yaptıkları sermaye yatırımları 50 ilâ 80 milyon dolar arasında değişiyordu. Kârları ise bir buçuk milyar dolardan fazlaydı.

Temmuz 1971’de bakır endüstrisi ulusallaştırıldı. Bakırın yanı sıra, kömür ve demir madenleri, azot sanayii, tekstil sanayii, ITT, INASA gibi dev şirketler de devlet mülkiyeti kapsamına alındı. İşçi ve emekli ücretlerinin yükseltilmesinden, kira artışının dondurulmasına, öğrencilere parasız süt temininden toprak reformuna kadar bir dizi reform kitlelerin UP’ye yönelik desteğini arttırdı. Yoksul kitleler hükümetin arkalarında olduğunu hissediyor, güven kazanıyor, politikleşiyor ve harekete geçiyordu. Kentlerde ve kırlarda kitlelerin giderek radikalleştiği gözleniyordu. UP’ın zaferi ümitsiz toprak işçilerini umutlandırmıştı. Militan bir görüntü sergileyen tarım işçileri büyük toprak sahiplerini sonsuza kadar başlarından defetmek istiyor, Şili’de devrimci dönüşümleri gerçekleştirmek için kendilerine önderlik edilmesini bekliyordu.

Süreç ilerledikçe burjuvazinin muhalefeti daha da kudurganlaştı. Büyük toprak sahibi burjuvazinin ve sanayi burjuvazisinin beslediği paramiliter-faşist çeteler işçilere saldırıyor, öncü işçiler ve komünistler öldürülüyor, toplum terörize edilmeye çalışılıyordu. Patronların “grev” adı altında örgütledikleri lokavtlar giderek her sektörü sarmış, temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmüştü. Zengin semtlerin kadınları ellerinde tencerelerle, kendi sınıflarının yarattığı bu bilinçli kıtlıktan yararlanarak, hükümet karşıtı mitingler düzenliyorlardı. İlerleyen aylar içinde özellikle kamyon sahiplerinin gerçekleştirdikleri büyük grevler, mal ulaşımını tümüyle felç etti. Ekonomi her geçen gün daha kötüleşiyordu.

Eş zamanlı kesitte kitleler öfkeli ve kendilerine güvenliydiler. Bu yüzden burjuvazi saldırılarında fazla ileri gidemiyordu. Allende kitlelere sükûnet telkin ederken, gerici güçler karşı saldırı için hazırlık yapıyordu. Gerici çeteler silahlandırılıyor; istihbarat servisinin ve ordunun tepe kademelerinde planlar hazırlanıyordu.

Allende parlamentoda zekice manevralar yaparak konumunu koruyabileceğini sanıyordu. Planlarında kitlelerin devrimci hareketine yer yoktu. Yine de “devrimci” imajını korumak üzere demagojik söylemler kullanıyordu: “Kitleler hükümeti kazandılar, şimdi iktidarı kazanmalılar” diyordu. Aslında kitlelere “iktidarı alın” demekle kendi üzerindeki sorumluluğu kitlelere havale ediyordu. Çünkü şurası açıktı ki, kitleler kendilerine önderlik eden bir parti olmaksızın iktidarı alamazlardı ve kitleler önder olarak Allende’yi görüyordu. Allende ise kitlelere “gericileri provoke etmemelerini” öğütlüyordu. Gerici sınıfları provoke etmeden iktidar nasıl alınabilirdi?

Oysa fabrikalarda ve işçi semtlerinde işçi sınıfının iktidar organlarının nüveleri ortaya çıkıyordu. Yoksul köylüler toprak işgali girişimlerinde bulunuyordu. Burjuvazi bölünmüş durumdaydı. İşçi ve köylüler silahlandırılabilir, işçi, köylü ve asker konseyleri için çağrı yapılabilirdi. Ancak işçi sınıfı partileri bu fırsatı değerlendirmediler. Böylelikle gericilik insiyatifi eline almaya başlayacaktı.

Şili’deki egemenler burjuva medyanın ve CIA’in aktif desteği ile “silahlı grupların silahsızlandırılması” talebiyle kampanya başlattılar. Amaç sol örgüt ve partilerin silahlarına el konulmasıydı. Bu arada silahlı faşist çeteler sokaklarda terör estiriyordu. Toprak sahipleri ve kapitalistler ekonomiyi baltalıyordu. ABD emperyalizmi Allende hükümetiyle tüm ekonomik ilişkileri kesti ve dünya çapında Şili bakırının boykot edilmesini örgütlemeye çalıştı. Ekonominin merkezi plan altına alınmadığı ve özel mülkiyete son verilmediği koşullarda enflasyonun yükselişi önlenemedi. Enflasyon hem yükselen ücretleri aşağıya çekti hem de orta sınıfları olumsuz etkiledi.

Karşı-devrimci propaganda güçleniyordu. Özellikle “gelirlerin azalması” ve “karaborsa” burjuvazinin eline koz veriyordu. Buna rağmen Mart 1973 seçimlerinde UP yüzde 44 oy aldı. İşçi sınıfı artık gericiliğe karşı bir şeyler yapılmasını istiyordu. İşçiler silah talep ediyordu, sokaklara dökülmek ve burjuvaziyi alt etmek için liderlerinden talimat bekliyordu. Ama o liderler işçi kitlelerini sükûnete ve sağ duyuya davet ediyordu.

Bir İngiliz gazeteci 11 Eylül 1973 darbesinden yaklaşık iki ay önce ‘The Economist’te yer alan bir makalede “Eğer Şili ordusu şimdiye kadar sabrettiyse, bunun sebebi, ülkenin demokratik geleneklerinde değil işçi hareketinin muazzam gücünde aranmalıdır” diyordu.

29 Haziran 1973’te ordu içerisinden bir grup tanklarla harekete geçti. Birkaç saat içerisinde binlerce işçi greve çıktı, fabrikalar işgal edildi, fabrikalarda nöbetçiler bırakarak hükümet binalarına yönelen işçiler, hem hükümet binalarını hem de Başkanlık Sarayını koruma altına aldılar. Allende ise işçilere, işe geri dönmeleri çağrısında bulundu. Hükümet işgal edilen fabrikaları zorla geri alarak, Pinochet ve diğer generalleri kabineye sokarak ve en militan işçileri bastırarak, gelmekte olan darbenin hazırlanmasına nesnel olarak yardımcı oldu.

İşçi sınıfının cesareti de, savaşma isteği de vardı. Eksik olan tek şeyse devrimci Marksist-Leninist bir partiydi.

11 Eylül darbesinden 7 gün önce, 4 Eylül 1973’te, hükümeti desteklemek üzere Şili’nin tüm kentlerinde gösteriler düzenlenmişti. 800 bin işçi Santiago sokaklarında ellerinde sopalarla yürüyüşe geçti. Kitleler liderlerine “Daha güçlü vur, halkın iktidarını kur, Allende halk seni savunacak” diye sesleniyordu. Bu gösteri Şili işçi sınıfının mücadele azmini hâlâ kaybetmediğini gösteriyordu. İşçi kitlelerinin tek beklediği şey, silah ve bir mücadele programıydı. Ancak “Sosyalist” ve “Komünist” liderler, yine, işçilere sükûnetle evlerine dönmelerini salık veriyordu. Artık darbeci generallerin önünde korkacakları bir engel kalmamıştı.

11 Eylül’de harekete geçen ordu birlikleri Santiago’daki La Moneda Başkanlık Sarayını kuşattı. Başkan Allende teslim olmayı reddetti…

Saray taarruz altındayken Şili Radyosundan üç kez halka seslendi, Son mesajı aynen şöyleydi:

“Size son kez hitap ediyorum. Uçaklar Magallanes radyosunun vericilerini bombaladı.

Bu tarihsel geçiş anında, halkıma sadakatimi hayatımla ödeyeceğim. Ama yüz binlerce Şililinin bilincine düşen tohum ergeç yeşerecek. Onların silahları ve güçleri var. Ama toplumsal ilerleyişi şiddet ve cinayetle durduramazlar. Bu ülkenin geleceğini kuracak gençlere sesleniyorum: Şili’de faşizmin geçmişi uzun. Tüm terörist suikastlar, havaya uçurulan köprüler, yıkılan demiryolları, patlatılan petrol kuyuları onların eseriydi.

Hepsi satın alınmıştı. Tarih önünde yargılanacaklar.

Az sonra sesimi artık duymayacaksınız. Ama hep sizinle olacağım. Beni vatana sadık bir onurlu insan olarak hatırlayın. Halkım kendini savunmalı, ama feda etmemeli. Vatanın emekçileri, ben Şili’ye ve geleceğine inanıyorum. Başka adamlar, başka insanlar ihanetin bastırdığı bu acı karanlığı aydınlatacaklar. Er geç özgür insanın geçeceği kapıları açacak ve daha adil bir toplum kuracaklar. Yaşasın Şili! Yaşasın halk! Yaşasın emekçiler!

Bunlar benim son sözlerim ve fedakârlığım boşuna değil, satılmışlığa, korkaklığa ve ihanete bir ahlâk dersi olacağına eminim.”

Pek çok kimsenin “Compañero Presidente/ Başkan Yoldaş diyerek sevdiği Allende’nin halkına söylediği son sözler bunlar oldu.

I.4) DARBE SONRASI

11 Eylül 1973’te Pinochet darbesinden sonra Kissenger, Nixon’la ilk telefon konuşmasında, darbe için “mümkün olduğu kadar iyi şekilde koşulların yaratıldığını” söyleyecekti.

Darbenin ardından Pinochet’ye ABD’nin “yakın işbirliği isteğine” dair bir not iletildi. Pinochet hiç vakit kaybetmeden, ABD’nin istediği adımları attı ve ülkeyi ABD sermayesine, Chicago Boys’un (Chicago Üniversitesi’nde eğitim gören, serbest pazarı savunan bir grup Şilili ekonomist) emrine açtı.

James Petras, 2006 tarihli makalesinde olanları şöyle anlattı: “Washington gücünü yeniden kurdu, büyük mülk sahiplerini ve dış politikadaki hâkimiyetini olumsuz etkileyen kanun ve politikaları tersine döndürdü. Latin Amerika’daki tüm yeni diktatörlükler, milliyetçileri, sosyalistleri, demokratları ve popüler muhalefeti bastırmak karşılığında, ABD hükümetinden büyük fon aldılar. Dünya Bankası ve IMF kredilerinden de kolayca yararlanan bu ülkelerde büyük borç döngüleri böylece başlatılmış oldu. Her bir rejim; Küba ve Bağlantısızlar Hareketi’yle ilişkisini kesti, tüm uluslararası forumlarda ABD’yle hizalandı. Askeri rejimler, ekonomiyi özelleştirme, işçiler lehine yasaları feshetme, toprak paylaşımı programlarını tersine çevirme, yerel pazar için üretime karşılık serbest pazar ithalata dayalı büyüme yoluna girdi…”

Allende, iktidara geldiği gibi, yönetimi emekçi kitlelerden yana programlara yönlendirmiş; ABD’nin sahip olduğu bakır madenleri kamulaştırma, tarım reformu, çocuklara süt dağıtma programı, asgari ücretin yükseltilmesi gibi adımlar atmıştı.

Faşist darbe, tüm bu politikaları tersine çevirdi. Darbenin hemen ardından solculara yönelik operasyonlar başlatıldı, ölüm karavanları, Allende yanlısı mahalleleri dolaşarak sosyalistleri infaz etti. Binlerce kişi toplama kamplarına gönderildi, işkence tezgâhlarından geçti, kaybedildi. Ülke sessizliğe gömülmüştü…

Büyük şair Pablo Neruda, darbeden yalnızca 12 gün sonra hayatını kaybetti. 25 Eylül’de kaldırılan cenazesinde en çok hissedilenlerden biri bu büyük sessizlikti. Allende’nin kuzeni Yazar Isabel Allende de oradaydı. Yıllar sonra katıldığı bir söyleşide o günü anlatacaktı:

Allende 11 Eylül 1973’te askeri darbeyle devrildi. Başkanlık sarayından çıkışta çekilen fotoğraf son fotoğrafıydı. İleriki yıllarda kamuya açılan CIA belgelerinde, Şili’deki CIA bölge şefliğinin solu itibarsızlaştırmak ve bölmek için bir dizi siyasi operasyonu yürüttüğü ifade edildi. Nixon, Allende karşıtı operasyonlara CIA’ye 10 milyon dolar bütçe verdi.

“Cenazeye çok az kişi katılabildi. Onun partisinden kişiler (ŞKP), solcular, arkadaşları ya tutaklanmıştı ya da bir yerde saklanıyorlardı. İsveç Büyükelçisi oradaydı… Uzun siyah bir pardösünün içinde çok uzun bir adam… Ellerinde otomatik silahlarıyla askerler, mezarlığa kadar giden yol boyunca dizilmişlerdi… Büyükelçi’nin pardösüsüne tutunup arkasında durdum, kimse onu vurmaz diye düşündüm…

Başlangıçta cenaze korteji sessizdi. Sonra bir noktada, çevredeki bir inşaattan işçilerin haykırışı duyuldu: Yoldaş Pablo Neruda! Herkes karşılık verdi; Burada!

Sonra başka biri bağırdı; Yoldaş Allende! Burada!”[17]

Evet, artık Allende her yerdeydi… Bu kâbus ile Pinochet 11 Mart 1990’a kadar ülkeyi askeri diktatörlük rejimi altında yönetti. Darbe yüzünden 100 binden fazla kişi gözaltına alındı, 40 bini tutuklandı. On binlercesine işkence yapıldı. 3 bin kişi gözaltına öldürüldü. Devlet ve çeteleri tarafından öldürülen, cesetleri bile bulunmadığı için kayıplar listelerine kaydedilen binlerce insanın mezarları bile bulunamadı. Binlerce ceset Pasifik Okyanusu’na atılmıştı. Öldürülenlerin bir kısmı da Atacama çölünün tuzlu toprağına gömülmüşlerdi. Tuzun koruyucu etkisi nedeniyle sonraki yıllarda o toplu mezarlardan cesetler çıkarılabilecekti.

200 bin kişi ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. 25 bin öğrenci, bin öğretim görevlisi üniversitelerden çıkarılırken, 200 bin işçi de işlerinden atıldı. Şili’de 1973’de yüzde 6 olan işsizlik oranı, Pinochet’nin görevi bıraktığı 1990’da yüzde 35’e yükseldi.

İşte ITT’nin, Anaconda’nın, Konnecutt’ın süfli çıkarları için Şili halkına çektirdikleri veya Şili deneyinin “eseri” buydu…

16 yıl sürecek olan bu kanlı diktatörlük döneminde, tutuklananların, işkence görenlerin, “kaybedilenlerin” haddi hesabı yoktu. Bütün bunların yanı sıra, Şili, faşist diktatörlük altında, liberal ekonominin en vahşi uygulamalarına deneme tahtalığı yaptı. Eğitim, sağlık ve sosyal sigorta sistemi de dahil olmak üzere her şey özelleştirildi, bunlara daha önce devletleştirilen işletmeler de dahildi. Anaconda ve Kennecott, diktatörlük döneminde bakır madenlerine yeniden kavuştu.

Faşist diktatörlük, UP Hükümetinin el koyduğu toprakların yarısını eski sahiplerine iade ederken, küçük üreticilerin elindeki topraklar da kredi borçları ve diğer borçlar nedeniyle yine büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti. Darbeyi izleyen yıllarda ücretler hızla düşerken, 1970’te yüzde 6 olan işsizlik oranı 1980’lerin ortalarında yüzde 32’nin üzerine çıkmıştı. Pinochet, 1981’de, 1989’a kadar görev başında kalmasını öngören bir anayasayı halkoyuna sundu ve anayasanın yüzde 90 çoğunlukla kabul edildiğini ilan etti. Bu arada darbenin üzerinden yıllar geçmesine rağmen halk üzerindeki baskı hafiflemiyor, binlerce insanın kitleler hâlinde tutuklanıp stadyumlara doldurulmasına devam ediliyordu. Fakat azgın faşist diktatörlüğün zulmü altında inim inim inleyen halk, er geç tepkisini yükseltecekti. Nitekim, 1983 Mayıs’ında on binlerce işçi Bakır İşçileri Konfederasyonunun çağrısıyla greve gitti ve hükümetin tanklarla ve askeri birliklerle karşılık vermesi üzerine bu eylem ulusal protesto gününe çevrilerek daha da kitleselleştirildi.

İlerleyen günlerde kamyoncuların tutuklu sendikacıların serbest bırakılması ve Şili’nin demokrasiye dönmesi için başlattıkları grevi yeni ve daha yaygın protesto eylemleri izledi. Pinochet’nin bu eylemlere yanıtı sertti: evler basıldı, sokaklar ablukaya alındı, onlarca insan öldürülürken binlercesi tutuklandı. Ama ok yaydan bir kez çıkmıştı ve ilerleyen yıllarda gerek yükselen işçi hareketi gerekse yaşanan ekonomik bunalım diktatörlüğü oldukça zayıflatacaktı. Şili anayasa gereği 1989’da yapılan seçimlerle parlamenter işleyişe geçti ve bu süreci Pinochet’nin ve darbeci generallerin yargılanması yönündeki halk baskısının artması izledi.

İlerleyen yıllarla birlikte Pinochet’nin faşist iktidarının iç ve dış desteğini yitirdiği, görünürdeki monolitik yapısına rağmen içten çürüdüğü açıktı. Nitekim faşist diktatörlük karşıtı muhalefet zamanla güç kazanmaya başlamıştı. 1982-83 yıllarında yaşanan ekonomik bunalım faşist iktidarın durumunu zayıflatırken, açık kitle gösterileri de yükselmekteydi. İç ve dış burjuva güçlerin güdümlü bir parlamenter işleyişe geçilmesi için egemen kılmaya çalıştıkları plan Türkiye’dekiyle benzerlikler gösteriyordu. Ama Şili’de işçi hareketi ve devrimci kitle güçleri faşizmin çözülüş sürecinde Türkiye’ye oranla daha etkili bir mücadele sergilediler. Kitle eylemlerinin durdurulamaz gelişimi karşısında Pinochet 1984 yılında sıkıyönetim ilân edecekti. Faşist yönetim, baskıları artırarak ve sıkıyönetim tehditleriyle kaçınılmaz sondan kurtulmaya çalışsa da tarihin çarkını geri döndürmeye muktedir olamayacaktı.

Nitekim 1987’ye gelindiğinde, Pinochet sıkıyönetimi kaldırmak ve siyasal partilerin kurulmasına izin vermek zorunda kalmıştı. Fakat hiç değilse kendi paçasını kurtarmak amacıyla devlet başkanlığını bir dönem daha uzatmak için yine halkoylamasına başvurdu, bu kez sonuç hayır idi. Pinochet, artık iktidarın sivillere devredileceğini açıklamak zorunda kalmıştı. Aralık 1989’da yapılacak seçimler öncesinde on yedi siyasal parti Demokrasi İçin Partiler Koalisyonu adlı bir seçim bloğu oluşturdu. Seçimleri bu ittifakın desteklediği Hıristiyan Demokrat adayın kazanmasıyla Şili’de parlamenter işleyişe geçildi.

II. AYRIM: GÜNCEL DURUM

17 yıl süren faşist rejiminin ardından 1989’da cumhurbaşkanlığına seçilen ilk sivil Patricio Aylwin Azocar idi. 1989’da 71 yaşında yüzde 55.2 oy oranıyla Cumhurbaşkanı oldu.

Cumhurbaşkanlığı döneminde yaptıkları önemlidir. Çünkü cunta rejimi sona ermekle beraber Pinochet’nin 1980 anayasası yürürlükteydi hâlâ. Bu anayasa faşist lidere sekiz yıl boyunca ordunun başında kalmasına, ardından da senatör olmasına olanak sağlıyordu.

Aylwin bu sorunu çözmek için mücadele etmekten çekinmedi ve tüm risklerine karşın orduya direndi. Direnmekle kalmadı, daha sonra başta Güney Afrika olmak üzere birçok ülkede benzerleri oluşturulan “Hakikât ve Uzlaşma Komitesi”ni kurdu. Cuntanın insan hakları ihlâllerini araştıran komitenin hazırladığı bir raporda 3 bin 200 kişinin Pinochet rejimince öldürüldüğü belirtiliyordu. Televizyonda ağlayarak okuduğu rapor budur. Gözyaşları içinde “Şili Devleti” adına kurban yakınlarından özür dilemişti.[18]

II.1) KİRLİ ÇAMAŞIRLAR YA DA HESAPLAŞMA

Pinochet diktatörlüğü 1990 yılına kadar devam etti. Allende’nin yeğeni yazar Isabel Allende, darbe dönemini ‘Ruhların Evi’[19] başlıklı yapıtında anlatırken; işkenceci uygulamaların vahşetinden söz eder: İnsanlar statlara toplanarak hapsediliyor, çuvalların içine konularak dikenli tellerin üstüne fırlattılıyor, çırılçıplak kedi dolu çuvallara konularak dövülüyordu.

Söz konusu tabloda Allende döneminin Dışişleri Bakanı Orlando Letelier’in eşi Isabel Morel’in, kocasını öldürten Pinochet’den “öğretmenimiz” diye söz etmesi hayli manidardır. “Pinochet’yi sevdiğimden değil,” diye söze başlayıp, şöyle devam edecekti: “Ama onun pek çok bakımdan bizim öğretmenimiz olduğunu düşünüyorum. Biz onun sayesinde kötüyü öğrendik”![20]

Pinochet döneminde resmî rakamlara göre, 3065 kişi öldürüldü, 1200’den fazlası “kayboldu”;[21] ki gerçek bunun çok ötesindedir!

Örneğin 1973-1990’daki Pinochet diktatörlüğünde siyasi tutukluları işkenceyle öldüren eski askerler, güvenlik karşılığı bildiklerini anlatmak istediklerini, ama hapisten çekindiklerini söylerlerken; ‘1973 Askerleri Emeklileri’nden Fernando Mellado, “Biz pek çok vahşetin uygulayıcısı ve tanığı olduk. Günahlarımızdan arınmak için konuşmak istiyoruz,” diyordu ki; binlerce kişinin öldürüldüğü diktatörlük sonrası geçen 20 senede kayıpların yüzde 8’inden daha azı bulunabilmişti.[22]

Bu tabloda cunta döneminde insan haklarını çiğnemekle suçlanan en az 129 polis ve asker hakkında tutuklama emri çıkarırken; yargıcın, “Kışlada sorumlu kim varsa hedefimizde,”[23] sözleri “hesaplaşmanın özeti” diye sunuluyordu!

Askeri yönetim döneminde yaşanan insan hakları ihlâlleri konusunda en yüksek sayıdaki tutuklama talebi oldu. Tutuklanması istenenlerin hepsinin gizli polis servisi Dina üyesi olduğu ve aralarında şimdiye kadar hiç suçlama yöneltilmeyen onlarca yeni şüphelinin de bulunduğu belirtildi. Şüpheliler, onlarca solcu ve muhalif eylemcinin öldürülmesi ve kaybolmasıyla suçlanıyorken;[24] Yargıç Viktor Montiglio, “İşlenen suçlara karışan ya da insan haklarının ihlâl edildiği olaylara onay verenleri araştırıyoruz” diyordu.[25]

1973-1990 kesitinde 3 bin kişinin ölümü ve kaybolmasından sorumlu Pinochet rejiminin istihbarat örgütü Dina’nın eski üyelerinden 100 kadar yetkilisi hakkında tutuklama kararı çıkarılıyordu.[26]

Eklemeden geçmeyelim: Şili bir konuşulmayanlar ülkesi. Santiago’nun varoşlarındaki Villa Grimaldi’de şöyle bir yazı var: “Unutulmuş mazi hatırayla dolu.” Burası yüzlerce insanın Pinochet ve müttefik şirketlerinin faşizmine karşı çıktığı için öldürüldüğü ve kaybedildiği işkence merkeziydi.

Evet, gerçekten de cuntanın vahşeti sınırsızdı…

Örneğin ŞKP üyesi şair Pablo Neruda’nın şoförü ve sekteri Manuel Araya’nın, “Hastanede farklı bir ilaç enjekte edildiğini ve ardından Neruda’nun kalp krizi geçirdiği”ni açıklaması, yani Pinochet darbesinden sadece 12 gün sonra, 23 Eylül 1973’de gittiği hastanede ölen Neruda’nın cuntacılarca zehirlendiği iddialarına ilişkin olarak açılan davada yargıç Mario Carroza otopsi kararı aldırdı.[27]

Neruda’yı Şili faşist cuntasının öldürdüğünü açıkladı Şili hükümeti. Büyük şair iddia edildiği gibi prostat kanserinden ölmedi yani. Devrimci mücadelesine, şiirlerine tahammül edemeyen faşist Pinochet’nin, tıpkı devrimci şarkıcı büyük Jara gibi Neruda’yı da öldürdüğü artık “resmi” bir gerçekti.[28]

Kolay mı? Kendisi de işkence gören eski Devlet Başkanı Bachelet, ‘Hafıza ve İnsan Hakları Müzesi’ne katkıda bulunanlara teşekkür için düzenlenen törende Şili halkının, bu üzücü tarihin yinelenmemesi için geçmişe ayna tutması gerektiğini söylüyordu.[29]

Ayrıca işkenceci katillerin marifeti bu kadar da değildi: Aralık 1991’de, Yugoslavya çatışmalarla kasıp kavrulurken, komşu Macaristan’da polis, aldığı ihbar üzerine “insani yardım” yazılı paketleri kontrol edince bir skandal patlak verdi. 11 tonluk bir kargonun içi silah doluydu. “Yardımın” geldiği adres, Şili Askerî Hastanesi; yollayan da 1990’da diktatörlüğü sona erdikten sonra orduya komuta etmeye devam Pinochet idi.

Sivil mahkemenin ortaya çıkardığı deliller, Pinochet’nin Hırvat birliklerine 370 ton silah sattığını ortaya koyuyor. Satılan silahlar arasında, Blowpipe tipi yerden havaya füzeler, SG-542 tipi ateşli silahlar ve Mamba tipi tanksavar füzeler vardı.

Pinochet’nin “çok gizli” kargosu, kontrol gerçekleşmeseydi Birleşmiş Milletler’in silah ambargosunu delerek Hırvat birliklerinin eline ulaşacaktı. Şili Ordusu için yurtdışından silahlar satın alınmasından sorumlu kişi olan Albay Gerardo Huber, konuyla ilgili Askerî Mahkeme’de ifade vermeden kısa bir süre önce, 1992’de ortadan kayboldu. İşkence üzerine uzmanlaşan albay bulunduğunda, makineli tüfekle başından vurulmuştu. Pinochet diktatörlüğünün gizli polisi Direccion de Inteligencia Nacional’de (DINA) görevli Huber’in intihar ettiğine hükmedildi ve dosya kapandı. Huber’in ölümünden 13 yıl sonra sivil bir mahkemeye, davayı yeniden ele alması için başvuru yapıldı ve soruşturma başlatıldı. Davanın savcısı Claudio Pavez, 1996’da meslektaşı Maria Soledad Espina’nın Huber’in intihar etmiş olamayacağı yolunda kesin deliller ortaya koymasına rağmen rafta kalan dosyayı 2005’te yeniden açtı.

Kargoların ortaya çıkmasından yaklaşık 20 yıl sonra, dava, Şili’de dört üst düzey emekli generalin Huber’in öldürülmesi olayına karıştıkları gerekçesiyle hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. Planlayarak adam öldürmek suçundan, Şili Ordusu’nda askerî istihbaratın tepe noktalarında yer alan emekli generallerden Victor Lizarraga, 10; Manuel Provis ise sekiz yıl hapis cezası aldı. Yine emekli olan General Carlos Krum ve Albay Julio Munoz da, aynı suçlardan ikişer yıl hüküm giydi. Buna karşılık, Huber’i öldüren tetikçinin kimliği hâlâ bilinmiyordu![30]

Bunların yanında Şili’nin eski diktatörünün servetinin gizlenmesinde Britanyalı yetkililerle mali sektörünün önemli rol oynadığı ortaya çıktı. Ölümü sonrası ilk kez Pinochet ailesinin kontrol ettiği servetin toplamının da 2 milyar doları bulduğu anlaşıldı

‘The Independent’ın haberine göre, Şili mali suçlar polisi (‘Brilac’) altın, nakit, hükümet bonoları ve hisse senetlerinden oluşan servetin, İngiliz yetkili ve yatırım kuruluşlarınca korunduğu sonucuna ulaştı.

‘Brilac’ın hazırladığı raporda, İspanyol yargısının 1998’de başlattığı Pinochet’nin İspanya’ya teslim edilmesi sürecinde diktatörün mal varlıklarının dondurulması kararı alındığı; ama İngiliz kuruluşların, mecbur oldukları hâlde buna yanaşmadığı hatırlatılıyor.

İlaç ve silah alım anlaşmaları ile devlet şirketlerinin Pinochet ailesi fertlerine peşkeş çekilmesiyle elde edildiği tahmin edilen servetin İngiltere’ye bağlı vergi cenneti ülkelerde bulunan hesaplara aktarıldığına da raporda yer verilirken, bankaların hesaplar fark edilmesin diye “Augusto José Ramon” gibi uydurma isimler yarattığı, hatta bankerlerin Pinochet için “Joe” gibi takma isimler kullandığı ifade ediliyor.[31]

Rapora göre, 1998’de İspanyol yargıç Balthasar Garzon Pinochet’yi tedavi için gittiği Londra’da tutuklatıp uluslararası bankalardaki mal varlığının dondurulmasına dair karar çıkarttırsa da, Britanya mali sektörü kararı hiçe saymış. Lancaster Üniversitesi’nin Hukuk Merkezi direktörü Prof. David Sugarman, “Bazı bankalar yasalar gereği şüpheli durumlarda bilgileri açıklamaları gerektiği hâlde Pinochet’nin mevduatını hâlâ saklıyor,” dedi.

Pinochet, iktidarında silah ve uyuşturucu anlaşmaları ve özelleştirmelerinden cebe indirdiği paraları Karayipler’den Cebelitarık’a uzanan Virgin Adaları, Cayman Adaları, Bahamalar ve Hong Kong gibi Britanya’nın vergi cenneti kolonilerinde biriktirmiş. Servet Britanya mali sektörünün kurduğu Abanda Finans, Althorp Investment Trust, Ashburton, Cornwall Overseas, Eastview Finance, GLP ve Tasker Investments gibi şirketlere aktarılmış.

2006’da Pinochet’nin Hong Kong’daki uluslararası bir bankada 160 milyon dolarlık altını olduğu öne sürülmüş, banka yalanlamıştı. Britanya hükümetinin Bahamalar’da Pinochet’nin servetini idare ettiği iddiası da gündeme gelmişti. Rapora göre, 1994’te Pinochet’ye hesap açan ABD bankası Riggs’in Londra şubesi hesabını dondurmadığı gibi para kasası olarak işlev görmüş.[32]

II.2) AZOCAR SONRASI

Patricio Aylwin Azocar sonrasındaki Frei Ruiz-Tagle ve Ricardo Lagos dönemi akabinde, “normalizasyon” sürecine Michelle Bachelet monte edildi.

2006-2010 yılları arasında devlet başkanlığı yapan Bachelet, Şili Sosyalist Partisi üyesi ve Güney Amerika’nın da ilk kadın devlet başkanıydı.

Kendisi darbeden bir süre sonra partideki faaliyetleri nedeniyle gözaltına alınmış ve işkence görmüş. Bir tıp doktoru olan Bachelet, çıkardığı bir yasa ile kadın ve erkek çalışanlara eşit işe eşit ücret ödemeyi zorunlu hâle getirdi. Ekonomiye “çeki düzen verdi”. (Daha sonra Birleşmiş Milletler Kadınlar Direktörü olarak görev yaptı.)

2006-2010’da oturduğu devlet başkanlığı koltuğuna “reformlar vaat ederek” ikinci kez geri dönen Bachelet’nin karşısında, ikinci turda sadece askeri diktatörlüğün destekçisine dönüşmüş çocukluk arkadaşı vardı. Solun adayı Bachelet’nin babası darbede işkence görürken, sağcı Matthei’nün babası cuntada rol almıştı.[33] Rakibine büyük fark atan Bachelet oyların yüzde 62’sini toplarken, Evelyn Matthei yüzde 38’de kaldı.

Bachelet, -tıpkı SYRIZA’lı Aleksis Çipras gibi!- egemenler için bir “normalizasyon” piyonuydu; Aydın Çubukçu’nun, “… ‘Artık yeter” haykırışındaki,… hiç kuşku yok ki, Bachelet’nin programı ve politikası, bu güçlü talebe cevap vermekten çok uzaktır,”[34] saptamasındaki gibi…

Sonra da John Pilger’in, “Pinochet’nin Hayaleti” olarak betimlediği Sebastián Piñera devreye sokuldu.

Evet “Şili bugün bir demokrasi, fakat birçokları, bilhassa da gecekondularda yaşayıp çöpten yiyecek toplamaya ve elektriği kaçak kullanmaya mecbur kalanlar buna itiraz edecektir. 1990’da Pinochet emekliliğinin ve ordunun siyaset üzerindeki gölgesini kaldırmanın koşulu olarak bir anayasal uzlaşma miras bıraktı. Bu sistem, Concertacion diye bilinen reformcu partilerin sürekli bölünmesini veya diktatörün mirasçılarının ekonomik tasarımlarını meşrulaştırmaya sevk edilmesini garantiye alıyor. Seçimde sağcı ‘Değişim İçin Koalisyon’, Devlet Başkanı Piñera’nın liderliğinde iktidara geldi. Allende’nin ölümüyle başlayan gerçek demokrasinin kanlı biçimde yok edilmesi süreci, el altından tamamlandı.

Piñera maden, enerji ve perakende endüstrilerinin bir kısmını elinde tutan bir milyarder. Pinochet darbesinin hemen sonrasında ve ‘Chicago Boys’ diye bilinen Chicago Üniversitesi fanatiklerinin serbest piyasa ‘deneyleri’ sırasında zenginleşti. Erkek kardeşi ve eski iş ortağı José Piñera, Pinochet iktidarında çalışma bakanlığı yaparak, madenleri ve devlet kurumlarını özelleştirdi, sendikaların neredeyse tamamını yok etti. Bu Washington’da ‘ekonomik bir mucize’, kıtayı silip süpürecek ve kuzeyin kontrolünü sağlama alacak yeni neo-liberalizm kültünün bir örneği olarak alkışlandı.

Pinochet sonrası Şili, işkencenin devam ettiğini çaktırmamaya çalışıyor. Aileler hâlâ devletin ve işverenlerin gazabına uğrayan sevdiklerini işkenceden kurtarmaya gayret ediyor. Sessiz kalmayanlardan biri de İspanyol işgalcilerin yenemediği tek yerli ulus olan Mapuche halkı. XIX. asrın sonlarında Avrupalı yerleşimciler, Mapuche’lere karşı ırkçı bir ‘İmha Savaşı’ başlattı. Allende’nin iktidardaki 1000 gününde bu değişmeye başladı. Mapuche topraklarının bir kısmı geri verildi ve bu halka adalet borçlu olunduğu kabul edildi.

O zamandan beri, Mapuche’lere karşı medyanın neredeyse hiç yer vermediği iğrenç bir savaş yürütülüyor. Orman şirketlerine topraklarını ele geçirme izni veriliyor ve buna karşı direniş, cinayetler, kaybetmeler ve diktatörlüğün yürürlüğe koyduğu ‘anti-terörizm’ yasaları uyarınca keyfi cezalandırmalarla karşılanıyor. Mapuche’ler fiilen siyasi tutsaklar durumunda.”[35]

“Milyarder medya patronu Piñera’nın zaferinden sonra uyguladığı sağ politikalara rağmen sosyalist parti iktidarı, üst üste yarattığı hayal kırıklıklarını da yanına alarak kenara çekildi. Şili’nin tek Polyannavari tesellisi belki sağın darbe yapmaktan vazgeçebileceği iyimserliğiydi.”[36]

O, sadece bir politikacı değil, aynı zamanda ülkenin ileri gelen kapitalistlerinden birisi. Biraz Berlusconi ile Aydın Doğan’a benziyordu. Piñera’ya ait büyük bir televizyon kanalı vardı. Ayrıca Latin Amerika’nın en büyük havayolu şirketlerinden birisi olan LAN Havayolları’nın yüzde 26’sına sahipti. Başkan Piñera’nin futbol takımı da vardı, ayrıca ülkedeki Coca Cola firmasının da kontrolörüydü.

‘Şili Ulusal İnsan Hakları Enstitüsü/ Instituto Nacional de Direitos Humanos do Chile’ Direktörü Lorena Fries, Piñera hükümeti için insan haklarının temel olmadığını söylüyor. Fries, öğrencilerin taleplerine de dikkat çekerek, cezaevlerinin kalabalıklığına, yerli halklarına, cinsel özgürlüğe hükümetin yeterince duyarlı olmadığının altını çiziyor.[37]

‘Uluslararası Af Örgütü/ Amnesty Internatcional’ de, Piñera hükümetinin insan hakları ihlâllerini eleştiriyor. Büyük bir kapitalist başkan olunca, hâliyle ABD ile olan ilişkiler de çok gelişiyor. Şili, yıllarda Kolombiya ile birlikte, ABD’nin Latin Amerika’da en iyi ilişkisinin olduğu ülkelerden birisiydi.[38]

Bu çalkantılar içinde 17 Kasım 2013 seçimlerinde, 2011’deki öğrenci ayaklanmasının komünist liderlerinden Camila Vallejo, Kongre üyeliğine seçildi.

25 yaşındaki Vallejo, parasız eğitim ve şartların iyileştirilmesi talebiyle yapılan gösterilerle bütün dünyanın dikkatini çekmiş, protestolar Piñera hükümetini sarsmıştı. Vallejo ile birlikte, dönemin üniversite gençliğinin diğer liderleri, bağımsız adaylar Giorgio Jackson ve Gabriel Boric ile komünist aday Karol Cariola da Kongre’nin alt kanadına seçildiler.[39]

III. AYRIM: İŞÇİLER, YERLİLER, GENÇLER

Maden kazalarıyla maruf Şili’deki işçi sınıfı mücadelesinin derin tarihi kökleri vardır:[40] Örgütlü ve mücadeleci olması yanında 11 Eylül 1973 darbesine karşı ardıcıl mücadelesini sürdürmüş olmasıdır.

Yukarıdaki bölümlerde de değinildiği üzere cuntanın binlerce insanı öldürmesinin, hapse atmasının, siyasal ve sendikal faaliyeti yasaklamasının temel amacı sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmaktı. Darbeden hemen sonra ilk iş olarak UP hükümetinin uyguladığı fiyat kontrolü kaldırılarak fiyatlar serbest bırakıldı; temel gıda maddelerine devletin verdiği sübvansiyonlar kaldırıldı. Devalüasyon gerçekleştirilerek 1 ABD doları 280 Eskudo’dan 3250 Eskudo’ya yükseltildi.

Cunta, sermayenin çıkarları için atılan bu adımların emekçilerin belini bükeceğinin farkındaydı. İşçilerin buna tepki vermesini önlemek amacıyla da her türlü sendikal faaliyet yasaklandı. Nitekim enflasyon yüzde 640’a çıkarken işçi sınıfının alım gücü korkunç derecede azaldı Asgari ücret faşist cuntanın ilk 5 ayında 6 katına çıkarken, ekmek 55 kat, yağ fiyatları ise 64 kat arttı. Kamu hizmetleri kısıldığı gibi vergiler yükseltilerek, elektrik, iletişim gibi hizmetlerin fiyatları arttırılarak emekçilerin sırtındaki kambur daha da büyütüldü. Diğer yandan devlet işletmeleri sermaye gruplarına sudan ucuza peşkeş çekildi.

Daha sonra dünyanın diğer ülkelerinde de uygulanacak olan Friedman’ın[41] ekonomi politikaları daha şiddetli bir biçimde uygulanmaya başladı. “Şok politikası” olarak bilinen bu saldırılar emekçilerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırdı. Vergiler arttırıldı ve çeşitli ürünlere sübvansiyonlar kaldırıldı. Hayat pahalılığı arttığı gibi, kamu harcamalarını azaltma bahanesiyle kamu çalışanlarının sayısının azaltılması sonucunda işsizlik iyice tırmandı. 1970’te yüzde 6 olan işsizlik oranı 1977’de yüzde 16’nın üzerine çıktı. Gerçek işsizliğin bunun çok üzerinde olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü çalışan nüfusun bir kısmı tam zamanlı çalışmıyordu. İşçiler sıklıkla ücretsiz izinlere çıkarıldığı gibi, ‘Minimum Çalışma Planı’ adı verilen bir sistem altında çalıştırılan işçilere asgari ücretin sadece dörtte biri tutarında bir ücret ödeniyordu.

İşçi sınıfının ekonomik durumunu ve faşist cuntanın sermayeye nasıl hizmet ettiğini göstermesi açısından, Friedman’ın öğrencilerinden olan Andre Frank’ın 1975’de Friedman’ın ekonomi politikalarını eleştirmek amacıyla ona yazdığı açık mektuptan şu satırlar çok çarpıcıdır: “Bir aile için günde bir kilo ekmek bir ayda (30×650 yahut 680) 20 bin Eskudo eder. Asgari geçim maaşı Ocak-Şubat 1975’e göre Santiago için resmi olarak 27 bin Eskudo’dur. “Normalleştirilmiş” ve “dengelenmiş” ekmek tüketimi böylece bu asgari ücretin yüzde 74’üne mal olmaktadır. Belki sizin askeri cuntaya hizmet etmek için yetiştirdiğiniz dengeleme ustaları, ücretleri süngülerinin ucunda daha iyi dengelemek için yönetime yardım da ederler. Hiç kuşkum yok ki, küçük bir tekstil atölyesi sahibine verilen şu eşsiz nasihate siz de yürekten katılacaksınız. Bu iş sahibi şöyle bir şikâyette bulunmuş. “Fabrikama son üç aydır doğru düzgün tek bir sipariş gelmedi. Geçen ayın sonunda Cuma günkü ücretleri ödeyecek param yoktu, onun için bir bankadan kredi istedim. Kredilerin kaldırıldığını söyleyerek Ekonomik İşler Bakanlığına danışmamı tavsiye ettiler. Ben de danıştım ve sonuçta ziyaretime bir binbaşı geldi. Ona ücretleri ödeyecek param olmadığını izah ettiğimde şöyle yanıt verdi. “Onlara sevgili Allendeleri’nin verdiği televizyonları satmalarını söyleyin. Bu da onları tatmin etmezse bana haber verin. Bir iki tanesini vurursak görürsünüz nasıl itaat edeceklerdir.”[42]

Faşist cunta altında uygulanan politikalar sermaye cephesinde tekelleşme sürecini hızlandırdığı gibi, gelir dağılımındaki eşitsizliği de giderek arttırdı. Resmi verilere göre en yoksul yüzde 20’lik dilimin geliri 1973’ten 1980’e kadar yarı yarıya azaldı. En zengin dilimin ulusal gelirden aldığı pay ise yarı yarıya artarak yüzde 51’e çıktı.

Cunta ile işçi sınıfının mücadelesini bastıran burjuvazi, dikensiz gül bahçesinde istediği ekonomik büyüme rakamlarına ulaşmayı başardı. 1982’deki krizden sonra ekonomi düzenli olarak büyüdü. 1990-1998 arasında Şili, yıllık ortalama yüzde 6.7’lik büyüme oranıyla Latin Amerika’daki en yüksek büyüme oranını yakalamış, Arjantin, Brezilya, Meksika ile karşılaştırılıp “örnek ülke” olarak lanse edilmiştir. Ekonomik büyümedeki istikrar “Şili Mucizesi” olarak sunulmuştur. Ekonomik büyüme bakımından yakaladığı istikrar ile Şili, geri kalan Latin Amerika ülkelerinden ayrılsa da, gelir eşitsizliği ve yoksulluk bakımından bu ülkelerin emekçilerinin kaderi aynı olmuştur. Darbeden önce maaşların toplam hasılaya oranı yüzde 60 iken, 1980-2004 arasında bu oran yüzde 40 olmuştur. En zengin yüzde 10’luk dilimin toplam geliri, en yoksul yüzde 80’lik dilimin toplam gelirinden daha fazladır. Öyle ki Şili, OECD ülkeleri arasında gelir eşitsizliği bakımından en kötü ülke konumundadır.[43]

Öte yandan işçilerin mücadelelerinden başka şeyler de oluyor Şili’de. Santiago sokakları ‘Libertad para los Mapuches/ Mapuches’lere özgürlük’ sesleriyle inliyor. Mapuche eylemcileri her gün yürüyüş yapıyor. Zira “terörist” olarak suçlanan siyasi önderleri açlık grevinde…

Mapucheler ise direniyorlar. Ağustos 2009’da güvenlik güçlerinin bir çiftliğe yaptıkları operasyonda öldürülen Jaime Mendoza Collio’dan sonra ‘Mapuche Toprak Birliği’ isimli örgüt kurulmuş, liderliğini José Nain üstlenmişti. Örgüt, Şili devlet terörüne karşı topyekûn mücadele kararı aldı.

‘Terörle Mücadele Yasası’ndan tutuklanan 96 Mapuche militanının serbest bırakılmasını talep ediyorlar. Bu aktivistlerin arasında yalnız dördü mahkûm edildi, gerisi tutuklu. Sadece özgürlük talep ettikleri, ayrımcılığa karşı çıktıkları için şiddetli polis operasyonlarında tutuklandılar. Kameraların karşısında kelepçelenip küçük düşürülmeye çalışıldılar. Cunta zamanından kalma Terörle Mücadele Yasası, cezaya dönüşen tutuklamalara olanak tanıyor. Zaten cunta devri bitse de Anayasa değişememiş. Mapucheler yeni demokratik bir anayasa istiyorlar. Kültürel ve siyasi haklarını garanti altına alan sivil bir anayasa.

Mapucheler Şili’nin kültürel azınlıklarından ve yerli halklarından biri. Kendi dillerinde Mapuche, ‘Toprak Halkı’ demek. Toplam nüfusun yüzde 5’ini oluşturuyorlar. Neredeye 700 bin kişilik bir topluluk. XVII. yüzyıldan itibaren İspanyol sömürgecilere karşı direniyorlar. 1810’dan beri Şili’de egemen çoğunluk tarafından eziliyorlar. Ama en çok da 1973’ten sonra Pinochet rejimi eziyet etmiş Mapuchelere. Önce kırıma uğramışlar, teker teker öldürülmüşler. Şili’nin ‘Cumartesi Anneleri’ arasında, oğulları ve kocaları faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş, diktatörlüğün işkencehanelerinde kaybolmuş birçok Mapucheli kadın var.

Sonra acımasız bir asimilasyona tabi tutulmuşlar. Nüfusta denge oluşturmak için yaşadıkları bölgeye İspanyol asıllılar yerleştirilmiş, kimileri başkent Santiago’ya zorla göç ettirilmiş, kimisi de açlıktan ve sefaletten kaçmak için Şili’nin ortasındaki Mapuche bölgesini terk etmiş. Cunta döneminde ve sonrasında da zorla İspanyolca öğretilmiş bu yerli halka, anadilleri yasaklanmış, etnik sembolleri, kıyafetleri, şarkıları terör göstergesi olarak algılanmış. Son olarak Mapuche kültürü biblolaştırılmaya çalışılmış. Mapuchelik turistik bir folklor hâline getirilmiş. Kültürleri, dilleri, müzikleri, kıyafetleri, İspanyolca konuşurkenki şiveleri küçümsenmiş. Ama Mapucheler hâlâ direniyor.

Mapuchelerin talepleri çok basit. Her şeyden önce demokratik bir Şili istiyorlar. Cuntanın bütün izlerinin silinmesini, yeni demokratik bir anayasa yapılmasını, kurumsallaşmış ırkçılığın bitmesini, devletin şiddet uygulamayı bırakıp şefkat göstermesini istiyorlar. Özellikle Mapuche bölgesine yığılan askerî birliklerin çekilmesini ve bölgedeki olağanüstü hâl uygulamasının sonlanmasını talep ediyorlar. Bütün siyasi tutukluların serbest kalması, genel af ilan edilmesi ve ifade özgürlüklerinin iade edilmesi için direniyorlar. Hapise tıkılma korkusu olmadan haklarını savunabilmek için savaşıyorlar. Ayrıca kendi bölgeleri için özerklik istiyorlar. Kendi yaşadıkları bölgenin kaderinde söz sahibi olmayı talep ediyorlar. Elbette Mapungundun denilen Mapuche dilinde eğitim hakkını elde etmek için de direniyorlar.

Şili hükümeti şimdilik bu talepleri reddediyor. Zira cuntadan beri bütün Mapuche toprakları teker teker önce istimlak edildi, daha sonra da ormancılık ve madencilik şirketlerine ve elektrik santrallerine peşkeş çekildi. Bölgelerinin sahibi Mapucheler, yıllar içinde Şili’nin en fakir halkı hâline geldi. Gerçek bir etno-sınıf oluşturdular.[44] Mapuchelerin kavgası, Şili’nin geleceğini belirleyecek dinamiklerden…

Ve gençler: Şili’de öğrenciler ve öğretmenler, eşit, parasız ve kaliteli eğitim, daha kısa çalışma saatleri ve daha yüksek ücret talebiyle sokakları hiç terk etmediler.

Dünyada üniversite harçlarının en yüksek olduğu ülkeler arasında yer alan Şili’de üniversite düzeyindeki okulların neredeyse tamamı özelleştirilmiş durumda. Harçların yüksek olması emekçi çocuklarının üniversiteye devam etmelerinin önünde büyük bir engel oluşturuyor ve onlar için üniversite eğitimini neredeyse imkânsız hâle getiriyor. Eğitimin bir pazar hâline getirildiği Şili’de öğrenciler, özelleştirmeleri protesto ederken sınavların da parasız olmasını istiyorlar.

Sistemin mağduru olan işçilerin, emekçilerin, gençlerin öfkesi de her geçen gün artmakta, milyonlar sokaklara dökülerek tepkilerini dile getirmektedir.

Şilili öğrencilerin ve işçilerin yükselttiği parasız ve kaliteli eğitim ve sağlık talebi, neo-liberal saldırıların doruğa ulaştığı günümüzde önemli bir mücadele dinamiği oluşturuyor.

Kolay mı?

Şili’de okul harçlarının, çoğu ailenin karşılayamayacağı kadar yüksek olduğunu ileri süren üniversite ve lise öğrencileri, 2011’de aylarca süren gösteriler düzenlemişti. Öğrencilerin, eylemlerine 2012’de de devam etmesi üzerine dönemin Devlet Başkanı Piñera, eğitim sistemine ek kaynak sağlanması için vergi reformu yapmış ancak sorunlar yine de çözülememişti. Öğrenciler, daha sonra da sık sık sokaklara dökülerek seslerini duyurmaya çalışmıştı.[45]

III.1) BAŞKALDIRAN ŞİLİ

Yükselen isyanın ileri mevzilerinden birisi de Şili…

Ulaşım ücretlerine yapılan zammın bardağı taşıran son damla işlevi gördüğü Şili’de kitleler, yoksulluğa, hayat pahalılığına, eşitsizliğe, adaletsizliğe, yani kapitalizmin emekçilere reva gördüğü hayat koşullarına isyan ediyorlar.

Liseli gençlerin turnikelerden atlayarak başlattığı eylemler, büyük protesto yürüyüşleri ve grevlerle devam etti. Emekçilerin bu haklı isyanına Şili burjuvazisinin yanıtı ise orduyu göreve çağırmak oldu. Pinochet faşizminin sona ermesi ardından ilk defa sokaklarda tanklar göründü, sıkıyönetim ilan edildi.

Tüm baskılara rağmen protestolar devam edince, devlet başkanı Piñera geri adım atmak zorunda kaldı. Bazı iyileştirme vaatlerin de bulunduğuverdiği gibi, 8 bakanını da görevden aldı. Ancak hareketi bastırmayı başaramadı.

Tanklar ile neo-liberal politikalar arasında, neo-liberal politikalar ile kitlelerin isyanı arasında doğrudan bir bağ var. Yıllarca askeri faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü Şili, neo-liberal politikaların test edildiği bir laboratuvar ülke olmuştur.

80’lerden itibaren tüm dünyada uygulanmaya başlanan neo-liberal saldırı politikaları, 1973’te bir darbe ile yönetime el koyan Pinochet diktatörlüğü altında ilk kez bu ülkede hayata geçirilmiştir. Faşist cunta toplumsal muhalefetin yükselmesi sonucunda 1989’da yapılan seçimlerle yerini parlamenter rejime bıraktıysa da, kapitalist saldırı politikaları tam gaz devam etti. Bunun doğal sonucu olarak sermaye büyürken, işçilerin ekmeği küçüldü, eşitsizlik arttı.

Bugün Şili halkının yüzde 36’sı aşırı yoksulluğa mahkûm edilmiş durumda. Şilili 10 dolar milyarderinin toplam serveti ise ülkenin GSYH’sinin yüzde 16’sına tekabül ediyor. Özelleştirmelerle birlikte çeşitli hizmetler daha pahalı hâle gelirken, işçilerin satın alma gücü düştükçe düşüyor.

Zaten düşük ücretlerle geçinmeye çalışan işçiler, kimi bölgelerde gelirlerinin yüzde 20’sini ulaşıma ayırmak zorunda kalıyorlar. Nitekim ulaşıma yapılan zamma ilk tepkiler yol parasının önemli bir kalem olduğu işçi mahallelerinden geldi. Ama tepkiler bununla sınırlı kalmadı.

Pinochet döneminde temeli atılan bireysel emeklilik sistemi de işçilerin genelini etkileyen bir sorun olarak isyan dalgasının daha da büyümesini sağladı. Sağlık sistemi dünyanın tamamında olduğu gibi kâr odaklı olduğu için kazanç getirmeyen yoksulların sağlıkları Şili burjuvazisinin umurunda değil. En temel ameliyatlar için bile aylarca sıra beklenebiliyor. Yakın zamanda yayınlanan bir rapora göre 2018 yılında 26 bin insan sağlık hizmetine erişimin çok uzun sürmesinden dolayı hayatını kaybetmiş.

İşte “Şili mucizesi” olarak örnek gösterilen ekonomik sistemin sonucu budur. Emekçiler için yoksulluk ve sefalet, burjuvaziye kâr ve sefahat. Korkunç bir eşitsizlik ve adaletsizlik. Buna isyan eden emekçilere, Şili sermayesinin yanıtı yine zor, yine baskı, yine tanklar olmuştu.

Başkaldırı başkent Santiago’nun en önemli ulaşım aracı metroya, belirli saatler arasında uygulanmak üzere yüzde 4 zam yapılmasına karşı metroda “turnikeden atlama” şeklinde başlayan protestolar, güvenlik güçlerinin, turnikeden atlayan ve ücret ödemeden geçenleri güç kullanarak çıkarmasıyla başlanmıştı.

Ülkeye yayılan gösterilerde, 3 bölge ile 11 şehirde güvenliğin orduya bırakılmasını kapsayan “acil durum” ve “sokağa çıkma yasağı” ilan edilmişti.

Protestolarda 19 kişi hayatını kaybederken, 500’den fazla kişi yaralanmış, 2 bin 600’den fazla kişi gözaltına alınmıştı. Şili’de, Diktatör Augusto Pinochet’nin 1990’da devrilmesinden bu yana doğal afet harici ilk kez “acil durum” ilan edilerek güvenlik orduya teslim edilmişti. Ordunun tekrar Şili sokaklarında gözükmesi halkı taleplerini meydanlarda haykırmasından alıkoymadı.

Santiago’da metro biletine yapılan zam ile başlayan protestolarda bir milyondan fazla kişi kapsamlı bir sosyal reform talebiyle sokaklara döküldü. “Şili’nin tarihindeki en büyük gösterisi” nitelenen protestolarda, başkentin İtalya Meydanı’nı dolduran yüz binlerce kişi, Devlet Başkanı Piñera hükümetini, ülkedeki hayat pahalılığını ve sağlık hizmetlerini protesto etti.

Valparaiso, Punta Arenas, Vina del Mar ve diğer birçok Şili kentinde de binlerce kişi protesto için sokağa çıktı. Protestocular başkanlık konutunun yanından yürüyerek Piñera için istifa sloganları attı. Santiago Belediye Başkanı Karla Rubilar TV Chile televizyonuna verdiği demeçte “Bu tarihi bir gün” diye konuştu. İnsanların yıllardır biriken “öfke ve isyanı” dışa vurduklarını belirten Rubilar “Bugün Şili değişti” dedi.

Şili’nin “en neo-liberal başkanı” olarak nitelendirilen Piñera, Twitter paylaşımında “Hepimiz mesajı aldık” ifadesine yer verip, “Hepimiz değiştik. Beraberlik ve tanrının da yardımıyla hepimiz için daha iyi bir Şili’ye doğru ilerleyeceğiz,” diye yazdı.

Piñera bunun için atılacak adımlarla ilgili ayrıntılı bir bilgi ise vermedi. Piñera, protestolara son vermek amacıyla muhalefet ve iktidar partileri ile yaptığı görüşme sonrasında hazırlanan ve 10 ana maddeden oluşan ‘Sosyal Gündem’ isimli ekonomik yardım paketini açıkladı ancak bu paket eylemcilerin radikal değişim isteklerini karşılamamıştı.[46]

Bu doğrultuda Şili’nin çeşitli yerlerinde halk, Devlet Başkanı Piñera hükümetini protesto etmek için sokaklara dökülürken;[47] başkentte binlerce kişi, göstericilerin başlıca toplanma yeri olan İtalya Meydanı’nı doldurdular. Santiago’da gösterilerin pasif düzenlenmesi için çağrıda bulunulmasına rağmen yer yer göstericilerle polis arasında çatışmalar yaşandı.[48]

Toparlarsak: Sürdürülemez kapitalizmin yerküresinde kolektif proletarya içinde bulunduğu koşullar bütün ülkelerde üç aşağı beş yukarı aynı.

Kapitalizm tarihsel bir kriz içerisindedir. Sermaye, içinde bulunduğu krizi aşmak için daha fazla saldırganlaşırken, işçiler için bıçak kemiğe dayanıyor. Artan otoriterleşmeyi ve yerkürenin farklı coğrafyalarında yükselen isyanları bu diyalektik bütünlük içinde kavramak gerekiyor.

III.2) “YENİ”(LENEN) -GÜNCEL- İSYAN

Yerkürenin bugünü, “yeni”(lenen) -güncel- isyanlara tanık ve taraftır ki, bunda da şaşırtıcı hiçbir şey yoktur.

Çünkü Ernesto Che Guevara’nın, “Emperyalizm hayvanlıktır. O hayvan hiç doymak bilmez, o ulusal sınırları bilmez. Hitler’in hayvan orduları gibi, Kuzey Amerika’nın hayvanları gibi, Belçika’nın emperyalistleri gibi ve Cezayir içindeki Fransız emperyalistleri gibi… Çünkü emperyalizmin özü insanları hayvana dönüştürmektir, delirmiş kana susamış hayvanlara…” biçiminde tanımladığı küreselleşme denilen emperyalist yıkımın; Yuval Noah Harari’nin, “Hıristiyanlık ve Nazizm gibi bazı dinler, milyonlarca insanı sadece nefret yüzünden öldürdüler, kapitalizm ise milyonlarca insanı açgözlülükle karışık umarsızlıkla öldürdü,” sözleriyle karakterize olan ve Marksizm-Leninizm’in tanımladığı vahşetin orta yerindeyiz.

Biliyorum: Post-modern veya post-Marksistler için Marksizm-Leninizm’in tanımları “itici” geliyor; oysa yerküre hâlâ bu tanımlara muhtaç…

“Nasıl” mı? Hatırlayın…

Karl Marx, “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar,”[49] derken…

“Bu sarsıntıların arkasında” ekler Friedrich Engels: “Eskimiş kurumların engelledikleri toplumsal ihtiyaçların bulunduğunu şimdi herkes biliyor. Bu ihtiyaçlar, belli bir anda, hemen bir başarı sağlayacak kadar güçlü ve yaygın olarak hissedilmemiş olabilir, ama bu ihtiyaçları her zorbaca bastırma girişimi, onları daha da şiddetlendirip yaygınlaştırmaktan başka bir sonuç vermez, ta ki zincirlerini parçalayıncaya dek.”[50]

Ve bu iki saptamayı; “Üstyapının bütün eklemleri çatırdamakta, baskıya dayanamamakta ve giderek zayıflamaktadır. Birbirinden çok farklı sınıf ve grupların temsilcileri aracılığıyla halk, kendi çabasıyla yeni bir üstyapı kurmak zorundadır. Gelişmenin belli bir evresinde eski üstyapının işe yaramazlığı herkes için açık-seçik bir hâle gelir; devrim herkesçe benimsenir. Şimdi görev, yeni üstyapıyı hangi sınıfın kuracağı ve nasıl kuracağını belirlemektir,” sözleriyle bütünler V. İ. Lenin.

Bugünlerde yerküredeki hâlin izahı budur!

Kimileri, hâlen, “birbirinden bu kadar farklı özelliklere sahip ülkelerde, birbirinden bu kadar farklı taleplerle nasıl olur da adeta senkronize isyanlar yaygınlaşabilir” diye soruyor. Sonra da buna, liberal sosyolojiden ve IMF, DB, OECD, BM-UNCTAD, DEF vb’nin “küresel risk” raporlarından devşirme “sosyal eşitsizlik artışı” kavramıyla yanıt verdiklerini sanıyor. Oysa söz konusu olan “eşitsizlik” değil “aşırı eşitsizlik”tir!

Kolay mı? Dünya çapında ve hemen her ülkede yüzde 1-5’lik bir kesimin görülmemiş mali servetleri, geriye kalan tüm toplumun giderek daraltılan yaşam kaynaklarının toplamından fazladır. Kitleler eşitsizlik artışına bir noktaya kadar, özellikle, en azından belli kesimleri için, zaman içinde “yükselme”, ücret ve yaşam koşullarını iyileştirme olanak veya şansları varsa tahammül edebilirler. Bugün ise gıdım gıdım da olsa durumunu iyileştirme olanağı sunan düzenli iş olanağı ne özel sektörde ne de “kamu” sektöründe artık yok, bırakalım mavi yakalıları, beyaz yakalılar için bile ücret ve statü artışı olmadan, eski durumunu koruyabilmek için bile durmaksızın eskisinden fazla çalışma zorunluluğu var. Ama bu, basitçe bir “bölüşüm eşitsizliği” sorunu değil, kapitalist üretim ilişkilerinin (özellikle kriz koşullarında) işleyiş biçiminin bir sonucudur. Öyleyse, bilimsel bir yanıta doğru bir ilk adım olarak, “eşitsizlik”den ziyade, sınıf kutuplaşmasından ve uzlaşmaz emek-sermaye karşıtlığından bahsetmemiz gerekir:

“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, kendi emeklerini başkalarını sermaye olarak üretenlerin tarafında, sefalet birikimi.”[51]

Karl Marx, bunu, “kapitalist birikimin mutlak genel yasası” ve “kapitalist birikimin uzlaşmaz karşıt niteliği” olarak tanımlar: “Sefalet, nispi artı-nüfusla (işsizlikle-bn) birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur. Bunlar, kapitalist üretimin faux frais’si (zorunlu maliyetleri-yn) arasında yer alırsa da, sermaye, bunun büyük kısmını, kendi omuzlarından kaldırıp, işçi sınıfı ile alt orta-sınıfın omuzlarına yüklemenin yolunu çok iyi bilir.”[52]

Sermaye birikimin gelişimi, dünya çapında ve her ülkede (emek üretkenliğinde artış, sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, vb ile), işsizlik, yoksulluk ve muhtaçlar tabakasını genişletmekle kalmaz. Kapitalizm bu genişleyen işsizler, yoksullar ve muhtaçlar tabakasının bakım maliyetini de sermaye ve sermaye devletinin omuzundan alıp, işçi sınıfının ve alt orta-sınıfın üstüne yıkar. Ücretler ve diğer geçimlik gelirler, emekgücü değerinin altına düşmekle kalmaz, bunlar daha fazla kişi tarafından (büyüyen işsizler, düzensiz ve geçici çalışabilenler, yaşlılar, hastalar, sakatlar, dullar, yetimler, yoksullar, muhtaçlar, vd) paylaşılmak zorunda kalınır.

Günümüzde bunun en tipik biçimlerinden biri, sosyal güvenlik, sağlık, işsizlik, emeklilik sistem ve fonları tasfiye edilirken (özelleştirilmesi ve sermaye tarafından yağmalanması), çalışamaz duruma gelmiş büyüyen işsizler, yaşlılar, sakatlar, hastalar ordusunun bakımının da işçi ve alt-orta sınıf ailelerin, yani kadınların sırtına yıkılmasıdır. Kadınların daha ucuz emekgücü olarak daha yığınsal olarak emekgücü piyasasına çekilmesi, diğer yandan emekgücünün yeniden üretimiyle birlikte büyüyen yaşlı, sakat, hasta, işsiz bakımının da kadınların sırtına yıkılması, toplumsal cinsiyet işbölümüne dayalı aile kurumun paslı vidalarla sürdürülmesi, kadın haklarının tasfiyesi ve kadınlara dönük ataerkil baskı, saldırı ve şiddetin artması, önemli bir yönü de budur.

Günümüzün “neo-liberal” denilen kapitalizminde, işçi sınıfının bir dönemki tarihsel mücadele kazanımları olan; işsizlik ve yoksulluğu bir nebze tamponlayan “kamu” politikaları, kısmi sosyal güvenlik, emeklilik, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri, iş güvencesi, işçi sağlığı ve güvenliği düzenlemeleri, konut, ulaşım, enerji, temel gıdaya dönük sübvansiyonlar vb.’nin büyük ölçüde kaldırılması: İşsizlik ve yoksulluk artışıyla birlikte sefalet birikimini de büsbütün yıkıcılaştıran bir etkendir. Her türlü yaşam dayanağı ve olanağının özelleştirilmesi ve metalaştırılmasının ötesinde, mali oligarşik sermaye kıskacına alınması söz konusudur. Devlet iktidarı ve bağlantılı “kamu” kurumları, çok daha dolaysız ve safkan biçimde sermayeleşmiş/şirketleşmiş, mali oligarşik burjuvazinin elinde daha fazla yoğunlaşmış ve merkezileşmiş, kitlelerin en temel ve asgari ihtiyaçlarını bile bastırarak, çok daha dolaysız ve hızlandırılmış bir azami kâr ve yağma aracına dönüşmüştür.

Bu zeminde son dönemki küresel isyan dalgasının öne çıkan tepki gündemlerinden olan yolsuzluk patlaması, bu yüzden, bildiğimiz anlamda yolsuzluktan farklıdır. Kitleler sefalet içindeyken hükümet ve bürokratların yüksek maaşlarını ve yaptıkları yolsuzlukların ötesinde bir anlama sahiptir. Aslen devletin, az sayıda mali sermaye grubunun dolaysız kontrolünde, mali oligarşik kapitalist bir şirkete dönüşmesi, kamu fonları ve rezervlerinin (sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, emeklilik, yoksulluk, işsizlik, memur maaşları, ulaşım, enerji, su, gıda vd fonları dahil) para-sermayeye çevrilerek, yağmalanması, ve/veya büyük mali sermaye gruplarının kendi özel sermayeleri gibi kullanılması söz konusudur. Burada çember kapanmakta, günümüz devletinin iç yüzü, mali oligarşik kapitalist devlet-şirketi ve diktatörlüğü olarak açığa çıkmaktadır.

Şu eski parlamento, genel oy, muhalefet, kamuoyu, medya, vb gibi biçimsel, dolaylı, temsili katılım ve denetim mekanizmalarının da büyük ölçüde etkisizleştirildiği veya kolayca manipule edilebilir hâle geldiği, tüm güç ve iktidarın en tepede, doğrudan büyük sermaye ile kaynaşmış devlet başkanlığı veya başbakanlık aygıtında toplandığı, kapitalist mali oligarşik diktatörlük biçimleri de aynı paraleldedir.

Aşırı birikim ve aşırı üretim krizleri, bunun etkilerini hafifletilebilmek için, her düzeyde borçlanmayı (devlet, şirketler, küçük üretici, hanehalkı) görülmemiş düzeylere yükseltir, bu borçlar da hem aşırı sömürüyü keskinleştirir hem de, küçük üretici ve küçük mülkiyetin hızlanan ve genişleyen mülksüzleştirilme süreçleri, vergi ve zamlar, kamu istihdam ve hizmetlerinde kesintiler, özelleştirmeler vb; yani açık veya örtük “kemer sıkma” programları ile yine işçilerin üzerine yıkılır.

Günümüz isyan dalgasını, mekanik biçimde, bu yılın ikinci yarısında başlamış görünen küresel resesyon ile açıklamaya çalışanlar da, öncesini görmüyor. Neo-liberal kapitalizmin onyıllardır süregiden sosyal yıkım birikimi bir yana, 2008/2009 krizinden sonra ancak 2010 yılından itibaren bir nebze toparlanır görünen ortalama gerçek ücretler, dünya çapında 2015 yılından itibaren yeniden düşmeye, esnek, güvencesiz, kısa süreli geçici çalıştırmayı yaygınlaşmaya, başta gıda olmak üzere temel geçim mal ve hizmetlerinde fiyat artışları ise yeniden yükselmeye başladı.

Bunun açıklaması şudur: Kriz arifesinde (ekonomik durgunluk ya da daralma başlamadan 3-4 yıl önce) kâr oranları yeniden düşüşe geçer; ancak sistem faizleri düşürerek, hayali ve spekülatif sermayeyi şişirerek, sermaye vergi ve maliyetlerini azaltıp teşvikleri artırarak, işçi ücret ve haklarını budayarak, işsizliği büyüterek, güvencesizliği ve esnekliği yaygınlaştıran uygulamalarla, kitlelerin geçim mal ve hizmetlerine dönük vergi ve zamlarla, krizi bir süre öteleyebilir.

Gerçekte kriz ve saldırılar, işçi sınıfı ve kitleler için, ekonomik durgunluk ve daralmadan epey önce başlamıştır. Çoğu ülkede krizden önceki birkaç yıl önce, işçi eylemlerinde belirgin bir yükseliş yaşanmasının ve krize doğru bu sınıfsal ön hat mücadelelerinin, sonraki daha geniş çaplı isyan dalgasının habercisi ve öncü-hazırlayıcısı olmasının nedeni budur. Örneğin Şili’de, 2019 isyandan 2 yıl önce bakır madeni işçilerinin grev ve direniş dalgası, 2018 yılı sonunda liman işçilerinin militan ve çatışmalı mücadeleleri, bu yılın yaz aylarında ise 100 bin öğretmenin 1.5 aya yakın süren grevi yaşanmıştı. Endonezya’da önceki yıllarda yeni iş yasasına karşı parlamento önünde büyük işçi eylemleri, Irak’ta ise geçen yaz elektrik ve su kesintilerine karşı büyük bir eylem dalgası yaşanmıştı.

Şili’de metro ulaşımına yüzde 3 zammın bir isyanı tetiklemesi, pek çoklarını şaşırttı, ama kapitalist birikimin uzlaşmaz emek-sermaye karşıtlığına Şili örneği üzerinden daha yakından bakalım: Şili’de şehir içi ulaşım sistemi tarifeleri dünyanın en pahalılarından biri, bir bilet yaklaşık 8 TL’ye karşılık geliyor ve ulaşım ortalama ücretin yaklaşık yüzde 21’i civarında!

Şili’de kişi başına ortalama gelir 16 bin peso, asgari ücret 400 peso, ortalama ücret 550 bin peso civarında, bir ailenin ortalama asgari gıda harcaması ayda 500 bin peso ve nüfusun yarısı ayda kişi başına 200 bin peso’dan azıyla geçinmeye çalışıyor. Ortalama emekli aylığı 300 bin peso civarında ve emeklilerin çoğunluğu 75 yaşına kadar, ya da sağlıkları ne kadar elverirse, asgari ücretin altında işlerde çalışmaya devam etmek zorunda kalıyorlar.

2018’de, Şili’de tam 27 bin hasta işçi veya yoksul emekçi, kamu hastanelerinde aylar ve bazan yıllar süren ameliyat veya tedavi sırası beklerken öldü, çok daha fazla işçi ve emekçi ise tekelleşmiş eczane zincirlerinde fahiş fiyata satılan ilaçlarını alamadıkları için ölüyor ya da kötürüm bir yaşam sürdürmek zorunda kalıyor.

Şimdiki Şili isyanında, çoğu Wall Mart’a bağlı 200 hipermarketin, 70 benzin istasyonunun ve bir dizi lüks lokanta ve eğlence merkezinin yanısıra, tam 120 büyük eczane mağazasının da yakılıp yıkılması rastlantı olmasa gerek.

Bu tabloda işsizlik, ücret artışı, çalışma koşulları, eğitim, sağlık, elektrik, su, gıda, ulaşım, konut koşullarının geniş çaplı iyileştirilmesi gibi istemler, kronik yolsuzluğun (ki kitleler bundan apaçık biçimde banka ve tekellerle kaynaşmış ve çürümüş devlet iktidarının işçileri ve yoksulları organize soyma ve ezme aracı olmasını anlıyor) kaldırılması, mali oligarşik neo-liberal despotik iktidar ve rejimlerin indirilmesi istemleriyle bütünleşiyor.

Şili’de bir gencin “yurttaş değil proleteriz” duvar yazısı, günümüz isyan defterine düşülmüş en önemli notlardan biriydi.

Kapitalist birikimin uzlaşmaz karşıt niteliğini, önce teorik olarak, sonra da günümüzdeki isyan dalgalarından belli çizgilerle göstermeye çalıştık. Günümüz isyan dalgasının en önemli karakteristiği, emek-sermaye, proletarya-burjuvazi uzlaşmaz karşıtlık ve çatışmasını, ve henüz çok belirgin olmasa da bir dizi anti-kapitalist dinamiği, önceki dalgalara göre daha fazla hissettirmesidir.[53]

Evet, sürdürülemez kapitalist sistem basitçe “düzeltilemez” yani eskisi gibi sürdürülemez durumdadır. Ve Ergin Yıldızoğlu’nun işaret ettiği gibi, “Bugün, adeta bir “çorak ülkede” yaşıyoruz! Diğer taraftan, tarih tam da böyle dönemlerde yapılabiliyor!”[54]

O hâlde şimdi Şili’de de “De te fabula narratur!/ Anlatılan senin hikâyendir,” diyerek; Karl Marx’ın, “Tarih yargıç, infazcısı ise proletaryadır,” uyarısını bir kez daha anımsama/ anımsatma zamanıdır.

Çünkü “Marx’ın tarihe yön verecek kapasiteye sahip bir aktör olarak gördüğü proletarya, kendi nesnelliğinin bilincinde olan ve bu nesnelliği aşacak iradeyi taşıyan bir sınıftır. Örneğin işçi sınıfı, sırf kapitalist üretim biçimi içinde sömürülen sınıf olduğu için değil, genellikle ve süreklilikle gereksinimleri karşılanmayıp, sermayeyle sistematik bir mücadeleye maruz kaldığı, dolayısıyla hedeflerinin peşine düşüp, kapitalizmin iktisadi aygıtını durdurma -ve bazı sınırlar içinde yeniden yönlendirme- gücüne sahip bir sınıf olduğu için kapitalist toplumdaki diğer bütün toplumsal ve siyasi güçlerden farklı olarak sosyalizmin vazgeçilmez etmenliğiyle vasıflandırılmıştır.[55]

Marx için proletarya, insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan “kolektif Prometheus”un ta kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır. Bu yüzdendir ki daha önceki hiçbir toplumsal devrimde görülmediği ölçüde ortak insan aklının ve bilinçli tasarımın ürünü olan sosyalist devrim, insanlığın kendi tarihini kendisinin yapma serüveninde yepyeni bir deneyimdir.”[56]

Elbette Hindistanlı Marksist Prabhat Patnaik’in “Devrimi artık ciddiye almalıyız,” sözünü unutmadan; isyanın muhtaç olduğu önderlikle veya güncel öndersizlik krizini aşarak!

Kuşku yoktur ki Şili ile birlikte Güney Amerika kıtasındaki siyasal ve sosyal gelişmeler dünya soluna önemli deneyler ve perspektifler sunmaktadır; geçmişte verilmiş mücadelelerin birikimi günümüz dünyasının koşullarında değişik biçimde meyvelerini veriyor.

Bugünlerde başkaldıran Şili’nin duvarları, “Yaşadığımız Depresyon Değil Kapitalizm/ No Era Depresión Era Capitalismo!” diye haykırırken yaşanan UP tecrübesi ile Başkan yoldaş Salvador Allende ve Simón Bolívar, Emiliano Zapata, José Martí, Farabundo Martí, Augusto Sandino, Fidel Castro, Hugo Chávez ile tabii ki Che Guevera’nın mücadele birikimleri günümüz isyanlarına dahildir.

3 Aralık 2019 19:17:26, İstanbul.

N O T L A R

[1] 11 Aralık 2019 tarihinde Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde yapılan konuşma…

[2] Pablo Neruda.

[3] Elif Görgü, “Inti Illimani Kurucularından Jorge Coulon: Şili’de Değişim Başlamalı”, Evrensel, 17 Kasım 2013, s.5.

[4] “Şili’de eylemci bir kadın devlet tarafından katledildi. #DanielaCarrasco idi. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde Şili’de eyleme katılan kadınlar, Kadın Hakları ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakanlığı önünde kadın cinayetlerini, cinsel saldırı ve istismar olaylarını protesto etti. Kadınların hep bir ağızdan söylediği marşta ise şu ifadeler vardı: ‘Tecavüzcü sizsiniz. Devlet. Hâkimler. Ordu. Devlet başkanı’…” (“Şilili Kadınlar Bakanlık Önünde: Zanlı Sizsiniz”… https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin/2019/11/28/silili-kadinlar-bakanlik-onunde-zanli-sizsiniz/)

[5] Elif Görgü, “Şili’de Polis Saldırılarını Belgeleyen Kadın Gazeteci Öldürüldü”, 25 Kasım 2019… https://www.evrensel.net/haber/391665/dunya-turu-silide-polis-saldirilarini-belgeleyen-kadin-gazeteci-olduruldu

[6] “Şili’de Direnişin Sembol İsimlerinden Biri Daha Yaşamını Yitirdi”, 28 Kasım 2019… http://odakdergisi.com/silide-direnisin-sembol-isimlerinden-biri-daha-yasamini-yitirdi/

[7] Kemal Erdem, “Şili: 1973 Yenilgisinin Dersleri”, 2 Nisan 2004… https://marksist.net/TRH/Kemal%20Erdem-%20Sili%201973%20Yenilgisinin%20Dersleri%20.htm

[8] Doğu Eroğlu, “Allende ve Sosyalizme Giden Yol”, Birgün, 27 Haziran 2013, s.2.

[9] Mike Gonzales, “Şili 1972-1973/ İşçiler Birleşiyor” başlıklı makalesi, Devrim Provaları, der: Colin Barker, çev: Umut Haksan-İrem Yılmaz, Yordam Yay., 2008.

[10] “Sayın Cumhurbaşkanı’na, Yoldaş Allende: Mücadele içindeki Sanayi Kordonları Bölge Koordinasyon Komitesi, Bölge Doğrudan Tedarik Kontrol Komutası ve İşçilerin Birleşik Cephesinde örgütlü işçi sınıfı olarak size yazmanın zamanı geldi. Biz yalnızca Şili’deki devrimci sürecin tasfiyesinden değil, daha da önemlisi yakın gelecekte acımasız ve cani bir faşist rejime yol açacak birtakım olaylardan dolayı endişeliyiz.

Önceleri, bizi endişelendiren husus, sosyalizme doğru ilerleyen sürecin, merkezci, reformist, burjuva demokratik bir hükümet tarafından tehlikeye atılıyor olmasıydı. Zira hükümet, kitleleri hareketsizleştirmeye çalışıyor ya da onların kendini koruma güdüsünden kaynaklanan anarşik isyan eylemlerine yönelmesine sebep oluyordu.

Fakat şimdi, en son olaylara baktığımızda, bundan artık endişelenmiyoruz. Çünkü şimdi kaçınılmaz olarak faşizme giden bir yolda olduğumuzdan eminiz.

Bu nedenle, işçi sınıfının temsilcileri olarak vazgeçilmez olduğunu düşündüğümüz önlemleri sıralayacağız.

Öncelikle, yoldaş, Unidad Popular programının uygulanmasını istiyoruz, çünkü 1970 yılında biz bir adama oy vermedik, bir programa oy verdik.

Halk Birliği programının ilk bölümü ‘Halkın İktidarı’ başlığını taşıyor.

Programın 14. sayfasını aktarıyoruz: ‘Halkçı ve devrimci güçlerin birleşme sebebi, bir Cumhurbaşkanının yerine bir başkasını ya da iktidardaki bir partinin yerine bir diğerini getirmek için mücadele etmek değildir. Bu birliğin amacı, ülkedeki durumun gerektirdiği esaslı değişiklikleri gerçekleştirmek, iktidarın eski egemen gruplardan işçilere, köylülüğe ve orta sınıfın ilerici kesimlerine devredilmesini sağlamaktır… Devletin mevcut kurumlarını, gerçek iktidar işçilerin ve halkın elinde olacak şekilde dönüştürmektir.’

‘Halk hükümeti, gücünü ve otoritesini esas olarak örgütlü halkın kendisine sağladığı desteğe dayandırır.’

Sayfa 15: ‘Yeni iktidar yapısı, kitlelerin seferberliği yoluyla, tabandan oluşturulacaktır.’

Program yeni bir anayasadan, tek meclisli sistemden, Halk Meclisinden, üyeleri Halk Meclisi tarafından atanacak bir Yüksek Mahkemeden söz etmektedir. Sayfa 24’te silahlı kuvvetlerin insanları baskı altına almak için kullanılmasının reddedileceği belirtilmektedir.

Yoldaş Allende, eğer bu ifadelerin sınıf için asgari bir program olan Halk Birliği programından alıntılar olduğunu belirtmesek, bunların Sanayi Kordonlarının ‘ultra’ diliyle yazılmış olduğu bize söylenirdi.

Ama soruyoruz: Yeni Devlet nerede? Yeni Anayasa, Tek Meclis, Halk Meclisi, Yüksek Mahkemeler?

Üç yıl geçti, Yoldaş Allende, kitlelere güvenmediniz ve şimdi biz işçiler inancımızı yitirdik…

Yoldaş Başkan, bu acil çağrıyı yapıyoruz, çünkü bunun Şili ve Latin Amerika işçi sınıfının binlerce neferinin öldürülmesinden kaçınmak için son şans olduğuna inanıyoruz… Sanayi Kordonları İl Koordinasyon Komitesi.” (“… ‘Sanayi Kordonları’ndan Allende’ye Mektup”, 20 Eylül 2019… https://marksist.net/ceviriler/sanayi-kayislarindan-salvador-allendeye-mektup)

[11] Elif Görgü, “Cesaret ve Aklın Gücüyle”, Evrensel Pazar, 3 Mart 2013, s.14.

[12] “Allende’nin başkanlık sarayı bombalanmaya başlandı. Allende vuruşarak öldü. Yıllar sonra Allende’nin ölmeyip intihar ettiği açıklandı.” (Miyase İlknur, “Selam Sana Allende!”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2018, s.13.)

[13] Mete Kızık, “Castro’run Silahı, Allende’nin Özkıyımı”, Cumhuriyet Hafta Sonu, 12 Eylül 2009, s.7.

[14] Gabriel García Márquez, Latin Amerika’nın Kaynayan Damarları, derleyen: Masis Kürkçüğil, İthaki Yay., 2004, s.48.

[15] Erinç Yeldan, “21 Kasım 1973, Santiago Stadyumu: Şili 1- Sovyetler Birliği 0”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2009, s.13.

[16] Hadi Uluengin, “Şili: Tam Kırk Yıl”, Taraf, 11 Eylül 2013, s.9.

[17] Ömür Şahin Keyif, “Allende! Burada!”, Birgün, 11 Eylül 2018, s.13.

[18] Mustafa K. Erdemol, “Şili’nin Demokrat Başkanı Aylwin Öldü”, Birgün, 26 Nisan 2016, s.5.

[19] Isabel Allende, Ruhlar Evi, Çev: Nihal Yeğinobalı, Öykü Yay., 1987.

[20] Ertuğrul Mavioğlu, “Gracias A La Vida!”, Özgürlükçü Demokrasi, 10 Eylül 2016, s.3.

[21] “Kayıp Yakınları Af Önerisine Öfkeli”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2010, s.11.

[22] “Şilili İşkenceci İtirafa Hazır”, Radikal, 2 Kasım 2009, s.11.

[23] “Şili’de Geçmişle Hesaplaşma”, Birgün, 3 Eylül 2009, s.10.

[24] “Şili Geçmişiyle Hesaplaşıyor”, Evrensel, 3 Eylül 2009, s.10.

[25] “Şili’de Büyük Dalga”, Taraf, 3 Eylül 2009, s.2.

[26] “Pinochet’nin Adamlarına Kötü Haber”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2009, s.10.

[27] “Neruda’nın Ölümündeki Sır Perdesi Kalkıyor”, Milliyet, 10 Şubat 2013, s.26.

[28] Mustafa K. Erdemol, “Neruda’yı Faşist Devlet Öldürdü”, Birgün, 7 Kasım 2015, s.2.

[29] “Cunta Kurbanları İçin Müze”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2009, s.10.

[30] Sezin Öney, “Balkan Savaşlarında Pinochet Parmağı”, Taraf, 7 Ekim 2009, s.2.

[31] “Pinochet’nin Servetini İngiltere Gizledi”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2009, s.11.

[32] “Pinochet’nin Serveti Britanya’nın Kanatları Altında”, Radikal, 24 Ağustos 2009, s.11.

[33] Şilili iki kız çocuğu, darbe hayatlarını değiştirene kadar çok yakın arkadaştı. Evleri aynı sokakta karşılıklı olan bu iki çocuk, aynı okula gidiyordu. Siyah beyaz fotoğraflarda beraber gülümseyen iki arkadaş, sokakta birlikte oyun oynuyor ve bisiklete biniyordu. Babaları, birbirine arkadaşlık ile bağlı olan çok yakın iki pilottu. Siyasi görüşleri farklı da olsa Savunma Bakanlığı’nda ya da düzenlenen partilerde politikadan konuşmayı seviyorlardı. Babalardan Fernando Matthei, askeri akademide yüksek bir rütbeye sahipti ve İsveç sistemini takdir ediyordu; Yüzbaşı Alberto Bachelet ise Fidel Castro tarafından yönetilen Küba’yı beğenmekteydi.

Bachelet ailesinin bahçesi zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Bu bahçeye hayranlık duyan Baba Matthei bahçenin yakınına kendi evini inşa ettiğinde arkadaşı Bachelet, Matthei’ye iki zeytin bir de vişne ağacı hediye etmişti. 1970 yılında sosyalist lider Salvador Allende, Şili’nin devlet başkanı seçilmişken Matthei, 1971 yılında bir görev için İngiltere’ye gönderildi. 11 Eylül 1973’te ise Şili halkının hafızalarına onarılmaz anılarla kazınan, Pinochet darbesi gerçekleştirildi. Baba Bachelet, aynı gece tutuklandı, sonra tekrar bırakıldı, gene tutuklandı ve bu süre içinde sayısız işkencelerden geçti.

Bachelet, sonraki günlerde oğlu Alberto’ya yazdığı mektupta “26 gün boyunca kimseyle görüştürmediler. 30 saat boyunca işkenceye maruz kaldım. İçimi mahvettiler, zihinsel açıdan da tükettiler” diyecekti. Matthei ise darbeden üç ay sonra Hava Kuvvetleri Akademisi’nin başkanı olarak Şili’ye geri döndü. Aynı akademinin bodrum katında ise arkadaşı Bachelet işkence görmekteydi. Dört yıl sonra cuntanın ileri gelen isimlerinden biri olacak Matthei, anı kitabına arkadaşının kaderiyle ilgili olarak “İtiraf etmeliyim ki akademinin bodrum katında ya da hapisteyken onu görmeye gitmedim, bundan utanıyorum. Sanırım o zaman sağduyu cesaretimin önüne geçti,” diye yazacaktı.

Bachelet, daha fazla işkencelere dayanamadı ve 1974 yılında hayatını kaybetti. Eşi ve kızı ise bu sırada darbe yıllarına damgasını vuran Villa Grimaldi toplama kampında işkence görmekteydi. Ardından Doğu Almanya’ya sürgüne gönderildiler. Matthei’nün ısrarları üzerine Pinochet, Bachelet ailesinin 1979’da Şili’ye dönmesine izin verdi.

Kızı Michelle Bachelet, ülkeyi terk etmeden başladığı tıp eğitimini tamamladı. Hikâyenin diğer kahramanı olan çocukluk arkadaşı Evelyn Matthei ise darbe yıllarında Londra’da ekonomi eğitimi aldı ve bugünün Şili Devlet Başkanı Sebastian Piñera’nın bankacılık işlemleriyle ilgilenen şirketinde çalıştı. Babası gibi gönlünü sola kaptırmış olan Michelle Bachelet ve bugünün sağcı lideri Piñera’nın himayesinde seçime giren Evelyn Matthei’nün yolları, düzenlenen başkanlık seçimlerinin en güçlü adayları olarak yıllar sonra tekrar kesişti.

1988 yılında askeri rejimin sona ermesinin ardından politikaya atılan iki kadın, ülke tarihinin hem acılarla dolu geçmişini hem de geleceğe dair beslenen umudunu temsil ediyor. 2006 yılında Şili’nin ilk kadın lideri seçilen Bachelet, dört yıl sonra görevini yüzde 84 destek oyuyla bıraktı, Birleşmiş Milletler’in kadın departmanının başına geçti. Matthei ise başkanlık adayı olarak gösterilene kadar şimdiki hükümette Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak hizmet verdi. (Özge Özdemir, “Pinochet’nin Ayırdığı Dostlar Rakip Oldu”, Milliyet, 18 Kasım 2013, s.20.)

[34] Aydın Çubukçu, “Dünya Kabuğunu Zorluyor”, Evrensel, 18 Aralık 2013, s.11.

[35] John Pilger, “Pinochet’nin Hayaleti Şili’nin Yakasına Yapıştı”, Newstatmen, 13 Ekim 2010.

[36] Metin Yeğin, “2010 Latin Amerika’ya Sağdan Vurdu”, Günlük, 29 Aralık 2010, s.13.

[37] http://envolverde.com.br

[38] Erol Anar, “Şili: Geçmişinde Geleceğini Arayan Ülke”, Evrensel Hayat, 22 Nisan 2012, s.10.

[39] “Öğrenci Lideri Bebeğiyle Mecliste”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2013, s.14.

[40] Ivan Ljubetic, Başlangıcından Günümüze Şili İşçi Sınıfı Mücadelesi, Çev: C. Kartal, Bilim Yay., 1979.

[41] Milton Friedman, neo-liberal saldırı politikalarının şampiyonluğunu yapan bir burjuva iktisatçısıdır. Nitekim burjuvaziye verdiği hizmetlerin karşılığını 1976’da Nobel ödülüyle almıştı.

[42] Hugo Calderon-Jaime Ensignia-Eugenio Rivera, Friedman Modeli Kıskacında Şili (1973-1981), Çev: Neşe Ümit, Belge Yay., 1982.

[43] Suphi Koray, “Şili’de Halk Bugün Ayaklanıyor!”, 12 Kasım 2019… https://marksist.net/suphi-koray/silide-halk-bugun-ayaklaniyor

[44] Samim Akgönül, “Şili’nin Dağ Şililileri”, Radikal İki, 24 Ekim 2010, s.9.

[45] Umur Koçak, “Şilili Öğrencilerin Ücretsiz Eğitim Zaferi”, Milliyet, 25 Aralık 2015, s.25.

[46] “Santiago’da Milyonlar Meydanları Doldurdu”, Birgün, 27 Ekim 2019, s.5.

[47] Protesto eylemleri o kadar etkiliydi ki, sokaklarda altı haftadır süren hükümet karşıtı gösterilerden ötürü Şili’de maçları ertelemek bir şeyi değiştirmeyince; farklı bir “çözüm” bulundu. Şili Futbol Federasyonu, tamamlanmasına altı hafta kalan sezonda ligi tamamen iptal ettiğini duyurdu. Böylece ülkede, sezonun geri kalanı oynanmayacaktı! (Onur Dinçer, “Şili’de Sezonun Fişi Çekildi”, 30 Kasım 2019… http://www.milliyet.com.tr/skorer/silide-sezonun-fisi-cekildi-6090695)

[48] “Şili’deki Gösteriler Devam Ediyor”, Birgün, 10 Kasım 2019, s.4.

[49] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[50] Friedrich Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1992.

[51] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[52] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[53] “Küresel İsyan Dalgası: Bir Giriş”, 28 Ekim 2019… http://devrimciproletarya.net/kuresel-isyan-dalgasi-bir-giris/

[54] Ergin Yıldızoğlu, “Üç Dönem Aynı Anda”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2019, s.8.

[55] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[56] Tülin Öngen, “Marx ve Sınıf”, Praksis, No:8, s.27… http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/008-01.pdf

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights