Yargı, son hâliyle polis emniyet fezlekelerini hükme dönüştürme mercii olarak işliyor;[7] bunun lâmı cimi yok… Bu ise “güçler ayrılığı” ilkesini bir kara mizaha, “yargılanma”yı ise kendisinin hayaletine dönüştürmekte.
“YARGI BAĞIMSIZLIĞI” MI DEDİNİZ?
SİBEL ÖZBUDUN / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
“Düşünceler baskı altına
alarak yok edilemez.
Onlar ancak dikkate
alınmayarak yok edilebilir.”[1]
29 Mayıs 2018… Batman Adliyesi, 2. Ağır ceza mahkemesi… 15 kadar izleyici, küçük duruşma salonunun dinleyicilere ayrılan sıralarını doldurmuşuz. Avukatlar hâkim kürsüsünün sağındaki bölüme sığmamışlar, sol taraftaki kısma taşmışlar. Mahkeme heyeti gergin. Savcının yüzünden bir şey okumak, mümkün değil.
Sanık sandalyesinde iki dost: Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu. Çektikleri belgeselden, Bakur’dan dolayı yargılanıyorlar. “Neden Batman’da” mı? Güzel soru.
Duruşma başladığında avukatların heyete yönelttikleri ilk soru -ve itiraz- da bu oluyor zaten: “Müvekkillerin ikametgâh adresi İstanbul; filmin çekildiği yer dağlar, filmin montaj yeri de İstanbul…” Doğru, film (Batman belediyesi kayyıma devredilmeden önce) kentteki (Mart 2018’de tamamen yanan) Yılmaz Güney Sineması’nda gösterilmiş. Tıpkı İstanbul’da ve başka kentlerde de gösterildiği gibi. Ve gösterimden yaklaşık iki yıl sonra da yönetmenler hakkında dava açılmış. “Bakur (Kuzey) isimli belgeselin, PKK/KCK terör örgütünün, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek nitelikte…” olduğu iddiasıyla… Üstelik de, savcılığın sorusu üzerine Kültür Bakanlığı’ndan gelen “Film yasak değildir” yanıtına rağmen…
İmdi, avukatların itirazı haksız mı: “Siz filmin gösterilmiş olmasını mı yargılıyorsunuz, yoksa içeriğini mi? Filmin yapımının Batman’la ilgisi olmadığına göre, içeriğin yargılanması konusunda mahkemeniz, yetkisizdir. Yok, filmin gösterilmiş olmasını yargılıyorsanız, bu durumda da yargılanması gerekenler filmin yapımcıları değil, sinemanın işletmecileridir…”
Yanlış tahmin etmediniz. İtiraz heyet tarafından görüşülmeden, iki saniye içinde reddedildi. Ve duruşmaya devam edildi… “Hukuk hiçbir zaman toplumun iktisadi yapısının ve bunun belirlediği kültürel gelişmişliğinin ilerisinde olamaz,” öngörüsü Karl Marx’ın, bir kez daha doğrulanmıştı…
Duruşmanın seyrini, Ertuğrul Mavioğlu’nun sinema tarihine geçmesi gereken savunmasını, sağlığına hâlâ tam olarak kavuşamamış Çayan’ın o dik duruşunu medyadan (tabii muhalif ve ağırlıklı olarak sosyal medyadan) izleyebilirsiniz.
Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim konu, 15 Temmuz’daki darbe girişimini iktidar partisinin tüm kurumlara olduğu gibi yargıya da etkin ve kapsamlı bir müdahale fırsatı olarak değerlendirmesi ve bunun sonucu olarak yargının -en azından düşünce ve ifade özgürlüğüne ilişkin konularda- AKP’nin “disiplin kurulu” olarak işler hâle gelmesi…
Yanıltıcı olmasın, Türkiye’de yargı hiçbir zaman gerçek anlamıyla “bağımsız” olmadı.
Çok gerilere gitmeyelim: Mithat Sancar ile Eylem Ümit Atılgan’ın TESEV desteğiyle hazırladığı, Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve Trabzon’dan hâkim ve savcılarla mülakatlara dayalı araştırmada[2] görüşülen hâkimlerin hatırı sayılır bir bölümünün iktidarın HSYK eliyle yargıya müdahale ettiğini, hâkimlerin tayin baskısı altında olduğunu düşündüklerini, kendilerini öncelikle devletin çıkarlarını gözetmekle yükümlü gördüklerini ortaya koymaktaydı. Dahası, hâkim ve savcıların mensubu oldukları kurumun bağımsızlık ve tarafsızlığına ilişkin kanaatlerinin yurttaşlar tarafından da paylaşılmakta olduğunu, yine Mithat Sancar’ın bu kez Suavi Aydın ile birlikte gerçekleştirdiği çalışma[3] ortaya koymaktaydı.
Nitekim, bir zamanların AKP MKYK üyesi, AYM eski raportörü akademisyen Osman Can, “Önceden Yargıtay’da Danıştay’da hep Kemalistler çoğunlukta olduğu için sadece Kemalistler geliyordu. Şimdi işler tersine döndü. Bundan sonra bir tane Kemalist dahi Anayasa Mahkemesi’ne, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na gelemez,” derken, yargının ne kertede politize olduğuna dair sirkatin arz ediyordu![4] Ve yargının zaten başından beri siyasetin sultasından mustarip olduğunu dile getirip, “Devletin çıkarları karşısında temel hak ve özgürlüklerin yok sayılması yargının her zamanki sorunuydu. Bu HYSK’da da önceki HSYK’larda da durum aynıydı,” diyen Avukat Ergin Cinmen de[5] herkesin bildiğini bir kez daha telaffuz ediyordu sadece.
Doğrudur, bu ülkede “yargının tarafsızlığı ve/veya bağımsızlığı” her zaman kâğıt üzerinde bir söylemden, bir “dilek ve temenniden” ibaretti.
Ama fena olmayan bir yargılanma deneyimine sahip pek çok arkadaşla ortak kanımız şu: Bu ülkede yargı hiçbir zaman bu denli kendi iç mantığından kopartılıp bu denli iktidarın sıradan bir icra aygıtına dönüştürülmemişti.
Basit bir deneyim: AKP’nin “FETÖ’den temizliyorum” gayretkeşliğiyle züccaciyeci dükkânına dalar gibi yargı kurumuna dalıp sadakatinden emin olmadığı yargıç ve savcıları görevden almalar, sürgünler, ceza davaları vb. ile yıldırmasından, ama en çok da boşalan yerlere AKP üyesi ya da eş-dost hukuk çıkışlıları yerleştirmesinin[6] ardından, savunmanın bir anlamı kalmadı.
Yakın zaman öncesine dek, tarafgirliği, daha doğrusu “devletten yanalığı” su götürmeyen yargıçlar dahi, savunmanızı dinler ve verdikleri kararlarda öne sürdüğünüz argümanları dikkate aldıklarını hissettirirlerdi. Hâkimlerin tutumunda bir tutarlılık, bir “kitaba uygunluk” gayreti belirgindi.
Bugün ise dinlemiyorlar. Doğru, size söz veriyorlar, savunmanıza müdahale etmeden, öylece dinlermiş gibi görünüyorlar. Hatta heyet başkanı söylediklerinizi genellikle sorunsuz biçimde tutanağa geçirtiyor.
Ardından katibe dönüp buyuruyorlar: “Sanığın terör örgütü propagandası yaptığı sabit görüldüğünden, şu kadar yıl şu kadar ay tecziyesine…” Şaşmıyor…
Yargı, son hâliyle polis emniyet fezlekelerini hükme dönüştürme mercii olarak işliyor;[7] bunun lâmı cimi yok… Bu ise “güçler ayrılığı” ilkesini bir kara mizaha, “yargılanma”yı ise kendisinin hayaletine dönüştürmekte. Teoride sanık önüne getirilmeden, savunmalar yapılmadan davanın sonucu konusunda herhangi bir kanaati olmaması, savunma karşısında olduğu kadar iddia makamı karşısında da “nötr” olması gereken yargıçlar, HSK aracılığıyla Adalet Bakanı’nın doğrudan müdahalesi, “FETÖ’cü yaftası yiyip görevden alınma, kendini parmaklıklar ardında bulma risklerinden geçtim; parti aidiyetleri ve ideolojik “iltisakları” nedeniyle iktidar makamının kendilerinden beklediğini düşündükleri hükümlerden şaşmıyorlar. Bir başka deyişle, “Reis”in işmarıyla AKP AK trollere X kişi aleyhine suçlama kampanyası başlattırıyor; polisine “şüpheli”yi gözaltına aldırıyor; savcısına tutuklattırıyor; hâkimine ceza kestiriyor, ardından da cezayı onaylattırıyor… Ve yüzyıllar öncesinden, Thomas More sesleniyor “bizim” yargıçlara: “Bir dava ne kadar haksız olursa olsun, onu haklı gösterecek bir yargıç bulunur: Ya her iddianın tam tersini savunma alışkanlığıyla, ya yenilik, aykırılık hevesiyle ya da krala yaranmak isteğiyle…”[8]
Bugün Türkiye’de tutuklu ve hükümlü sayısının 250 bini aşması, denetimli serbestlikten yararlananların sayısının ise Nisan 2018 itibariyle 576 bine yükselmiş olması;[9] bir başka deyişle BİR MİLYONA yakın insanın özgürlüğünün şu ya da biçimde devlet gücünü özel aparatına dönüştürmüş iktidar partisi tarafından sınırlandırılmış olması, boşuna değil. Bu durum “suç”ta bir patlamadansa, iktidarın yurttaşları yargı eliyle denetim altında tutma/sindirme çabasına işaret ediyor!
Böyle bir ülkede, lise, üniversite öğrencileri Cumhurbaşkanı’na hakaretten, ev kadınları attıkları twit’lerden, gençler katıldıkları yasal gösterilerden, gazeteciler yaptıkları haberlerden, akademisyenler açıkladıkları görüşlerinden yargılanıp hapsediliyorlar…
Bu, AKP’nin “parlamenter demokrasisi”nde olup bitenler. Varın bir de AYM, Yargıtay, HSK gibi yüksek yargı organlarının üyelerinin neredeyse tümünü atama yetkisinin Başkan ile iktidar partisinin elinde toplandığı “Başkancı Sistem”de olabilecekleri tahayyül edin!
Ziya Paşa boşuna dememiş: “Kadı ola dâvâcı ve muhzır dahi şâhid / Ol mahkemenin hükmüne derler mi adâlet…”[10]
1 Haziran 2018 10:42:22, İstanbul.
N O T L A R
[1] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2013, s.144.
[2] M. Sancar, E. Atılgan, “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yay., Mayıs 2009.
[3] M. Sancar, S. Aydın. “Biraz Adil, Biraz Değil…” Demokratikleşme Sürecinde Toplumun Yargı Algısı, TESEV yayınları, Mayıs 2009.
[4] Ayça Söylemez, “Yargıçlar Tarafsız Davranamıyor”, Bianet, 14 Mayıs 2012, https://bianet.org/bianet/insan-haklari/138334-yargiclar-tarafsiz-davranamiyor.
[5] Ayça Söylemez, “Yargıçlar Tarafsız Davranamıyor”, Bianet, 14 Mayıs 2012, https://bianet.org/bianet/insan-haklari/138334-yargiclar-tarafsiz-davranamiyor.
[6] CHP İstanbul milletvekili Barış Yarkadaş, Hâkim ve savcı atamalarıyla ilgili olarak 19 Mart 2018 günü çekilen kurada atamaları yapılan Hâkim ve savcılardan 113’ünün AKP teşkilatlarına üye ya da AKP’li yöneticilerin yakını avukatlar olduğunu gösterir listeyi medyayla paylaştıktan sonra, şunları belirtmişti: “Yargı ve adalet kurumu hiç bu kadar örselenmemişti. AKP’li avukatlar yazılı sınavı geçebilsinler diye, önce 70 puan sınırını kaldırdılar. Çünkü AKP’li birçok avukat, Hâkim ya da savcı olabilmek için gereken 70 puana ulaşamıyordu. Sınavda 92 alanlar mülakatta elendi. 60 – 65 alanlar ise 45 saniye süren mülakatları kazandı. Referansı AKP olanlar, Hâkim ve savcı olarak atandı. Şimdi bu adaletsizlikten adalet mi çıkacak? Bu yargıçlar ve savcılar, adil bir mahkemenin değil ancak AKP MAHKEMESİ’nin birer üyesi olurlar.” (“AKP’nin Yargı Teşkilatı, Birgün, 21 Mart 2018, https://www.birgun.net/haber-detay/akp-nin-yargi-teskilati-208799.html) Yarkadaş, 1 Mayıs 2017’de Yavuz Oğhan ile yaptığı söyleşide de, stajyer Hâkim ve savcılar KHK ile ihraç edilirken, son atanan 1341Hâkimin tümünün AKP üyesi ya da yandaşı olduğunu bildiriyor. (“CHP’li Yarkadaş: Atanan 1341 Hâkimin Hepsi AKP’li; Partimiz Bu Konuda Gensoru Verecek”, Sputnik, 1 Mayıs 2017, https://tr.sputniknews.com/bidebunudinle/201705011028302460-chpli-yarkadas-atanan-Hâkimlerin-hepsi-akpli-gensoru-verecegiz/)
[7] Somut bir örnek ve bir kişisel tanıklık: Özgür Gündem’e nöbetçi yayın yönetmenlerine açılan davalar dizisi, Çağlayan Adliyesi’nde gün boyu standart 1’er yıl 3’er ay cezalarla sürüp giderken sanıklardan Ayşe Batumlu, mahkûmiyetler zincirini kıran soruyu soruyor: “benim nöbetçi yayın yönetmeni olduğum sayıda sayın savcının mahkûmiyetimi talep ettiği yazı hangisidir? Ve bu yazıda nasıl bir suç ilenmiştir?” Savcı ve Hâkim birbirine bakıyor… Yanıt yok… Sanığa neden ceza keseceklerini bilmiyorlar! Sabahtan beri “Yaz kızım: terör örgütü propagandasından 1 yıl üç ay cezalandırılmasına…” zinciri orada kopuyor. Ayşe’nin duruşması erteleniyor!
[8] Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s.29. Ve yine: “Kralın istediğini kitaba uydurmaktan kolayı mı var? Ya yasalarda yeri bulunur ya da bir yasanın sözleri gereğince yorumlanır.” (Thomas More, Ütopya, çev: Sabahattin Eyüpoğlu-Vedat Günyol-Mina Urgan, İş Bankası Kültür Yay., 2006, s.48.)
[9] “Cezaevlerinin Kapasitesi Doldu, Denetimli Serbestlik Katlandı”, Siyasi Haber3, 16 Mayıs 2018. http://siyasihaber3.org/cezaevlerinin-kapasitesi-doldu-denetimli-serbestlik-katlandi
[10] “Kadı davacı olsa mübaşirde bu davaya şahit olsa / o mahkemenin verdiği karara adalet mi denir.”