İnsanın en önemli özelliği akılla donanmış olmasıdır. Hayvanların güçlü içgüdüleri, insanların ise aklı vardır. Diğer hayvanlara nazaran, doğa güçlerine karşı zayıf durumda olan insanoğlu bu eksikliğini bir arada yaşayarak gidermiştir. Bir arada yaşamak, ortaklaşa çalışmayı, ortaklaşa çalışma ise insanlara konuşmayı, konuşma da düşünmeyi öğretmiştir. İnsan aklını doğadan bir armağan olarak almamış. Kendi emeğiyle kazanmıştır ve bu akıl sayesinde kendisini var etmiştir.(*1) İnsanlığın kendisini var etme aşamasında dil çok önemli rol oynamıştır. Çünkü insanlık bilgisini ancak dille aktarır. Dil hem ortaklaşa çalışmayı hem de yaşlıların tecrübe ve ustalıklarını gençlere öğretme için gerekliydi. Peki dil nasıl oluştu? Bugün çoğumuzun hiç de fark etmediği dil, bir tanrı vergisi değil, insanlığın büyük emek harcamasının sonucunda oluştu. Önce beden dili dediğimiz, bugünde zaman zaman kullandığımız mimikler ve jestler şeklinde gelişti ardından sözlerle konuşulmaya başlandı. Kısaca insan emek harcayarak, aklını kullanarak adım adım kendisini yaratı. Günümüzde pek çoğumuz bu gerçeğin farkında olmasak da antik Yunan filozofları bunun farkındaydılar. Tales, “Dünyayı tanrılar yaratmamıştı, dünyada her şey, aynı maddeden doğmuştu. Denizdeki dalgalar gibi, devlette de bütün yurttaşlar eşitti” demekle gününden ne kadar uzağı gördüğünü bize gösterir.
Adım adım insanı yaratan akıl nedir? Akıl, içgüdüye, duygulara, tutkulara ve imgelere sırtını çevirip, bireyin kendisi kadar, başkası içinde doğru olanı araştırmasıdır. Ortak iyiliği düşünmede ve ona karar vermede tek araçtır. İnanca değil, bir düşünceyi izleyen yargılamaya seslenir. Herkesin kendi gerçeklerini sergileyip, hasmının itirazlarına yanıt verdikleri bir diyalogdan ve bir zıtlar tartışmasından doğar. Akıl, bilinçlere kural hizmeti görür. Var olan hiçbir şeyin insan aklının kabul edebileceğine aykırı bir açıklamasının olmayacağını ileri sürmek, öte yandan dünyayı oluşturan öğelerin anlaşabilir bir nedensellik ve değişmez yasalara bağlı olduğunu düşünmek akılcılıktır. Bu nitelikleriyle akılcılık, bilimin din karşısındaki bağımsızlığı adına girişilen mücadele ile iç içedir. Akılcılığın karşıtı akıldışılıktır. Akıl, hiçbir dış otoriteye tabi değilse, esrarlı hiçbir şeyin etkisi altında bulunmuyorsa, tanıtlanmamış hiçbir düşünceye katılmıyorsa, heyecanlardan ve duygulardan sıyrılarak düşünüyorsa özgürdür. Özgür akıl, her şeyi araştırmak, tanımak ve açıklamak ister ve onun gözünde hiçbir şey mutlak sır halinde değildir. Vahiy edilmiş ve tartışılması Tanrı kelamı üzerine kurulu dinler, savundukları kutsal değerlerin eleştirici aklın karşısında sarsılacağı korkusuyla, özgür araştırma anlayışına karşı çıkmaya kalkabilirler. Günümüzde Batılı toplumlarda, aklın hiçbir tabuyla karşılaşmaksızın her şeyi araştırıp açıklamakta sınırsız bir hakka sahip olduğu kabul edilir. Tanıtlanması mümkün olmayan inançlar adına akla sınırlar ve yasaklar koymak, düşünce özgürlüğüne karşı tam bir şiddet eylemidir. Akıl, her insana, kendi kendine düşünme hakkını tanır; bütün öteki insan haklarını mümkün kılan bu haktır. Bütün bunları yaparken akıl, eleştiriye de açık tutar kendini, çünkü görece ve geçici sonuçlara sahip olduğunu bilir.(*2) Bilinç bu kuralların dışına çıkarsa, akla uymazsa ne olur? Akıl dışı inançlara kör bir bağımlılık olur ki, insanlık bunun ceremesini tarihte çok çekmiştir ve çekmektedir.
Her bağımlılık bir tutsaklıktır; insanı en kolaylıkla tutsak alan inançların başında dini inançlar, daha sonra ahlaki kurallar, ondan sonra da siyasal örgütler gelir. Bunların hepsinde korku, umut, özlem ve beklenti gibi güçlü duygularımızı etkileyerek davranışlarımızı belirlemeye çalışırlar. Dini inançlar bir de Tanrı tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara “açıklanmış” tartışılmaz doğrular diye sunulduğu için, onların doğruluğunu tartışmak “suç” sayılır. Suçlu sayılma, dolayısıyla kovuşturulma korkusu inanç bağımlılığını daha da güçlendirir. Dolayısıyla dini önderlere itaat bir dini gereklilik olarak görülür. Onlarında kendilerini halklarına adamış, dünya nimetlerinden el-etek çekmiş, Allah yolunda ibadet eden, halklarına doğru yolu gösteren masum kişiler olarak görür. İtiraz eden olursa şiddetle kınanır hatta cezalandırılır. Böylece içine girip de çıkılamayan, birey adına kararlar alınıp verilen kapalı dini cemaatler oluşur. Akıl dışıcılık, kapalı dini toplumların en bariz özelliğidir.
Siyasi parti kapatmak sakıncalar doğurduğu gibi ahlaki de değildir, ardından mağduriyetlere oynayan siyasal oluşumlara zemin hazırlar. Bu zeminde doğan yeni partiler, mağduriyete oynayarak, gerçek amaçlarını örterek, kendilerini dindar-yoksul kesimlere kurtarıcı gibi göstermeye çalışırlar. Bunların birer kurtarıcı partiler olmadığını, aslında bu partilerin piyasa ekonomisini savunan birer düzen partileri olduklarını halk ancak, bunların iktidara geldiklerinde ve icraatlarını gördükten sonra anlayacaktır. Onun için Refah Partisi geleneğinden gelen AKP’nin iktidar olması, bu kesimler için gerçeği görmeleri açısından iyi bir deneyim olacaktır. Deneyerek öğrenmek, öğrenmeyi kalıcılaştırır. Vesayet rejimi, ordu ve yargının müdahalesi AKP’nin ilk iki dönem mağduriyetinin devamını sağladı. “Ustalık dönemi” denilen üçüncü dönemde İslamcı gelenekten gelen siyasal oluşum vesayet kurumlarını birer birer bertaraf ederek özlediği iktidarı ele geçirdi. Yani hem hükümet oldu hem de iktidar. Buna rağmen AKP’nin mağduriyeti bitmedi, 17 Aralık 2013’de ortaya çıkarılan, çoğunluk tarafından da kanıksanan o muazzam vurgun olayını kendi beslemesi olan “paralel devlete” yükleyerek mağduriyeti oynamayı sürdürdü ve bunu kendi kitle tabanına kabul ettirmeye çalıştı/çalışıyor.
Bugüne kadar mağduriyetlere oynayarak hoşnutsuz kitlelerin desteğini alarak iktidara gelen İslam tabanlı siyasal oluşum, şimdi gerçek marifetini halka gösterme sırası gelmiş, hata geçmiştir. 11 yıldan fazla bir zamandır iktidar olduklarında, karşı çıktıkları sistemin kötü bir taklidini üretmekten öteye gidemediler ve bu süre zarfında kendileri de mağduriyet üretmeye başladılar. Bunun en güzel örneğini 2013 Haziran’ında Taksim-Gezi’de görürüz. AKP’nin yarattığı mağduriyet halk nazarında oldukça prestij kaybına neden oldu, ama kendi yarattığı oluşumla 17 Aralıkta bu mağduriyetini kendi lehine çevirmesini rahatlıkla başardı. AKP iktidarda kaldığı bu uzun süreç içerisinde hızla yozlaştı ve geniş halk kitleleri üzerinde derin hayal kırıklıkları yarattı. Din ve ahlaktan öte, dünya nimetlerine sarıldılar, mal kapma yarışına girdiler. İktidarı destekleyen inançlı-yoksul kesimler, iktidar ortaklarının “mal götürme” yüzünden birbirlerine düştüklerini şaşkınlık içerisinde hayretle seyretti ve ne kadar aldatıldıklarını daha iyi gördü. Şimdi bu mütedeyyin (dindar) kesimde, gün yüzüne çıkmasa da alttan altta bir akıl tutulması gerçeği yaşandığı izlenilmektedir.
Aslında yukarıda anlattığımız dini bağımlılıktan doğan kör tutsaklık olmasaydı, her şey gün gibi açıktı. İslami-siyasi gelenek hiçbir zaman eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum modeli anlayışını ne benimsedi ve ne de savundu. Onların özgürlükten anladıkları kadınları örtmek ve toplumsal üretim sürecinin dışına çıkarmak, sorgulayıcı-araştırmacı eğitim yerine, zorunlu dini eğitimi getirmek, “Evrim Teorisi” yerine uyduruk “Yaratılış Hikâyesi”ni koymak, yaratıcı aklın gelişimi yerine 4+4+4 sistemiyle tüm ilk, orta, lise okullarını İmam hatipleştirmek, Alevi çocuklarını rızaları dışında zorunlu dini eğitimine tabi tutarak asimile etmekti ve bunları da büyük ölçüde başardılar… Ama iktisadi hayatta, sınıflar arası çelişkilere dokunmadıkları gibi, sınıflar ve katmanlar arası gelir adaletsizliğini daha da derinleştirdiler. İnsanları sadakaya alıştırarak onurlarını zedelediler ve kendilerine bağımlı hale getirdiler. Referanslarını dine dayandırarak, toplumsal gerginlikleri artırdılar. Dini referans alan ve pazar ekonomisini savunan bir anlayıştan daha ne beklenirdi ki! Pazar ekonomisini savunan bir anlayış, toplumda çıkar çatışmasının varlığını ve onun sonucundan oluşan toplumsal eşitsizliği en başından itibaren kabullenmiş demektir. Sömüren ve sömürülenler, yöneten ile yönetilenler varlıklarını hep koruyacaklardır.
2002 Kasım’ında iktidara gelen AKP hükümeti, kucaklarında buldukları yenidünya düzeni (YDD) ideolojisine tereddütsüz dört elle sarıldılar. Liberalizm adına tüm kamu mallarını haraç-mezat satılar, ekonomiyi mafyalaştırdılar, siyaseti kirlettiler, toplumun ana kurumlarını soysuzlaştırdılar. Söz konusu ideolojinin savunuculuğunu yaptığı “yükselen değerler” özelleştirmeleri özendirerek, sosyal devlete karşı çıkarak, sendikal mücadeleyi küçümseyerek, toplumun emniyet supaplarıyla oynadılar. Bunların toplumsal ahlakın maddi temellerinde açtıkları gedikler korkunçtur. Ülkede temiz toplum/temiz siyaset çağrılarının altında yatan bu kaygıdır.
17 Aralık operasyonunda her şey apaçık ortaya çıkmıştır. İktidar ortakları inançlı-yoksul kesimlerin inançlarıyla oynamış ve onları aldatmıştır. Koalisyonun hedefleri arasında demokrasi çıtasının yükseltilmesi, hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi, bölüşüm adaletinin yaygınlaştırılması gibi temel sorunları çözmek yoktur. Ortaklardan birinin amacı; yandaş kayırmak, iktidarını sağlamlaştırmak ve tek adam diktatörlüğüne oynamak, başı dışarıda olan diğer ortağın amacı ise devlete sızmak, yerleşmek ve giderek devleti ele geçirmektir. İkisinin de asıl hedefi demokrasi değil, siyasidir, amaçları tek başına siyasi iktidarı ele geçirmektir. Olup bitenleri dışarıdan seyreden aldatılmış inançlı yoksul halk kesimlerine ise uzaktan bakmak düşmüştür. Taraftarı olmadığı çatışmanın dışında kalarak, kendisinden istenilenin gereğini yapmakta ve 30 Mart’ta sandık başına giderek mağduriyetlere oynayan AKP’ye oyunu vermiştir. Çünkü inancı onu gerektirmişti, onu yaptı.
Büyük maddi-manevi sıkıntılar içinde yaşayan yoksul sınıf ve kesimler, Tanrı’nın adaletine iman ederler, acılarına ve yoksunluklarına dinde bir teselli ararken, mevcut eşitsizliklerin meşrulaştırıldığını ne yazık ki fark edemiyorlar. İman insanların iç yaşamıyla ilgili bir sorundur, dünyanın işleri ise ancak demokrasi ve özgürlükler ortamında çözülür. Dahası, insanlara vaat edilmiş bir dünya yok, insanların kendi özgür iradeleriyle, mücadeleleriyle kurabilecekleri bir dünya var sadece. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum ütopyasına sahip çıkmadıkça, yoksulluğa, acıya ve mutsuzluğa mahkûmuz demektir. İnanç coşturur elbet, ama sadece akıl özgürleştirir. Bu nedenle akılla daha bir titizlikle sarılmak gerekir.
Sonuç, insanlık kendi yazdığı hikâyesi ile nice ağır badireler atlatarak günümüze ulaştı. Bugün de insanlık akıldışı ve çağdışı akımlarla ve teknolojik kirlilikle yüz yüzedir. Kökten dincilikten gelen hoşgörüsüzlük, bağnazlık, dogmatizm, giderek saldırganlık, aklın ve onun nice acılar pahasına kazanılmış laik mevzilerinin karşısında yeni bir tehlike olarak belirmiş bulunmaktadır. Ortadoğu’da ve Suriye’de insanlar farklı inançları yüzünden boğazlanmakta, Türkiye gibi kimi ülkeler ise bu bağnazlığa arka çıkmaktadır. İşler daha da kötüye sarıp aklın kalesi düştüğü vakit insanlığı yeni bir karanlık çağ bekliyor demektir. İnsanlığa vaat edilmiş bir dünya olmayacağına göre, akıl yoluyla elde ettiği kazanımlarını iyi korumak ve daha ileri götürmek gerekir. Bunu da ancak dini bağnazlıktan kurtulan, sınıf bilincine erişen ve sosyalizm yolunda mücadele eden toplumlar eliyle kazanır.
Vahy’i kabul etmeyen ve onun yerine aklı koyan Kürt asıllı olduğu öne sürülen El-Maarri (İ.S.973-1058) hiç eskimeyen şu güzel dizelerini sanki bugün için söylemiş gibidir.
Yeryüzünde iki türlü insan vardır./Birisi akılı ama dinsiz/Diğeri de dindar ama akılsızdır.
Sanma ki Resuller doğru söyledi/ Yalan yanlış sözlerdi yazdıkları,
İnsanlar huzur içinde yaşarken/hayal ürünü şeyleri getirerek/ Onların huzurunu kaçırdılar.
Şeriatlar aramıza kin ve nefret tohumları saçtı/Bize türlü türlü düşmanlıklar miras bıraktılar.
*1,-M. İllin&E. Segal, İnsan nasıl insan oldu.
*2- S. Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi.