Hüsnü Gürbey / Sosyalist Mezopotamya Dergisi / Sayı: 15
1908 devrimiyle iktidara ortak, Ocak 1913 darbesiyle mutlak iktidar olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nda, tek ırka dayalı ulusal bir Türk devleti kurmayı hedefledi. Anadolu’nun Türkleşmesi, sanayi ve ticaretin Türklerin eline geçmesi, İTC’nin kuruluş ilkeleri arasındaydı. Bu yüzden İTC’nin ulusalcılığı çok kısa sürede ırkçılığa/Türkçülüğe evrilirken, İmparatorluğu oluşturan diğer halklara karşı da saldırganlığa ve hatta yok etme siyasetine dönüştü. Hristiyan unsurları (Ermeniler ve Rumlar) Türkleri sömüren asalaklar olarak halka tanımlarken, karalama kampanyaları ile kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Bunlardan kurtulmak, ulusal bir vazife olarak addedildi. Türkiye, asalakların değil Türklerin olmalıydı ve her Türk bunun mücadelesini vermekle sorumluydu.
Anadolu’nun Hristiyan unsurlardan temizlenmesi bir zaman ve fırsat meselesiydi. Oysa Müslüman ama Türk olmayan halkların asimile edilmesi için böyle bir zamana ve fırsata ihtiyaç yoktu. Geç kalınmadan hemen harekete geçilmeliydi ve öyle yapıldı.
İTC hareketi Emperyalist Avrupa devletlerinin şimşeklerini üstüne çekmemek için işe önce Osmanlı toplumunu oluşturan Müslüman halklardan başlamak istediler. Fakat halledilmesi gereken bir sorun vardı, Araplar. Araplar hem nüfus olarak çoktular hem de Kur’an kaynaklı güçlü bir dilleri vardı. Arapları asimile etmek çok güçtü, gerekli de değildi. Geriye iki önemli toplum kalıyordu, Anadolu’nun doğusunda Kürtler, Balkanların en batı ucunda Arnavutlar. Bu iki halk sorunsuzca asimile edilirse, Adriyatik Denizi’nden Zagros Dağları’na kadar ki bölge sorunsuz ana vatana dönüşebileceği gibi, Azerbaycan’a ulaşmak ve hatta turan yolu da açılmış oluyordu.
İttihatçılar, II. Abdülhamid’in güvenini kazanan Arnavutları, meşrutiyet karşıtı, devrim düşmanı olmakla suçladılar. İstanbul basınında başlatılan karalama kampanyasıyla, Arnavutluk üzerine yapılacak operasyona kamuoyu oluşturuldu; ülke, çok kapsamlı ve geniş çaplı operasyonla ateş ve kan gölüne dönüştü. Peki, Arnavutların suçu neydi? İttihatçılara göre tek suçları bu dağlı halkların, Türkleşmeye karşı gösterdikleri dirençti: yani Türkleşmiyorlardı. Dillerine ve milli geleneklerine derinden bağlılık gösteren Arnavutların bu direnişi İttihatçıları öfkelendiriyordu: Ulusal değerlerine bağlılıktan kaynaklanan en mütevazı talepler dahi, ayrılıkçılık alameti olarak algılanıyordu.
Türkleşmeye karşı direnç gösteren Arnavutları güç kullanarak sindirmek ve Türk halk potası içinde eritmek birinci hedef haline gelmişti. Arnavutların Müslüman olmaları, onlara karşı yapılacak bir operasyona, Avrupa’nın güçlü devletlerinden de bir itirazın gelemeyeceği düşünülüyordu. İTC’nin Merkez Komitesi’nin güçlü simalarından Dr. Nazım, bu kararlılıklarını şöyle açıklıyordu: “Çeşitli milletlerin hak iddiaları bizler için ciddi bir sıkıntı kaynağıdır. Bütün gruplar yok olmak zorundadır. Topraklarımızda tek ulus -Osmanlı ulusu- ve tek dil -Türk dili- olmalıdır. Bizler için can alıcı bir zorunluluk olan bu durumu Rumların ve Bulgarların kabul etmesi kolay olmayacaktır. Onlara bu acı reçeteyi yutturmak için Arnavutlarla başlamamız gerekiyor. Yenilmez olduklarını düşünen bu dağlılara boyun eğdirdiğimiz zaman gerisi kendiliğinden gelecektir. Arnavutları topa tuttuktan, Müslüman kanı döktükten sonra artık gâvurlar dikkatli olsun. Kılını kıpırdatan ilk Hristiyan ailesinin, evinin ve köyünün yerle bir edileceğini görecektir. İlk kurşunu Müslüman Arnavutlara sıktığımız için Avrupa’nın sesini yükseltmeye ya da bizi Hristiyanlara işkence etmekle suçlamaya cesaret edemeyecektir.” (Kevorkian, 2015; 179)
Kürtlerin merkezden uzak olmaları, coğrafi konumları ve nüfus oranları, Arnavutluk üzerine yapılan askeri operasyonun bir benzerinin Kürdistan üzerine yapılmasını şimdilik önlüyordu. Bu bakımdan Kürtler kısmen özgür bir ortamda yaşadılar; zaman zaman ağır baskılara uğrasalar da İstanbul’da gittikçe çeşitlenen zengin bir Kürt basını gelişmekteydi. 1898’de “Kürdistan” gazetesinin yayın hayatına başlamasıyla başlayan Kürt basın serüvenine, 1908’de Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, 1913’te Roji Kurd, Hetawi Kurd gibi gazeteler ile birlikte pek çok siyasi örgüt ve kuruluş da eklendi. Buna rağmen Kürtlerin Türkleştirilmesi öncelikli hedefler arasından hiç çıkmadı.
Kürtlerin Türkleşmesi askeri operasyonlardan ziyade ideolojik ikna araçları kullanarak sağlanabilirdi. Yöntem gayet basitti. Kürtlerin, Kürt olarak bir tarihleri, kültürleri ve orijinal bir dillerinin olmadığı, aslında Kürtlerin tarihi süreç içerisinde “başkalaşan” Türkler olduğu [uydurulmuş] “ilmi araştırmalar” ile ispatlanırsa sorun kendiliğinden çözülecekti. İTC bu alanda şeytanın dahi aklına gelmeyecek bir çözüm üretti. Avrupa’da (Almanya’da) hiç yazılmayan bir kitabı, “Kürtler; Tarihi ve İçtimai Tedkikat” adı altında, yine Dr. Friç adlı bir Alman profesör tarafından yazılmış gibi göstererek, Kürtlerin, aslında başkalaşan Türkler olduğunu [ilmen] ispatlamaya çalıştılar.
Kitap, İTC tarafından sipariş üzerine “Habil Âdem” takma ad kullanan, Arnavut aslı Naci İsmail (Pelister) adlı şahsa yazdırıldı. Oldukça ilginç bir şahsiyet olan Habil Âdem’in doğum tarihi, ailesi hakkında net bilgilere sahip olmadığımız gibi eğitimi konusunda da çelişkili bilgiler var. Kendi ifadesine göre “elektrik mühendisi olmak için gittiği Almanya’dan felsefe doktoru olarak” dönmüştür. Kendisiyle 1932’de tanışan Abidin Nesimi’nin deyimiyle “meşahir-i meçhule” (tanınmayan ünlüler) grubunun en mümtaz örneklerinden biridir; Almanca, İngilizce, Fransızca ve Macarca biliyor…
Habil Âdem Almanya’dan döndükten sonra önce Emniyet Umum Müdüriyeti’nde (EUM) çevri bürosuna, oradan da Dâhiliye Nezareti’ne bağlı olarak kurulan Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyyet-i Umumiyyesi (Aşiretler ve Göçmenler Genel Müdürlüğü) bünyesinde kurulan Encümen-i İlmiyye Heyeti’ne geçer ve kitaplarını sipariş üzerine bu bünye içerisinde yazar: 4’ü 1916 yılında, 3’ü 1918 yılında olmak üzere toplam 12 eser yazdığını iddia etmiştir. Fuat Dündar, bir kişinin bu kadar kısa sürede her biri farklı konuda uyduruk bilgilerden oluşsa da 12 kitap yazmasının imkânsızlığına dikkat çekerek bu kitapların İttihatçıların etnik politikalarına “ilmi kılıf” uydurmak için Encümen-i İlmiyye Heyeti tarafından yazıldığını ileri sürer. Encümen-i İlmiyye Heyeti bünyesinde İttihatçı sosyolog ve etnologların yanı sıra Alman uzmanlarda görev yapıyordu. Nitekim bu eserlerde Habil Âdem’in ismi ya hiç geçmiyor ya da mütercim (çevirmen) olarak geçiyordu. Yazarların adları ise Prof. Cons Mol, Prof. Libah (Habil’in tersi), Dr. Frayliç, Mühendis Rolig, Prof. Vayt gibi uydurma isimlerdi.
Habil Âdem, kitaplarında neden uydurma adlar kullandığını 1923 yılında yayımladığı “Ankara ve Avrupa Siyaseti” adlı kitabında (sadeleşmiş haliyle) şöyle açıklayacaktı. “…on sene önce yayımladığım çeşitli eserlerde savunduğum konuların birer birer gerçekleştiğini görüyorum. O zamanın tehlikeli ve kararsız hükümeti karşısında yeni düşüncelerin yeni anlayışların yayımlanması güç idi. (…) ve nihayet kendi şahsımı ortadan kaldırmaktan başka çare bulamadım. O zaman kendi eserlerimi hayali birer Avrupalı yazara atfeyledim. Kamuoyunun etkilendiği bilfiil sabit 12 eser yayımladım. Hepsinde de ben çevirmen durumunda idim. Çevirmenin fikirler üzerinde ne etkisi olabilirdi? Hiç… işte bu hiçtir ki bugünkü ilmin oluşmasını mümkün kıldı. En muğlak en çetin konuları en açık ve kesin bir şekilde yazdırabilirdim.” (Hür, 2017; 91)
1917’de kurulan Encümen-i İlmiyye Heyeti, İmparatorluktaki etnik, dinsel ve siyasal gruplara ilişkin bir dizi kitabın yanı sıra, 1918 yılında Osmanlı döneminin Kürtler hakkındaki ilk ve son kitabı olan “Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkikat”ı yayımlandı. Kitabın yazarı, “Berlin Şark Akademisi Profesörlerinden Dr Friç (Fritz)” çevirmen Habil Âdem olarak belirlenmişti. 384 sayfadan oluşan kitabın son sayfasında “birinci cildin sonu” ibaresi düşünülmüşse de şimdiye kadar sonraki ciltlere rastlanmamıştır. Kitap yayımlanmadan önce ana bölümleri “Kürdlerin Menşai” ve “Kürdlerde Kabile Teşkilatı” adı altında AMMU’nun Ahileri incelemekle görevlendirdiği Zekeriya (Sertel’in) İçtimâiyat adlı mecmuasında 1917 Ağustos ve Eylül aylarında iki bölüm halinde yayımlanır. Bu iki yazıda da yazar adı belirtilmemiştir.
Kitabın içeriğine baktığımızda adına tezat, Kürtlerin tarihleriyle ilgili somut verilere dayalı veri sunmadan, sadece masallara, efsanelere ve hikâyelere dayanarak Kürtler hakkında görüşler öne sürer; Kürtlerin tarihte ortak bir siyasi oluşum veya devlet kuramadıklarını, buna rağmen Kürtler kendilerini “Kürt” olarak tanımladıklarını, bu bilinçle de Arap, Fars ve Gürcü halklarından ayrıldıklarını yazar. Kürtler, Ortodoks Müslüman da değildirler, İslamiyeti kendilerine uydurarak veya kendilerine göre yorumlayarak almışlardır. Aşiretler halinde ve dağlık coğrafyada özgür yaşam biçimleri Kürtleri Arap ve Acem kültürlerin etkilerinden korumuştur. Böylece Kürtlerin Arap ve Acem olmadıkları ispatlanmaya çalışılır.
Kitabın en etkili ve en çok başvurulan bölümü, dil bölümüdür, Kürtçenin orijinal bir dil olmadığı ispatlanmaya çalışılır. “Lisânlarına nazaran, Kürtlerin ‘Arî’ ırkına mensup oldukları, fakat ‘bu lisânın şekli meselesinin de tamamıyla halledileme[diği]’ aktarılır. Çünkü ‘bugün Slavca söyleyen eski Türk Bulgarları, Romence söyleyen eski Palajlar, Almanca söyleyen eski Rusyalılar, İngilizce söyleyen eski Normanlar, Arapça söyleyen eski Berberiler, Mısırlılar ve kadim Asurîler vardır. Ayrıca ‘küçük ve mâzileri müphem (belirsiz) millet içün lisânın bir ehemmiyeti kalmamıştır” denilmektedir.
Kökeni belirsiz küçük bir millet olarak kodlanan Kürtlerin aslında Kürtçe konuşan Türkler oldukları ima edildikten sonra, sıra Kürtçenin aslında Türkçe olduğunun kanıtlanmasına gelir. Bu da şu ana kadar bulunmamış ve Petersburg Akademisi tarafından yayınlandığı iddia edilen “Kürtçe-Rusça-Almanca Lügat” adlı sözlüğe dayandırılarak anlatılmaya çalışılır. “8307” kelimeden oluştuğu belirtilen sözlükte, kelimelerin hangi lisandan geldiğini gösteren ek bir tablo da var. Buna göre: Lisan ve kelime adedi, Pehlevi (eski) 370, Zend 1240, Türk (eski Türkmen) 3080, Ermeni 220, Arap (eski lisanda) 2000, Farisi (eski edebiyattan) 1030, Asıl Kürt 300, Çerkes (eski) 60, Gürcü (eski lisandan) 20, Keldani 108 olarak verilmektedir.
Tablo dikkatlice incelendiğinde kelime adedi 8307 değil, 8428 olduğu görülür. Tabloya göre büyük çoğunluğu Türkçeden 3080, Farisi’den 2640, Arapçadan da 2000 kelimenin alındığını, bu üç lisandan gelen kelimelerin toplamı 7720 olduğu anlaşılır. Asıl Kürtçenin 300 kelime olduğu, geri kalanların öbür lisanlardan geldiği belirtiliyor. Türkçeden başka lisanlardan gelen kelimelerin de aslında Türkçeden alındığı için Türkçeleşmiş kelimelerdir. Dolayısıyla Kürtçe başkalaşmaya/değişime uğramış Türkçeden başka bir lisan değildir. Kaldı ki Kürtçe kökenli olduğu söylenen 300 kelimenin de çoğu dağ-bayır ismi olduğundan geriye sadece 30 kelime asıl Kürtçe kalır. Böylece tarihsiz, köksüz ve kültürsüz oldukları için Kürt diye bir millet, orijinal lisanları olmadığı için Kürtçe diye bir dillin olmadığı da ispat edilmeye çalışılmıştır.
Kitabın temel tezi, o gün Kürt diye anılan topluluğun gerçek anlamda dilinden, kendine özgü milli ruhu taşıyan edebiyatından ve tarihinden bahsedilemeyeceği, kökeni belirsiz farklı kabilelerden oluşan bir topluluk olduğudur. İddiaya göre dili yoktur, kullandığı dil değişime uğramış Türkçeden başka bir dil değildir. Edebiyatı yoktur; geliştirdiği edebiyat Asya topluluklarının ortak edebiyatından başkası değildir. Tarihte Kürt diye bir isim de yoktur, ilk kez Cengiz Han bu ismi telaffuz etmiş, ondan sonra gelen Turani hakanlar da aynı ismi kullanmaya devam etmişlerdir. Kısacası Kürt diye tanımlanan topluluklar, Arap, Fars, Ermeni ve Gürcü değildirler. O halde Kürtler “Dağlı Türklerden” başkası değildirler.
Kitabın ilginç özelliği, İttihatçılardan sonra iktidara gelen Kemalist kadroların da Kürtlerin varlığını inkâr etmek için, bir propaganda silahı olarak uzun süre kullanmış olmalardır. Kitap ve kitaptan adı geçen lügat, kaynak gösterilerek farklı kişiler tarafından ama birbiriyle tıpkı aynısı çok sayıda kitap yazılacak, devlet tarafından basılacak, bedava olarak okullara, halkevlerine dağıtılarak halka ulaştırılacaktır. Mehmet Şerif Fırat tarafından, bu kitaptan esinlenerek yazılan, 27 Mayıs Hareketinin önderi Cemal Gürsel’in önsözüyle basılan ve bedava halka ulaştırılan “Doğu İlleri ve Varto Tarihi” adlı kitap, özellikle Alevi Kürtlerin asimile edilmesinde etkin bir araç olarak kullanılmıştır.
Bu kitaptan esinlenen bilim insanları, öğretmenler ve siyaset adamları görüşlerini her ortamda dile getirerek, Kürt diye bir millet, Kürtçe diye bir dilin olmadığını savunmuşlardır. Türk Ocakları’nın 28 Nisan 1927 tarihinde toplanan Yedinci Kurultay’ında en çok dil üzerinde durulmuş, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türkçeden başka bir dilin konuşulması yasak edilmesi istenmiştir. Kurultay delegelerinden İshak Refet Bey, adı geçen kitaptan oldukça etkilenmiş ki konuşmasını şöyle sürdürür: “Kürdistan tarihi yoktur. Kürtlerin tarihi Türk tarihi ile karışmıştır. Kürtçe denilen lisan yoktur. Bugün Kürtçe lisanı sekiz bin kelimeden ibarettir. Bunun üç bini Türkçedir. İki bin kadarı Kürtçeleşmiş Arapçadır. Mütebaki iki bin beş yüz kadar kelime de eski ve yeni Farsçadır. Efendiler Kürtçe olarak kelimenin içinde üç yüz kadar kelime vardır. Ve en ziyade tuhaf cihet, bu lisanın fiili de yoktur. Lisanların varlığını, benliğini ölçtürebilen alet, fiillerdir. Bunların fiilleri de yoktur. Kürdün lisanı, tarihi ananesi olmadıktan sonra ve yalnız bol bol vahşeti olduktan sonra Kürdü temsil etmenin ne ehemmiyeti var. Kürtler gayet kolay asimile edilebilirler. Elverir ki biz çalışalım.” (Tekin, 2009; 82)
1940’ların başında Türkiye Üniversiteleri [O dönem sadece İstanbul ve Ankara üniversiteleri var] yaz tatillerinde Anadolu’nun farklı şehirlerinde ama genellikle Kürt şehirlerinde halkevleri salonlarında sözde halka seminer ve konferanslar verirlerdi. 23-30 Eylül 1942 tarihleri arasında Elazığ’da düzenlenen 3. Üniversite Haftası dolayısıyla Ord. Prof. Besim Darkot, “Tunceli Üzerinde Coğrafi Görüşler” adlı bir sunumda bulunur. Dersimlilerin atalarının Horasan’dan geldiklerini ve Ahmet Yesevi Dergâhına mensup olduklarını söyledikten sonra Dersimlilerin Türklüğü hakkında şunları söyler: “Bu böyleyken, Osmanlı devrinde bunlara toptan Kürt denilmiş ve Dersimliler de Kürt oldukları için değil, fakat Kürt denile denile Kürt olmuşlardır.” Bir Ordiyanus Profesörün ağzından dökülen bu kelimeler, sıra Kürt ve Kürtçeye gelince, sözde Dr. Friç’e yazdırtılan kitaptan yazılanları diğerleri gibi tekrarlamakta bir sakınca görmez. Besim Darkot Kürt ve Kürtçe konusunda şunları söyler; “Şimdi konferansımızda ilk defa sözü geçen şu Kürt mefhumunu ele alalım ve biraz üzerinde duralım. Mevzuun dışına da çıksak, bu değer! Resmi Yıllık, 1935 nüfus sayımına göre, 1,5 milyona yakın vatandaşımızın, anadil itibarıyla Kürtçe konuştuğunu yazar. Acaba Kürtçe denilen şey nedir? İlmi bir görüşle incelenmiş midir? 1.5 milyon vatandaşa böyle bir damga vurmak [haşa] ne demektir? Bu düşünülmüş müdür? Bu damgayı vurunca karşımızda 1,5 milyonluk mütecanis (eş türden) bir kütlenin varlığını kabul etmiş oluruz. Fakat bu hükmümüzü vermekte çok acele etmeyelim. Biraz çetrefilli bir dille konuşanları, hemen bir araya toplayı veriyoruz. Gerçekte burası hakiki dilcilerin ilmi araştırmalarını bekliyor. Bu tetkiklerin neticelerini bekleyelim, fakat mevcut bazı işaretlere bakarak şunu tereddütsüz ifade edebiliriz: Kürtçe diye bir dil, Kürt diye bir mütecanis kütle tasavvuru, milli birliğimiz bakımından sadece zararlı değil, fakat yanlış ve haksızdır. Doğu Anadolu’da böyle bir tek dil değil, birçok dağınık lehçeler var. Ve belki bunlar kendi aralarında ne kadar birbirine yakınsalar, her biri ayrı ayrı Türkçeye de o kadar yakındır. Bunu görmek ve göstermek lazımdır. Çarlık Rusya’sının devlet akademisi, bir Kürtçe lügat kitabı hazırlayarak 8000 kelime tespit etmiş, fakat bu kelimelerden %36’dan fazlasının Türkçeden geldiğini kaydeylemişti. Türkçeden sonra en hâkim rol oynayan Farsçanın hissesi ancak %30 idi. Geri kalan kelimeler Ermenice ve Arapçaya bağlanıyordu. Burada esasen beliren Türkçe hâkimiyeti gerçekte daha kuvvetli olabilir; zira Arapça kelimelerin çoğu, Farsçaların bir kısmı, esasen Türkçede de kullanılmaktadır ki, çok muhtemel olarak büyük bir kısmı Türkçe vasıtası ile geçmiştir. Nihayet şunu da ilave edelim ki, bu lügat kitabı, iddiamıza kuvvetli bir destek olduğu halde, ona bile fazla dayanmak caiz değildir, zira yukarıda söylediğimiz gibi, ortada mütecanis bir tek dil bulunduğu bize şüpheli görünüyor.” (*Beşikçi, 1990; 113)
Kürtleri yok sayan bu kitap uzun zaman gündemden düşmeyecektir. 1960’lı yılların kısmen özgürlük ortamından yararlanan Kürt gençliği başta Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) olmak üzere çeşitli adlar altında örgütlendiler. 12 Mart 1971 yılında gerçekleştirilen askeri darbeden sonra tutuklanan DDKO üyeleri, askeri savcının bu kitabı dayanak göstererek hazırlattığı iddianamesine karşın, yine bu kitabın tezlerini çürütecek savunmada bulunurlar. Kürtlerin Orta Doğu’da yaşayan halklardan bir halk olduğunu, Kürtçenin de bu halkın ana lisanı olduğunu savunurlar. 23 Ekim 1971 yılında “Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Mahkemesi Askeri Savcılığı” tarafından DDKO davası için hazırlanan iddianamede “Kürt diye bir halkın, Kürtçe diye bir dilin olmadığı vurgulanırken, “Kürtler; Tarihi ve İçtimai Tedkikat” kitabından alındığı aşikâr olan lügate atıfta bulunur. DDKO’lu tutuklular “İddianameye Cevap” adı altında bir metin hazırlarlar. “Kürt Savunmalar Tarihi”nde buna “167 Sahifelik Metin” deniliyor. (Kürt Tarihi, sayı: 19)
DDKO’lu tutuklular, bu metni duruşmalar sırasında, mahkeme huzurunda okuyabilmek için büyük çaba harcadılar. Zira mahkeme, dosyada böyle resmi bir belge olmasın, tutanaklarda yer almasın diye bu metnin mahkeme huzurunda okunmasına karşı sert bir tutum takınsa da kararlı bir duruş sergileyen tutuklular bu metnin mahkeme huzurunda okumayı başardılar. DDKO’nun bu onurlu tavrı gelecekte Kürt sorunun da devlet katında çok önemli gedikler açacaktır. DDKO davasında yargılanan Musa Anter, bir duruşmada askeri savcının “Kürtçe denilen dilin 30 kelimesi bile yok” demesi üzerine Anter, “tavukların bile 30 çeşit gıdaklaması var, Kürtlere, Kürt halkına neden hakaret ediyorsunuz savcı bey” diyerek tepkisini gösterir.
Kitabın tezlerine can simidi gibi sarılan Türk politik eliti bu tutumunu 2000’lere kadar sürdürür. Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin anadilde eğitim istemiyle verdikleri dilekçelerden dolayı haklarında açılan dava için Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından hazırlanan iddianamede, yine bu kitaba müracaat edilmiş ve Kürtçe diye bir dilin olmadığına dair tezler savunulmuştur. Günümüzde bile Kürtçenin eğitim dili olmayacak kadar ilkel olduğunu savunan görüşler vardır.
Haziran 2024
Kaynakça:
Beşikçi İsmail; Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi: Belge Yayınları, İstanbul, 1990
Doktor Friç; Kürdler, Tarigi ve İçtimai Tedkikat: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2014
Hür Ayşe; Kürtlerin Öteki Tarihi: Literatür Yayınları, İstanbul, 2017
Kevorkian Raymond; Ermeni Soykırımı: İletişim Yayınları, İstanbul, 2015
Tekin Gülçiçek Günel; Beyaz Soykırım: Belge Yayınları, İstanbul, 2009