Bu geç kalmış bir yazı. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinden bu yana yaşananlar bana hemen 2001 Kasım 2002 Nisan ayları arasında Türkiye üniversitelerinde yürütülen ve çok benzer bir linç kampanyasına ve devlet şiddetine maruz kalan “Anadilde Eğitim Kampanyasını” hatırlattı. Ancak yazmak bugüne kaldı.
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinden bu yana yaşananlar herkesin malumu. Adli ve idari soruşturmalar, görevine son verilen hocalarımız, idari görevlerden alınanlar derken dört akademisyen tutuklandı. Bir aydan uzun süren bir tutukluluk sürecinden sonra geçen hafta serbest bırakıldılar. Tabi sindirme ve yıldırma kampanyası bitmiş değil. Adli ve idari soruşturmalar ve davalar devam ediyor. Tutuklulukları sona eren dört akademisyenin davası Eylül ayına ertelendi. Bu hafta Iğdır ve Antalya Üniversitelerinde görevli 9 akademisyen hakkında memurluktan men kararı alındı ve dosya YÖK’e gönderildi.
Kürtçe Seçmeli Ders Kampanyası
Kasım 2001 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde bir grup öğrenci “Kürtçe seçmeli bir dersin açılması” talebiyle üniversite rektörlüklerine dilekçe verdiler. İstanbul’da lisans öğrencisi olduğumda o dönemde bu girişim hızla diğer üniversitelere ve şehirlere yayıldı. Bir iki ay içerisinde 32 şehirde 45 üniversiteden toplam 15 bine yakın üniversite öğrencisi bu kampanyaya katılarak benzer dilekçeleri kendi rektörlüklerine verdiler.
Talep çok açıktı: Kendi üniversitelerinde İngilizce, Fransızca, Arapça, Japonca, İspanyolca dilleri için düzenlenen seçmeli ders uygulamasının Kürtçe için de uygulanması. Rektörlüklere sunulan dilekçelerde gerekçe ve vurgular ise şunlardı: AB üyelik sürecinin başlaması, Türkiye’de yaşanan demokratikleşme süreci, kültürel çoğulculuk, kendi anadilini öğrenme…
AK Parti iktidarının başladığı 3 Kasım 2002 tarihinden aylar önce meydana gelen bu kampanya büyük bir devlet şiddetiyle karşı karşıya kaldı. Adli ve idari soruşturmalar, tutuklamalar, üniversite ile ilişkilerin kesilmesi, uzaklaştırmalar vb. Kasım 2001 ile Nisan-Mayıs 2002 arasında 3 binden fazla öğrenci göz altına alındı, 130’a yakını tutuklandı. Binlerce öğrenci hakkında soruşturmalar açıldı ve yaklaşık 1000 öğrenci bir hafta ile bir yıl arasında üniversiteden uzaklaştırıldı, 32 öğrencinin ise üniversite ile ilişkisi kesildi.
İddialar akademisyenler vakasındakilere çok benziyordu. Akademisyenlerin KCK yetkilisi Besê Hozat’tan talimat aldığı iddiasına benzer şekilde dönemin Devlet Güvenlik Mahkemelerinde açılan davalarda savcılar talimatın PKK’den geldiğini iddia ediyorlardı. Tutuklanan öğrencilere yöneltilen suçlamalar da çok benzerdi: Terör örgütü üyeliği, yardım yataklık, terör örgütü propagandası yapmak vb.
Üniversitelerde de benzer bir kampanya yürütülmüştü. Büyük bir sindirme ve yıldırma kampanyasından sonra öğrencileri dilekçelerini geri çekmeye zorlama, açılan idari soruşturmalarda ikna odalarının düzenlenmesi vb.
Devlet, hükümet ve üniversiteler eliyle yürütülen sindirme ve yıldırma kampanyasına ana-akım medya da eşlik etmişti. Kuşkusuz devlet ve hükümetin verdiği aşırı tepkiyi eleştiren kalemler olmuştu, bugün olduğu gibi. Ancak, ana-akım medya toplumsal linçte önemli bir rol oynamıştı.
Anadilde Eğitim Kampanyası’nda kimse hüküm giymedi, tüm öğrenciler davaları kazandılar ve beraat ettiler. Üniversitede atılan öğrenciler de yıllar sonra okullarına döndüler. Kimisi bu süreç zarfında yurtdışına çıktı ve eğitim hayatına orada devam etti.
Türkiye’de büyük bir tabuya dokunan bu kampanyadan yaklaşık bir yıl sonra, 2002 Ağustos ayında Kürtçe özel kursların açılmasına olanak tanıyan yasal düzenleme yapıldı ve 2004 özel Kürtçe kursları çeşitli illerde açıldı. Sonrası malumunuz; haftada 2 saati aşmayan Kürtçe radyo ve TV yayınları 2009 yılında TRT 6’nın açılmasıyla devam etti. Devlet okullarından Kürtçe seçmeli ders düzenlemesinden sonra, özel liselerde Kürtçe eğitimin önünü açan yasal düzenlemeler yapıldı.
Düşünsel ve Kurumsal Süreklilik
Büyük bir umut yaratarak iktidara gelen AK Parti’nin, 14 yıl sonra başladığı noktanın gerisine düşmesi hem AK Parti camiası açısından hem de tüm Türkiye açısından hazin.
Bununla beraber ortada cevaplandırılması gereken önemli bir soru var: Nasıl oluyor da, onca yıldan ve onca reform çabasından sonra başlangıç noktasının gerisine düşülebiliyor. Siyaset sosyolojisinde bu tür vakaları açıklamada kullanılan bir konsept var: Path dependency, yani geçmişe bağımlılık ya da geçmişin bugün üzerindeki ağır, belirleyici ve sınırlandırıcı etkisi. Bu konsept daha sonra “kurumsal geçmişe bağımlılık” (institutional path dependency) ve “düşünsel geçmişe bağımlılık” (ideational path dependency) olarak geliştirildi.
Her iki vakadaki benzerlikler; ileri sürülen iddialar, söylemler, suçlamalar, cezalandırma ve sindirme süreçleri tipik bir path dependency vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. AK Parti etrafında süre gelen rejim değişikliği, yeni Türkiye, geçmişi geride bırakmak gibi tartışmalar hatırlandığında bu sürekliliği görmek şaşırtıcı.
Üstelik bu süreklilik hem söylemsel/düşünsel hem de kurumsal.