Uzunca bir süredir işçi ve emekçi hareketi birçok olumsuz öznel ve nesnel koşulla karşı karşıya. Mevcut rejim ve son yıllarda uygulanan neoliberal politikalar sosyal ve sendikal hakları ortadan kaldırarak, sendikaları işlevsiz hale getirdi. Hatta giderek çürümüş ve bürokratlaşmış sendikacıları kendisine eklemledi.
Buna ek olarak, emek sürecindeki değişim ile birlikte işçi sınıfında ciddi bir karakter aşınması gerçekleşmiştir. Gelecek kaygısı ve korkusu içinde güvenini kaybetmiş bir sınıf oluşturmak kapitalistlerin en önemli hedeflerinden biri olmuştur. Bunun en önemli aracı ise, çalışma sürelerinin belirsizleştirilmesi ve iş güvencesinin kaldırılmasıdır. Her alanda egemenliğini kuran esneklik, tam da bizatihi sınıfın kimliğine yönelik bir saldırıdır. Salt bu değil, sermayenin hareket serbestliği işçi sınıfını olumsuz biçimde etkilemiştir/etkiliyor. Güvencesiz çalışmanın, kayıt dışı emeğin yaygınlaşması ve “çalışma olanaklarının ortadan kalkması” emek gücünün “geçici işçiler”, “taşeron çalışanlar” ve işçiler olarak parçalamıştır/parçalıyor. Bu durum ise sınıf bilincini ve sınıf dayanışmasını zayıflatıyor, ortadan kaldırıyor.
İşsizliğin arttığı, enformel istihdamın yaygınlaştığı, değişik ücret düzeylerinin ve verimliliğin olduğu, emek piyasalarının yeniden yapılandırıldığı, sosyal güvenliğe ve sosyal harcamalara ayrılan payların azaldığı, sendikaların belirtildiği gibi ılımlı ve uyumlu sosyal kontrol araçlarına dönüştürüldüğü, sendikasızlaştırmanın gerçekleştirildiği yerde kuşkusuz yoksulluk da bu gelişmelerin düzeyine bağlı olarak artmaktadır. Çünkü; bir ülkede reel ücretler üzerinde önemli bir sürükleyicilik işlevi gören sendikaların işlevsiz kalması ile birlikte reel ücretlerdeki düşüş hem işçi ve emekçilere hem de toplumun geri kalan kesimlerine bir olumsuzluk ve yoksullaşma süreci olarak yansır.
Tabi ki sermaye bütün bunları, yalnızca yasalarla kendi hegemonyasını garanti altına alarak yapmaz. Bunun yanı sıra iktidar etkilerinin tüm toplumsal gövdeye hatta gözeneklerine kadar sızmasını sağlayacak yeni bir araca ihtiyaç duyar. Bu işsizlik ve açlıktır. Bunu, bu korkuyu sağladığı zaman işçiler ve emekçiler yalnızlaşır, yabancılaşır, dayanışmadan uzaklaşır ve sonuçta örgütlü mücadeleye yanaşmaz, uzak dururlar. Giderek bunu içselleştirirler. Artık onlar için dışarıdan bir denetçiye ihtiyaç yoktur. Oysa sermaye 19. yüzyılda çalışan kadınlara fabrika disiplini uygulatmak amacıyla özel olarak eğitilmiş rahibelerin denetimine ihtiyaç duymuştur. Bugün ise buna gerek yok. Çünkü az sayıda denetçi yerine çok sayıda denetçi var. Öncelikle her işçi–emekçi kendi kendisinin denetçisi konumuna getirildi, ardından her işçi–emekçinin bir gözetmen olduğu duygusu yaratıldı. Ve böylece her işçi–emekçi birbirini gözetlemeye–denetlemeye başladı. Bu ise belirtildiği gibi, yabancılaşmayı, dayanışmayı ve birbirine güvenilmediği için örgütsüzlüğü gündeme getirdi. Sonuçta sermaye karşısında örgütlü bir güç olmadığı için istediği gibi ‘at oynatmaya’ başladı. Aynı kaderi paylaşan bir sınıf olarak sermayenin bu saldırıları karşısında birbirine güvenmek ve bir sınıf olarak karşı çıkmak gerekir.
Hangi rakamlara inanacağız?
İlginç bir durumla karşı karşıyayız. Ortaya çıkan rakamlara göre açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı azalmış durumda. Peki ama gerçek böyle mi?
Devlet İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2005 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin (hanenin) açlık sınırı 190 YTL, yoksulluk sınırı ise 487 YTL olarak belirtiliyor.
Türk–İş‘in 2006 Aralık rakamlarına göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 615.YTL yoksulluk sınırı 2 bin 4 YTL.
Harp–İş’in 2006 Aralık ayı rakamlarına göre açlık sınırı 576.23 YTL yoksulluk sınırı ise 1.806.68 YTL olarak hesaplanıyor.
Harp–İş yoksulluk sınırı olarak nitelendirilen dört kişilik bir ailenin barınması, giyim, ulaşım gibi aylık zorunlu harcama tutarı aralık ayında 1.806.68 YTL bulduğunu, tek bir çalışanın insanca yaşama koşullarında yaşayabilmesi için gerekli olan yoksulluk sınırı harcamasını da 1.117.53 YTL olarak hesaplıyor.
İnsan bu kadar farklı rakamları görünce hangisine inanacağını şaşırıyor. Rakamları karşılaştırdığımızda; Türk–İş‘in hesapladığı rakamlara göre dört kişilik ailenin açlık sınırı TÜİK‘in açıkladığının üç katı, yoksulluk sınırı ise dört katını aşıyor. TÜİK 2005 yılında 4 kişilik aile için açlık sınırını (sadece gıda) 190 YTL 2006 için 207 YTL olarak hesaplamış. Basit bir hesap yaparsak kişi başına kabaca 52 YTL düşüyor. Bir kişinin bu miktarla aylık gıda ihtiyacını karşılaması mümkün mü?
Neden rakamlar önemli?
Çünkü;
1) Devletin resmi istatistiklerine göre aç ve yoksul sayısı bir yılda 3 milyon 596 kişi azalmış.
2) Asgari ücret belirlenirken birazda bu rakamlardan yola çıkılıyor.
3) Bu rakamlara dayanarak TÜİK ülke genelinde günde bir doların altında yaşamaya çalışan kişi sayısını 10 bin olarak açıklıyor.
Oysa ki tablo hiçte böyle göstermiyor. Aynı günlerde basına yansıyan başka bir haber bunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
“Diyarbakır’da kapı kapı dolaşılarak yapılan ve şimdilik iki mahallede 2 bin 421 haneyi kapsayan inceleme, bu düzeyde ve altında gelirle yaşayan insan sayısının 10 bini geçtiğini ortaya koyuyor.”
“Fatihpaşa ve Gürdoğan Mahallesi hane ortalama gelir düzeyi sadece 272.9 YTL yani günlük hane geliri 9 YTL civarında, diğer bir ifadeyle 6.4 dolar. İki mahalledeki hane halkı ortalama nüfusu ise altı kişiyi aşıyor. Bu durumda 15 bin kişiyle birebir yapılan araştırmada, kişi başına düşen günlük gelir 1 doların bile altında kalıyor.”
Yani sadece Diyarbakır’da iki mahallede ki “16 bin kişinin ortalama geliri günde 1 doların altında. TÜİK ‘e göre ise ülke genelinde bu gelirle yaşamaya çalışan kişi sayısı sadece 10 bin” bu tek örnek bile gösteriyor ki TÜİK‘in iddia ettiği ya da rakamlarla açıklamaya çalıştığı gibi aç ve yoksul sayısı azalmıyor, aksine artıyor.
Tamda bu rakamların, deyim uygunsa havada uçuştuğu süreçte asgari ücret komisyonu yeni asgari ücreti açıkladı. Yeni asgari ücret yılın ilk yarısı 403 YTL ikinci yarısı 419 YTL olarak belirlendi.
Bu gelişmeler karşısında ne işçi sınıfından ne de onun örgütü olduğunu iddia eden sendikalardan ciddi bir tepki gelmedi. Kimi açıklamalar dışında. Çünkü, asgari ücret açıklandığında en büyük işçi örgütü (sendikal anlamda) olduğunu iddia eden Türk–İş başkanı daha önemli işler yapıyor ve Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) genel başkanı ve yöneticileriyle görüşüyordu. ‘Cumhuriyetin ilke ve değerlerini korumak’ adına. O anda onu asgari ücret o kadar da ilgilendirmiyordu.
Ama ilginç açıklamalarda yapılıyordu. Hükümet çevrelerinden tutunda işveren çevrelerine kadar dalga geçer gibi açıklamalar yapılıyordu. Herkes belirlenen asgari ücretten memnun olmadığını dile getiriyordu. Türkiye İşveren Sendikası Konfederasyonu Başkanı Tuğrul Kudatgubilik, 403 YTL olarak belirlenen asgari ücretle “bir ailenin geçinmesinin mümkün olmadığını” söylerken, Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Zafer Çağlayan ise “Bir kişinin çalıştığı aile, uzaylı olsa asgari ücretle geçinemez!” diyordu. Sendikaların açıklamaları da aşağı yukarı aynıydı. “Ücretin geçim sıkıntısına çare olmaması” ve böylece yapılan açıklamalarla asgari ücret sessiz sedasız geçiştirilmiş oluyordu. İnsanın sorası geliyor. Madem kimse memnun değil bu asgari ücretten o zaman bunu kim belirledi. Oysa biliniyor ki asgari ücret komisyonu; hükümet, işveren ve işçi temsilcilerinden oluşuyor.
* Çoban Ateşi Gazetesi, Sayı:1 Tarih: 1 Mart 2007