Ana SayfaÜniversiteyi öldürmenin sekiz yolu-2

Üniversiteyi öldürmenin sekiz yolu-2

ÜNİVERSİTEYİ ÖLDÜRMENİN SEKİZ YOLU

(YA DA ÜNİVERSİTE PİYASAYA NASIL ENTEGRE OLUR?)[1] –2

 

SİBEL ÖZBUDUN

 

“Bilimin sürdürülmesi,

bana özel bir yürekliliği

gerektirir gibi gözüküyor.”[2]

 

 

Biliyorsunuz, üniversitelerde iki tip ürün üretilir: öğretim ve araştırma. Bir başka deyişle üniversiteler hem bilimin üretildiği, hem de bilimsel bilgi birikiminin genç kuşaklara aktarıldığı mekânlardır. Üniversitelerin piyasaya entegre edilmesini öngören neo-liberal projenin en sakıncalı yönü, bilimin piyasanın bir unsuruna dönüştürülmesidir. Çoğunlukla “bilimin metalaşması” olarak ifade edilse de burada sözkonusu olan, bunun çok ötesinde bir şeydir. Bütçesi siyasal iktidarlar tarafından küçültülerek malî darboğaza sürüklenen üniversiteler, böylelikle “Üniversite-sanayi işbirliği” yaftası altında, bilimsel üretimlerini şirketlerin talepleri doğrultusunda yapılandırarak piyasa gereksinimleri uyarınca işleyen AR-GE kurumlarına dönüştürülmektedir.

Yani artık laboratuar ya da alanda, kendi belirlediği bir sorunsal dahilinde araştırmalarını yürütüp buluşlarını bağımsız olarak “patentleyen” bilim insanları değildir söz konusu olan. Bölümler, fakülteler, enstitüler piyasadan kendilerine gelen istekler doğrultusunda projeler hazırlamakta, öğretim elemanları, öğrenci ve araştırmacılarını bu projelerde istihdam etmektedirler. Böylelikle, akademisyen/bilim insanı, şirketlerin siparişleri doğrultusunda istihdam edilen bir ekibin (ücretli) bir elemanına dönüşmüştür.

Böylelikle üniversitelerde bağımsız araştırmaların önü kapanmaktradır: ilaç firmalarının, enerji şirketlerinin, yüksek teknolojinin, iletişim sektörünün, biyogenetik endüstrinin vb. talepleri, halk sağlığı, sürdürülebilire çevre, emek hakları gibi kamu yararı yüksek sorunların önüne geçmiştir. Çünkü yönetimler, bölümlerine döner sermayedeki paylarını yükseltecek projelere öncelik vermeleri konusunda baskı yapmaktadırlar.

Böyle bir düzenlemede üniversite “özerkliği” sadece üniversitenin kendine malî kaynak sağlamasıyla sınırlı bir “malî özerklik” olarak yorumlandığında, diğer bütün özerklikler anlamını yitirir: idarî, akademik, bilimsel vb… Çünkü üniversite kendisini bağımsız bilim ve öğretim kurumu olarak var eden mantıktan vaz geçerek piyasanın mantığına boyun eğmiş olur.

Bu durumda üniversiteyi kimin (akademisyenler, profesyonel yöneticiler, bürokratlar… hangisi becerebiliyorsa) yönettiğinin piyasa açısından fazla bir önemi yoktur.[15] Dahası, dönüşüme uğramış, piyasanın mantığına teslim olmuş üniversitede, akademisyen “fiktif” olarak bilimsel “özgürlüğe” sahiptir: kaynak bulabiliyorsa, kapı önüne konulma riskini göze alıyorsa, “mobbing”e karşı dayanıklıysa, dilediği araştırmayı yapması önünde MGK yasakları yoktur artık… Tabii “bedel”ini ödemek kaydıyla: Tıpkı Dilovası’nda bebek gaitalarında ağır metaller tesbit edip bu buluşu kamuoyuyla paylaştığı için hakkında soruşturma açılan, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Onur Hamzaoğlu Hoca gibi…

Çoğu akademisyen, bu “fiktif” özgürlüğü kullanmaya kalkışanların başına gelenlere bakıp, bindikleri aracın borusunu öttürmek zorunda olduklarının bilincine varmıştır – Akademik evrende hâkim olan “kuzuların sessizliği”nin nedeni de budur.

Tekrar ediyorum, neo-liberal üniversite rejiminde akademisyenlerin ilgi alanlarını denetim altına almak için despotik bir YÖK baskısına ya da MGK baskısına ihtiyaç yoktur. Öğretim elemanlarının biatı rafine bir “liyakat” sistemiyle sağlanmaktadır.

Öncelikle, araştırma görevlilerinden başlayıp tüm akademik kademelerin tedricen sözleşmelileştirilmesi aracılığıyla… Sözleşmenin yenilenmemesi olasılığı, böylelikle akademisyen üzerinde yeterli bir baskı oluşturmaktadır.

Bunun yanı sıra, atama ve yükseltme kriterleri ile ücretler artan ölçüde “performans”a bağlanmaktadır: yeni YÖK yasa tasarısında, her üniversitenin (mütevelli heyet karşılığı kullanılan) “konsey”ince ayrı ayrı belirlenmesi öngörülen kriterlerdir bunlar: Bu tasarımda akademik “başarı” öğrenci değerlendirmesi, proje yönetimi, akademik yayın vb. ile belirlenen bir puanlama sistemiyle ölçülmektedir. Hâl-i hazırdaki uygulamada, ABD merkezli, anaakım, piyasa yönelimli endeksli dergilerin, örneğin anadilde yazılmış bir kitaptan daha fazla puan kazandırdığı öylesi bir “değerlendirme” sistemi, akademisyenin ilgi alanlarını kendiliğinden yönlendirmektedir – bilimsel bir merkez-çevre ilişkisini yeniden üretmenin yanı sıra… Bir başka deyişle, akademisyen açısından olumlu, geliştirici bir unsur olabilecek “yayın zorunluluğu”, böylelikle, onun “marjinal” addedilen konu ve yönelişlere itibar etmemesini sağlayan, standartlaştırıcı bir otosansür mekanizması işlevi görmektedir.

Üniversitelerin piyasa tarafından massedilmesinin bir başka yönü ise, üniversite öğreniminin standart bir teknikle hesaplanabilir bir girdiye dönüştürülmesidir: AKTS (Avrupa Kredi Transfer Sistemi’nden söz ediyorum.) Türkiye’nin 2000’de dahil olduğu Bologna sürecinin bir zorunluluğu…

12 Eylül günlerinde Genelkurmay Başkanı ile ODTÜ Profesörü Cahit Arf arasında geçen bir konuşmada Genelkurmay Başkanı’nın ‘Bizim de üniversitemiz var. Harp Okulu. Disiplinsizlik yok. Çıt çıkmıyor. Sizde boyuna sorun çıkıyor. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.’ sorusuna Arf’ın şöyle yanıt verdiği aktarılmaktadır: ‘Harp Okulu’nda öğrencilere ne öğretilmesi gerektiğini biliyor musunuz?’

Genel Kurmay Başkanı: ‘Elbette biliyoruz.’

Cahit Arf: ‘Biz tam olarak bilmiyoruz… Öğreteceğimiz şeyden emin olsaydık orası üniversite olmazdı. Üniversite, tartışarak gerçeklerin arandığı kurumdur. Tartışma olan yerde sorun çıkması doğaldır’.[16]

Üniversiteye bir darbe de böylelikle öğrenimi standartlaştırıcı özelliğiyle Bologna sürecinden gelmektedir. AKTS, bir öğrencinin öğrenim girdilerinin eğitim yaşamının her aşamasında milimetrik olarak hesaplanıp birbirine dönüştürülebileceği bir “konvertibilite” sistemidir. Sistemden öğrencinin yüksek öğrenimini farklı ülkelerde tamamlama olanağının sağlanması amaçlandığı belirtilse de, daha az telaffuz edilen bir husus, nihaî ürün ya da “çıktı”nın (yani mezunun) tüm evsafını içeren bir “barkod” oluşturabilmektir “müşteri” (burada mezunu istihdam edecek şirketler) için. Böylece “müşteri” satın alacağı ürüne ilişkin bir çeşit “garanti”ye kavuşmaktadır! Bütün üniversitelerin “misyon-vizyon” amentülerine “dünya ekonomisiyle bütünleşebileceği bilgi ve becerilere sahip öğrenciler yetiştirmek” maddesini koymaları boşuna mı?

* * *

Biliyorsunuz, YÖK yasası bir kez daha değiştirilmenin eşiğinde.

Aslında TÜSİAD’ın “piyasaya entegre olmuş üniversite” modelini öngördüğü 1994 tarihli raporundan bu yana, YÖK’ü yeniden yapılandırmaya yönelik reformlar gündemdedir: TÜSİAD raporundan bu yana, her YÖK başkanı yeni bir YÖK tasarısıyla çıktı karşımıza: Kemal Gürüz tasarısı, Erkan Mumcu’nun YEK’i, 2007 tasarısı, 2010 “mütevelli heyetler” tasarısı ve nihayet Gökhan Çetinsaya’nın TYK’sı…

Aslına bakarsanız, hepsinin muradı bir: Türkiye üniversitelerini neo-liberal modelle uyumlu kılmak, piyasa-üniversite entegrasyonunun önündeki son direnç noktalarını da tasfiye edecek yasal çerçeveyi hazırlamak. Bu bakımdan Çetinsaya tasarısının bir özgünlüğü yok.

Tasarı’nın “ruhu”nu ise, en iyi, metin içerisinde geçen kavramlara dair istatistikler gösteriyor. Örneğin, “bilim özgürlüğü” kavramı, 34 sayfalık taslak metinde yalnızca 3 kez geçmekte. Tasarıda “özerklik” tanımlanmıyor; ancak “kurumsal özerklik” tamamlaması içinde (her seferinde malî özerkliğe gönderme yapacak şekilde) 6 kez geçmekte.

Peki, en fazla zikredilen kavram mı? İnanmayacaksınız ama, ilk beş sayfada 12 kez olmak üzere 13 kez anılan “rekabet” sözcüğü!

Akademik üretim ve paylaşım bir işbirliği ve dayanışma sorunudur: akademisyenler geçmiş kuşakların birikiminden yararlanarak yaparlar çalışmalarını. Fikir, görüş, bulgu ve tezlerini, bilimsel sempozyum ve yayınlarda birbirleriyle, popüler dergilerde kamuoyuyla, dersliklerde öğrencileriyle paylaşırlar. Bir başka deyişle, bilimsel üretim, kolektif bir süreçtir. Bu kolektif süreci, “rekabet” terimi çerçevesinde yeniden örgütlemeye kalkışmak, tasarının niyetini açığa çıkartmaktadır: Üniversiteyi üniversite yapan mantıktan vaz geçerek onu piyasaya eklemlemek…

Evet, günümüzde AKP’nin YÖK’ü eliyle dayatılan yükseköğrenim modeli, üniversitenin sermaye talepleri doğrultusunda yapılandırılmasından ibarettir. Bir başka deyişle, 1990’lı yıllarda TÜSİAD eliyle başlatılan bir girişimin, MÜSİAD eliyle tamamlanmasıdır.

Gerçi, “atandıktan sonra gezdiği üniversitesinin birimlerinden veya fakültelerinden birine giderek ‘burası günah mabedi, burada içkili toplantılar, kokteyller veriliyor’ diyebilen, bir fakültede kadın akademisyenlerin sayıca fazla olmasından gocunan rektörlerin,[17] “Fizik ve kimya derslerinde sık sık, ‘Var olan şey yok, yok olan da var edilemez’ denir. Ancak Allah (c.c.) bu hükmün dışındadır,”[18] “Evrim teorisi, ateist ve din karşıtlarının bilimsel bir kılıfla insanlara sundukları bir safsatanın adıdır,”[19] buyuran[20](?) profesörlerin cirit attığı, kadro ilanlarında alınacak kişilerin adının not düşüldüğü[21] üniversiteler “sermaye talepleri doğrultusunda” nasıl yeniden yapılandırılacak, piyasa ekonomisine nasıl entegre olacak, o ayrı bir soru… ama niyet ortada! Sanırım en azından YÖK’ün denklik verdiği El-Ezher Üniversitesi, Malezya’daki Uluslararası İslâm Üniversitesi, Sudan’daki Omdurman İslâm Üniversitesi, Medine İslâm Üniversitesi, İran’daki İmam Muhammet Bin Suud ve İslâmi Azad Üniversitesi[22] kadar yapabilirler bunu…

Üniversite bileşenlerine düşen ise, topluma, emeğe, hayata karşı olan bu “proje” karşısında direnmektir. “Haziran kalkışması” sırasında üzerlerindeki ölü toprağından silkinerek öğrencilerinin yanında alana çıkan yüzlerce akademisyen ve üniversite personeli, ve elbette yüzbinlerce üniversite öğrencisi üniversitede hâlâ hayat ve umut olduğunun canlı kanıtıdır.

Zaten “üniversite” sözcüğünün kendisi de başlı başına bir direniş, bir isyan çağrısı değil midir?[23]

  1. bölüm için linge tıklayınhttp://rojnameyanewroz2.com/%C3%BCniversiteyi_%C3%B6ld%C3%BCrmenin_sekiz_yolu_1__sibel_%C3%B6zbudun-haberi-TR-238-4.html#.Upc_EdKndu8

Newroz Gazetesi

Sayı: 241-242-243

 

N O T L A R

[1] Ekim Gençliği’nin Özdere’de gerçekleştirilen yaz kampı çerçevesinde, 23 Temmuz 2013 tarihinde düzenlenen “Eğitimin Ticarîleşmesi” başlıklı söyleşi metni.

[2] Bertolt Brecht’in 1955/1956 yıllarında kaleme aldığı ‘Galilei’nin Yaşamı’nın 14. sahnesinden.

 [15] Yine de neo-liberaller, üniversitelerin akademisyenler eliyle yönetilmesine alerji duyan pratik adamlardır. İşte bunlardan biri, Prof. Dr. Kpt. Esen Faruk Özsan, üniversite “proje”sinde “akademisyenler”in yönetme konusundaki “beceriksizliği”ne olan inancını şöyle dile getiriyor: “Bir profesörün oradaki öğretim üyelerinin oyuyla rektör seçilmesi bu kurumlara politika ve huzursuzluk getirmiştir. Bazı üniversiteler, idarecilerine oy verecek öğretim üyeleriyle doldurulmaya başlanmıştır. Sonuçta sağ/sol, ilerici/gerici, mason/nurcu, devrimci/faşist ve laik/şeriatçı gibi çekişmelerle günlük siyasete girilmiştir. ‘Demokratik ve lâik üniversite’, ‘akademik, mâli ve idarî özerklik’, ‘ilmî özgürlük’, ‘sakal ve kılık-kıyafet yasakları’ gibi yeni kavramlar yaratılmış, bilâhare bunlar üzerinden sonsuz tartışmalara girişilmiştir.” “Pratik adam”ımızın “üniversiteyi kim yönetmeli?” sorusuna yanıtı da çarpıcı: “İdarî ve akademik kadroları atayacak olan mütevelli heyetleri şu kişilerden oluşabilir: Yörenin (i) valisi veya yardımcısı, (ii) il veya ilçe belediye başkanı, (iii) en çok ihracat yapan işletmecisi, (iv) en çok işçi çalıştıran sanayicisi, (v) en çok vergi veren iş adamı, (vi) askerî komutanı, hastane başhekimi, AR-GE merkezi temsilcisi, takım lideri olarak çalışmış âlim, mucit veya mühendis.” (Esen Faruk Özsan, “Teknoloji Çağında Üniversite Eğitimi”, Milliyet, 7 Ağustos 2013, s.22.) Gökhan Çetinsaya’nın süresi bittiğinde, YÖK başkanlığına uygun bir aday, değil mi?

[16] Mustafa Kemal Coşkun, “Üniversite Reformu!”, Radikal İki, 21 Ekim 2012, s.10.

[17] Orhan Bursalı, “Bir Üniversitede Rektör”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2012, s.6.

[18] Bu sözler Prof. Dr. Eşref Edip Keha’ya aittir.

[19] Bu sözler Prof. Dr. Turan Güven’e aittir.

[20] Ezgi Başaran, “Evrim Karşıtı Sempozyum Üniversitede Olur mu?”, Radikal, 9 Mayıs 2012, s.6.

[21] “Öğretim üyesi alımı için gazetede yayımladığı ilanda alacağı öğretim üyelerinin de adını yayımlayan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, isimlerin “sehven” yayınlandığı gerekçesine sığındı.” (“Üniversitede Torpil ‘Sehven’ Açığa Çıkmış”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2013, s.4.)

[22] Sinan Tartanoğlu, “El-Ezher’e Denklik”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2013, s.10.

[23] “Ortaçağ zamanlarında Paris kenti, Seine ırmağının oluşturduğu adacıkta yer alan iki büyük otoritenin yönetimindedir. Birisi Notre Dame katedralidir, ötekisi ise onun tam karşısında yer alan Krallık Sarayı’dır. Başpiskopos Notre Dame katedralinde oturmaktadır. Notre Dame katedrali, Paris kilise okullarında yetişen din adamlarına yeterlik/yetki belgeleri verir. Bu belgeleri başpiskopos yerine, yardımcısı rektör dağıtır. O nedenle, rektörün kilise okulları üzerinde ağır baskısı vardır. Katedralin karşısındaki krallık sarayında kentin emniyet müdürü oturmaktadır. Rektör ve emniyet müdürü genellikle iyi geçinirler. Çok sayıda öğretmen ve öğrencinin yaşadığı kenti sorunsuz yönetirler.

1100’lü yıllarda, çok sayıda yabancı öğrenciyi de içine alan yüksek öğretim, henüz devlet güdümünde değildir. Öğrenciler okula ya da ders aldıkları öğretmene ücret öderler. Bir tür özel okul ya da özel öğretmen sistemi yürürlüktedir. Öğrenimden sonra rahiplik yetkisini dağıtan Notre Dame, sisteme egemendir.

Öğrenciler ve öğretmenler Latin Quarter denilen bölgeye yerleşmeye başladılar. Latin Quarter, Latincenin egemen olduğu yeni bir mahalle yeni bir yerleşke oldu. Öğrenci sayısı o zamanki Paris’in nüfusunu aştı. Nehrin batı yakasında birkaç tane manastır okulu vardır. En büyükleri St.Germain, Ste.Genevieve ve St.Victor’dur.

Bu okulların kendi başöğretmenleri vardır. Ama rektör, o okullarda mutlak yetki sahibidir ve başöğretmene sormadan okula öğretmen atayabilir, öğretim programını belirler ve öğretimi denetler, mezunlara rahiplik yetki belgesi verir. Bu durum doğal olarak, başöğretmenler arasında rektöre karşı bir hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bu hoşnutsuzluk, birçok (baş)öğretmenin Notre Dame katedralinden uzaklaşmaları, Latin Quarter denilen bölgeye yerleşip, kendi fakültelerini kurmaları sonucunu doğurdu. Yabancı öğrencilerin de yoğun olarak toplandığı Latin Quarter, 1100’lü yıllarda büyük bir eğitim sitesi oldu.

1200 yılının sonbaharında Latin Quarter’da yaşayan bir Alman öğrenci evinde arkadaşlarına bir parti vermeye karar verir. On yaşındaki uşağını şarap almak için caddenin köşesindeki tavernaya yollar. Tavernadaki tezgâhtar, çocuğun damacanasına bozuk şarap doldurur. Bunu fark eden çocuk itiraz eder. Taverna görevlileri çocuğu dövüp ve sokağa atarlar. Bu arada damacana da kırılır. Çocuk gelip başına gelenleri anlatınca, partiye gelen öğrenciler topluca tavernaya giderler. Tavernayı darmadağın edip görevlilerini döverler ve dolu bir damacana ile dönüp partiye devam ederler.

Tavernacı emniyet müdürüne gider ve öğrencilerin yakalanıp cezalandırılmalarını ister. Emniyet müdürü yanına görevlileri ve bazı gönüllüleri alıp, Latin Quarter’da öğrenci avına çıkar. Arama sırasındaki hoyrat davranışları semt öğrencilerinin ve öğretmenlerinin tepkisini çeker. Aralarında şiddetli bir kavga başlar. Emniyet görevlileri püskürtülür. Ancak kavgada beş öğrenci ölür. Onlardan birisi tavernadan şarap aldıran Alman öğrencidir. Alman öğrencinin Liege piskoposluğuna seçilmiş biri olduğu anlaşılır. Olay büyümeye başlar.

Notre Dame’dan destek alamayınca, öğrenciler ve öğretmenler kendi aralarında örgütlenirler. Yabancıları da içine aldığını belirtmek için birliğe Universitas adını verirler. “Üniversite” adı buradan gelir. Kurdukları barikatlarla Latin Quarter’a polisin girmesine izin vermezler. Emniyet müdüründen ve rektörden uzlaşma işareti görmeyen Universitas, temsilcilerini Kral Philip’e gönderir. Temsilciler kraldan korunma ve bazı imtiyazlar isterler. Kral temsilcilere;

-İsteklerinizi kabul etmezsem ne yapacaksınız? diye sorar. Temsilciler yanıt verir:

-O zaman, cübbelerimizin eteğinden Paris sokaklarının tozunu silkeler gideriz!

Kral Philip bu sözün ne anlama geldiğini bilecek kadar akıllıdır. Latin Quarter’daki öğrenciler kenti terk edip başka ülkeye giderlerse, Paris’in çok şey kaybedeceğini bilir. O nedenle, öğrencilere istedikleri imtiyazları verir. Artık üniversitat kralın korumasındadır. Polis onlara karışamayacaktır. Daha önemlisi, Latin Quarter’daki okullar (fakülteler), rektörden bağımsız olarak kendi öğretim programlarını yapabilecek, öğretmenleri atayabilecek, dereceleri dağıtabileceklerdir. Bu olgu, Paris’te yükseköğrenimin kiliseden kopuşunun başladığı andır. O andan sonra, Üniversite kurulmuştur. (Dr. Lynn H. Nelson, Professor Emeritus, University of Kansas, Lectures in Medieval History, 1 January 2001. akt. Timur Karaçay, “Üniversite Adının Doğuşu”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1325, 10 Ağustos 2012, s.15.)

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights