Bülent Tekin / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Çok fazla makale okuyorum, okudukça da yazacağım konuların önüne geçen yazılar oluyor. Okuduğum makalelerden biri Rus yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin (1821-1881) “Ölüler Evinden Anlar” romanıyla ilgili. Ünlü Rus yazar Dostoyevski, 1849’da I. Nikola’nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle 23 Nisan 1849’da tutuklandı ve idama mahkûm edildi. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi. Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı. 1861-1862 yıllarında bu dergide yayımlanan “Ölüler Evinden Anılar” Dostoyevski’nin Sibirya’da geçirdiği sürgün yıllarının izlerini bütün canlılığıyla yansıtır.
“Ölüler Evinden Anılar,” eşini öldürme suçuyla çektiği hapis cezası sonrası Sibirya’ya sürülmüş, orada Fransızca öğretmenliği yapan Aleksandr Petroviç Goryançikov’un, hapishanede tuttuğu notların anlatıcı tarafından okuyucuya aktarılmasıyla oluşturulmuştur.
Sibirya’da geçen dört yıllık sürgün hayatı, Dostoyevski’nin gerçeğiydi. Bu gerçek, onun ve onunla aynı kaderi paylaşan binlerce mahkûmun iç dünyalarındaki duyguların gerçekliğiyle birleşince ortaya, her biri bambaşka anlamlar taşıyan öyküler çıktı.
Bu hikâyeler, diri diri mezara gömülmüş hayatların, ayaklarındaki zincirlerden ziyade ruhlarındaki prangalardan kurtulmaya çalışan Goryançikov’un, Akim Akimiç’in, Petrov’un, Ali’nin öyküsü; ezilmişliğin, mücadelenin, bencilliğin, dışlanmışlığın, yalnızlığın ve onları ayakta tutan en önemli şeyin, umudun öyküsüdür. Dostoyevski insanı yine en ince yerinden, insanlığından yakalar.
Dostoyevski, Ölüler Evinden Anılar’ında üç köpeğin hikâyesini anlatır. Şarik, Belka ve Kultyapka isimli bu üç köpeğin hikâyesi oldukça ilginçtir. Mahkûmların ilgilendikleri aslında sadece köpekler değildir, kartal dâhil diğer hayvanlar da ilgilerindedir.
Dostoyevski Şarik’i şöyle anlatır: “Ortalık kararınca, tek başıma koğuş binasının arkasındaki duvar boyunca dolaşmaya başladım. Birdenbire bana doğru koşan Şarik’i gördüm. ‘Şarik’ hapishanemizin köpeğiydi, askeri bölüklerde ve topçu bataryalarında bulunan köpekler gibi bir köpekti. Çok eskiden beri hapishanedeydi, kimsenin malı değildi. Herkesi sahibi biliyor, mutfak artıklarıyla besleniyordu.
Şarik, beyazla karışık siyah tüylü, irice, henüz pek yaşlı olmayan, zeki bakışlı, kuyruğu tüylü bir köpekti. Onu kimse sevip okşamaz, umursamazdı. Hapishaneye geldiğim ilk gün sırtını okşamış, elimle ekmek vermiştim. Severken uslu duruyor, yüzüme tatlı tatlı bakıyor ve memnuniyetini belirtmek için kuyruğunu sallıyordu. Şimdi de beni-yani birkaç yıldır onu okşamayı ilk defa akıl eden insanı-uzun zaman göremeyince mahpuslar arasında dolaşarak aramaya başlamıştı, koğuşun arkasında karşılaşınca hafifçe inleyerek bana doğru koştu. Birdenbire, bana ne oldu bilemiyorum, ama köpeğe sarılıp başını göğsüme bastırdım ve öpmeye başladım; Şarik ön ayaklarını omuzlarıma koymuş, yüzümü yalıyordu. ‘İşte kaderimin bana yolladığı dost!’ diye düşündüm ve o günden sonra da bu ilk ve en ağır gelen acıklı dönemimde, her işten dönüşümde, koğuşa girmeden hemen koğuşun arkasına gitmeye başladım; orada, sevincinden önümde ince bir sesle inleyip boyuna zıplayan Şarik’in yanına çömelir, başını ellerimle sararak öper, öperdim. Bu anlarda bütün varlığımı hem tatlı, hem de azap veren tuhaf bir duygu kaplardı. Duyduğum bu acıdan adeta övündüğümü hâlâ unutmam; bütün dünyada beni seven, bana bağlı olan tek bir yaratığın sadık dostum Şarik olmasıyla övünürdüm.”
Şimdi Belka’yı tanıyalım: “(Dostoyevski Şarik’iten bahseder önce) Hapishane köpeği olarak, önce de söylediğim gibi, Şarik adlı köpeğimiz vardı; zeki, iyi huylu bir hayvandı, onunla iyice arkadaş olmuştuk. Ama basit halk arasında köpek ilgiye değmez, tiksinti verici bir hayvan sayıldığından, bizde Şarik’e değer veren yoktu. Hayvan kendi halinde yaşardı; avluda yatar, mutfak artıklarıyla beslenir, kimsede özel bir ilgi uyandırmaz, ama herkesi tanır, hapishanedeki herkesi efendisi bilirdi. Mahpuslar akşamları işten dönerken dış karakoldan, ‘Onbaşılar!’ bağırışı duyulur duyulmaz Şarik hemen kapıya koşar, gelen her gruba ayrı ayrı yaltaklanır, kuyruk sallar, ufak bir sevgi işareti bekleyerek herkesin gözünün içine bakardı. Ama uzun yıllar boyunca benden başka kimseden sevgi görmemişti. Bunun için beni diğerlerinden daha çok severdi. Nereden çıktığını hatırlamıyorum, ama sonraları hapishanede Belka adında başka bir köpek daha türedi.
Belka garip bir yaratıktı. Birisi arabasıyla hayvanın üstünden geçtiğinden beli o kadar çukurlaşmıştı ki, koşarken uzaktan Belka’yı birbirine yapışık iki beyaz hayvan sanırdınız. Zaten uyuz gibi bir şeydi, gözleri akardı, daima kıstığı kuyruğunun tüyleri dökülmüştü. Feleğin sillesini yediği için olacak, her zaman boynu eğik durmaya karar vermiş gibiydi. Cesaret edemiyormuş gibi, hiçbir zaman, hiç kimseye havlamazdı.
Koğuşlar arasında, verilen ekmek artıklarıyla yaşardı. Bizden birisini görür görmez, adam daha birkaç adım ötedeyken, hemen ‘Ne istersen yap, teslimim.’ der gibi sırtüstü yatıverirdi. Önünde yuvarlandığı her mahpus da, sanki yapılması gereken bir ödevmiş gibi mutlaka hayvanın karnına bir tekme sallar, ‘Tüh rezil!’ diye söylenirdi. Belka gıkını çıkarmaya bile cesaret edemez, ancak canı çok yandıysa, boğuk, acıklı bir sesle ulurdu. İhtiyaçları için hapishane avlusu dışına çıkan Şarik ve diğer köpeklerin önünde de böyle yuvarlanırdı. Bazen uzun kulaklı koca bir köpek hırlayarak, havlayarak üzerine atılınca Belka hemen sırtüstü yatıverir, hiç kıpırdamadan öylece dururdu. Ama köpekler, kendi cinslerinin boyun eğip teslim olmalarından pek hoşlanırlar. Haşin köpek o anda sakinleşir, bir şeyler düşünüyormuş gibi, ayaklarını havaya dikmiş hasmının önünde durarak, ağır ağır, büyük bir merakla Belka’nın her organını koklamaya başlardı. Tir tir titreyen Belka o sırada neler düşünürdü acaba? Herhalde aklından, ‘Ya şimdi bu haydut beni dişleyiverirse?’ düşüncesi geçerdi. Fakat köpek koklamayı bitirdikten sonra, Belka’da ilgiye değer bir şey bulamadığından onu bırakırdı. Belka da hemen ayağa kalkıp bir dişi köpeğin peşinden giden bir it sürüsüne topallaya topallaya katılırdı. Dişi köpekle hiçbir zaman yakın bir ahbaplık kuramayacağını bildiği halde, uzaktan da olsa arkasından yürümek onu avuturdu. Artık onuru bir yana bırakmış gibiydi. Gelecek için hiçbir tasarısı, umudu yoktu, sadece boğazı için yaşar, bunu kendi de pekâlâ anlardı. Bir kere Belka’yı sevmek istedim; bu onun için o kadar yeni, beklenilmedik bir şeydi ki, hayvancağız önce dört ayağı üzerinde yere çöküverdi, bütün gövdesi ürperdi; sonra çok duygulandığından olacak, iniltiyle ağlama arası sesler çıkarmaya başladı. Acıdığım için onu sık sık seviyordum. Sevgime iniltilerle karşılık verirdi hep. Beni ta uzaktan görünce inlemeye başlar, acıklı sesler çıkarırdı. Sonra köpekler onu surlarda parçaladılar….”
Ve şimdi de Kultyapka: “ Henüz enikken, bir gün işten dönerken yolda bulduğum bir köpeği eve getirdim ve ismini Kultyapka koydum. Diğer köpeklerden bambaşka yaradılıştaydı. Onu henüz gözleri açılmamış bir enikken neden atölyeden hapishaneye getirdiğimi bilemiyorum. Bu hayvancağızı besleyip büyütmek hoşuma gidiyordu. Şarik hemen onu himayesine aldı, birlikte yatmaya başladılar. Büyüyünce, kulaklarını ısırmasına, tüylerini dişleyip onunla büyük köpeklerin yavrularıyla oynadığı gibi oynamasına ses çıkarmadı. Garip ama Kultyapka boylamasına değil, enlemesine gelişiyordu. Tüyleri uzun, dağınık, açık renk, fare tüyleri gibiydi. Kulaklarının biri yukarıya kalkık, öbürü sarkıktı. Doğuştan pek canlı, pek coşkundu. Sahibini görünce her enik gibi sevinçli sesler çıkarır, yüzümü yalamaya kalkar, türlü sevgi belirtileri gösterirdi: Sevincini anlatsın da, nezaket kuralları vız gelirdi ona! Nerede olursam olayım, ‘Kultyapka!’ diye seslendim mi, bizimki yerden bitmiş gibi bir köşeden çıkıverirdi. Tiz perdeden havlayarak, bir topaç gibi yuvarlana tekerlene, yolda taklalar atarak doğru bana koşardı. Bu küçük mendeburu pek sevmiştim. Kader ona görünüşte rahat, mutlu bir yaşam hazırlar gibiydi. Ama günün birinde, kadın kunduraları diken, deri tabaklama işiyle uğraşan mahpus Neustroyev, Kultyapka’ya özel bir ilgi göstermeye başladı, yere sırtüstü yatırıp okşadı. Hiçbir şeyden şüphelenmeyen Kultyapka keyifli keyifli havlıyordu. Fakat hemen ertesi sabah ortadan kayboluverdi. Onu araya araya bir hal oldum, Kultyapka sırra kadem basmıştı. Ancak iki hafta sonra işin içyüzü anlaşıldı: Kultyapka’nın kürkü Neustroyev’in pek hoşuna gitmiş meğer. Hayvanı öldürüp yüzdükten sonra derisini bir mahkeme üyesinin karısına hazırladığı kadifeden kışlık çizmeye astar yapmıştı. Üstelik bitirdikten sonra bana da gösterdi. Kürk pek enfesti. Zavallı Kultyapka!”
Dostoyevski’nin bu durumu yorulması oldukça anlamlı ve ders vericidir: “Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. Bir zalimde hem insanlık, hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmesi hemen hemen imkânsızdır artık. İşin asıl kötü yanı, böyle bir başına buyrukluk kolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret, son derece ayartı bir şeydir. Toplum da böyle bir etkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın toplulukta kökleşmesi işten bile değildir. Kısacası, bir insana kendi benzerine fiziksel ceza verme hakkının tanınması topluluğun yaralarından biridir; bu yara bir yandan o topluluktaki özü ve vatandaşlık duygusunu kemirirken, öte yandan önüne geçilmez bir düzensizliğe de yol açar.”
Ben bu yazıyı (köpekler üzerinden) yazarken şöyle bir düşünceye kapıldım: Petroviç köpeğin başını sevdiğinde ise köpek bu duruma şaşırıp acı acı uluyup ne yapacağını bilemeyip uzaklaşıyor ya? İşte burada önemli bir durum ortaya çıkıyor: Acı, çaresizlik o kadar yüksek ki birinin birini sevmesi tuhaf karşılanıyor. Bu durum salt hayvanlar için değil, mahpuslar için de aynıdır: Mahpuslara iyi davrananların aşağılanması ve saygı duyulmaması! Tam tersi onlara bağıran, sopayla tehdit eden birine inanılmaz saygı duyulması! Maalesef bugün bile zaman zaman bazı kişiliklerde geçerli olan bir durumdur.
Siyasi Haber