“Gerçeği bastırmak isteyenler için
kitaplar ve her türlü yazı terördür.”[1]
Engelli olmak kötüdür. İnsanı özendiği, “keşke”lendiği şeylerden alıkoyar.
Örneğin ben, “edebiyat engelli”yim. Harfleri sökmeye başladığım 4-5 yaşlarından 20’lerimin başlarına dek elimden şiir-roman-öykü kitapları düşmemişti oysa. Geceleri uykumdan uyanıp kaleme kâğıda sarıldığıma tanık olan, yattığı yerde incinmeyesice annem “Bu kız kesin ya şair ya romancı olacak,” diye düşünürmüş. Sonrası… sosyal bilimler ağır bastı. Her romancı bir miktar toplumbilimci olmalıdır elbet, ama bunun tersi geçerli değil. Her toplumbilimci romancı-öykücü-şair olamıyor işte… Edebiyat, sıradan bir okuru olmak dışında, zaman zaman “keşke”lendiğim, ama bir türlü çıkamadığım yolculuklarım arasına karıştı kaldı…
Dedim ya, engelli olmak kötüdür…
Metin Turan çifte engelli. Öncelikle 24 yıllık mahpus. Ağırlaştırılış müebbetlik. Hâlen Bafra hapishanesinde yatıyor. “Yatıyor” lafın gelişi. Metin Turan yatmıyor, çalışıyor. 2018’den bu yana çok sayıda öykü ve romanı yayınlandı.
Turan’ın ikinci engeli ise, devlet müdahalesi ile görmez hâle gelen gözleri. Şu mahut ve meş’um “Hayata Dönüş” harekâtından. Devlet Metin Turan’ı kör ederek “hayata döndürmüş”! Kendi kaleminden okuyalım:
“Evet, hatırı sayılır bir süredir hapishanedeyim. Başta ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ olmak üzere, bu süre zarfında hapisliğin görünür/ görünmez yığınla saldırısını, sıkıntı ve sorununu, akıl almaz hoyratlıklarını yaşadım. En önemlisi, sadece beni değil, binlerce mahkûmu hedef alan yok edici, sakatlayıcı, ölümcül sonuçlarıyla ‘Hayata Dönüş Operasyonu’dur. Bu operasyonda, kafama aldığım darbeler nedeniyle yaşadığım fiziki travmanın ardından görme yetimi büyük oranda kaybettim. Büyük uğraşlar sonrası gidebildiğim hastanelerde farklı aralıklarla dört ameliyat geçirdim ancak gözlerimin retina tabakalarındaki yırtılmayla göz sinirlerimdeki büyük tahribat yüzünden ne yazık ki kalıcı bir iyileşme sağlanamadı. Sol gözüme konulan yapay mercek zamanla, tıpkı kolonları kesik malum binalarımız gibi çöktü, gözümün içinde kaydı. İçten içe titreşerek göz çeperlerine vuruyor ve zaten ölü durumda olan ışıksız sol gözümdeki hücreleri öldürüyor. Sağ gözümde de yapay bir mercek var. Ancak cerrahi müdahaleler sırasında yapılan tahribat nedeniyle, bu gözümde de dairesel hasar var. ‘Organik olarak ölüyor’ denilen sağ gözümde, geriye kalan küçük bir adacık sayesinde görebiliyorum. Bu durum yüzünden yaşadığım sıkıntıları, kaldığım koğuş yönüyle sosyal problemlerimi saymama sanırım gerek yok.
Beni en çok zorlayan öz bakım becerilerimin gün geçtikçe zayıflaması. Ve elbette okuma-yazma uğraşıma getirdiği kısıtlar… Her şeye rağmen hayatla bir şekilde buluşuyor, boğuşuyor, ‘engelsiz’ bir yaşam düzeni kurmaya çalışıyorum. Kapalı, manzarasız, loş, daraltılmış bir mekânda yapabileceğim en iyi şeyi yapıyor; beni bir hayli yorup hırpalasa da okumak ve yazmaktan vazgeçmiyorum.”[2]
Metin Turan giderek bozulan sağlık durumu nedeniyle sağlık kurullarından defalarca “cezanın ertelenmesi” kararı çıkmasına karşın Adli Tıp Kurumu her seferinde “tedavisinin hapishanede devam edebileceği”ne hükmederek tahliyesini engelliyor.[3]
Ve Metin Turan, Bafra hapishanesindeki loş hücresinde, kâğıdı-kitabı gözüne iki parmaklık mesafeye yaklaştırarak okumaya, yazmaya devam ediyor. Hemen her yıl bir kitap…[4]
Son kitabı ‘Kaçak Anın Büyüsü’,[5] üzerinde Bafra T Tipi Kapalı CİK’in “Görüldü” damgası, geçtiğimiz günlerde düştü posta kutumuza.
Romanı okudukça “keşke”lendim bir kez daha. Keşke Metin Turan’ı bir edebiyat insanı, bir eleştirmen olarak değerlendirebilecek birikimim olsaydı. Ve tabii, keşke ilgi alanı müzikten (Grup Yorum ve Grup Ekin solistliği) halk dansları, halk bilimine dek uzanan Metin Turan çifte engele takılmadan, aralarına karıştığı kalabalıklardan seçtiği tipleri derinlemesine tanıyarak, Eminönü’nde balık-ekmek yiyenlerle sohbet ederek, Antakya’nın hâlen yıkık sokaklarını arşınlayarak, Diyarbakır’da Hasan Paşa hanında kahve yudumlayarak, Ankara Yüksel Caddesi’nde protestocu öğrencilerle birlikte polis barikatını zorlayarak, Kocaeli’nde fabrikaların önünde kurulan grev çadırlarında çay yudumlayarak, Van Gölü kıyısında güneşin batışını izleyerek, Dersim’de Munzur’un köpürüşünü seyrederek yaratabilseydi yapıtlarını… “Keşke”lerin karşılığını bulabileceği bir dünyayı umut ederek yaşamayı sürdürürken, elde olanla yetineceğiz mecburen. Benim edebiyat eleştirmenliği yapamadığım, Metin Turan’ınsa ışığı her gün biraz daha sönen gözlerini kâğıda daha bir yaklaştırarak hücresinde yapıtlarını ürettiği bir ortamla…
‘Kaçak Anın Büyüsü’, aslına bakılırsa, “keşke”lerin aşıldığı bir roman… 70’li yaşlara merdiven dayamış emekli öğretmen Nafi Bey’in eşini yitirdiğinden beri tutsak kaldığı, kentin patırtılı, egzos dumanlı, bol klaksonlu, bol yasaklı iki göz apartman dairesinden özgürlüğe/ deliliğe firarının bir günlük öyküsü.
Öğretmen Okulu’nda merdiven trabzanlarından neşeyle kayarken tanıdığı ve hocanın tehditkâr bakışları altında tereddütsüz “suç”una ortak olduğu sevgili eşi Nevra’yı kaybettikten bir süre sonra, oğluyla gelini onu evlerine almıştır. “Baba, bizim yanımızda daha rahat edersin.” Oysa maksadın evi satmak olduğunu biliyordu bal gibi… Evi satıp bir apartman dairesi edinmek…
Böylece bol yasaklı hayatı başlamıştı: Baba tansiyonuna dikkat et, aman şekerin yükselmesin, şunu yeme, buna dokunma, ortalığı dağıtma, resim yapma, alerjim azıyor… Korona virüs günleri gibi: “Bizi her türlü kamusal alandan uzaklaştırarak eve kapattıklarını unutmuş olamazsınız! Kendimi bu denli işe yaramaz, ailesiyle çevresine bir yük, bir fazlalık, hatta itlafı gereken bir mikrop gibi hissettiğimi söylemeliyim. Hayatımın hiçbir evresinde bu denli aşağılanmadım ben!” (s.42)
Ama Nafi Bey “takma diş, yakın gözlüğü ve baston üçgenine” hapsolup kalacak tiplerden değildir. İçindeki çocuğu, bir gün salıverme beklentisiyle tutsaklık yılları boyunca özenle, sevecenlikle muhafaza eder.
Ve beklenen gün gelir: oğlu, gelini ve torununun onu evde yalnız bırakıp pikniğe gittikleri gün. Nafi bey için o gün tüm yasakları çiğneme günüdür. Önce tansiyonuna, şekerine inat mükellef bir kahvaltı sofrası… Sonra oğlu için alıp da bir türlü baba-oğul oynayamadıkları oyuncak treni kurup tüm patırtısıyla salonun ortasında seferber etme… Ardından evin duvarlarını boydan boya denize, vapura, balığa, sandala, martılara boyama… Ve nihayet, trabzanlardan kayarak kapağı dışarıya atma… Bir akıl hastanesi kaçamağı, ortalığı bir hayli karıştırmanın ardından, soluğu parkta, hüzünlü bir genç kadının, Hera’nın yanıbaşında bulacaktır. Bir süre sonra eski mahallesinden kadim dostu, iki kısa “hav-hav”la çok şey anlatmasını bilen Mercimek de katılır aralarına.
Tüm roman, parktaki bir bankta Nafi Bey, Hera ve Mercimek arasında, yer yer Nafi Bey’in prostatının baskısıyla yakındaki Cafer’in Cafe’sini ziyaret edip elinde yiyecek içecek bir şeylerle dönmesiyle kesilen, ama gecenin geç saatlerine dek uzayan sohbetten ibarettir. Nafi Bey Hera’ya anlatır, Hera Nafi Bey’e. Mercimek ara sıra müdahalelerle düzeltir her ikisini de… Kâh neşelenip ayağa fırlayarak dans ederler, kâh hüzünlenip suskunlaşarak denizin seyrine dalarlar.
Sonra… Sonrasında Cafe’nin işletmecisi Cafer devreye girerek Metin Turan’ın ilmek ilmek işlediği “büyülü gerçekliği” bir çırpıda yerle bir eder… O andan itibaren neyin gerçek, neyin düş; neyin akıl, neyin delilik olduğunu kaybedersiniz. Bir Nafi Bey var mıdır gerçeklikte? Ya da Hera? Veya Mercimek? Nafi beyin anlattıkları olmuş mudur gerçekten?
Romanı bitirdiğinizdeyse tek bir fikir kalır, geride: Nafi bey, Mercimek, Hera, hatta Cafer, ister var olsunlar, ister olmasınlar, insanı gündelik yaşamın, küçük hesapların cenderesine hapseden sıradanlık, yaratıcılığın, sanatın, özgürlüğün, mutluluğun… düşmanıdır. Bu düşman usul usul, sinsi sinsi teslim alır insanı, yaşamın renklerini yok eder, kişiyi alıklaştırır, hükmedilebilirleştirir…
O zaman, Nafi Bey gibi yapmalı, düşlerinden vaz geçmeksizin, onları besleyerek ve her an firara hazır tutabilmeli insan kendini… “Keşke”lerini gerçekleştirmeyi göze alabilmeli… Yaşı kaç olursa olsun…
16 Haziran 2025 19:25:42, Muğla.
N O T L A R
[1] Wole Soyinka.
[2] Nuray Pehlivan, “Dört Duvar Arasında Yazar Olmak: ‘Yayınevleri Hapiste Üretilmiş Eserlere Mesafeli Duruyor’…”, Gazete Duvar, 20 Ocak 2024, https://www.gazeteduvar.com.tr/dort-duvar-arasinda-yazar-olmak-yayinevleri-hapiste-uretilmis-eserlere-mesafeli-duruyor-haber-1663066
[3] A.y.
[4] Şimdiye dek yayınlanan eserleri: Siyah Gökkuşağı (Öykü), Her İnsan Bir Zamandır (roman), Ama Bir Gün Bir Şey Olur (Öykü), Başka Türlüsü (Öykü), Parçalanmayı Bekleyen (Roman), Hepsi Yalnızlıktan (Öykü) ve Kaçak Anın Büyüsü (Roman).
[5] Metin Turan, Kaçak Anın Büyüsü, Favori Yayınları, Nisan 2025, 160 sayfa.