Marksizm, insanların duygusal yaşantısının herhangi bir maddî (ekonomik çıkarlar), kurumsal (aile, devlet vb.) ya da ideolojik (din, milliyetçilik giderek “sosyalizmin yüce idealleri” vb.) baskılara tabi olmaksızın, özgürce yaşanmasından yanadır, böyle olmak durumundadır.
“MARKSİZM, AİLE, AŞK, CİNSELLİK” ÜZERİNE SÖYLEŞİ[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Non semper ea
sunt quae videntur.”[1]
– Neo-liberal kapitalizmin her kesimle birlikte edilgenleştirmeye çalıştığı kadını, emeği ekonomiye döşeli bir “kaldırım taşı” addederek daha vahşice vurması!.. Çalışmanızda bunu nasıl bir izlekte incelediniz?
Kadınların tahakküm altına alınması, emeklerinin sömürülmesi hiç kuşku yok ki kapitalizmle başlamıyor. Hem kapitalizm-öncesi Avrupa ve perifersinde, hem de Avrupa dışındaki geçimlik ekonomiye sahip pek çok diyarda, kadınların çeşitli biçimlerde eril tahakküm altında yaşadıklarını ve emek gücü olarak da sömürüldüklerini biliyoruz. Ancak hemen şunu da belirtmeliyim; bu, kadınlar üzerindeki eril tahakkümün evrensel ve tarih-dışı olduğunu ima etmez. Etnografların izlediği pek çok avcı-toplayıcı ya da hortikültüralist toplulukta kadınların özerk ve tahakkümden ari bir yaşam sürdürdükleri gözlemlenmiştir.
Batı Avrupa’da biçimlenen kapitalist sistem, pek çok eşitsizliği (kır/kent, Avrupa/Avrupa-dışı, kafa emeği/ kol emeği) olduğu gibi kadın-erkek eşitsizliğini de kendi tarihinden devralıp bir çeşit yeniden dizilime tabi tuttu. Kadın-erkek eşitsizliği, kapitalizm için bir nimetti; bu sayede patronlar kırsal kesim kökenli onbinlerce kadını, erkek işçilerin yarısı, hatta daha düşük ücretlerle günde 12-14 saat çalıştırabilmekte ve bunu “kadının (ataerkil baskılardan) özgürleşmesi” olarak sunabilmekteydi!
Aslına bakarsanız, günümüzdeki neo-liberal kapitalizm –sosyalist sistemin yıkılması, çokuluslu sermayenin emeğin bol ve ucuz olarak temin edilebildiği Güney ülkelerine kaydırılması, emek örgütlülüğünün kuresel ölçekte büyük mevziler kaybetmesi vb. nedenlerle- 19. yüzyıl başlarında olduğu kadar “vahşi” ve denetim-dışı. Emek cephesinin gerilemesi nedeniyle neo-liberal kapitalizm, 19. Yüzyıl başlarındaki “vahşi kapitalizm” koşullarına geri dönüşü temsil ediyor. Bu tabloda, günümüz kapitalizmi, kadın emeğini (hem Kuzey’de hem de Güney’de) esnekleştirerek, taşeronlaştırarak, informelleştirerek, örgütsüzleştirerek, domestik/ kamusal ayrımını alabildiğine muğlaklaştırıp hane üretimini yaygınlaştırarak sömürüyü azamileştirmenin peşinde. Sosyal harcamaların (“devleti küçültüyoruz” retoriğiyle) kısılması yoluyla toplumsal “yeniden üretim” (eğitim, sağlık vb.) maliyetinin aileye, yani kadınların sırtına yüklenmesi de cabası.
Çalışmamda Marx ile Engels’in yaşadıkları dönem, 19. yüzyıl kapitalizmi ile günümüz koşulları arasında pek de fazla bir fark olmadığını vurgulamaya çalıştım. Engels “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” başlıklı çalışmasında İngiltere’deki işçilerin, özellikle de kadın işçilerin tüyler ürpertici çalışma ve yaşam koşullarını betimler. Burada anlatılanlar ile günümüzde Güneydoğu Asya ya da Latin Amerika’daki ter atölyelerinde, serbest ticaret bölgelerinde ya da evlerinde çalıştırılan kadınların durumu arasında hemen hiçbir fark yok.
– Marksist çalışmalar, bu bağlamda neo-liberal kapitalizmin yıkıcılığından ağır bir pay alan kadının insafsız sömürü koşullarına tabi üretici konumunu nasıl hakça bir düzleme taşıyarak yorumladı ve bunu ne süreyle diri tutabildi?
Günümüzde Marksist eleştiri, sermaye hareketlerinin küreselleşmesinin getirdiği muhalefet çeşitliliğini -emek-sermaye çelişkisinin birincilliğini gözardı etmeksizin- kapsamaya çalışmakta. Bir başka deyişle, geçmişte az-çok türdeşleşmiş (mavi yakalı, çoğunlukla erkek, sınaî işçiler) sınıfın yerine, kadınlaşmış, çocuklaşmış, etnikleşmiş, göçmenleşmiş, Güneylileşmiş kolektif/ küresel bir işçi sınıfı ile karşı karşıyayız; üstelik de bu emekçilerin ana gövdesi, eskiden olduğu gibi binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda yoğunlaşmış değil.
Bu durum, günümüzde –emekçilerin örgütsüzleştiği ve “açlıkla terbiye edildiği” koşullarda mücadele araçları bir hayli gerilemiş olan Marksizm’i aynı anda birkaç düzlemde birden etkimek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor: etnik, toplumsal cinsiyete değgin, ulusal, kültürel, ekolojik bir dizi sorun ve talebi “sınıflar mücadelesi” ekseni etrafında bağdaştırma sorunu. Bir başka deyişle hiç bir Marksist, toplumsal cinsiyete (ya da kimliğe, çevreye, vb.) ilişkin sorun ve talepleri “devrimden sonra”ya erteleyemez. Bu işin bir yönü.
İkinci yön ise, günümüzde Marksistler, kadınların talepleri bağlamında sınıfsal sömürü ile ataerkil tahakküm arasındaki ilişkilerin deşifre edilmesinde daha fazla gayret göstermek, bir başka deyişle kapitalizmin ataerkini nasıl yeniden ürettiğini açığa çıkarmak durumundadır. Bu ise kadınları salt “üreticiler” olarak değil, aynı zamanda “yeniden üreticiler” olarak ele almayı gerektirir. Yani kadınlar kapitalizm koşullarında yalnızca boğaz tokluğuna çalışmaya razı işgücü kaynağı oldukları için sömürülmüyorlar, aynı zamanda sağlık hizmetlerinden çocukların dünyaya getirilip yetiştirilmelerine, yemek-bulaşık-çamaşırı üstlenmekten dinsel inançların sürdürümüne kadar toplumsal yaşamın yeniden-üreticileri konumuyla da ataerkil tahakküm altında, sömürüye uyarlı bir toplumsallığın biçimlenmesine katılmaktadır. Bu durumda Marksist eleştiri, kadınları salt üreticiler olarak değil, aynı zamanda yeniden üreticiler olarak ele alarak, bugüne dek pek “keşfetmediği” bir alana dahil olmak durumundadır.
– Sosyalizmin, sosyalist deneyimleri dizisinin ıskaladıklarını günümüze uzanan feminizm hattında nasıl ortaya koyuyorsunuz?
Bu soruyu birbiriyle bağlantılı iki düzlemde yanıtlayabilirim; kuramsal düzlem ve uygulama düzlemi. Kuramsal düzlemde, sosyalizm az önce de değindiğim gibi, kadının “yeniden üretici” rolünü, sizin deyiminizle, “ıskaladı”. Yani, kapitalizmin kendini önceleyen sömürü sistemlerindeki ataerkil tahakkümü nasıl özümseyip yeni bir dizayna tabi tutarak temellük ettiği üzerine –birkaç parlak istisna dışında- kafa yormadı. Bu da uygulama düzleminde, kadınların önünde eğitim olanaklarının açılması, kadınların tüm istihdam alanlarına dahil edilmesi, ne bileyim, siyasal katılımları önündeki formel engellerin kaldırılması vb. uygulamalarla kadın-erkek eşitliğinin sağlanabileceği, kadın “sorun”ununu çözülebileceği sanıldı. Bu, olasılıkla sosyalizmin uygulamaya girdiği ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nde Dünya Savaşları ile İç Savaş’ın yol açtığı muazzam işgücü açığını kadın emeğiyle telafi etme yolundaki tikel bir gereksinimin sonucu olarak ortaya çıkmış bir durumdur; bu örnek, genelleştirildi.
Kadının “yeniden üretici” konumunu gözönünde bulundurmayan bu yaklaşım sonucunda kadınlar üretime, (ve daha sınırlı olsa da) politikaya katılmanın dışında, aynı zamanda domestik görevleri neredeyse tümüyle tek başına üstlenmek durumunda kaldılar. Kadın mühendisler, doktorlar, akademisyenler, ne bileyim makinistler, ustabaşları… eve döndüklerinde bulaşık ve çamaşır yığınlarını, çocukların derslerini, toz içindeki camları kendilerini bekler buluyorlardı. Bu ise, onlara kendilerini geliştirecek ya da “kolektif yaşamın” tadını çıkaracak zaman bırakmıyordu. Sovyetler Birliği’nde kadınların çoğunun kendilerini “evlerinin kadını, çocuklarının anası” olmaya çağıran Gorbaçov’un çağrısını mutlulukla karşılamalarının nedeni bu olsa gerek…
Bu söylediklerim, “post-sosyalist” denilen dönemde bir başka kırılmaya yol açtı: sosyalist pratiğin kuramı olarak marksizmin eril olduğu ve kadınlar üzerindeki (“işçilerin sömürülmesinden farklı” olduğu söylenen) eril tahakküm ya da ataerkini görmezden geldiği yolundaki yanılsamanın yaygınlaşmasına. Bu yanılsamaya göre sosyalizm belki işçiler için iyi olabilirdi, ama kadınlar için farklı bir proje, yani feminizm gerekiyordu. Bu ise “sınıfsallık” ile “toplumsal cinsiyet” ve giderek “ırk”, “etnisite” vb. Mevzularının birbirinden ayrılmasına, nihai olarak ise, “sınıfçılık” ile “kültürcülük”ün birbirlerine zıt konumlanımlanışlarımış gibi sunulmasına yol açtı.
– Marksizm, aile, aşk, cinsellik ilintilerini nasıl kuruyor, kurabilir?
Marksizm, insanların duygusal yaşantısının herhangi bir maddî (ekonomik çıkarlar), kurumsal (aile, devlet vb.) ya da ideolojik (din, milliyetçilik giderek “sosyalizmin yüce idealleri” vb.) baskılara tabi olmaksızın, özgürce yaşanmasından yanadır, böyle olmak durumundadır. Nihayetinde, kurucularının daha ilk yapıtlarında ifade ettikleri üzere o, insanın yabancılaşma(lar)dan özgürleşmesini öngören bir tahayyül değil midir? Din, devlet ya da piyasa baskılarından özgürleşmiş, birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve özenden başka hiçbir taahhütleri olmayan, her türlü mülkiyet, prestij, kimlik, uyrukluk, kulluk ilişkisinden/baskısından sıyrılmış özgür-eşit-emekçi-bireylerin gönüllü birliktelikleri…Marksizm’in toplumsal yaşamda güvence altına almak için uğraşacağı tek ilişki biçimi bu olmalıdır. Bunun içini nasıl dolduracakları ise, geleceğin sosyalist toplumunun kadın ve erkeklerine kalmış bir şey…
16 Mayıs 2015 19:37:24, Ankara
N O T L A R
[*] Cumhuriyet Kitap Eki, No:1323, 25 Haziran 2015…
[1] “Şeyler çoğu zaman göründükleri gibi değildir.”