T.C. Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ün “iyi şeyler olacak…” sözleriyle başlayan, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın Diyarbakır konuşmasıyla devam eden süreç burjuva medyasının ana gündem maddelerinden birini oluşturmaya devam ediyor.
İçişleri Bakanı Beşir ATALAY’ın “Kürt Açılımı”, “demokratik açılım…” sözleriyle kamuoyuna açtığı sürecin son adının; “milli bütünlük ve huzur operasyonu” olması daha işin başında egemenlerin niyetlerini ele verse de sorunun düzen içi, burjuva-demokratik bir tarzda da olsa çözümüyle mi, yoksa Türkiye ve diğer bölge egemenlerinin emperyalist ağababalarından da güç alarak Kürt Halkı’nın direnme gücünü yok eden, deyim yerindeyse “tırnaksız” bırakan yeni bir oyunuyla mı son bulacağını tarih gösterecek.
Bu, biraz da Kürt Halkı’nın direnme gücüne, tarihten nasıl bir ders aldığına, bölge halklarıyla nasıl bir ilişki kurduğuna ve nihayet bu ülkelerin işçi ve sosyalist hareketlerinin bu sürece müdahil olup olmamasına ya da nasıl ve ne kadar olduğuna, büyük ölçüde de Dünyanın ve Ortadoğu’nun bugünkü konjonktürel durumuna, bölgesel güçlerin kendi aralarındaki ilişki ve çelişkilere ve güç dengelerine v.s. göre şekillenecektir.
Bu süreçte sesi en az çıkan ya da çıksa da fazla bir etki göstermeyenler Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci sosyalist çevrelerdir.
Bu girizgahtan sonra tartışmaya biz de kendi penceremizden katılabiliriz kanımca.
Öncelikle sorunun adını doğru koymak ve biraz da tarihsel arka plana dokunmak gerekir.Tarihi anlamadan günümüzü çözümlemek olanaksızdır çünkü.
Öncelikle sorunun adı Kürt Ulusal Sorunudur. Kürt Ulusal Sorunu da; Uluslararası Sömürge Kürdistan’ın ulusal ve toplumsal kurtuluş sorunudur.
Kürt ulusal uyanışı 19. yüzyılın birinci yarısında başlayıp 30’un üzerinde isyan, ayaklanma ve ulusal harekete sahne olmasına rağmen gerek kendi içindeki feodal bölünmüşlüğü aşamama, gerek se yaşadıkları coğrafyanın stratejik konumu nedeniyle dünyanın büyük emperyalist güçleri ile bölgenin hegemonik güçleri İran Şahlığı ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki paylaşım savaşlarına -doğallıkla böl-yönet politikalarına- konu olması nedeniyle 1946‘daki kısa süreli Mehabad Kürt Cumhuriyeti’ni ve Sovyetler birliğinde, Laçin’de kurulan Kızıl Kürdistanı dışarıda tutarsak, bugün 40 milyona varan nüfusuna rağmen bir devlete sahip olamayan, kaderi başkalarınca belirlenen dünyanın ender sömürgelerinden biridir Kürdistan.
Bölüşüldükleri devletler tarafından varlığı bile inkar edilen, sömürge statüsü bile tanınmayan, İsmail BEŞİKÇİ’nin tanımlamasıyla “sömürge altı” bir konumda tutulan Kürt Halkı yaşadığı kitlesel kıyımlara, topyekün sürgünlere, zorla asimilasyona ve her çeşit zulme boyun eğmemiş, bulunduğu her yerde özgürlük ve eşitlik mücadelesine çeşitli biçimlerde devam etmiştir.
Güney Kürdistan’da kurulan Federal Kürdistan Cumhuriyeti Kürt Halkı için yeni bir evreyi işaret eder.
Kürdistan’ın en büyük parçası olan Kuzey Kürdistan’da 25 yıldır devam eden, 40 bin insanın ölümüne 4 bin civarında köyün yakılıp yıkılmasına, 4 milyon civarında insanın yerinden-yurdundan sökülüp atılmasına yol açan “düşük yoğunluklu savaş” da bugünlerde yeni bir sürece doğru evriliyor.
Bu tarihsel dönemeçte herkes, her güç nerede durduğuna, ne yaptığına iyi bakmalıdır.
Hemen belirtelim ki Başbakan Erdoğan’ın “Kürt Açılımı” sözleriyle başlayan süreç bir “ilk” olmadığı gibi tarihsel öncüllerinden daha “ileri” de değildir.
” Fırat-Dicle kıyısında kaybolan bir kuzunun hesabı benden sorulur” ..diyen DEMİREL’in; “Kürt realitesini tanıyoruz”, Mesut YILMAZ’ın; “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer”, Tansu ÇİLLER’in; “Bask Modelini tartışmalıyız”… sözleri yakın tarihte söylenmiş ama arkası gelmemiş sözlerdir.
ÖZAL’ın; “federasyonu tartışabiliriz” sözlerinin arkasından gelen kuşkulu ölümü de hatırlardadır.
Bütün bunlardan daha önemli ve derinlikli olan sa Osmanlı’nın son dönemine, “Cumhuriyet”in kuruluş sürecine kadar uzanıyor.
“Kürt Açılımı” sözleriyle başlayınca özellikle Kürt Coğrafyasında büyük umut ve heyecan dalgası yaratan bu sürecin kısa sürede “demokratik açılım”, ”terörün belini kırma” ve “milli bütünlük ve huzur projesi” söylemine dönüşürken yarattığı hayal kırıklığı da bu tarihsel arka planla ve 85 yıllık bir devlet pratiğiyle çok yakın ilişkilidir.
Osmanlı’nın son döneminde “Meclisi Mebusan” da Kürtlere özerklik verilmesi karara bağlanır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının hazırladığı Amasya Protokolünde de “Kürtlere özerklik” tanınması kararlaştırılır.
Bugün Kürt Cephesinde bile çoğu kimsenin olumlu örnekler olarak andığı bu kararların “gerekçe”lerine bakılmadan sorunu bugünlere getiren ikiyüzlü egemen ulus mantığı doğru kavranamaz ve bugün de bundan doğru sonuçlar çıkarılamaz.
Her ikisinde de; ”Eğer biz Kürtlere özerklik vermezsek başkaları onları bağımsızlık yönünde kışkırtır…”deniyor.
Temel mantık eşit ve özgür; kardeşçe bir birlik yaratmak yerine Kürtleri “evin içinde tutmak” olunca “özerklik” vaatlerinin tuzla buz olması da çok zaman almaz.
Nitekim birinci Mecliste Kürt illerinden “Kürdistan” Laz illerinden “Lazistan” diye söz edilir; milletvekilleri de “Kürdistan Mebusu” ve “Lazistan Mebusu” v.b. adlarla tanımlanırken; 1921 Anayasası da “ademi merkeziyetçi” bir mantıkla hazırlanmışken Lozan’da, Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması anlaşmaya bağlanınca; ”…Kuracağımız devlet sadece Türklerin, sadece Kürtlerin, sadece Lazların, Çerkezlerin v.b. değil bütün bu unsurların ırki, içtimai, iktisadi v.b bütün haklarıyla eşit ve özgür yaşayacağı ortak bir devlet olacaktır…” sözleri de bir aldatmacadan ibaret kalır.Ve hemen 1921 Anayasası lağvedilip yerine katı merkeziyetçi ve bu devletin sınırları içinde yaşayan herkesi ”Türk” sayan 1924 Anayasası geçirilir.
Hemen ardından devreye sokulan “Şark Islahat Planı”, “Takriri Sükun Kanunu”, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”, “İstiklal Mahkemeleri Yargılamaları” v.b. uygulamalarla Kürtlere karşı uzun yıllar tedip ve tenkil politikaları hayata geçirilir. Koçgiri’de, Zilan’da, Tendürek’te, Agırî’de, Dersim’de, Oremar’da v.b. yerlerde on binlerce Kürt katledilir. Agirî’de, Zilan’da “dereler ağzına kadar ceset dolar”, ”Munzur çayı günlerce kan akar…” Silahsız-savunmasız yakalanan binlerce Kürt de uyduruk yargılamalarla “İstiklal Mahkemeleri” eliyle ölüme gönderilir. ”Mecburî İskan” politikalarıyla isyan bölgelerinde geride kalan yüz binlerce Kürt de kitleler halinde sürgüne gönderilir.
Kürdistan’da medreselerin kapatılmasının belki de tek nedeni Kürtçe eğitimin ortadan kaldırılmasıdır. Türkleştirme ve asimilasyon için ilkokul ve yatılı bölge okulu, devletin dipçiğini tepesinde hissetmesi için karakol dışında bir yatırım yapılmaması yıllarca bir “devlet politikası” olarak uygulanır. ”Tunceli Kanunu” ile “Dersim”in adını yasaklamakla başlayıp Kürdistan Coğrafyasında on binlerce köy, mezra ve yer ismi değiştirilip adeta Kürdistan tarihten silinmeye çalışılır.
Uzunca bir dönem Türk sol çevrelerinin büyük çoğunluğunca “Devrim” diye tanımlanan 1960 Darbesi; Kürtler için ileri gelenlerin ve kanaat önderlerinin toplama kamplarına gönderilmesi, 49’lar olayı gibi Kürt entelektüel ve aydınların hapse atılması ve “vatandaş Türkçe konuş” kampanyalarıyla geniş Kürt kitlelerinin anadilleriyle konuşmalarının yasaklanması gibi uygulamalar getirir.
1960-70 arası; “tatbikat” adı altında Kürdistan’da uygulanan “Komando Zulmü”; beraberinde Kürt kitlelerinde yeni bir uyanışı, metropollerde okuyan Kürt gençlerinde de Marksizm’den de etkilenerek yeni politik örgütlenmelerin doğuşunu getirir. TİP’i parlamentoya sokan temel güç Kürdistan’daki kitle desteğidir. Çok geçmeden bu parti kapatılır. Kapatma gerekçesi tüzük ve programında Kürtlere ilişkin yazılan sözlerdir ve esas olarak da Kürt kitlelerinden destek bulmasıdır. Günümüze kadar Türkiye’yi “partiler mezarlığına” dönüştüren bu süreçte tüzük ve programına Kürtlerle ilgili bir madde koyan hiçbir parti yaşama şansı bulamamıştır.
12 Mart’ta TİP’le birlikte DDKO’yu (Devrimci Doğu Kültür Ocaklarını) kapatan, önderlerini ağır hapis cezalarına çarptıran devlet geleneği, 70’ler boyunca DDKD, KAWA-DENGE KAWA, RIZGARİ-ALA RIZGARİ, ÖZGÜRLÜK YOLU, KUK ve PKK gibi kitlesel Kürt Sol hareketlerinin ortaya çıkmasını engelleyememiştir.
Bundan dolayıdır ki 12 Eylül Faşist askeri darbesinin ana gerekçelerinden biri “bölücülük tehlikesi” diye gösterilmiştir.
“Silah aranması” adıyla yapılan köy basmalarla, bu baskınlarda Kürt köylülerine kadın-erkek köy meydanlarında uygulanan insanlık dışı işkencelerle bütün bir Kürdistan bir açık hava hapishanesine dönüştürülmüştür, Diyarbakır Zindanı başta olmak üzere zorla 80 küsur askeri marş ezberletme, sigarayla yakma, yere düşen izmariti yalatma, bok yedirme, fare yedirme, lağım çukurunda boğazına kadar gömerek bekletme, birbirine işkence ve tecavüz etmeye zorlama gibi insanlık dışı uygulamalarla Kürt insanı kişilik olarak teslim alınmak istenmiştir.
Artık Kürt de “yok”tur. O zaten “hiç olmamış”tır. “Karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden onlara Kürt denmiştir. Bu nedenle devletin sadece “resmi” değil “anadili de Türkçe’dir v.b.
Bunun içindir ki 1984’te Eruh ve Şemdinli’de patlayan silah kısa zamanda çığ gibi büyüyerek bütün Kürdistan’ı sarmıştır.
Amerika’nın Vietnam’da yaptığını aşan sömürgeci şiddet de doğal olarak karşıtını yaratmıştır.
Egemeni taklit edip zaman zaman meşruiyet sınırlarının dışına taşsa da devletin sürekli olarak daha büyük şiddet dalgası ve kitlesel kıyımlara başvurmasına rağmen sürekli büyüyen ve 25 yıldır devam eden bir gerilla hareketi böylece doğmuştur.
Gerisi artık sokaktaki çocuğun bile bildiği hikayedir: 25 yıldır kirli ve kuralsız savaşa harcanan 1 trilyon dolar, 40 bin can, yüz binlerce insanın işkenceden geçirilmesi, sakat bırakılması, yakılıp yıkılan 4 bin civarında köy, yerinden-yurdundan aç ve sefil metropollere sürülen, fındık, soğan, patates, pamuk tarlalarında, inşaatlarda, tersanelerde, parça başı tekstil işlerinde asgari ücretin yarısından az ücrete Türkiye kapitalizmine “ucuz işçi” olarak sürülen, kimisi bunu da bulamayıp çöplerden ekmek toplayan, kapkaç, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş v.b. bataklıklara sürülen 4 milyon civarında insan…
Yatılı İlköğretim Bölge okullarında Kürt çocuklarının ana kucağından alınıp “devşirme” usulü asimilasyona tabi tutulması, Kürdü Kürde kırdırmak için devlet eliyle silahlanan, maaşa bağlanan, bugün bir toplu suç aygıtına dönüşen 80 bin köy kurucusu.
Kürdistan’ın yeraltı-yerüstü zenginlik kaynaklarının talan usulü yağmalanması, başta tarım ve hayvancılık çökertilen bir ekonomi ile Kürdistan’ın sömürgeleştirme sürecinin derinleştirilmesi…v.s.
Bugün “takke düşmüş kel görünmüş” tür.
Bugünkü uluslararası konjonktür ve belki de hareketin kendi zaafları nedeniyle nihai bir zafer kazanamasa da dünyanın dördüncü, Ortadoğu’nun birinci büyük ordusuna, en büyük emperyalist güç ABD’nin onca silah, teknoloji ve istihbarat desteğine rağmen son Kürt İsyanı bastırılamamıştır, yenilmemiştir de…
“Kürt açılımı”, “silahla çözemedik siyasetle çözeceğiz…” v.b. sözler de bu çıplak gerçeğin itirafıdır.
Önderliği İmralı’da tutsak ve rehin durumuna gelmiş, onun sağlığını herşeyin üstünde tutan bir PKK hareketi, ona gönül vermiş yüzbinlerin olduğu, uluslararası kuşatma altında sıkışmışlığın da olduğu bugünkü koşullarda talepler dil ve kültüre sıkışmış olsa da; “şu olursa olmaz”, “bu olursa bölünürüz”, “dağa çıkarız” v.b. kısıtlama ve tehditlerin savrulduğu ve koşulsuz teslimiyetin dayatıldığı bir köleliğe kürt halkı’nın razı olması mümkün değildir, kimsenin buna hakkı da yoktur.
Kürtler mazlum bir halktır ama artık o kadar da saf değildir. Ve o kadar çok ihanete uğramıştır ki artık sadece yoğurdu değil deyim yerindeyse “dondurmayı” bile “üfleyerek” yiyecek hale gelmiştir. Sömürgeci bölge devletlerinin her hareketine kuşkuyla yaklaşmakta da binlerce kez haklıdır.
Osmanlı-Türk egemenlerine güvensizlik; “bextê Rom ê tuneye” sözleriyle Kürt Halkı’nın hafızasında “atasözü” olarak yer etmiştir.
MHP’nin Kürt Açılımı karşısında “dağa çıkarız” tehdidi, CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Onur ÖYMEN’in ağzından Dersim 1938 katliamını savunan ve bugün de aynı şeyleri yapabileceklerini gösteren ırkçı-katliamcı tutumu, TÜSİAD’ın sessizliği, Ordu’nun operasyonlara devam etmesi, AKP’nin de Kandil ve Maxmur’dan gelenlerin görkemli ve coşkulu karşılanmasının “teslimiyet” havasına uymamasından duyduğu rahatsızlık, egemenlerin nasıl bir “çözüm” tasarladıklarını gösteriyor.
Bütün bu “direnç” noktalarına rağmen iktidar partisi AKP’nin süreci devam ettirmekteki ısrarı aslında “sıkışmışlığın” sadece Kürt tarafında olmadığını, Türk egemen sınıflarının da; tümden kaybetmek ya da kırıntılar vererek elinde tutmak, burdan aldığı güçle bölge ve dünya dengelerinde pozisyonunu güçlendirmek ikilemiyle yüzyüze olduğunu gösteriyor.
“Büyük Birader”in çıkarları da bu kez kısmî de olsa bir “çözüm”den yana gibi kendini dayatıyor. Ne de olsa Ortadoğu’da enerji nakil hatları üzerinde silahlı bir gerilla hareketinin varlığı onlar için sürekli bir tehdit ve “istikrarsızlık” kaynağı.
Bu süreçte Marksistlere, devrimcilere, işçi sınıfı ve sosyalist harekete düşen de sessiz ve edilgen kalmak değil, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği ve özgürlüğü, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde sürece güçlü bir şekilde müdahale etmek, süreci bu yönde derinleştirmektir.
Süreci sulandırmak, adını bile doğru koymamak, oyalayıp sürüncemede tutarak içini boşaltmak bir egemen sınıf-ulus yöntemidir. Kırıntılar vererek öte yandan baskı, tehdit ve zorbalıkla boyun eğdirmek çözüm üretmeyeceği gibi halklar arasındaki ulusal önyargıları beslemekten ve daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramaz.
-Sorunun çözümü yönünde atılacak ilk adım; 86 yıldır devam eden tarihsel haksızlık ve zulümden dolayı Kürt Halkı’ndan kocaman bir “özür” dilemek ve “pişmanlık” ifadesi olmalıdır.
-86 yılın tarihsel haksızlığı bir yana son 25 yılda yakılıp yıkılan onca köy ve yerleşim yeri, katledilen, işkence gören, yerinden-yurdundan sökülüp atılan onca insanın maddi-manevi kayıpları telafi ve tazmin edilmeli, sorumluların tümünden hesap sorulmalı, koruculuk sistemi lağvedilmeli, asimilasyoncu eğitime derhal son verilmelidir.
-Kendi kaderini tayin hakkının Kürt Halkı için de geçerli olduğu, bu hakkın hiç bir kayda bağlamaksızın ayrılıp kendi devletini kurma hakkı olduğu bilince çıkarılıp kabul edilmelidir. Ayrılmanın bir “hak” olarak tanınmadığı bir yerde “gönüllü birlik”ten söz etmek olanaksızdır. Bu hakkın tanınmadığı yerde; “ayrımız gayrımız mı var”, “bin yıldır beraber yaşıyoruz”, “kız alıp vermişiz”, “etle tırnak gibiyiz” vb. söylemler “zoraki evliliği” devam ettirmenin ikiyüzlü argümanları olmaktan öte bir anlam taşımazlar. “Alt-kimlik”, “üst-kimlik gibi zırvalıkların sa ırkçılığın sistematize edilmesinden ve aptalları kandırmaktan başkaca bir değeri yoktur.
Egemenlerin ikiyüzlü politikalarını deşifre edecek, onları ulusların ve dillerin tam hak eşitliği ve özgürlüğü doğrultusunda zorlayacak olan bilinçli, enternasyonalist bir işçi sınıfı ve sosyalist harekettir. Çünkü onların her türlü ezme-ezilme ilişkisinin, her türlü sömürü ilişkisinin son bulmasından yana çıkarı vardır.
Bunun için her türlü “misak-ı milli”ci bakış açısının ötesinde düşünmek gerkir.
Ortadoğu’da alt-emperyalist sömürgeci ilişkilerin parçalandığı, emperyalist müdahalelerin de önünü kesecek bağımsız, birleşik, özgür bir Kürdistanı düşünmek, onun da ötesinde Türk, Kürt, Acem, Arap, Ermeni, Yahudi, Süryani, Keldani, Yezidi vb. halkların eşit – özgür yaşayacağı bir “Ortadoğu Halklar Federasyonu”nu düşünmek çok mu ütopik?
24.11.2009
Ankara