Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Bugün Türkiye’nin, baskıcı, ırkçı-faşist bir diktatörlük tarafından yönetildiğine dair hepimiz hemfikiriz; halklarımızın demokratik bütün haklarını gasp eden, sömüren ve yoksullaştıran bu faşist rejimden kurtulmak, halklarımızın çıkarınadır. O halde bu faşist rejimden kurtulmak için yapılan bütün ittifakları yakından izlemek ve kendi tavrımızı belirlemek önem arz etmektedir. Fakat burada sorun, hangi ittifaka, kiminle girmek veya desteklemekten ziyade, sorun Türkiye’deki siyasi partilerin samimiyet testidir; Türkiye’de demokrasi konusunda hiçbir parti samimi değildir; hele söz konusu Kürt/Kürdistan sorunu olunca hiç değildir. Tabi bunun da tarihsel arka planı var.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde siyasi partiler sınıf temeli üzerinde kurulmuşlardır; temsil ettikleri sınıfın hak ve çıkarlarını savunurlar, iktidara geldiklerinde ulusal geliri, temsil ettikleri sınıfın lehine kullanırlar.
Türkiye’de iki nedenden dolayı siyasi partiler, bu özelliğin dışında kalmıştır.
1-Tarihsel nedenler:
Çökmekte olan bir imparatorluğu çöküşten kurtarmak, bu olmuyorsa, en güçlü etnik unsur sayılan Türklerin hâkimiyetinde, etnik kökenine bakılmaksızın Anadolu’da yaşayan veya Anadolu’ya çeşitli bölgelerden (Balkan, Kafkasya ve Kırım’dan) göç etmiş Müslüman unsurlardan yeni bir ulus ve bu ulusun üstünde yaşayabileceği yeni bir ülke ve bu ülkenin sınırları dâhilinde egemen bir devlet kurmak.
Hedef, yeni ulus, yeni ülke ve yeni devlet olunca, tüm sınıf ve sınıf çelişkileri yok sayıldı; dolayısıyla, sınıflara ve sınıf çelişkileri üzerine kurulacak siyasi parti ve örgütlere de siyasi yasak getirildi, kuruluşları yasaklandı.
2-Ekonomik nedenler:
20. yüzyıla girilirken Osmanlı devleti ve onun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde kapitalizm yeterince gelişemediği için, sınıflar ve sınıfsal çelişkiler keskin değildi. Devletin gözetiminde gelişen/geliştirilen burjuvazi, bütün varlığıyla devlete bağlı/bağımlı olduğu için, burjuvaziyi temsilen bir partinin kurulmasına da gerek duyulmadı. Dolayısıyla iktidarda bulunan bürokrat kökenli parti Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) hem burjuvaziye hem de emekçi kesime “eşit mesafede” durmaya özen gösteriyordu; partinin programı da dayanışmacı (solidarizme) dayandığı için Kemalistler; “bizler sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütleyiz” diyorlardı.
İkinci Dünya Savaşı koşullarında palazlanan, 1942-43 Varlık Vergisi’yle sermaye transferinin gerçekleşmesi, burjuvaziyi iyice güçlendirmişti: Artık rüştünü ispat etmek istiyordu; 1946 yılında kendi partisini kurdu; ama devletten bağımsız olmayı hiçbir zaman düşünmedi. Burjuvazi ile devletin ayrışmaması, üstelik devlet desteğiyle ayakta durmaya çalışması, burjuva partisi de olsa Türkiye’de bir kitle partisinin kurulmasına ve gelişmesine engel oldu; onun yerine lider sultasına dayalı lider partileri aldı. Her lider kendi partisini kurdu, lider ölünce de dağılan partiyi bir başka lider toparladı ve iktidara taşıdı; hatta partiler adlarından çok liderleriyle ve lider adlarıyla tanındı. Böyle olmasına rağmen, kurulan bütün partiler, programlarında nüans farkı olsa da devlet geleneğinden gelmeleri nedeniyle, hepsi devleti kutsar ve sahiplenir; yurttaş ise yok hükmündedir, yani yoktur; şu veciz söz; “söz konusu devletse, gerisi teferruattır” sözü çok anlamlıdır; devletin mutlak hükmü yanında ne hukukun ne de yurttaşın bir hükmü vardır: Her şey vatan içindir. Sistem partilerinin bu özelliğinden dolayı, temel hak ve özgürlükler konusunda çok ketumdurlar; onlar için devlet halk için değil, halk devlet içindir. Bundan olacak ki, anayasa dâhil, tüm hak ve özgürlükler üsten, askerler tarafından verilmiş veya gasp edilmiştir, sistem partileri ise sadece bunu seyretmişlerdir. Günümüzde bütün siyasi partiler, 12 Eylül askeri rejimine ve onun yaptığı anayasaya karşı gibi görünürler ama değiştirmeye sıra gelince, yanaşmaktan kaçınırlar…
Partilerin, birbirinin aynı olmaları, sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir, bir burjuva geleneğidir, özel mülkiyetin olduğu her yerde geçerlidir. Lenin’in yakın dostu Rus politikacı Zinoviev daha 1920’lerde şöyle demişti: “Burjuva partilerinin aslında ayrı ve bağımsız partiler olmayıp burjuvazinin tek partisinin parçaları olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Bu parçalar, bazı dönemlerde, özellikle seçim dönemlerinde birbirleriyle dalaşabilirler; sık sık birbirlerine tahta kılıç çekebilirler. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: temel çıkarlar söz konusu olduğunda, yalnızca tek bir burjuva partisi; kölelerin sahiplerinin, özel mülkiyet savunucularının partisini görürsünüz.”
Oysa bizler, Batı demokrasileri deyince, çok partili ve sınırsız özgürlükler ülkesi anlıyorduk. Öyle olmadığını, pandemi döneminde, yaşanan toplumsal sorunlara çözüm üretemediklerinde gördük ve şunu anladık: Burjuva demokrasileri, özel mülkiyet ve serbest pazar yani malların serbest dolaşımı üzerinde yapılandırılmıştır; sınıfların varlığını kabul eder ve temsiliyet eşitliğini savunur. Özel mülkiyetin kutsallığına ve dokunulmazlığına dokunulmadığı sürece her düşüncenin örgütlenmesine ve iktidarı hedeflemesine karşı bir engel yoktur. Ancak, bu kutsallıklara dokunulması halinde, derhal müdahale edilir ve iktidarına son verilir. Dolayısıyla, 20. yüzyılın başında Zinoviev’in savunduğu görüşler bugün de geçerlidir ve bütün burjuva patileri birbirlerinin benzeridirler. Bu benzerlik, Türkiye gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelere gelindiğinde daha da katılaşır; söz konusu üniter devletin dokunulmazlığı veya Kürt sorunu olunca hepsi bir ağızdan, avazı çıktığı kadar tepinir.
Burjuva partileri böyledir de Türk solu çok mu demokrat? Hayır! Cumhuriyetin kuruluşuyla eşzamanlı kurulan Türkiye Komünist Partisi (TKP); Kemalizm gibi Jakoben, ırkçı/tekçi, ceberut ve antidemokratik bir partinin kuyruğuna takılmaktan kendini kurtaramamıştır. Kemalist rejimin 1925 yılında uygulamaya koyduğu Takrir-i Sükun Kanunu’yla, tüm muhalefeti susturması, Kürtlere jenoside varacak kadar şiddet uygulamasına ve keyfi sürgünleri, “ilericilik” adına sahiplenmiş ve desteklemiştir. TKP’nin bu olumsuz tavrının Türk solu üzerinde etkisi büyüktür; Türk solu -1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) evrimleşmesini bir kenara koyarsak- kendisini bugün de Kemalizm’in etkisinden kurtaramamıştır.
Zayıf sınıf temeli üzerinde kurulan ve devlette sadakatle bağlı partilerin kurdukları ittifakların ülkenin sorunlarına çözüm üretecekleri beklenilmemeli. Başını AKP’nin çektiği, neoliberal, piyasacı, milliyetçi/gerici ve dinci parti ile yıllarca ülkeyi tek başına ve demir yumrukla yöneten, bugün artan sol muhalefeti etkisizleştirmek için sosyal demokrat gömleği giyen, ama nasyonalist düşüncesinden ve devletçi geleneğinden bir milim geri adım atmayan CHP’nin başını çektikleri ittifakların ülkenin sorunlarına bir çözüm üretemeyecekleri bilinmelidir; buna rağmen bir beklenti için de olanlar varsa, derin bir sarsıntı geçireceklerdir; bu böyle bilinmeli!.
Burjuva partilerinin veya düzen partilerinin dışında başını HDP’nin çektiği, “Emek ve Özgürlük” bloğu var. Faşist rejimi yıkmak ve ülkede geçici de olsa bir rahatlama sağlamak için, biz Kürtler bu bloğu destekleyeceğiz ama bu bloğun da Kürt ve Kürdistan sorununa bir çözüm getiremeyeceği bilincindeyiz, çünkü programlarında Kürdistan’ın özgürlüğü konusunda tek kelime yok.
Türkiye’de üniter devlet dışında bir projesi olan parti var mı? Yok, en demokratik parti kabul edilen HDP bile, üniter devlet sınırları içinde yerel yönetimlerin -ona da izin verilmiyor-güçlenmesini savunuyor. Yerel yönetimlerin güçlenmesi -güçlenmelidir- Kürt sorununu kısmen çözse de Kürdistan sorununu asla çözemez. Çünkü Kürdistan sorunu bir ulus ve ülke sorunudur; ülke sınırları içinde kalsa bile, ancak federal veya konfederal yöntemlerle çözülebilir. Ülke nüfusunun 1/5’i oluşturan Kürtlere kendi kaderini tayin hakkını tanımayan hiçbir politikanın başarılı olma şansı yoktur. Toprağa dayalı olmayan, sadece anayasada güvence altına alınacak, eşit yurttaşlık hakkının tanınmasıyla da çözülecek gibi değildir; asgari çözüm yolu özerlik olmalıdır.
Bugün Türkiye büyük bir ekonomik darboğazın içinde debelenmektedir. Üretim düşmüş, enflasyon kontrolden çıkmıştır, Türk lirası tarihinin en düşük seviyelerinde gezinmektedir. Emekçi ve dar gelirlilerin ücretleri çok düşüktür ve satın alma pariteleri sıfırlanmıştır. Yoksulluk, hiç olmadığı kadar derinleşmiş, toplumun ruhsal sağlını tehdit etmektedir; insanlar yarınlarından güvencesiz, endişe içinde yaşamaktadırlar. Gün geçtikçe artan işsizlik, emek sömürüsünü daha da büyütmektedir. Bu ekonomik kargaşa ortamında, Türk lirasının devalüasyonu, Türkiyeli emekçilerin ucuz emeği ve aşırı sömürülmesi yüzünden, Türkiye, Türk ekonomisinin ürettiği her şeyin sudan ucuz satıldığı bir açık pazar durumuna getirmiştir. Bulgar Levası karşısında dahi tutunamayan lira, Edirne’yi, Bulgaristan’ın açık pazarına dönüştürmüştür. Halklarımızın ürettiği ama satın almaya gücü yetmediği her türlü gıda maddeleri Bulgar halkının sofrasını süslemektedir. Bu sürdürebilir bir durum değildir; bunun arkasından sosyalizm gelmezse, faşizm kapıyı çalacaktır.
İktidar bütün bu olumsuzlukları, yaklaşık iki yıldır dünyayı tehdit eden pandemi sürecinde üretimin yavaşlamasına bağlıyor; bu tez kısmen doğru olsa da Türkiye’nin içine düştüğü ekonomik bunalımı açıklamaya yetmiyor. Ekonomik bunalımın başlıca nedeni, artan askeri masraflar ile Türkiye’nin Kürtlere karşı yürüttüğü ve sonu beli olmayan savaş politikasıdır. Türkiye Rojava’yı ve Güney Kürdistan’ı sürekli bombalamakta bazı bölgeleri ise işgal etmiştir. İşgal edilen yerleri korumak için inanılmaz masraflar etmekten kaçınmamaktadır. Ordunun tamamına yakınını paralı askerlerden oluşturmak suretiyle onlardan paramiliter bir güç oluşturmuştur. İktidarın içinden çıkılamaz bir hal alan bu savaş konseptine, muhalefet partileri de açık destek vermektedirler. Yukarıda açıklandığı gibi Türkiye’nin bütün düzen partileri devlete organik bağlarla bağlı, sınıf temeli zayıf partilerdir. Dolayısıyla sınıf çıkarları, devlet çıkarlarına feda edilmektedir, buna Kemalist solda dâhildir.
Şayet demokrasi savunulacaksa, önce düzen partilerinin devletle olan organik bağlarını kesmeleri ve sınıf temeli üzerinde yeniden örgütlenmeleri gerekir. Sınıf temeli partiler, Türkiye’nin sorunlarını çözmezse de en azından bugünkü düzen partilerine nazaran daha bir cesaretle yaklaşırlar -bunun tipik örneği Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği TÜSİAD’dır ve TÜSİAD sistem partilerinden daha tutarlı politikalar üretmektedir- bu da ülkede tartışma zeminini yaratacağı gibi sorunların en başta Kürt/Kürdistan sorunun çözümüne de yardımcı olur. Türkiye’nin mevcut toplumsal/siyasal yapısı böyle bir oluşuma, kısa ve orta vadede izin veremeyeceği için görev Kürt partilerine düşmektedir. Kürt partileri, dar grup çıkarlarını bir yana bırakıp ulusal temelde ittifak etmeleri gerekir. Kürdistan Komünist Partisi’nin (KKP) ve önderi Sinan Çiftyürek’in bu alandaki çabalarını dikkatle izlemek gerekir…
Bu makale: Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 13 / Aralık 2022 (PDF) yayınlanmıştır.