“Her şey çok güzel olacak” tekerlemesinin, Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir,” belirlemesi temelinde boş bir terane olmaktan öteye anlam içermediğidir.
SİBEL ÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER / Yazarların makaleleri için tıklayınız
“Boyun eğmiyorum
ve eğmeyeceğim.”[1]
Hemen belirtelim, 23 Haziran seçimlerinde oy kullanmadık. Daha doğrusu, “geçersiz oy” kullandık. Oy pusulalarına birer çarpı çiziktirip öyle attık sandığa – “ne olur ne olmaz, boş atarsak birileri bizim yerimize doldurur” gibi günümüzde aklı başında her T.C. yurttaşının “makul” bulacağı bir kaygıyla…
Bunu deklare de etmedik. Kişisel bir karardı; gerekçelerini açıklamayı seçim sonrasına bıraktık. Sanırız İstanbul seçimini, sonuçlarını ve olası gelişmeleri değerlendireceğimiz bu yazıya neden oy kullanmadığımızla başlamak, en uygunu olur.
Birincisi: Bu coğrafyada sosyalist ve devrimci hareketin neredeyse tarihi boyunca, yükselen her bir “tehdit” karşısında CHP’ye destek olmaya çağrılışındaki nafileliğin bilgisi, solun geneline hâkim olan “Ekrem İmamoğlu” öforisine katılmamıza engel oldu.
Hatırlayalım: TKP henüz çiçeği burnunda bir hareket iken, genç “devrim”i boğmaya kalkışan “feodal-gerici güçler”e karşı “ulusal burjuvazi”yi ve onun temsilcisi CHP’yi destekleme çağrılarının muhatabıydı. (V. Nedim Tör, Ş. Süreyya Aydemir: Kadro hareketi, 1920’lerin sonları) İkinci Dünya Savaşı öncesinde SSCB’nin “Faşizme karşı birleşik cephe” stratejisi çerçevesinde, TKP bu kez bizatihi Komintern tarafından kendini lağvederek CHP’ye katılmaya davet edilecektir.
Çok partili dönemin başlarında kısa süre Demokrat Parti’yi destekleyen komünistler, 1950’li yıllarda DP diktatoryal eğilimler sergilemeye ve emekçiler üzerindeki sömürü ve tahakkümü koyulaştırmaya başladığında, bir kez daha CHP’ye desteğe çağrılırlar. 27 Mayıs darbesi, aynı zamanda solu tümüyle yeni Anayasa çerçevesinde ihata etme hamlesini hayata geçirmiştir.
1960’ların sonlarında yükselen devrimci gençlik hareketini imha kararı, öyle görülüyor ki Kemalizm’in ötesine geçme sinyalleri vermeye başladığında verilir.
1970’lerde ise bu kez tehdit, AP-MSP-MHP’nin “Milliyetçi Cephesi”dir ve devrimciler, sosyalistler bir kez daha Ecevit’li CHP’ye payanda olmaya çağırılırlar…
1980’lerde üzerinden silindir geçmiş olan Sol’a çıkartılan “görev”, bu kez de “12 Eylül karanlığını aşmak” için SODEP/SHP’ye güç taşımaktır. 2000’li yıllarda ise, “tehdit ekseni” AKP gericiliği ve hemen ardından da “Cumhur İttifakı faşizmi”ne kayar…
Özetle, bu coğrafyada “sol”un tarihi biraz da hem kendi içindeki “mecburcular” hem de dışındaki “âkiller” tarafından, ülkenin bitmek bilmeyen “kritik eşikleri”nde CHP’ye payanda olmaya çağırılmaktır. Solun bu icradan bir fayda devşirmişliği de yoktur. (İnanmayan, Abdullah Baştürk’ten Süleyman Çelebi’ye, Kani Beko’ya CHP’den milletvekilliği yapmış eski DİSK başkanlarının işçi sınıfına vekillikleri boyunca işçi sınıfına ne gibi bir hayrı dokunduğunu araştırabilir!)
Bu coğrafyanın devrimci/sosyalist hareketinin yazgısının CHP’nin payandalığı ile sınırlı olmaması gerektiğini düşündüğümüz için oyumuzu CHP adayına vermedik.
İkincisi: Bu, tarihsel neden. Ancak sorunun güncel boyutları da var. En önemlisi, daha önce de dile getirdiğimiz üzere, “Millet İttifakı” ve adaylarının, “ülkenin anaakım siyasetinden geriye ne kalmışsa (AP/ DYP, ANAP, MHP’nin “laik” kanadı ve CHP) bunların ülke siyasal sahnesini geri dönüşsüz biçimde dönüştürme çabasında bir hayli mesafe kat etmiş olan AKP karşısındaki son çıkış, bir “rejenerasyon” (ihya) girişimi”[2] oluşudur. Bir başka deyişle, İmamoğlu, yalnızca CHP’nin değil, “eski” rejimin siyasal sözcülerinin (ve kârlarını katlayacak olanakları gümüş tepsi içinde önlerine seren AKP iktidarının, aynı zamanda “pasta”nın aslan payını “yandaş” sermayeye aktarmadaki gayretkeşliği ve/ ile Batı ile ilişkilerdeki gelgitleri karşısında duyduğu ürküntü saikiyle Marmara sermayesinin) adayı, hatta “projesi”dir.
Nitekim, 23 Haziran İstanbul seçimini Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı kesinleşir kesinleşmez, TÜSİAD bir açıklama yayınladı. “İstanbul’un başarısı, Türkiye’nin başarısıdır”, diyen mesajın şu bölümü özellikle önemli: “Türkiye ekonomisinin üçte birini temsil eden İstanbul’un yönetimi ve kalkınma öncelikleri için devlet, özel sektör, sivil toplum, akademi ve tüm diğer paydaşların uyum ve iş birliği içinde çalışmasını temenni ediyoruz.”[3] TÜSİAD’ın bir işçi sınıfı kenti olan İstanbul’un yönetiminde emekçilerin örgütlerini, işçi sendikalarını zikretmemesi, ucu açık bir “vd” ile geçiştirmesi, elbette ki bir “sınıf tavrı”dır. Sosyalistlerin, devrimcilerin, emekten yana olduğundan dem vuranların bu “tavır”la yanyana düşmesi ise acı bir karikatürden ibaret…
Solun, sosyalistlerin, devrimcilerin sermayenin tercihine yedeklenmesine olan itirazımız nedeniyle oyumuzu CHP adayına vermedik.
Üçüncüsü: Bu tavrımız iflah olmaz bir “sekterlik” olarak anlaşılmamalı. Devrimciler, sosyalistler, komünistler kendileri dışındaki siyasal hareketlerle gerektiğinde illa ki ittifak yapabilir. Siyasette püritanizm, “aman ellerim temiz kalsın” kaygısı absürddür. Ancak ittifakın iki koşulunu yerine getirmek koşuluyla.
İlki, ittifaka girecek tarafların, “gerçek” bir toplumsal güce tekabül etmesi, bir temsil gücünün, yetisinin olması… Bu ülkede Kürt hareketini dışında tutacak olursak, sosyalistlerin, devrimcilerin “ne”ye tekabül ettiği uzun süredir ucu bir hayli açık bir sorudur. Kürtler arasında ciddi bir temsil yetisine sahip olan HDP’yi dışında bırakacak olursak, CHP’nin solunun temsil gücü ne yazık ki -seçimlerde tecelli ettiği kadarıyla- yüzde sıfır virgüllü hanelerde seyretmektedir. Sosyalistler işçi sınıfı ya da emekçiler içerisinde örgütlü değillerdir; işin kötüsü, birkaç iddiasız boyutlarda (ve ne yazık ki anaakımdan “marjinal” muamelesi gören) örgüt ve çevre dışında bu alanda pek fazla çaba da sarf etmemektedirler. Sol/sosyalist örgüt ve çevrelerin önemlice bir bölümü, HDP ile yakın ilişkiler çerçevesinde, Kürt kitleselliğiyle iktifa etmeyi yeğliyor.
İkinci koşul ise, ittifakın programatik ilkelere yaslanması… Ne yazık ki son yerel yönetim seçimlerinde “her ne pahasına olursa olsun AKP-MHP ittifakını geriletme” saikinden öte bir dürtü etkin olmamış durumdadır. Bu anlamda solun/ sosyalistlerin (ve de Kürt hareketinin) CHP’ye verdiği destek, “koşulsuz”dur. “Diyelim ki taktik olarak bir tarafa oy vermek istiyoruz, o zaman taleplerimizi ileri sürüp, farkımızı koyup, burjuva ittifaka da (ikinci cepheye) adıyla hitap ederek yine oy verebiliriz. Ancak HDP’nin ve sosyalistlerin çuvalladığı yer tam da burasıdır: CHP’nin stratejisine renklerini terk ederek katıldılar. Oy verme taktik tutumu, bugünkü seviyede angaje olmayı değil mesafe koymayı gerektirir,”[4] itirazını yükselten Yunus Öztürk, haksız mı?
Öztürk’ün deyişini ödünç alacak olursak “çuvallama” sanırız son onyıllarda anaakım sola giderek daha fazla nüfuz eden “yeni sol” görüşlerle bağlantılı. Hani 1980’lerden bu yana, sosyalist cenahta “eski”ye ait her şeyi “dinozor” ilan edip, radikal-demokratik, taban’cı, ekolojik, feminist, yerelci, otonom, özgürlükçü, post-seküler, post-modern bir “şey(ler)”le ikame etmeye hevesli, ancak ortaya çıktığından beri “başarılı” bir örneğini görmediğimiz liberal yaklaşım(lar)la bağlantılı. Bu yaklaşımın ideologlarından Şili’li sosyalist Marta Harnecker’e kulak verin; günümüz ve hâlimizle ne denli örtüştüğünü siz de göreceksiniz:
“Radikal olmanın; en militan sloganı atmak ya da en uç eylemi gerçekleştirmek olmadığının bilincinde olan bir Sol’a ihtiyacımız var. Çünkü bu tür söylem ve eylemler toplumun büyük çoğunluğunu korkutuyor, onları mücadele dışında bırakıyor.
Tam tersine toplumun en geniş kesimlerini mücadeleye katacak alanlar yaratabilecek bir söyleme ve örgütlenme anlayışına sahip olmak durumundayız. Bizi güçlü kılan şey; aynı mücadele içindeki milyonlar olduğumuzun bilincinde olmamız ve ona göre hareket etmemizdir. Bizi radikalleştirecek olan da budur.
Hegemonyayı ele geçirmek gerektiğine inanan bir Sol’a ihtiyacımız var. Bu da fikirlerimizi başkalarına empoze etmekten değil, onları ikna etmekten geçiyor. Geçmişte neler yaptığımızdan çok, gelecekte ve birlikte neler yapabileceğimize odaklanmalıyız.
Böyle bir kitleselleşme anlayışına sahip, birlikte özgürlüğümüzü kazanabileceğimize ve özgür bir toplum kurabileceğimize inanan bir Sol’a ihtiyacımız var. Böyle bir toplum tüm insanlığın sınırsız gelişimini mümkün kılacak olan XXI. yüzyıl sosyalist toplumudur.”[5]
Böyle bir “sosyalizm”in gerçekten de kendini CHP’den tefrik etmesi zor. Tabii, onunla birlikte sermayenin “projesi”ne eklemlenmekten kaçınabilmesi de…
“Geçersiz oy”umuzun gerekçeleri bunlar… Geçerken belirtelim, benzer tutum izleyenler, Ekrem İmamoğlu’nu “koşulsuz” destekleyen sol çevrelerin ağır eleştirilerine hedef oldular. Ola ki bu eleştirilerden bizim payımıza da bir şeyler düşer. Taşlayacak olanların, öncelikle Abdullah Öcalan’ın “tarafsızlık” ve “üçüncü yol” çağrısını “felsefî,”[6] buna karşılık örneğin TKP’nin “CHP’ye oy vermeyecekleri”, ya da SDP ile ESP’nin “CHP’ye oy verme çağrısı yapmayacakları” yönündeki açıklamalarını “politikasızlığın politikası,”[7] ilan etmesindeki tutarsızlıkla baş etmek durumundadırlar…
Oysa son yerel seçimler, sosyalist/devrimci hareket için büyük olasılık ve olanaklara işaret etmektedir. Ülkenin en dinamik, en heterojen ve emekçilerin en yoğun olduğu kentindeki Recep Tayyip ve AKP sultası kırılmış, AKP kendi tabanından erozyona uğramaya başlamıştır. 2014 seçimlerinde yüzde 47.9 (Bu seçimde MHP’nin oy oranı: yüzde 4) olan oy oranları 2019 Mart’ında (MHP ile birlikte) yüzde 48.55’i bulabilmiş, buna karşılık AKP+ MHP oyu Haziran 2019 seçiminde yüzde 44.99’a düşmüştür. Bir başka deyişle, seçimleri “kaybetmeme” hırsı, “Cumhur İttifakı”na iki ayda yüzde 3.5’un üzerinde puan kaybettirdi, Binali Yıldırım-Ekrem İmamoğlu arasındaki oy farkını 13-14 binden 800 bine çıkardı.
İtiraf etmeli, bu sonucu beklemiyor, AKP’nin Mart 2019 seçimlerini “kıl payı” kaybetmesine neden olan “küskün seçmenleri”n kendisine ait olan kısmını ne yapıp edip geri kazanacağını, arada kalabilecek olası açığı ise mu’tad “sandık dalavereleri” yoluyla kapatacağını düşünüyorduk. İmamoğlu’nun (gerisindeki sermaye ve AKP’ye karşı kararlı bir direnişe geçen ‘eski rejim’ partileri: İYİ Parti/ DYP/ DP/ SP’nin desteğine karşın) 800 bini aşan bir fark atacağına ihtimal vermiyorduk…
Öyle gözüküyor ki, AKP’nin “hezimet”inin (İstanbul’un bu parti için taşıdığı müthiş simgesel-siyasal ve de tabii finansal önem göz önünde bulundurulduğunda sözcük budur: “hezimet”) gerisinde iki etken var.
Öncelikle Kürt seçmenlerin neredeyse yekvücut biçimde İmamoğlu’na oy vermesi.[8] Bunda HDP’nin çağrısı ve çalışmalarının büyük payı var, kuşkusuz. Ve yine hiç kuşkusuz, son bir yıldır katlanılmaz hâle gelmiş iktisadi durgunluğun, kepenk kapatmaların, işsizliğin, hayat pahalılığının, aşağılanmanın, sokak ırkçılığının, polis baskılarının. İktidar partisinin son dakikada durumun vahametini kavrayıp Diyarbakır’a çıkarma yaparak “PeKeKe” demesi, “Kürdistan”dan dem vurması, Osman Öcalan’ı TRT Kurdî’ye çıkarması, şaibeli bir akademisyeni İmralı’ya gönderip Öcalan’ın mektubunu basına sızdırması da işe yaramadı. Hele “Kürt DE olsa insandır, kardeşimdir” söylemi, hiç…
Ancak AKP hezimetini salt Kürt tepkisiyle açıklamak, kanımızca eksik bir okumadır. AKP bugüne dek kendi “domain”i olarak gördüğü “Sünnî-Türk” tabandan da fire vermeye başladı. Olasıdır ki Reis’in dayatmasıyla gerçekleşen ve YSK’nın bile nedenlerini açıklayamadığı İstanbul seçimlerinin yinelenmesi kararının yarattığı “mağduriyet” duygusu, “Pontusculuk” söylemlerinin Lazlar’da yarattığı incinme, İmamoğlu’nun “dini bütün” ve “sulhi” imajı, iktidarın kibir ve yağma deneyimine eklemlendiğinde, bu erozyonun önünü açtı. Ama kabul etmeli ki “nihai darbe” ekonominin di: iflas noktasına varmış, insanlara soluk aldırmayan ekonominin…
Ekonomik krizler, sosyalistler-devrimciler için verimli momentlerdir. Genellikle siyasal krizleri de tetiklerler. Kitleler kriz momentlerinde “Edi Bese/ Yeter Artık/ Ya Basta!” noktasına, siyasal iktidarı değiştirmeye çok yakın dururlar. Bunun bir “sistem değişikliği”ne yol açması ise, kitlesel hoşnutsuzluğun adını koyacak, bu adı kitlelere mal etme becerisini gösterecek, krizin gerçek nedenlerini sorumlularını ikna edici biçimde gözler önüne serebilecek, farklı toplumsal kesimlerin itiraz ve özlemleri arasında eşgüdüm sağlayabilecek, itiraz ve özlemlerin kitlesel eylemlere dökülmesine öncülük edecek ve/veya hoşnutsuzluk kaynaklı kitlesel eylemlere hedef koyabilecek örgütlü devrimci/sosyalist bir odağın varlığını gereksinir. Böylesi bir örgütlülüğün mevcut olmaması durumundaysa tarih boşluk tanımaz: yakın tarihin gösterdiği üzere boşluğu faşizm (İkinci Dünya Savaşı öncesi Almanya ve İtalya) “turuncu devrimler” (eski sosyalist blok ülkeleri); siyasal İslâm (Arap Baharı), ya da “sol” görünümlü neo-liberalizm yardakçıları (SYRIZA örneği) doldurur.
Bu coğrafyada devrimci/ sosyalist hareketin -onca deneyim birikimi ve özveriye karşın- halk kitlelerinin öfke ve tepkisini sosyalizan, halkçı-devrimci ya da kapitalizmin inkârına yönelik bir sistem değişikliğine yöneltebilecek bir kapasiteye sahip olduğunu söylemek, (devrimin güncelliğine rağmen!) zor.[9] HDP’nin ise, sosyalizmi kurmak gibi açık ve deklare edilmiş bir niyeti yok. Ana gövdesini Kürtlerin oluşturduğu ve tarihsel olarak Kürt talepleri üzerine inşa edilmiş bir partiden bekleneceği üzere, o, 23 Haziran seçimlerinin açığa çıkardığı kitlesel basıncı, özellikle de bu basıncın oluşmasındaki kendi payını Kürt taleplerini taraflara (Cumhur ve Millet ittifakları) dayatma konusunda kullanma iradesini daha ilk değerlendirmesinde ortaya koydu.[10]
Solun örgütsel yetmezliği ve donanım eksikliği karşısında, AKP iktidarı karşısında biriken öfke, öyle gözüküyor ki doğrudan iktidar beslemesi olmayan ve AKP’nin uluslararası arenadaki yalpalamalarından, ekonomik krizi yönetmedeki fiyaskolardan, Türkiye’nin 200 yıllık stratejik hedefi olan “Batı ekseni”nden saparak farklı yönlere savrulmasına “hayırhah” bakan iddialarından, kadrolarının doymak bilmezliğinden, toplumsal yaşamı örgütlemedeki hoyratlıklarından rahatsız olan sermayenin elinde araçsallaşacaktır. Bir yandan militan laikliğinden vaz geçirilerek yumuşak, esnek, (kendi deyişleriyle “kucaklayıcı”) seküler bir dindarlığa ram edilen CHP ve -galiba müstakbel cumhurbaşkanı adayı- Ekrem İmamoğlu[11], bir yandan da AKP’nin “fabrika ayarları”na [(neo-) liberal, demokrat, ılımlı İslâmcı, AB yandaşı, “vesayet rejimi karşıtı”?] dönüşü temsil eden Abdullah Gül/ Ali Babacan projesi ve yedek kulübesinde bekletilen Ahmet Davutoğlu…
Ya da belki “Reis”i “ikna edilerek pasifize edilmiş” bir AKP ile CHP arasında MHP’siz “Türkiye Koalisyonu”… Seç-beğen-al… Ancak İstanbul merkezli, TÜSİAD eksenli (ve öyle anlaşılıyor ki AKP’nin koynunda büyüyen ama gidişattan rahatsız taşra sermayesinin bir kısmının desteklediği) bu hat, AKP ve “Reis”ine yönelik kitlesel hoşnutsuzluğu, toplumsal bir öfkeye dönüşmeden soğutarak bir “restorasyon”a payanda kılma çabası içinde, yani “krizi fırsata dönüştürmenin” peşinde. İstanbul Belediyesinde “faşizmin bir darbe daha aldığı”;[12] “Direnen halkın saray faşizmini yendiği”;[13] “Haramilerin saltanatının yıkıldığı”;[14] “Toplumun bir kez daha tiranlarını titretmeyi başardığı”;[15] sevincimizin böyle bir sonuca evrilmesi, acı olacaktır!
Tabii parçalanmış egemen blokun halkın hoşnutsuzluğunun “normalleşme”ye kanalize edilmesi tasarımının önünde önemli bir soru işareti var: Tayyip Erdoğan faktörü… Sermaye “normalleşme” konusunda hangi seçeneği (CHP-İYİ Parti/ İmamoğlu; Ali Babacan Partisi, RTE’siz “Türkiye koalisyonu…”) tercih ederse etsin, Tayyip Erdoğan ve çevresinin buna yanaşmayacağını düşünüyoruz. Elindeki tek araç balyoz olan birinin tüm sorunları çivi olarak gördüğü özdeyişine uygun bir politikacı tipidir Recep Tayyip Erdoğan. Sorunlarını ortamı daha da gererek, üslubunu sertleştirerek, şiddeti tırmandırarak çözmeye yöneldiğini son birkaç yılda defaatle ve ağır bedeller ödeyerek yaşadık: 2013 Haziran kalkışmasının onu aşkın kişinin canını yitirmesine yol açan vahşi bir polis şiddetiyle bastırılması, 7 Haziran2015’teki seçimden sonra bir düğmeye basılmışçasına ülkenin kana bulanması; 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini izleyen KHK’larla 100 bini aşkın kişinin işten atılması, toplu davalar, sertleşen iklim ve yerleştirilen “Tek Adam Rejimi”… Son birkaç yılımızı zehir eden bu gelişmeler, Tayyip Erdoğan’ın başarısızlıklarını kan, barut ve gözyaşlarıyla aşma stratejisine yatkınlığını gösterir.
İstanbul’da uğradığı yenilgi, ağırdır. Karizmayı hem içeride hem de dışarıda çizmiş, Reis’in elini fena hâlde zayıflatmıştır. İşin kötüsü, yenilgi AKP içerisinde de derinleşme eğilimindeki çatlaklara yol vermiştir.
Tayyip Erdoğan’ın ve onun eliyle rüyalarında göremeyecekleri bir ikbale kavuşan “yancılar”ın (sermaye, bürokrasi, medya, akademik alan, yargı, TSK…) böylesi bir yenilgiyi kabullenerek “çekilmeleri” hiç de olası gözükmüyor. Erdoğan olasıdır ki, önce birkaç “yumuşatma” hamlesiyle (kabinedeki kimi değişiklikler, uluslararası destek için birkaç manevra) zemin yoklayacak. Ancak iktisadi ve siyasal sorunların artan ölçüde içiçe geçerek birbirlerini tetiklemelerinin yaratacağı ağır sonuçlar siyasal ortamı sertleştirdikçe, Tayyip Erdoğan da -şimdiden Ekrem İmamoğlu’nu görevden almaya yönelik zemin yoklamaları, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlarının atama yetkilerinin ve bütçelerinin sınırlandırılması gibi hamlelerde görüldüğü üzere- elini sertleştirecek. Bu sertleşmenin, “milli birlik ve beraberlik” ruhunu yeniden şahlandıracak, muhalefeti iktidarın ardına dizecek ve sol Kürt muhalefeti bastıracak” bir savaş girişimiyle (Rojava? Yunanistan?) “taçlanması” hiç de şaşırtıcı olmasa gerek.
Muhalefet, İstanbul seçiminde “Herşey çok güzel olacak” sloganı etrafında toplanmıştı. Keşke öyle olabilse!
Ulaşılan koordinatlarda “demokratikleşme” söylenceleri konusunda altı özellikle çizilmesi gereken ilk şey Hannah Arendt’in, “Totaliter rejim için ideal kişi gerçekle hayal ürünü arasındaki ayrımı ve doğruyla yanlış arasındaki farkı artık önemsemeyen kişidir… Totaliter rejimler için ideal tebaa… gerçekle yalanı ayırt edemeyenlerdir!” uyarısıdır.
İkincisi de Kürt Meselesi’ni bir “anayasal statü”ye indirgeyenlerin, Aime-Fernand-David Cesaire’ın, “Kimse masumane sömürgeleştirmez, kimse cezasız sömürgeleştirmez. Sömürgeci bir ulus, sömürgeciliği -dolayısıyla da şiddeti- haklı gösteren bir uygarlık, hasta bir uygarlık, ahlâken hastalıklı bir uygarlıktır ve bir sonuçtan diğerine, bir inkârdan diğerine yol alırken kendi Hitler’ine, yani kendi cezasına çağrı çıkartır,” gerçeğine sırt dönmüş olmalarıdır.
Ve nihayet “Her şey çok güzel olacak” tekerlemesinin, Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Bugüne kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir,” belirlemesi temelinde boş bir terane olmaktan öteye anlam içermediğidir.
Seçim(ler) aslî bir faaliyet alanına dönüş(türül)müşken; Foti Benlisoy’un deyişiyle herkes farkında: “Muhalefetin ‘demokrasi’ çağrısının sınıfsal muhteviyatı zayıftır… Yani şefçi momenti radikal bir demokratikleşme momentine dönüştürebilecek toplumsal güçleri açığa çıkartacak iddia ve cesarete sahip değildir. Esas sorun da budur.”[16]
“Yetmez Ama Evet’çilikten, “Her Şey Çok Güzel Olacak”a evrilen post-modern tarz-ı siyasetin kavrayamadığı üzere, solda olmak ve kalmak emperyalizmden ve sermayeden bağımsızlıkla mümkündür! Bu da “pazarlığa”, “indirime” tabi değildir.
“Seçimi kazandık” diyenlerin unutmayıp, “es” geçmemesi gereken: “İstanbul seçimlerinin en dolaysız sonuçlarından birinin, ABD-AB emperyalizmi ile TÜSİAD burjuvazisini bizzat Ekrem İmamoğlu şahsında nihayet bir ‘alternatif’e kavuşturmuş olmasıdır.”[17]
Bu böyleyken DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun, “23 Haziran’da demokrasi, adalet ve emeğin hakları mücadelesi kazandı,”[18] deyişi ister istemez; “Bu Kaçıncı Bahar? Bu neyin, kimden beklentisi?” dedirtip; ÖDP’li Alper Taş’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu’yla çektiği fotoğrafını “Kazanmak güzel şey be kardeşim” notuyla paylaşmasının[19] hüznüne gark ediyor insanı…
İlaveten “Gezi ruhu ayaklandı; tek adam rejimi çöktü”[20] öforisiyle ve “tek adam”ın bu kadar kolay gitmeyeceğini unutarak; “Türkiye solunun önünü açacak olan, CHP ile HDP arasındaki dayanışma sürecinin geliştirilmesidir… CHP ile HDP’nin AKP’ye karşı birlikte davranması gibi gerçekleşemeyecek görünen bir hayal gerçekleşti. Türkiye solunun kendi içinde birleşemeyeceği efsanesini de yerle bir etmeliyiz. Türkiye halkı ve Türkiye solu bu hayali gerçekleştirmek için ileri atılacak samimi devrimcileri bekliyor,”[21] diyebilmek; yapısal gerçekleri görmezden gelmek naifliğidir.
Tam da bu tabloda seçim başarısından söz edenleri unutup, üstünü örtmek istediği gerçek ya da “En önemli sonuç CHP’nin iktidar stratejisi olan Erdoğan-AKP karşıtlığı tuttu, bu kez HDP ve sosyalistlerin önemli bir kesimi boylu boyunca bu stratejiye ayak uydurdular. Kimi faşizm dedi, kimi kurumlaşmakta olan faşizm dedi, anti faşizm edebiyatı üzerinden CHP stratejisi benimsendi… Burjuva ittifakların gerçek bir programları yok. ‘Yaptık yine yaparız’ ya da ‘her şey çok güzel olacak’ sloganları; programsızlığın ifadesidir. Son slogan zaten bir gencin tesadüfi sözüdür…”[22]
Yine ve bir kez daha “Umudumuz Ecevit” haykırışıyla “Ak Günlere” sendromunu yaşanıyor. Çocuklar bile ikinci kez sobelendiği yerde saklanmazken, bu kaçıncı tekrar, kaçıncı yanılgı?
“Ne oluyor”un yanıtı çok açık ve net: Yeni(lenen) şişelerde eski(meyen) şaraplar sunuluyor hâlâ.
“Evet, ‘Yeni seçenekler’ bu noktada gündeme geliyor. Egemen sermaye açısından bu seçeneklerin iki özelliği kendinde birleştirmesi gerekiyor. Birincisi: Egemen sermayenin “kriz yönetim modelini” benimsemesi, bu modeli bu dalganın genel çıkarı olarak sunabilecek bir söylemi geliştirebilmesi gerekiyor. İkincisi: Toplumda, ekonomik çıkarlar, kültürel değerler açısından çok parçalı bir kutuplaşma söz konusudur. Yeni seçenek, bu parçalanmayı, toplumu, bir söylem ve bir “ana gösterge” (söyleme anlamını verecek ilke) altında birleştirerek aşabilmelidir.
Ülke bir ekonomik kriz ve yönetim krizi içindeydi, Erdoğan ve AKP bu özellikleri taşıyormuş izlenimi vererek seçenek olmuştu. Ancak, o zaman uyardığımız gibi, aslında siyasal İslam, bu izlenimi kendi hegemonya projesini inşa etmek için üretmişti. Kısacası o izlenim gerçek değildi.
Buna karşılık, 60’larda Demirel ve AP, 80’lerin başında, Özal ve ANAP egemen sermaye açısından gerçek seçenekler olmak için gereken özelliklere gerçekten sahiptiler. Yerli ve uluslararası büyük sermayenin programını hayata geçirebildiler.
Bugün yukarıda özetlediğim özellikleri temsil edebilecek seçenekler var mı? Bence biri güçlü öbürü de zayıf iki seçenek var. Güçlü seçenek, Ekrem İmamoğlu. Zayıf seçenek ise Ali Babacan/ Abdullah Gül ikilisi.
Ekrem İmamoğlu güçlü seçenek çünkü, belediye seçimlerini açık farkla kazanmakla kalmadı, bunu, hâlen son 17 yılda toplumda yayılan dinci söylemden tamamen kopmadan (İslamcı bir dil kullanarak), egemen sermayenin, Demirel ve Özal gibi başarılı, Türkeş gibi anti-komünist ‘seçeneklerine’ methiyeler düzerek, ‘herkesi kucaklamak’, ‘sevgi’ ‘her şeyçok güzel olacak’ gibi sözcüğün gerçek anlamıyla popülist (içi doldurulmayı bekleyen) vaatlerle gerçekleştirdi. Gençliği, modern kent-soylu orta sınıf estetiğine uygun görüntüsü, yumuşak uzlaşmacı, ama haklarını korumakta iddialı tavrı İmamoğlu’nu, Özal’ı anımsatan güçlü bir seçenek yapıyor.
Ali Babacan/ Abdullah Gül ikilisi de egemen sermayenin ekonomik politikasını benimseyeceklerdir. Ancak her ikisinin, bu politikaları yeni dalganın çıkarı gibi sunacak söylemi inandırıcı bir biçimde geliştirme kapasitesi, ‘kültürel sermayeleri’ son derecede sınırlıdır. Siyasal İslam içinden geliyor olmaktan başka bir siyasi özellikleri, kanıtlanmış liderlik kapasiteleri yoktur.
Ancak, AKP bir siyasal aygıt olarak çökerken, CHP kurucu ilkelerinden uzaklaşarak ayakta kalmaya çalışırken, egemen sermaye, programının taşıyıcısı olarak, bu iki seçeneği birleştirecek yeni bir yapılanmayı da tercih edebilir.”[23]
Bu noktada ne, nasıl olursa olsun, düzen siyasetinin bütün almaşıklarının ortaya koyduğu “seçenek”; “İmamoğlu’nun ya da Babacan’ın olsa olsa en fazla Türkiye’nin Çipras’ı ya da Macron’u olma olasılığıyla gündeme gelebilir. Her iki siyasi figürün de Yunanistan ve Fransa’da neyi değiştirdikleri ortada değil midir?”[24]
Kaldı ki üzerine konuşulan Erdoğan’ın ilk seçim yenilgisi değildir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP mecliste azınlığa düşmüş, hükümet kurma olanağını yitirmişti. Ona Bahçeli stepne oldu. CHP oyununu oynamasına izin verdi. HDP sustu. Türkiye Suriyeleştirildi. Sonunda bir başka tekrar seçimi olan 1 Kasım seçimlerinde AKP yeniden mecliste çoğunluğu kazandı…
Yani rüzgârın her an tersten estirilmesi ihtimali de göz ardı edilmemelidir.
Toparlarsak: Mazbatasını alan İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun makam odasında dua ederek göreve başladığı herkesin bilgisi dahilindeyken meselemiz, asla bir İmamoğlu meselesi değildir. Sorunumuz İmamoğlu’nun temsil ettiği, sermaye projesi ve onu destekleyenlerledir. Çünkü İmamoğlu figürü ile sosyalist harekete empoze edilmek istenen “yetmez ama evet”çiliğin, 2019 uyarlamasına mündemiç tehlikeli “ittifak” (daha doğrusu “yeni iltihak”) zihniyetidir.
Yaklaşan savaş tehdidi ve kriz koşullarında işçi sınıfının kendi gündemiyle yürümesi gerekmektedir. Çünkü İmamoğlu projesi, nihai kertede sosyalizm mücadelesinin aleyhinedir. Çünkü sosyalizm mücadelesinin zararına olan hiçbir şey de özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yararına olmaz, olamaz. Ve İmamoğlu projesinin, “kardeşlik edebiyatı” yaygarası, işçi sınıfının geleceğini karartan ideolojik saldırıdır.
Ki 23 Haziran seçiminden sonra coğrafyamız ve emekçilerin karşı karşıya olduğu soru(n)ların çözümü, bu seçime sığdırılamayacak kadar büyüktür.
Emekçilerin durumu, mücadelesi, toplumsal mücadelenin en önemli ve en belirleyici dinamiğidir. Aslolan budur ve ittifakların zemini de bunun üzerinde yüksel(til)melidir.
Bu bağlamda söz konusu dinamiğin daha etkin kılınması devrimci öznelerin emek hareketini aslî misyonunu “şöyle” veya “böyle” görmezden gelip, “es” geçmemesini “olmazsa olmaz” kılar.
Ve nihayet, yukarıda sözünü ettiğimiz, sermayenin “yumuşak geçiş” tasarımı Tayyip Erdoğan’ın çığırından çıkmış sertlik tercihi olasılığına ne denli hazırlıklıdır, buna ne ölçüde direnebilir, bilinmez. Ama savaşys ds savaş girişimi olasılığına dek uzanan böyle bir sertleşmenin ilk elden muhatabı ve hedefi olacak olan sosyalistlerin ve Kürtlerin hazırlıklı olması, hayati önem taşıyor, kanımızca.
Bu topraklar, emekçilerin, devrimcilerin, Kürtlerin, Alevilerin, Ermenilerin, kadınların, çocukların kanına doydu artık… Bir kavga daha yaşayacaksak, bu “en sonuncu kavgamız” olmalı… Hürriyetin “bu güzelim memlekette en şanlı elbisesiyle, işçi tulumuyla dolaşması” ile sonlanacak “en sonuncu kavga”…
29 Haziran 2019 12:41:00, İstanbul.
N O T L A R
[1] Hermann Hesse.
[2] Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Seçim Sonuçları: ‘Demokrasi Güçlerinin Zaferi’ mi?”, Kaldıraç, No:213, Nisan 2019, ss.99-102.
[3] “TÜSİAD: İstanbul’un Başarısı Türkiye’nin Başarısıdır”, 24 Haziran 2019… http://sendika63.org/2019/06/tusiad-istanbulun-basarisi-turkiyenin-basarisidir-552419/
[4] Yunus Öztürk, “Çok Yönlü Muhasebe ve Birlik Zamanı”, 27 Haziran 2019… https://mesele121.org/cok-yonlu-muhasebe-ve-birlik-zamani
[5] Marta Harnecker, “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi: Yanlış Yapmaktan Kaçınmayı Keşfetmek” adlı makale… https://mronline.org/2019/06/16/marta-harnecker-1937-2019
[6] “Öcalan’ın HDP’yi siyaseten yönetmeyi değil, gündelik siyaset içinde felsefi ve tarihsel doğrultusunu gözden kaybetmeden yürümesi için uyarmayı hedefleyen mesajından Saray’a hiç bir pay düşmez.” (E. Kürkçü, 21 Haziran 2019 tarihli tweet, https://twitter.com/ekurkcuHDP/status/1142018431451115520)
[7] Tuncay Yılmaz, “TKP, ESP ve Devrimci Parti’nin Seçim Tavrı: Politikasızlığın Politikası!”, 19 Haziran 2019… http://siyasihaber4.org/tkp-esp-ve-devrimci-partinin-secim-tavri-politikasizligin-politikasi
[8] “31 Mart’tan 23 Haziran’a İmamoğlu’nun Kürt seçmenin yoğun yaşadığı yerlerdeki oy artışı şöyle: Ataşehir, 54.42’den 59.88’e; Avcılar 55.67’den 62.01’e; Bağcılar 37.62’den 42.45’e; Bahçelievler, 46.87’den 51.83’e; Başakşehir, 43,22’den 47.55’e; Beyoğlu, 46.02’den 51.42’e; Büyükçekmece, 52.37’den 58.74’e; Esenler, 33.03’den 37.97’e; Esenyurt, 52.66’dan 57.27’e; Fatih, 43.64’den 49.18’e; Gaziosmanpaşa, 40.59’dan 46.26’ya Küçükçekmece, 53.16’dan 59.42’ye; Sancaktepe, 47.69’dan 51.59’a; Sultanbeyli, 29.96’dan 32.89’e; Sultangazi, 38.27’den 41.37’e; Tuzla, 47.92’dan 53.12’e; Zeytinburnu, 46.13’den 52.09’a yükseldi.” (“Kürtlerin Yoğun Yaşadığı İlçeler Seçimde Belirleyici Oldu”, 24 Haziran 2019… http://direnisteyiz26.org/kurtlerin-yogun-yasadigi-ilceler-secimde-belirleyici-oldu)
[9] Oğuzhan Kayserilioğlu’nun solun olanak ve sınırlılıklarına ilişkin kapsamlı ve tarihsel (öz)eleştirisine bkz: Oğuzhan Kayserilioğlu, “Solun Krizi (I)”, 20 Haziran 2019… http://sendika63.org/2019/06/solun-krizi-i-551855/
[10] “Bugüne kadar HDP olarak izlediğimiz politik strateji ve taktiklerle, güç kazandıkça oligarşik bir karaktere bürünen AKP iktidarını zayıflatarak demokratik değerlere dönmesine sağlamaya çalışmaktadır. Stratejimiz aynı zamanda toplumsal muhalif tüm güçleri de başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin tüm sorunlarına karşı demokratik duyarlılığa çekmeyi amaçlamaktadır,” deniyordu HDP’nin 21 Haziran 209 tarihli açıklamasında. HDP açısından sorun, öyle anlaşılıyor ki rejimin halkçı-devrimci bir yönde dönüşümü, hatta iktidar değişikliği değil, AKP’nin zayıflatılarak denetim altında tutulmasıdır. Bu strateji ve taktiklerin solun geriye kalan kesiminin talep ve özlemleriyle ne denli uyuştuğu sorusu, ortadadır.” (HDP Açıklaması)
[11] “Mazbatasını alan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu makam odasında dua ederek göreve başladı. İBB Başkanı makam odasındaki toplu duanın fotoğraflarını sosyal medya hesabından paylaştı.” (https://t24.com.tr/haber/imamoglu-makam-odasindaki-toplu-duayla-goreve-basladi,828053)
[12] “SODAP: Sosyalistler 23 Haziran’ı Nasıl Değerlendirdi?”, 24 Haziran 2019… http://sendika63.org/2019/06/sosyalistler-23-hazirani-nasil-degerlendirdi-552377/
[13] TİP, yagk
[14] Halkevleri, yagk
[15] EHP, yagk
[16] Foti Benlisoy, “Muhalefetin Demokrasi Çağrısının Sınıfsal Muhteviyatı Zayıf”, 28 Haziran 2019… https://marksist.org/icerik/Haber/12446/Foti-Benlisoy-Muhalefetin-demokrasi-cagrisinin-sinifsal-muhteviyati-zayif
[17] “İstanbul Seçimleri ve Sonrası”, 26 Haziran 2019… https://www.kizilbayrak44.net/ana-sayfa/degerlendirmeler/guncel/istanbul-secimleri-ve-sonrasi-1
[18] “Çerkezoğlu: ‘23 Haziran’da Demokrasi, Adalet ve Emeğin Hakları Mücadelesi Kazandı!”, 25 Haziran 2019… http://sendika63.org/2019/06/cerkezoglu-23-haziranda-demokrasi-adalet-ve-emegin-haklari-mucadelesi-kazandi-552517/
[19] “Alper Taş: Kazanmak Güzel Şey Be Kardeşim”, 23 Haziran 2019… https://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2019/06/23/alper-tas-kazanmak-guzel-sey-be-kardesim/
[20] Celal Başlangıç, “Gezi Ruhu Ayaklandı; Tek Adam Rejimi Çöktü”, 25 Haziran 2019… https://www.artigercek.com/yazarlar/celal-baslangic/gezi-ruhu-ayaklandi-tek-adam-rejimi-coktu
[21] Hamza Yalçın, “Öcalan’ın Üçüncü Yolu ve Türkiye Solu”, 29 Haziran 2019… http://odakdergisi.com/ocalanin-ucuncu-yolu-ve-turkiye-solu/
[22] Yunus Öztürk, “Çok Yönlü Muhasebe ve Birlik Zamanı”, 27 Haziran 2019… https://mesele121.org/cok-yonlu-muhasebe-ve-birlik-zamani
[23] Ergin Yıldızoğlu, “Seçenekler Şekillenirken”, 27 Haziran 2019… http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1458680/Secenekler_sekillenirken.html
[24] Kurtuluş Kılçer, “Düzenin Yolu, Emekçilerin Yolu”, 26 Haziran 2019… https://gazetemanifesto.com/2019/duzenin-yolu-emekcilerin-yolu-274187/