Biliyorum. İnsanın kendisi gibi, anlatmak istediği insanı eksiği ve artısı ile bütünsel olarak anlatabilmesi zor olsa gerek. Kuşkusuz bu tür anlatımlarda kaygının iki yanı hemen öne fırlar. Abartma mı var yoksa eksik anlatım mı? Dahası en zor olanı da fiziki yanı ile şu anda birlikte olmadığım, sosyalizm kavgasında yerlerini vurgulamaya çalışacağım yoldaşlarımı ikileme düşmeden kısa ve özlü anlatmak.
Bilinir, kimi insanlar vardır ki, onlarla aynı çağda yaşamış olmak, onları tanımak, onlarla bir şeyleri paylaşmış olmak, büyük mutluluk verir insana. Hele böylesi insanları onurlu bir yaşam içerisinde tanımak, onlarla bir şeyleri paylaşmak. Onlara yoldaş diyebilmek. Ve bu onurlu insanların ardından bir şeyler yazmak ya da onları anlatmaya çalışmak. Bir yoldaşın belirttiği gibi, “her grev çadırında” onları yaşatmak. Ya da “yarattığımız değerleri, sınıfa, insanlığa mal ederek… darağacındaki üç fidanımızı” yaşatmak. Bu durum, benim için yazmayı, onları anlatmayı daha da zorlaştırıyor.
Tüm bu zorluklara rağmen bir yerlerden başlamak ve anlatmak gerekiyor. Bunun için elimdeki dokümanlardan kendi yaşadıklarımdan ve kimi anlatımlardan yola çıkarak yoldaşları anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle neden onları anlatmak;
Çünkü, onlar görevlerinin tümüyle başka olduğunu kavramış ve bu yüzden kaderlerini sömürülenlerle birleştirerek çekilmez olan bu toplumsal sistemin yıkılmasına ve geleceğin güzel, mutlu ve sömürüsüz günleri için çalışmışlardı.
Çünkü, onlar kimilerinin anladığı anlamda, özel her hangi bir varlık edinmemişlerdi. Adlarını, partileri gerekli görürse işlerini değiştirmişlerdi. Para kazanmak ya da arkalarında bir ad bırakmakla ilgilenmemişlerdi. Onlar yalnızca ve yalnızca sosyalizme ulaşmak için zahmetli bir işle ilgilenmişlerdi.
Çünkü, onlar bu coğrafyada yüzlerce, binlerce insanın tutuklanacağını, katledileceğini, işkencelerde öldürüleceğinin, sakat bırakılacağının bilincindeydiler. Ama hiçbir şeyin işçi sınıfının ve emekçi halklarımızın toplumsal ve sınıfsal kurtuluş mücadelesini engellemeyeceğini, susturamayacağını da biliyorlardı. Bunun bilinciyle ölümü kucaklarken haykırdılar. ”Bir gider bin geliriz.”
Çünkü, onlar halklarımızın tek ve gerçek rehberinin devrimci düşünceler olduğunu, bunun yaşama geçebilmesi için proletaryanın kendi partisinde örgütlenmesi gerektiğini biliyorlardı. Bu nedenle düşünceleri uğruna savaştılar. Düşüncelerini ve örgütlü oldukları partilerini hayatın her alanında hatta idam sehpasında bile cellatları titretecek şekilde haykırdılar. ”Yaşasın partimiz TKEP”
Bu yüzdendir ki onların yaşamlarını, mücadelelerini anlatmak daha da bir önem taşıyor. Tıpkı Filistin’de İsrail Siyonizmine karşı enternasyonalist mücadelede yitirdiğimiz üç fidanımız gibi. Tıpkı işkencelerde, sokak çatışmalarında yitirdiğimiz diğer fidanlarımız gibi.
Bu coğrafyada toplumsal muhalefetin yükseldiği ya da burjuvazinin içine düştüğü bunalım dönemlerinde gündemin hep ilk maddesi olmuştur. İdam. Mevcut devlet her dönem idamı bir koz olarak, kitleleri sindirme aracı olarak kullana gelmiştir. Ya da öç alma şeklinde kullanmıştır. Tıpkı 6 Mayıs 1972’de Kürt ve Türk halklarının üç yiğit savaşçısı Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’da olduğu gibi. Aynı mantık 12 Eylül faşizmiyle de işletilmiştir.
“Bir an vardır uğruna ölüme gidilir. Kendi inançları doğrultusunda”
Ve bu insanlar yaşamı güzelleştirmek için ölümü bile göze alırlar. Çünkü onlar, geleceğin “güzel günler”inin kimse tarafından bahşedilmeyeceğini bilirler. Bunun ancak inançlı ve kararlı bir mücadeleyle elde edileceğinin bilincindedirler. Ve erişilmez gibi görünen şeyin mücadele karşısında erişilir olduğunu görürler. İşte bu yüzden yaşamlarını bunun için seve seve feda edebilirler. Geleceğin sınıfsız, sömürüsüz o güzel günleri için. Tıpkı 13 Mart’ta faşizmin cellatlarını titreten yoldaşlarımız gibi.
Takvim yaprakları 1 Mayıs 1981’i gösterdiğinde dava dosyası karar aşamasına gelmiş bulunmakta. Yoldaşlar mahkemeye getiriliyor. Mahkemeye karar zaten önceden bildirilmiş. Bundan dolayı mahkeme onun sarhoşluğu içinde, her zaman asık surat yerine gayet neşeli. Dışarıda salonda bekletilen yoldaşları, mahkeme başkanı askerlere “alın oğlum içeriye” diyerek emir verir. Seyit’lerin kelepçeleri çözülüp içeriye alınırlar. Ad okunarak mahkeme salonundaki yerlerine oturtulurlar. Savcı mutalayı okumaya başlayınca Seyit oturduğu yerden ayağa kalkarak mahkeme heyetine, yoldaşlarına, avukat ve dinleyicilere hitaben; “Bugün 1 Mayıs. Bugün dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin, dayanışma birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs. Sizleri tüm devrim şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.” Dediğinde salonda herkes ayağa kalkar. Bu şaşkınlıkla mahkeme heyeti de ayağa kalkar ve saygı duruşuna geçer. Seyit yoldaş, “Yaşasın 1 Mayıs. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi. Yaşasın TKEP” dedikten sonra üçü birlikte Enternasyonal marşını söylemeye başlarlar. Mahkeme heyetinin şaşkınlığı geçince atın bunları dışarı diye emirler yağdırmaya başlar. Bunun üzerine salonda bulunan askerler dipçiklerle saldırmaya başlar. Yoldaşlar dipçikler arasında 1 Mayıs marşını söylemeye devam ederler. Herkes korkusundan salonu terk etmiştir.
Bu gelişmelerden sonra mahkeme heyeti yaşadığı şaşkınlıktan sonra duruşmaya onlarsız devam eder. Tarih onları hem sınıf hem de inançları için böyle bir günde, hem de düşmanın azgınlığının, egemenliğinin kuzgunlaştığı yerde, onlara sınıf ve komünist tavrın ne olduğunu, idam kararı da dahil işçi sınıfını ve komünistleri neferi oldukları devrim davasında hiçbir gücün durduramaz olmasını göstermeleri idi.
Bu duruşmada devletin cellatları idam kararını vermiştir. Bu siyasi tutuma siyasi bir karardı. Kararlı üç işçi, üç komünist için karar idamdı. Aslında mahkeme süresince, duruşmalar boyunca iki düşünce kapışmıştı. Biri yalpalar mı, eyvallah der mi diye bekliyordu. Diğeri ise düşmanın karşısında komünist duruştu.
Mahkeme kararından bazı gerçekler;
Avukat idam yerine müebbet cezası için 59. maddenin uygulanmasını ister. Mahkeme heyeti yoldaşların tüm mahkeme boyunca sergiledikleri tutumları belirterek; “Mahkememizin başından sonuna kadar en küçük bir pişmanlık dahi duymadıklarını… mahkeme safhalarında hiçbir tereddüde yer vermeksizin kendilerini Marksist-Leninist bir düzen kurmak için, var olan devleti yıkmayı istediklerini… TKEP örgütüne üye olmaktan dolayı onur duyduklarını… mahkeme kararlarını hiçe sayarak bizi siz yargılayamazsınız… mahkemeyi hiçe sayarak 1 Mayıs işçi bayramı olarak, mahkemede slogan ve marş söylediklerini…vb.” belirterek avukatların istekleri ret edilmiştir.
Ve o gün, yani takvim yapraklarının yeni bir günü müjdelemeye çalıştığı saatlerde 13 Mart 1982 de, Kürt ve Türk halkları, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın üç yiğit neferi, üç işçi, üç komünist kendilerinden on yıl önceki yoldaşları gibi gülerek göğüslüyorlardı ölümü.
İdam için sabaha karşı savcı, iç güvenlik komutanı, müdür ve onların irili ufaklı eşraf takımı koridorda, yoldaşların kaldığı müşade hücrelerine doğru kendilerinden emin adımlarla yürümüşler.
Müşade kapısı açılınca önce salona askerler arkasından apoletli ve devletin etiketlileri. Arı kovanından boşanırcasına bir anda işi bitirmek istiyorlar. Savcı güya kendinin emir kulu olduğunu bir isteklerinin olup–olmadığını sormaya kalkmış. Seyit yoldaş ilk hücrede. Her yoldaş arasında iki hücre boş bırakılmış şekilde hücrelerde ayaklarından ve bir elinden zincirlenmiş şekilde hücrelerde tutuluyorlarmış. İlk hücreyi açmaya kalktıklarında Seyit gür bir sesle; ”geç kaldınız beyler. Biz sizi daha erken bekliyorduk. Biz kendimizi çoktan hazırladık. Kutsal davamız adına, devrim ve partimiz için devrimi kucaklıyor. Devrimcileri selamlıyoruz. Kahrolsun Faşizm” diyince, salonun soğuk havası komünistlerin psikolojik üstünlüğü içinde sıcaklaşmış. Sloganlarla birlikte kapıyı açmaya gelenler geri geri kaçmışlar. Kimse yanaşamıyormuş.
Bir müddet sonra savcı, “evlatlarım, ben görevimi yapmaya, kararı bildirmeye geldim. Ben de bu duruma karşıyım” vb. derken Seyit; ”fazla uzatma kes. Biz senin ne namussuz, işkenceci olduğunu biliyoruz. Bizim zincirlerimizi çözün, kağıt kalem getirin. Bir de çay getirin” demiş.
Savcı “tamam evladım hemen getiriyoruz” diyerek yanlarında getirdikleri on yaprak beyaz kağıdı ve kalemleri dağıttırmış. Ellerindeki zincirleri çözdürmüş. Ama ayaklarındaki zinciri çözdürmemiş.
Komutan ve müdür savcıya “savcı bey bu gece vakti çay bulmak zor. Buna gerek yok” diyince savcı durumu yoldaşlara anlatmak istemiş. Üç yoldaş birlikte kağıtları dışarı fırlatarak “çay gelecek” demişler. Bunun üzerine savcı “hemen üç bardak çay getirin” emrini vermiş. Birkaç dakika içinde bir tepside çay getirmişler. Müdür güya yaptığı kötülükleri unutturmak istercesine çayları kendi eli ile vermek istemiş. İkinci müdüre sen dağıt demiş. Seyit çayı alır almaz doğrudan müdürün suratına bardakla birlikte fırlatmış. Salonda bulunan tüm idam yanlıları kendilerini koridora atmışlar. Seyit, “Biz çaykolik değiliz. Amacımız son dakikaya kadar, elimize geçirebileceğimiz herhangi bir şeyle, size karşı tavrımızın ne olduğunu göstermektir”
Yoldaşlar ailelerine, diğer hücrelerdeki yoldaşlarına, koğuşlarda yatan tüm devrimcilere birer mektup yazarlar.”Biz hazırız yoldaşlarla ve dalaşmak istiyoruz” derler. Daha sonra yazılan mektuplar sakıncalık bulunarak imha edilirler.
Önce İbrahim Ethem Coşkun yoldaşın hücresi açılıp kimlik sorulduktan sonra dışarı çıkarılır. Ayaklarındaki zinciri çözmeden yoldaşlarla hücrede kucaklaşıp vedalaşırken onlara “Biz bu davaya baş koyduk, başımız devrime, halklarımıza, partimize feda olsun” diyerek “Kahrolsun faşizm. Yaşasın Kürt Türk halkının mücadele birliği” sloganını son kez yoldaşlarıyla birlikte haykırırken askerler ağzını kapatmak isteyip kucaklayarak götürmüşlerdir. Koridorda indirildiğinde, kadınlar koğuşu yanında tekrar “yaşasın sosyalizm” sloganını atınca askerlerin de gürültüsü ile koğuşlarında insanlar yataklarından fırlamış, kapıları dövmeye, sloganlar atılmaya başlanmış. Cezaevi adeta yıkılırcasına kapılar dövülüyor, sloganlar atılıyormuş.
İdam sehpasında cellat ve hoca istemeyen yoldaş savcının konuşmasına fırsat vermeden masaya çıkıyor. Orada “Canım devrime, partime feda olsun” “Yaşasın TKEP” derken ip boğazına geçiriliyor. Sandalyeden kendisini fırlatarak yaşama gözlerini yumuyor.
On beş dakika sonra Necati Vardar yoldaş hücresinden çıkarılıyor. Seyit yoldaşla görüşmesine fırsat verilmiyor. Direnen yoldaş Seyit’le anlık göz göze gelerek “Hoşça kal yoldaş. İdam bize vız gelir” diyerek “ Yaşasın Sosyalizm” sloganını atarken ağzına mendil kaparlar. Ama sloganı Seyit haykırmaya devam eder. Necati’yi hiç yere indirmeden sessizce götürmeye çalışırlar. İdam bahçesine getirip masaya çıkarırlar. Necati’nin konuşmasına meydan verilmek istenmez. “Kahrolsun faşist diktatörlük. Yaşasın TKEP” derken idam edilir.
Ortam hiçte devletin, cellatlarının istemediği noktaya gelmiştir. Hiçbir komünist en ufacık eziklik duymadan, celladın karşısında dimdik duruyor. Adeta cellatları yargılayan tavır takınıyorlarmış.
Sıra Seyit’e gelmiş. Seyit’in hücresine askerler adeta birbirini öne iterek “o sen aç, diğeri sen aç” demeye başlamış. Hücre açılınca Seyit askerlere gülerek “vah zavallılar vah, şu halinize bakın hele, onlar niye gelmiyorlar“ dediğinde kimisi ellerinden, kimisi ayaklarından tutarak, kimisi de ağzını kapatarak koridordan geçirerek idam bahçesine getirirler.
Seyit idam sehpasına çıktığında “şunlara bakın hele titriyorlar. Korku sizinle her gün yaşayacak. Cellatlardan ve onun devletinden hesabı er geç soracağız” konuşmasını yaparken ip boğazına geçirilir. Seyit “Kahrolsun faşizm. Yaşasın TKEP sloganı yarıda kesilerek idam edilir.
Bilinir, dünya halkları aydınlığın tarihini hep tarihin karanlıklarında yazmışlardır. İşte bizler Mezopotamyalı komünistlerde dünyanın ve coğrafyamızın karanlığa boğulmak istendiği bir dönemde aydınlığın tarihini yazmaya çalışıyoruz. Dünyada ve onun bir parçası olan ülkemizde sosyalizmin prestij kaybına uğradığı, hızla bir çözülmenin ve bunun içinde yeniden toparlanmanın yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. İşte bugün her şeye inat sosyalizm ülküsünde ısrarlı ve komünist inancı taşımaya devam eden, halkların gerçek kurtuluşu olan sosyalizmde ödünsüz direnmenin adıdır 13 Mart…
* Çoban Ateşi Gazetesi, 8 Mart 2007, Yıl: 1, Sayı: 2