SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER / Yazarların diğer makaleleri için tıklayınız
“İnsanlarda, arttığı hissedilen
bu nefret ve bu şiddet.
Onlarda hiçbir saflık yok artık.
Değerli hiçbir şey yok.//
Onurun bu çöküşü mide bulandırıcı!”[1]
Anadolu’nun Türkleştirilmesi, hem sermayenin temellükü, hem de “öteki(leştirilen)lerin talan, tedip, tehcire maruz kaldığı -zamana yayılmış- “büyük bir (utancın!)” resmî tarih projesi idi.
Hermann Hesse’in, “Hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor, hepsi, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak,” betimlemesiyle malûl resmî tarih projesi, “İnsan türünün maruz kaldığı tehlikeler, eksiklikten kaynaklanan tehlikeler olmaktan çok aşırılıktan kaynaklanan tehlikelerdir,”[2] saptamasındaki acıların da mimarı idi; tıpkı 6-7 Eylül Pogromu gibi…
Theodor Adorno’nun, “Bir toplumda öfkeli adamlar popülerleşiyorsa, orada akıl tutulması baş gösterir. Düşünce suç, özgürlük ihanet, eleştiri saldırı olarak algılanır”; Baruch Spinoza’nın, “Her yerde sanki kurtuluşları içinmişçesine kölelikleri uğruna mücadele veren insanlar görüyorum,”[3] ifadeleriyle betimlenmesi mümkün olan 6-7 Eylül yıkıcılığı bugün de hâlâ yaşatılmaktadır
“Nasıl mı”?
Suriyeli bir grupla kavga sonucu yaralanan Emirhan Yalçın’ın hastanede hayatını kaybetmesinin ardından büyük gerginlik yaşandı… Kalabalık bir grup yürüyüşe kalktı, hedef Önder ve Battalgazi’deki Suriyelilerin evleri ve dükkânları oldu, “mülteci istemiyoruz” sloganı stadyumlara kadar ulaştı.
Yaşanan gerginliği değerlendiren Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Emre Erdoğan’ın, “Altındağ, 6-7 Eylül’ü hatırlatıyor,”[4] demesi gibi…
* * * * *
Hükümetçe “milli galeyan” diye adlandırıla 6-7 Eylül, yakın tarihimin büyük felaketlerinden birisiyken; sorumlularının başında dönemin hükümeti, güvenlik güçleri ve bugün “derin (denilen!) devlet” mekanizmalar vardır.
“Nasıl” mı?
Dışişleri yetkililerinin Londra’da Kıbrıs temaslarına sürdürdüğü süreçte İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler yalan bir haberle hedef hâline getirildi.
1955 Eylül’ünde Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs yüzünden çok gergin olduğu ve Türk gazetelerinde, Türkiye’deki kimi Rum işadamlarının Enosis’i destekledikleri yönünde yayınlar yapıldığı ortamda, Kıbrıs konusunda İngiltere ve Yunanistan ile görüşmeler yürüten Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Adnan Menderes’e gönderdiği mesajda, Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki toplumsal duyarlılığını yansıtacak gösterilerin görüşmeler sırasında elini güçlendireceğini belirtmişti.
6 Eylül 1955’te Mithat Perin’in sahibi, Gökşin Sipahioğlu’nun yazıişleri müdürü olduğu ‘İstanbul Ekspres’te Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba konduğu haberi üzerine patlak verdi 6-7 Eylül.
“Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı” haberi ile birlikte, ‘Kıbrıs Türktür Cemiyeti’ (KTC) adına yayımlanan deklarasyonu ve çeşitli öğrenci birliklerinin bildiriler doğrultusunda da Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi düzenledi.
KTC’nin Genel Sekreteri Kamil Önal’ın “Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz,” derken; “halk” galeyana getirilmişti. KTC’nin önderliğinde çeşitli kuruluşlar ile yerel kalabalıklar dışarıdan getirilmiş takviye kuvvetler aynı anda kentin farklı semtlerinde yağma/ talan hareketine giriştiler. Şişli, Taksim, Cihangir, Beyoğlu, Kumkapı, Samatya, Yedikule, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Kadıköy gibi gayrimüslimlerin yoğun yaşadıkları semtlerde büyük çaplı saldırılar gerçekleşmişti.
Aslında daha bu haberler piyasaya sürülmeden bütün hazırlıklar yapılmıştı. Haftalar öncesinden İstanbul’da saldırıların gerçekleştirileceği mahallelerin muhtarlarından ev ve iş yeri adresleri istenmişti. Pogromun startının verilmesinin birkaç gün öncesinde gece bekçileri, ev veya iş yerlerinin duvarlarındaki numaraları tam net okunamayanlardan veya duvarlardaki numaralarını daha belirginleştirmeleri istenmişti. Saldırılacak ev ve iş yerlerinin bazıları haç figürleri, “GMR” (Gayri Müslüm Rum), “Türk değil” veya “Türk” gibi kısaltmalar ve notlarla işaretlenmişti.
Mehmet Keskin’in de işaret ettiği gibi, “1955’in 6-7 Eylül’ündeki yağma ve yıkım sadece ev ve işyerleriyle sınırlı kalmadı. Güvenlik güçlerinin müdahale etmediği güruh ibadethanelere ve mezarlıklara da saldırdı. Dini mekânlar yakıldı, yıkıldı; kutsal ikonalara zarar verildi; mezarlıklar talan edildi; hatta mezarlar açılıp içerisindeki kemikler çıkarılarak yakıldı.”[5]
* * * * *
Yağma/ talan hareketi Selanik’te Mustafa Kemal’in evine bomba atılmasına tepki olarak başlatılmıştı! Ancak daha sonra ortaya çıktı ki, bu işi yapan iki kişi Türk’tü! Selanik Hukuk Fakültesinde okuyan Türk öğrenci Oktay Engin ile Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğunda görevli Hasan Uçar, kendilerinin de yaşadığı binanın bahçesine hafif bir patlayıcı atmışlardı.
Bu arada eklemeden geçmeyelim: Selanik’teki evine bomba attığı savıyla Yunanistan’da yargılanan Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgiler öğrencisi Oktay Engin gıyabında üç yıl hapse mahkûm oldu. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde devlet desteğiyle okudu. Bürokraside önce emniyet müdürlüğüne kadar yükseldi, daha sonra Nevşehir Valiliği’ne (22 Şubat 1992 – 18 Eylül 1993) getirildi. 27 Mayıs 1960 sonrası Yassıada’da kurulan Yüksek Adalet Divanı’nda başta Başbakan Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti yönetimi bu olaylar nedeniyle mahkûm olurken Oktay Engin aklanmıştı.
Devam edersek; 1955’te iktidardaki Demokrat Parti Hükümeti 6-7 Eylül’e ilişkin yazılı açıklamasında aynen şöyle demişti: “Dün gece İstanbul ve memleket esas itibarıyla bir komünist tertip ve tahrik ile ağır bir darbeye maruz kalmıştır.”[6]
Yalan haberin yayılması ile 6 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yakıp yıktı.
‘İstanbul Ekspres’ facia gerçekleşmeden iki saat önce, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskısını yaptı. Tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de 290 bin bastı. 6 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi resmi kaynaklara göre 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel vb. 5 bin 317 yeri tahrip etti.
Yağma/ talandan sadece Rumlar değil Ermeni ve Yahudiler de paylarını almış, hatta gözü dönmüş kalabalıklar Beyaz Rus kökenli Türk-Müslümanların mallarına da saldırmış ve asker hiç müdahil olmamış, polis ise seyirci kalmıştı!
6-7 Eylül örgütlü faşist/ırkçı bir hareketti. Rumların ev ve işyerleri daha önceden belirlenip işaretlenmiş, 30-40 kişilik gruplar planlı bir biçimde yönlendirilmişti. Grupların kent içi ulaşımı görevlendirilen özel araçlar, kamyonetler, kamyonlar, otobüslerle sağlanıyordu. Yağmalamalar her semtte aynı yöntemle gerçekleştiriliyordu; dükkânların önce vitrinleri parçalanıyor, özel aygıtlarla parmaklıkları kesiliyor, sonra içeri girilip taşınabilir ne varsa yağmalanıyor, taşınamayanlar ise kırılıp dökülüyordu.
Yağma/talan 7 Eylül sabahına kadar sürmüştü.
Dışarıdan getirilen yağmacıların bir bölümü Haydarpaşa Garı’nda yakalandı; Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi getirilip görevlendirilmişti.
Celal Bayar’ın, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık,” dediği saldırganlıkta 11 kişi hayatını kaybetti.
Helsinki Watch örgütünün bir raporuna göre ise ölenlerin sayısı 15 olarak kayıtlara geçti. Yaralı sayısı resmi rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Olayların kontrolden çıkması üzerine Adnan Menderes Sapanca’dan çağrıldı ve sıkıyönetim ilan edildi ve önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104’e yükseldi.
6-7 Eylül yıkımı sadece Rumlara karşı bir harekât değildi; yakıp yıkılan mekânların yüzde 59’u Rumlara aitken, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Yahudilere, yüzde 12’si de Levanten, dönme, Müslüman olmuş Beyaz Ruslar ve çeşitli gayrimüslim gruplara aitti.
Yunanistan’la yapılan 1924 mübadelesi sonrasında sayısı yaklaşık 100.000’e inen Rum nüfusun çok önemli bölümü 1955 yılından başlayarak İstanbul’dan göç etti. Özellikle 1964 zorunlu göç kararı bir dönüm noktasıydı. Yunan uyruklu Rumlarla birlikte yurttaşlarımızdan oluşan Rum nüfus da Türkiye’yi terk etmeye zorlandı.
Özetle 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’un o zaman 1 milyon nüfusunun içinde sayıları 100 bini bulan Rum hemşerinin sayısının, bugün 15 milyon içinde 2500’e düştüğüdür.
Mübadelenin üzerinden yıllar geçtikten sonra, Rumların yoğun olarak göçmelerine neden olan 6 – 7 Eylül vahşetidir.
“6-7 Eylül XX. yüzyılın en büyük Vandalizmlerinden biridir.
455’de Roma’yı yağmalayan Slav Vandallardan gelen ‘Vandalizm’ özetle ‘Bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemi’ olarak tanımlanabilir.
Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konduğu provokasyonu üzerine, İstanbul’da sokaktaki yerli ipsiz sapsızlar ile çevreden getirilmiş, bindirilmiş kıtaların Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşların ve yanlışlıkla da kimi Müslüman kökenli Türklerin evlerine, işyerlerine mallarına, araçlarına saldırıları Vandalizm örneğidir.”[7]
Yine “Nasıl” mı?
“Saldırganlar bazı Rum erkeklerini zorla sünnet ettiler. Bunların arasında bazı papazlar da vardır…
Henüz yeni defnedilmiş cenazeler mezarlardan çıkarılarak cesetler bıçaklandı. Mezarlıklar tahrip edildi, mezarlardan iskeletler çıkarılarak etrafa saçıldı. Saldırılar sırasında saldırganlar yaygın bir şekilde kadınlara tecavüz etmişlerdir. Tecavüze uğrayan kadınların sayısı 200’den fazladır. Balıklı Hastanesi Başhekimi’nin ifadesine göre, sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştür.
Polislerin, ‘Bugün polis değiliz, Türküz’ dedikleri bir ortamda gerçekleştirildi saldırı ve yağma…
Saldırılar sadece İstanbul’da ikamet eden saldırganlar tarafından gerçekleştirilmemiştir. Bu iş için Sivas, Trabzon, Kastamonu, Erzincan ve başka şehirlerden işçiler getirilmiştir. Hatta, 5 Eylül 1955 günü Eskişehir’den İstanbul’a getirilen işçilere polis eşlik etmiştir.
İçişleri Bakanı Namık Gedik, 6 Eylül’de pogrom sırasında İstanbul’dadır ve artan şiddet nedeniyle Vali Gökay’a ulaşmaya çalışan emniyet güçlerine ‘söz konusu olayların milli bir halk ayaklanması olduğunu’ söyleyerek, müdahale etmemeleri için talimat vermiştir.
Resmi itiraflardan iki örnek vermek gerekirse…
Birinci örnek, Demokrat Parti’nin kurucularından olan ve 1957’de DP’den istifa eden Fuat Köprülü’nün bir söyleşide 6-7 Eylül ile ilgili söyledikleridir. Köprülü, aynen şunları demektedir: ‘Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir. Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır. Meselenin tahkik edilmesini, mesullerin bir an evvel meydana çıkarılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm.’
İkinci örnek; pogromun ardından yıllar geçtikten sonra askeri bir yetkilinin yaptığı itiraftır. Pogromun gerçekleştirildiği sırada Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan ve 1988-1990 arasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapan, Özel Harp kökenli Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda,[8] ‘6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi’ diyerek gururla itiraf etmektedir.”[9]
Kolay mı?
Patriklik fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un 6-7 Eylül Pogromuna ait fotoğraflarını derleyen gazeteci Serdar Korucu, o gece yaşananların sadece mal yağmasından ibaret olmadığına değinerek şunları söyledi: “Yaşananlar mal yağmaları ile sınırlı değil. Mezarlıkların talan edilmesi, kilise ve manastırların yakılıp yıkılması… Göz ardı edilemeyecek saldırılar… Ayrıca o gecenin fotoğraflarını çeken Patrikhane Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos, Türkiye’den sınır dışı edildikten sonra kaleme aldığı kitabında ‘Belgrad kapı semtinde oturan zavallı yaşlı bahçıvanın tecavüze uğrayan üç genç kızından bahsedelim mi? Tecavüze uğradıktan hemen sonra aklını kaçıran seksen yaşındaki kadından bahsedelim mi? Diğer toplu tecavüzleri anlatalım mı?’ diye sorar. Sadece mal yağması olarak nitelendirenlerin cevap vermesi gereken sorular bunlar…”
Ayrıca 6-7 Eylül Pogromu’nda yaşananların tanıklarından Agos Gazetesi Yazarı Pakrat Estukyan ise, “Birçok kilise, mezarlık, ev ve işyeri saldırıya uğradı, talan edildi. Cinayet ve tecavüz olayları yaşandı. Böylesine kapsamlı bir operasyonun altyapısı şüphesiz ki istikrarlı bir medya propagandası ile sağlandı. Yaşananlar ülkede 5. kol olarak nitelenen azınlık toplumlarına karşı bir milli tepki olarak sunuldu. Benzer nitelikteki olayların faillerinin cezasızlık ilkesiyle korunması ülkemizde kabul görmüş bir gelenektir. Bu inanç bir sonraki tertibin de kadrolarına cesaret veriyor,”[10] dedi.
* * * * *
Toparlarsak: İstanbul’da Rumlar başta olmak üzere Ermeni ve Yahudilerin katledilip, mallarının yağmalandığı pogromda onlarca kişinin katledildiği, binlerce ev, dükkân ve ibadet yerinin yakılıp yıkıldığı olayların tanıklarından Gazeteci Mihail Vasiliadis, 6-7 Eylül’ü tek başına ele almanın mümkün olmadığını vurgulayıp, yaşatılanların bir zincirin halkası olduğuna işaret ederek, “Bu zincir 1922’lerden başlayıp belki de günümüze kadar gelen bir eritme programının halkasıdır,”[11] derken sonuna dek haklıdır!
Bir an hatırlayın: “Gizli bir el” bir anda yarattığı yalan bir haberle, kitleleri harekete geçirdi. Kitleler, kendilerine dayatılan yalan tarihi hiç sorgulamadan ırkçı dürtüleri ile saldırıya geçtiler…
Aslında 6-7 Eylül ne bir ilkti, ne de son oldu!
İttihat Terakki Partisi ve onun gizli örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın, 1915 yılında bir Türkleştirme politikasının acımasız sonucu olarak uyguladığı soykırımın devamıydı 6-7 Eylül’de yaşananlar.
Ermeni soykırımı sonrasında Avrupalılara karşı, göstermelik olarak açılan davada hazırlanan iddianamede, Teşkilât-ı Mahsusa şöyle tanımlanıyordu; “Teşkilâtı Mahsusa, adı altında meydana getirilen komiteden… Taşraya gönderdiği elemanlarından bazıları, reislerinin itaatkâr ve işaretleri ve başka mahallerin İttihat ve Terakki murrahaslarıyla Cemiyete yardım maksadıyla itaatkâr ve boyun eğen bazı memurlarla, saflık ve cehaletle onlara iltihak eden ve miktarı pek çok olmayan bazı şahısların delalet ve yardımlarıyla, para ve mal yağması, ev ve ceset yakma, nüfus katliamı, ırza geçme, eziyet ve işkence gibi melanetleri yaptıkları …”[12]
Bu tanımlar, mahkemenin resmi tanımlamasıydı…
Teşkilât-ı Mahsusa geleneği hiç bitmedi. Onun yerini Özel Harp Dairesi aldı. Ve 6-7 Eylül de bizzat Özel Harp Dairesi eliyle gerçekleştirildi.[13]
* * * * *
Özetin özeti: Türkiye’deki rejimin en tipik özelliklerinden bir de toplumu hafızasızlaştırmaktır. 6-7 Eylül Pogromu, Varlık Vergisi rezaleti, İstanbul Rumlarının 1964 zorunlu sürgünü çok yakın tarihlerde yaşanmasına karşın, 1915 soykırımı gibi, uzun dönemler toplumun hafızasından silindi…
6-7 Eylül Pogromu’nu, 6-7 Eylül’de yaşananları “olay” diye tanımlayan görüşü mahkûm etmenin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Geçmişin bin bir türlü haksızlıkları, adaletsizlikleri, en nihayetinde insanlık suçları ile yüzleşip hesaplaşırken, tüm bu adaletsizlikleri, insanlık suçlarını ifade eden bilimsel tanımlamaları kullanmaktan başlanabilir en azından.
“Olay” terimi ile etnik bir gruba yönelik uygulanan kolektif şiddet anlamına gelen “pogrom” terimi arasında bir tercih yapmak, yüzleşmenin, hesaplaşmanın kaçınılmaz gereğidir.
6-7 Eylül 1955 Pogromu, Osmanlı İmparatorluğu ve onun ardılı olan T.“C” devletinin geleneğinin bir ürünü ve Türkleştirme politikasının ta kendisidir. Söz konusu geleneğin insanlık suçları hanesi hayli kabarıktır.
Bundan ötürü 1894-1923 kesitinde Ermeni, Asurî-Süryanî, Pontos halklarına karşı gerçekleştirilen pogromlar ve soykırım, 1934’de Yahudi halkına karşı gerçekleştirilen pogrom, 6-7 Eylül 1955 Pogromu fail halklar için bir utançtır ve de bu utanç sayfası ile hesaplaşmak bir yükümlülüktür.
6-7 Eylül 1955 Pogromu ile Kıbrıs’ın paylaşımı ve yayılmacı emelleri konusunda elini güçlendirmeyi hedefleyen T.“C” devleti, ardından da 1964’de İstanbul’daki Yunanistan vatandaşı Rumların apar topar sürgünü etti.[14]
* * * * *
O hâlde resmî tarihin kırım ve kıyımı karşısında Béla Tarr’ın, “İnsan bir an önce kargaşasını kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtamazsa karanlığına, yok olacaktır,” uyarısını bir an dahi unutmadan; “Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok karanlık zamanlarda ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır,” diyen Hannah Arendt ile Émile Zola’nın, “Koyu bir gericilik içinde çırpınıp duruyoruz. Bunun yaşadığımız son bunalım olmasını umut ediyorum; ülke kendisini öldüren zehri kusacaktır günün birinde,”[15] biçiminde ifade ettiği “umut ilkesi”ne sarılarak; “İktidarın, politikadan koptuğunu bilmesek de hissediyoruz, böylece, ‘Ne yapmalı’ konusundaki kafa karışıklığımıza ek olarak, şimdi de ‘Bunu kim yapacak’ konusunda karanlıktayız,”[16] sorusunun yanıtını acilen bulmalıyız…
5 Ekim 2022 07:23:44, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] Albert Camus.
[2] Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., 2014, s.107
[3] Baruch Spinoza, aktaran: Frédéric Gros, İtaat Etmemek, çev: Zeynep Büşra Bölükbaşı, YKY., 2021.
[4] İpek Özbey, “Prof. Emre Erdoğan: Altındağ, 6-7 Eylül Olaylarını Hatırlatıyor”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2021, s.9.
[5] Mehmet Keskin, “6-7 Eylül Ruhu Sona Ermedi”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2015, s.19.
[6] Nazım Alpman, “Bir Devlet Geleneği”, Birgün, 8 Eylül 2016, s.7.
[7] Ali Sirmen, “6 – 7 Eylül’ün 60. Yıldönümü”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2015, s.4.
[8] Fatih Güllapoğlu, Tanksız, Topsuz Harekât, Tekin Yay., 1991, s.104.
[9] Ragıp Zarakolu, “65. Yıldönümünde 6-7 Eylül Pogromu”, Yeni Yaşam, 6 Eylül 2020, s.9.
[10] Zilan Akay, “66 Yıllık Utanç”, Birgün, 7 Eylül 2021, s.7.
[11] “6-7 Eylül Bir Zincirin Halkasıdır”, Yeni Yaşam, 6 Eylül 2020, s.6.
[12] Nevzat Onaran, Emval-i Metruke Olayı, Belge Yay., 2010, s.96.
[13] Eren Keskin, “6-7 Eylül 1955”, Yeni Yaşam, 4 Eylül 2019, s.5.
[14] Bkz: Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, İletişim Yay., 2006; 6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar-Belgeler-Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yay., 2005; Tamer Çilingir, “6-7 Eylül 1955: Septemvriana”, Atılım, Yıl:7, No:443, 11 Eylül 2020, s.10; Altan Öymen, “Bu Bir Milli Galeyandır”, Milliyet, 14 Şubat 2013, s.16; Ali Sirmen, “6-7 Eylül’de Ne Olmuştu?”, Cumhuriyet, 16 Mart 2017, s.4; Umur Yedikardeş, “6-7 Eylül… Gitmeyeceğiz Dediler, Zorla Gönderildiler”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2016, s.13; Deniz Kavukcuoglu, “Bugün 7 Eylül Utanç Günü”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2011, s.13.
[15] Émile Zola, Gerçek, çev: İsmail Yerguz, Kırmızı Yay., 2011, s.514
[16] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, çev: Sinan Okan Çavuş, Can Yay., 2017.