Ana SayfaJIYANÖYKÜ(MÜZ) DEYİNCE VEYA SAİT FAİK İLE SABAHATTİN ALİ / TEMEL DEMİRER

ÖYKÜ(MÜZ) DEYİNCE VEYA SAİT FAİK İLE SABAHATTİN ALİ / TEMEL DEMİRER

 

Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak için şimdi hikâyeler(imiz)i, Sabahattin Ali ve Sait Faik gibi çoğaltarak toplumsallaştırma zamanıdır; zaten hikâyeler(imiz) de bunun için değil midir?

 ÖYKÜ(MÜZ) DEYİNCE VEYA SAİT FAİK İLE SABAHATTİN ALİ[*]

TEMEL DEMİRER

“Dar pirin, lê hemû

fêkiyan nagirin.”[1]

“Dünyanın kötülüğünden, canavarlığın zaferinden yakınmak, bir gün haklılar kazanacaktır diye tehditler savurmak, yeryüzünün bütün bunların söylemesine göz yumulan bölgelerinde bunları söyleyebilmek, hiç de büyük bir yüreklilik sayılmaz,” vurgusuyla Bertolt Brecht’in, “Bugün yalanlarla ve bilgisizlikle savaşta hakikâti yazmak isteyen herkesin yenmesi gereken, en azından beş güçlük çıkar karşısına: 1) Yüreklilik: Hakikâti yazma yürekliliği… 2) Akıl: Hakikâti görmek, fark edebilmek… 3) Sanat: Hakikâti silâha dönüştürebilme, onu bir silâh olarak kullanabilme sanatı… 4) Karar: Hakikâtin kimlere yarayabileceğine karar verebilmek… 5) Hüner: Çok kişiye hakikâti ulaştırabilme, onu çok kişiye yayabilme hüneri,”[2] saptamasına müthiş önem verenlerden birisi olarak “yazmak” benim için “nihai kertede eylem”den[3] başka bir şey değildi.

Eylemsiz yazın olabileceğini hiç düşünmedim; herkesin bir öyküsü (hikâyesi) olduğu için de, bir yazın türü olarak öykücülüğün gücünden şüphe duymadım.

Bende hep, “Nusquam nec malum malo, vulnus curatur vulnere/ Hiçbir yerde kötüyü kötülükle ve sahteyi sahtelikle iyileştirmiyorlar,” saptamasını çağrıştıran hedonist arayışların öykü olarak okura satılmaya çalışıldığı bir dönemde, öykü(müz) deyince (elbette anılmaya değerle başka isimlerle birlikte) aklıma hep “bizim” Sait Faik ile Sabahattin Ali gelir; Charles Bukowski’nin, “Ji dil ve yekî baş bi, zêdetî evîndar bi û têra xwe durist bi, tu ji bo nedilşadîyê amadeyi/ Yeterince dürüstsen, fazlasıyla aşıksan, gerçekten iyi biriysen, hazırsın, artık mutsuz olabilirsin” sözü eşliğinde.

 

ÖYKÜ FASLI

 

Öykü (ya da hikâye), gerçek ya da gerçeğe ilişkin bir olayı aktaran kısa anlatıdır. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay veya sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırmasını; az sayıda karaktere yer vermesi ile roman gibi diğer anlatı türlerinden ayrılmasından sağlar.

Müge İplikçi öykü ve roman için “İkisi de farklı alanlar. Ancak ikisi de insanı anlatıyor. Öyküde mekânı son derece ekonomik olarak kullanmak zorundasınız. Romanda daha rahat hareket edebilirsiniz,” diye betimlediği özlü ve yoğun bir anlatım olarak öykü, tümüyle düş ürünü olabileceği gibi, son derece gerçekçi de olabilir.

Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in, “Öykülerinizi niçin bu denli kısa yazıyorsunuz?” sorusuna, “Bozmaktan korkuyorum da onun için,” yanıtını verdiren; teknik açıdan “güç” nitelemesini hak eden yazınsal bir türdür öykü. Ancak ani etkisinin tartışılmaz gücü dolayısıyla da büyüleyicidir.

Öykü, yansıtılana bağlı çarpıcı bir anlatıdır. En güzel örneği de mitolojidir. En iyi örnekleri Yunan mitolojisinden çıkar. Ayrıca ‘Dengbej’ ile öykücü arasında derin bir bağ da söz konusudur.

Eski Yunan’ın “fabl”leri, ‘Binbir Gece Masalları’ öykünün habercileriyken; ilk öykü örneği ise İtalyan yazar Giovanni Boccaccio’nun ‘Decameron’ başlıklı yapıtıdır.[4]

Sonrasında Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov şahsında tüm ihtişamıyla karşımıza dikilirken; coğrafyamızda öykü (ya da hikâye) kavramı Tanzimat’tan sonra edebiyata girmiştir.

Hikâyenin Türkiye’deki temsilcisi olarak Ömer Seyfettin’i görmek mümkündür. Ancak öykücülüğün önemli temsilcilerinden biri Sait Faik Abasıyanık’dır. Bireyin toplum içindeki sorunlarını kaleme alan yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp insanlar hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalıştı. Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlatırken; insanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeledi.

Hikâye, yaşanmışlıkların yazınıdır; yaşamdan bir kesittir; bunun içindir ki, “Çiçek ve balık adlarını bilmeyen hikâye yazamaz,” der Sait Faik Abasıyanık…

Kıssadan hisse içeren yazım türü olarak hikâye, yoğunlaşmadır. Hatırlayın: ‘Çığlık’ başlıklı kitabındaki ‘Denizin Kıyısında’ öyküsünü, “Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?” diye bitiren Ferit Edgü eklemektedir: “Küçük oyunlar, şaşırtmacalar, öykünün tuzu biberidir.”[5]

Kısa olay örgüsü, az sayıda karakteriyle, edebiyat alanının yazı ve kurmaca sanatı olan öykü V. S. Pritchett’a göre, “Yürüyüp geçerken gözün köşesine takılan şey”ken; duruluğu ve akıcılığı ile romandan çok başka bir şeydir. Romandan ziyade şiire yakın, derinliği ile müziği andıran başka bir türdür. Şiirin kardeşi öyküdür demekte bir sakınca olabilir mi?

Öykü, istinasız herkesin sahibi olduğu tek şeydir; hikâyeler hep devam eder; onlarla doğar ve büyürüz.

Kolay mı? “Bir öykü var sakladığın/ bir öykü var ardında duran/ bırak onu uyansın,” diyen Özdemir Asaf’ın altını çizdiği gibi: “Herkesin bir hikâyesi vardır…”

Bunun için de insanların birbirlerini ve kendilerini anlamak için anlattıkları kurgu olarak, “ruhu olan bilgi”dir öykü.

Yaşam hikâye anlatıcısının en önemli teminatıdır. Anlatıcısı sürekli gerçek yaşam ile gerçeküstüne atıfta bulunurken; hikâyecinin “malzemesi”yle ilişkisi, zanaatkâra özgü bir ilişkidir. Görevi kendinin ve başkalarının deneyimlerini sağlam, yararlı, benzersiz bir tarzda işlemektir. Bu böyleyle olunca da hikâyeci, ermişlerin saflarına katılır.

‘Di’li geçmişten ‘miş’li geleceğe uzanan bir sonsuzluk olarak; hikâye anlatıcısıyla, sihirbaz arasında bir “paralellik” vardır. Çünkü hikâye anlatmak, müthiş bir yaratıcılığa muhtaçtır. Herkesin bir hikâyesi olsa da, onu yazmak çok zor bir iştir.

Edebi bir tür olarak sınırlandırılamamasında yarar olan öykü kavramı, aslında hayatın parçalarını birleştiren bütünüdür. Öyküye konu olguların tamamına insan hayatı denir.

Yaşayan için hikâyesi, önemsiz değildir belki, ama tüketicisi için öğretici değerdedir. Tam da bunun için “Anlatılan senin hikâyendir” denir. Anlatan gibi dinleyen için de hikâye, bir şeyleri hissettirebilme çabasıyla bitişik durur.

Hikâyede çoğu zaman tek bir olay anlatılırken; kişilerinse hayatlarının belli ve kısa bir anı işlenip, karakterler bir yönleri ile tasvir edilir, ayrıntılara gidilmezken; her hikâye anlatıcısı, dürüst insan(lık)ın kendisiyle yüzleştiği kişidir.

Hikâyeci, hikâyenin “ne”liğiyle, onu aktarma biçimini iç içe geçirirken; seçici üslûbuyla onu adeta dokurken; her hayat bir hikâye ise, hikâyeler hayatımızı süsleyen gerçekler değil midir?

Sakın ola hikâyeleri yabana atmayın. Eğer kalplerimizi açarsanız, sizi derinden etkileyecek hikâyeler vardır. Hikâye, yaralar(ımız)ı sağaltıcı bir merhemdir.

İnsanı, insanın ilişkilerini; toplumu, toplum ilişkilerini ele alıp, irdeleyerek yansıtan öykü, hiçbir zaman, bittiği yerde son bulmayandır. Bu nedenle de her hikâye sonsuzdur.

John Maxwell Coetzee’in ifadesiyle, “Yazı yazmak çok ağır ilerleyen bir iş. (…) İstek olmadan bir öykü yaratmak mümkün değil ki. (…) Biz ressamın sahnesine, seyircisini hoşnut edecek şekilde bir kompozisyon oluşturmak için çeşitli özellikleri olan unsurları eklediğini, bazılarını ayıkladığını ve kendi için yeniden düzenlediğini görürüz. Oysa öykü anlatıcı, tersine elindeki tarihçenin hangi bölümlerinin bir derinlik ve zenginlik içerdiğini önceden sezmeli ve onlardan içerdikleri gizli anlamları çekip çıkararak, elde ettiklerini bir ipi örer gibi bir örgü içine yerleştirmelidir.”[6]

Gerçeğe çok yakın duran türdür. Hatta bazen o kadar gerçektir ki, yüzleşmeyi kaçınılmaz kılabilir.

“Hikâye, bitmiş şeye yazılandır,” diyenlere aldırmayın; bitmişin hikâyesi olmaz. (Neden saklayayım: İyi hikâye(ler) abartıyı da hak ederler!) Çünkü hikâyeler nefes almanın ne demek olduğu kavramaktır.

Steinbeck, ‘Stanford Yazarlık Kursu’na giderken, iyi hikâye yazma sırrının ona, “Mükemmel hikâye yazmanın tek yolu var. Mükemmel hikâye yazmak!” biçiminde açıklandığının altını çizer. Öykünün zamanı ve mekânları temel alan, belli bir noktaya bağlanan olaylar ya da hisler silsilesinin dikkati ayakta tutan bir kurguyla ifade etmesi ona farklılık katan önemli bir özelliğidir. Yazarken de okurken de öykünün verdiği tat farklı bir edebi hazdır. Çünkü şiir kadar susmaz, roman kadar konuşmaz; şiirle roman arasında, daha çok şiire yakındır öykü.

Dışarıdan kolay görünse de, herkes beceremez öykü yazmayı. Onca anlamın, onca insanın iki sayfaya dökülmesi kolay mıdır? Yoğundur öykü, her cümlesinde ayrı bir tat verir insana. Öykü, arıdır, durudur. Ne biriktirdiysen, onu dökersin kağıda, ne eksik ne de fazla. Duyguların, yaşanmışlığın, hasılı biriktirmişliğin somut hâlidir öykü(ler).

Edebiyatın “üvey evladı” ve hayatının bilirkişisidir öykü; Paul Auster’in, “Öyküler ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti biri bir gün: Aynı şekilde belki yaşantılar da onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini,”[7] ifadesindeki üzere…

Neredeyse tüm sanat dallarının çıkış noktası, sanatın mutfağıdır. Öyküsü olmayan bir şiir, film, resim ya da fotoğraf düşünülebilir mi? Düşünülemez elbet…

İşte bunun için önemlidir; yazının en güzel hâllerindendir öykü; Octavia Paz’ın, “Büyük bir düzyazı ustası ortaya çıktığında dil yeniden doğar, onunla birlikte yeni bir gelenek başlar. Bu yüzden düzyazı şiirle iç içedir ve şiir olmak ister,” diye altını çizdiği üzere…

Kolay mı? İnci Aral, “Öykü ışıktır,” der ve ekler: “İlk günden bu yana insan, kendi serüvenini kaydetme ve geleceğe bırakma arzusu duydu. Sesleri, işaretleri müziğe, büyüyü oyuna, tanrıları yontuya, renk ve biçimleri nakışa, deneyimini yaratıcılığıyla sanata dönüştürdü.”

Işığı, büyülü dünyasıyla, insana daima doğrudan dokunan bir yanı olmuştur öykünün. Bu da insan(lık)ın tarih boyunca yaşadıklarından, öykü yolculuğundan kaynaklanır. İsterseniz Homeros’un ‘İlyada’sıyla başlatabilirsiniz öyküyü ve hatta daha da ötesiyle…

O hâlde öykücü (ya da hikâyeci) deyince, Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin “Ruhunda kaos olmalıdır ki dans eden bir yıldız yaratabilesin,” uyarısının kilit önemde olduğunu altını özenle ve defalarca çizip, Peyami Safa’nın, “Bizden sonraki edebiyat gençliği, Sabahattin Ali ve Sait Faik adlı iki yaman hikâyeci peydahladı. Hiç şüphe yok, bu iki isim, yeni Türk hikâyeciliğinin baş sedirinde oturuyor,”[8] saptamasıyla “noktalayalım” bu faslı…

 

ABASIYANIK BİR “AYLAK”

 

“Bütün gün, ne ettiğimi bilmeden dolaştım. Çoktandır ne yaptığımı bilmiyorum. Ancak böyle dolaşırsam bir şeyler görebiliyorum. Yoksa gözümü dört açsam nafile! Böylece hiç kimseyi, hiçbir eşyayı, hiçbir olayı dört başı mamur gördüğümü ve duyduğumu iddia edemem. Daha çok işin hiç lüzumsuzunu, teferruatını kılı kılına görüyorum, duyuyorum da esaslı kısmını kaçırıveriyorum. Beni bir şahitliğe çağırsalar hapı yuttuğumun resmidir,” diyen “Aylak”tır; “Kiraz Mevsimi” insanıdır.[9]

“İstanbul’da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım,” diyen O eklemişti: “Kendi peşimi bile bıraktım.”

“Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar,” derdi.

‘Semaver’deki ‘Robenson’ öyküsünde, “Anlaşıldı ben bayrakları değil, insanları seviyorum,” diyerek hayata bakışını özetlemişti.

Ve “Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi,” diye uyarmıştı çok önceleri bugünlerde “ekolojik felaket eşiği” dediğimiz yangını O…

‘Medar-ı Maişet Motoru’, ‘Semaver’, ‘Lüzumsuz Adam’, ‘Son Kuşlar’, ‘Şimdi Sevişme Vakti’, ‘Sarnıç’, ‘Şahmerdan’, ‘Mahalle Kahvesi’, ‘Havada Bulut’, ‘Kumpanya’, ‘Havuz Başı’, ‘Son Kuşlar’, ‘Alemdağ da Var Bir Yılan’, ‘Az Şekerli’, ‘Tüneldeki Çocuk’, ‘Mahkeme Kapısı’, ‘Kayıp Aranıyor’ deyince anımsanandır.

“Her şey bir insanı sevmekle başlar,” diyen O; insanın sevgiye olan ihtiyacını başka türlü ifade edilemeyeceğini düşündüren, okudukta mutlu, hüzünlü, ezik ama gerçek yaşamların perdesi kitapların yazarı ki, “yazmasan çıldıracaktım” diyebilecek denli tutkulu bir yazardır.

Ölümünden hemen önceki yıl, “Öldükten bir on yıl sonra okunur muyum acaba,” diye soruyordu Sait Faik okundu elbet. Ve edebiyatımızda düzyazıyı değiştiren büyük bir usta ve benzersiz bir yaratıcı olarak geçti kayda. Ondan sonra öykü başka yazılmaya başlamıştır; durum öyküsünün öncüsüdür…

Doğaya çıkar, doğayı yazar, vapurlara biner, vapurları, martıları, denizi yazardı. Adalarda gezinen bir yazardır, balıkçıların dostudur. Aylaktır. Hayatını Avrupa’da geçirmiş olsa bile, o da bizden biridir esasında. Hâlbuki hiç başlamaması gerekirdi ticarete. Nitekim tembelliğinden dolayı ticareti beceremez.

Her şeyin üstüne çok sevdiği doğadan, adalardan, denizden, martılardan, kalabalık kitlelerin davranışlardan hiç kopamayacağını anlayarak yazmaya başlar. Sadece yazma işini sever, bir de meyhaneye giderek oradaki insanlarla sohbet etmeyi.

Hikâyelerini günlük tutar gibi yazar. Köpekleri sever. Hikâyelerinde başkasını anlatıyormuş gibi kendisini anlatır. Yazdıklarını, çok basit bir dille yazar.

O, sadece insandır. İnsan olmanın o küçük gerekliliklerini layığıyla yerine getirir. Hayvanları sever, bilhassa insan olanlarını hiç ayırt etmez; “Her şey bir insanı sevmekle başlar,” demesi boşuna değildi.

Bir müzikte nota neyse, bir filmde kare neyse, bir oyunda replik neyse; sahne neyse, bir öyküde cümle neyse; sözcük neyse işte odur Sait Faik.

‘Balıkçının Ölümü’nde, “Deniz kenarından dünyaya bakıyorum,” diyen Sait Faik Abasıyanık, deniz kenarından hayata bakıp, “dünyayı güzellik kurtaracak” diyerek onu yaşamış büyük öykücüdür.

Onu anlayabilmek için, hüzne yoldaş olmak gerekir; yenilmek, ağlamak, acı çekmek, direnememek, tekrar yenilmek ve tekrar ağlamak gerekir.

Sıradan insanın dünyasını anlatır. Gözlemlediğini yazar. Fazla hümanist olmak ve bu hümanizmanın içini dolduramamakla eleştirilmiştir.

Öykülerinde, çoğu insanın, yazarın, aydının “hayati” olarak addettiği bir yığın zırvadan daha değerli şeyleri kaleme almıştır. Ona göre bir roman çocuk, kestaneci bir dost, bir Ermeni balıkçı ve bir topal martı, bir ay ışığı, bir bahçe, bir vapur, havada bir bulut, bir mahalle kahvesi, lüzumsuz bir adam, bir semaver, bir dilim kızarmış ekmek, bir orman ve ev, bir gramofon, Yahudi bir kadın, bir dülger balığı, isimsiz bir köy, vs. tüm bunlar, o kasvetli, iç karartıcı milliyetçi değerlerden kat kat üstündür. Onu Sait Faik Abasıyanık yapan da budur zaten.

Sait Faik, Sait Faik tarzı hikâyenin temsilcisiyken; edebiyatın en güzel rüzgârlarından biridir. Dalgalar hâlen sahile vuruyorsa adalarda, sanki Sait Faik’in hatırınadır.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, “İstanbul’u, karış karış biliyordu. İstanbul’u turist gibi değil, yerlisi gibi değil; polisi, jandarması, bekçisi gibi değil, babasının evi gibi, cebinin içi gibi biliyordu. İstanbul yedi tepeye kurulmuş derler, bu tepelerden sekizincisi de Sait’in kurduğu tepe olmalı. İstanbul’u Sait’in dilinden, Sait’in eserinden tatmamış olanlar, istedikleri kadar yerlisiyiz desinler, Sait’i okumadıkça Sait’in dilimize getirdiği ışıkla İstanbul’u kana kana seyretmedikçe, doğup büyüdükleri memlekette birer turist olarak yaşıyorlar demektir,”[10] dediği O, İstanbul hikâyecisi olarak bilinir. Adalar, balıkçılar dendi mi o akla gelir.

Baştan ayağa şiirimsidir Onun öyküleri. Çünkü her hikâyesi gibi, hayat hikâyesi, berduşluğu da şiir gibidir. Gözden geçirilmemiş, hizaya sokulmamış bir şiir gibi…

Öykülerinde çocukluk, gençlik, izlenimlerini, günlük yaşamı şiirli bir dille anlatır. O yaşananı yazan bir hikâyecidir. Balıkçılar, yoksullar, avareler, serseriler, uzaktan ya da yakından tanıdığı kişiler yani sıradan insanları anlatır.

İlk dönem öykülerinde Adapazarı ile İstanbul’daki çocukluk ve gençlik yıllarını anlatır. Sonraki yapıtlarında şiirselleşme görülür.

‘Lüzumsuz Adam’, ‘Mahalle Kahvesi’, ‘Havada Bulut’ gibi öykülerinde esnaf, işsizler gibi dertli insanlara, toplumun acı çeken kesimlerine yönelir.

‘Kumpanya’ ile karakter sayısı artmıştır: Gezgin tiyatro topluluğu, cambazhane çalışanları, emekli miralay, Galata, Samatya, Yedikule’deki deri işçileri, meyhaneler, sabahçı kahveleri, garsonlar…

‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ ile gerçeküstücülüğe yönelir. Gerçeküstücülüğü, kişinin yalnızlığını ve bunun yarattığı acıları irdelerken; hikâyedeki konu ve olay akışını iyice ortadan kaldırmıştır.

‘Son Kuşlar’da bir tür düş kırıklığı hissedilir. Arada kalmışlığını, toplumun baskısını anlatır. Toplumsal düzenin çirkinlikler, sahtelikler, adaletsizlikler karşısında direnen insanı anlatır. Sonraki kitaplarında bu karamsarlık giderek artar.

Özetle Sait Faik öyküsü, fevkâlâde lezzetli bir tas çorba gibidir. Size umulmadık, sıra dışı, karmaşık bir tat sunmaz. Onun yerine, çok tanıdık, samimi bir lezzetle anlatır öyküsü. O çorbanın içindeki ıtırları, naneleri bir gün batımı ada tepelerinden toplanmıştır. Kısık ateşte ağır ağır kaynatıp sunar size. Öyküyü okudukça içiniz ısınır, karnınız doyar umuda ve insanlığa.

Bu özellikleriyle Sait Faik, yazabildiğinin daha iyisini yazmak için çalışmamıştır.

Burjuva kökenli olduğu hâlde yoksul insanları anlatmış, zenginleri eleştirmiştir.

Kötülüklerin olmadığı, herkesin doyduğu bir dünya ister. Ama bunun nasıl gerçekleşeceği hakkında bir fikri yoktur. Gerçekçiliği beş duyu gerçekçiliğinden ibarettir.

Sokaktaki insanı anlatmakta son derece başarılıdır. Konuşma hissi uyandıran şiirsel bir anlatıma sahiptir. Özel bir çaba harcamamasına rağmen canlı tasvirler yapabilmesi onun özel yeteneği olarak açıklanabilir.

Kendine özgü bir tarz yaratmış, hikâyeyi alışılmış kalıplardan çıkararak bir “özgür hikâye” oluşturmuştur.

Sonraları çok kötü taklitleri ortaya çıkmış, “özgür hikâye” yazmak adına özensiz, savruk yazılmış kötü metinleri edebi eser olarak sunmuşlardır.

Çok sonraları Sabahattin Ali ile karşı karşıya getirilmiştir. Aslında aralarında bir anlaşmazlık yoktur. Kendilerinden sonra gelenlerin onlara farklı değerler atfetmesiyle oluşan bu tartışma anlamsız ve karşılıksızdır.

Evet edebiyatımızın 50 Kuşağı yazarlarını derinden etkileyen, Ferit Edgü’nün deyişiyle onların “deniz feneri” olan Sait Faik hakkında Fethi Naci, hikâyenin biçimini değiştirdiğini, yeni bir hikâye dili yarattığını söylerken;[11] Mina Urgan, ‘Bir Dinozorun Anıları’nda, “Üniversiteden hocam ‘Sait Faik okuyan/seven insan kötü olamaz,’ demişti” der ve ekler: “Ondan sonra merak edip okumaya başladım, dediği kadar var mıymış diyerek. Haklıymış.”[12]

Nurullah Ataç’ın, “Sait Faik bütün kişileri, her şeyi içten, kendi içinden anlatıyor,” dediği O, ‘The Guardian’ın 24 Ekim 2005 tarihli nüshasında “Türk Çehov’u” olarak tanımlanır.

Haldun Taner’in, “Sevimli bir aylak”; Yaşar Kemal’in, “Bu adamın üstünden başından yalnızlık akar”; Ece Ayhan’ın, “Yapayalnız bırakıldı”[13] vurgularıyla betimledikleri Sait Faik için Sabahattin Ali de bir söyleşisinde, “Gençler arasında beğendiğim, sevdiğim, gıpta ettiğim ve dikkate layık bulduğum bir tek kişidir,” der…

 

“YEŞİL MÜREKKEP”Lİ NAİF CESARET

 

‘Kuyucaklı Yusuf’, ‘Kürk Mantolu Madonna’, ‘İçimizdeki Şeytan’ın ölmemiş, öldürülmüş yazarı ya da Søren Kierkegaard’ın, “Yê zêdetir dijîn, ne ewê ku bi salên dirêj di jiyanê de dimînin, ew merivin ku wateya jiyanê herî zêde fêm dikin/ En çok yaşamış olan, uzun yıllar yaşamış olan değil, yaşamının anlamını en fazla anlamış olan insandır,” sözüyle betimlenendir O…[14]

İbn Fadlan, ‘Seyahatnamesi’nde İdil Bulgarlar’ını anlatırken güzel bir anekdot yazar: “Bulgarlar, zekâsı ve bilgisiyle dikkat çeken birini, ‘Bu adam tanrıya hizmet etmeye layık’ diyerek, boynuna bir ip geçirip ağaca asıp, çürüyene kadar ağacın üstünde bırakıyorlardı; yeniliğe karşı bir önlemdi bu aslında!”

1949 Türkiye’sinde “milli hisler”e kurban edilir; katili -olduğu iddia edilen- Ali Ertekin yurtdışına kaçarak Türkiye karşıtı faaliyetler yapacağı için “milli hisleri”iyle öldürdüğünü söylerken; dört yıl hapis cezası alır! Bugünün Türkiye’sinde de hep ölü aydınların sevilmesi de bundandır…

Uğruna can, kol, ömür verilen sevdaları en güzel biçimde anlattı hepimize. Mesela ‘Değirmen’in de, “Siz sevemezsiniz adaşım, siz, şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler. Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz,” derken; ‘Kürk Mantolu Madonna’sında, “Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir,” diye eklemişti sevda babında…

Yeşil mürekkeple mektuplar yazarmış. Hâlâ sıcakcıktır yazdıklarıyla Sabahattin Ali’yi yaşatmaktadır. İnsanı anlatır, zaaflarını ve gücünü, tutkularını, kötülüğünü ve edebiyatçı olmanın ne olduğunu anlatırdı.[15]

Evet ‘Kuyucaklı Yusuf’ gibi dönemi eleştiren, ‘Kürk Mantolu Madonna’sıyla aşkı anlatan, ‘İçimizdeki Şeytan’ ile de varoluşu ve yaşamayı öğreten olağanüstü bir yazardır O.[16]

Tartışmasız, en iyi hikâye yazarlarımızdandır; Nâzım’ın Hikmet’in de dediği gibi: “Türkiye edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyeci ve romancısıdır. Türkiye’de emekçi sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir; ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci, halkçı ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız odur.”

Cesurdur da olabildiğine, hiçbir düşüncesini çekinmeden dile getirmiştir. Hüzün ve onuru yaşayıp; “Öykü nasıl yazılır”ın yanıtını vermiştir.

Şiir alanında da başarılı örnekler vermiştir. Divan edebiyatına vakıf Sabahattin Ali’nin, bu tarzda şiirleri de olmuştur. Şiirlerinde kendini ve yaşantısını sonuna kadar sorgulayıp, bireyi ön plana çıkarmışsa da, özellikle hikâyeleriyle, edebiyata damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Sadri Ertem ile başlayan toplumsal gerçekçiliğin en büyük ismi olarak nitelemek yanlış olmaz.

Sabahattin Ali, Sadri Ertem’in açtığı, Rus toplumcu gerçekliğine benzeyen, “eleştirel gerçekçilik” olarak adlandırılan yolda edebiyatın tartışmasız en önemli ismidir.

Edebiyatın her alanında eserler verdi: Tek başına ne şair, ne öykücü, ne de romancı denemez. Tam anlamıyla bir edebiyatçı olarak nitelendirilmesi gereken yazardır. Ancak öyküleri diğer alanlarda verdiği yapıtlara oranla daha çok ön plana çıkar.

Birçok öyküsünün konusu gerçek hayat hikâyelerinden beslenir. Roman ve hikâye tarihinde gerçekçi yazar olarak nitelendirilir.

Şükran Kurdakul, “Özellikle ‘Kağnı’da topladığı öykülerinden gözlemci gücü beliren Sabahattin Ali; kişiler, olay, sonuç bağlantılarını ustaca ortaya koyan ve etkili betimleme (tasvir) gücüyle geleneksel anlatım biçimlerine zenginlikler katan bir anlam kazandı,” der Onun için. Gerçekten denilebilir ki, özgünlüğü, çarpıcılığının nedenidir. Cesur ve romantik Sabahattin Ali’yi farklı kılan, yerel rengin ötesine geçişidir.

Örneğin ‘Kuyucaklı Yusuf’, gerçekçi köy romanı geleneğinin ilk başarılı örneğidir. Edremit’te yaşadığı süreçteki izlenimlerinden oluşan yapıtta, imparatorluğun yıkılışıyla gücünü yitiren devlet kavramını ve eşraf karşısındaki durumunu anlatır.

Yine önemli hikâyelerinden biri olan ‘Kamyon’da, iş bulmak niyetiyle, hiç parası yokken gizlice Konya’dan bir kamyona binip İzmir’e giden bir gencin, yakalanmamak için virajda kamyondan atlamaya çalışırken ölümünü, ölümü anlatır.

‘Kafa Kâğıdı’nda, tarlasını mahkeme kararıyla ağasına kaptıran, ayrıca ölü torununun nüfus kâğıdını kullandığı için, onun yerine para vermeye zorlanıp, sonucunda hapse giren seksenlik Mehmet’in bürokratik düzen karşısındaki trajedisini anlatır.

Sabahattin Ali yalnızca köyü ve köylüyü değil, bürokrasi, aydınlar ve kent hayatını da eserlerinde ustaca kaleme almıştır. Örneğin ‘İçimizdeki Şeytan’ başlıklı yapıtında, İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde aydınları konu almıştır.

‘Marko Paşa’daki yazılarını okuduğunuzda, yönetenlerle arasındaki soru(n)ları anlayabilirsiniz. Bunlar hâlâ o kadar günceldir ki, ‘Marko Paşa’daki yazılarının tarihlerini silerek, bugünde bir gazete ya da dergide yayınlayabilirsiniz.

Halktan hiç bir zaman kopmayıp, hep gerçek bir aydın olarak aydınlatmıştı. Dönemin yazarlarından Knut Hamsun ve Maksim Gorki’den etkilenmiştir. Coğrafyamızın en iyi öykücülerindendir.

Sait Faik için “bireyci”, Sabahattin Ali için ise toplumcu öykü yazarı denir. Bu genelleme de bir hata vardır. Çünkü öykülerini okuduğunda Sabahattin Ali’nin, en az Sait Faik kadar bireyin iç dünyasını irdeleyen bir yazar olduğudur. Sabahattin Ali’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ı okunduğunda, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ının gölgede kaldığı görülecektir.

Konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusunu yansıtan hem öykülerinde, kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Onun açtığı yolda, daha sonra Bekir Yıldız da benzer temalı yapıtlar üretmiştir.

“Sanatın amacı insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek; insanlarda bu yükselme isteğini uyandırmak,” diyen O;[17] Behçet Necatigil’in, “Kuvvetli doğa tasvirleriyle örülü, çok sert çizgili bu hikâyelere çarpıcı bir trajedi niteliği kattı”; Selim İleri’nin, “Bilgisiz köylüler, yoksul işçiler, sömürülen emekçiler; Sabahattin Ali’nin öykülerinden erdemsel doruğu oluştururlar. Ülkesini onun ölçüsünde sevmiş çok az öykücümüz var”; Mehmet Doğan’ın, “Sabahattin Ali, öykücülüğümüzde büyük bir düşünsel ve sanatsal değişimin orta yerinde durmakta, kendinden önceki öykü anlayışı ile kendinden sonraki öykü anlayışı arasında köprülük etmektedir,” saptamalarıyla betimlenen toplumcu-gerçekçi öyküleri ile ağlatan, isyan ettiren, yıkan mükemmel insan, düşünür-hisseder-yazardır.

Satır araları ezber bozar. Taşrayla, küçük insan ya da küçük dünyalarla ilgili hâlâ kullanıla gelen klişeleri alt üst eder. Toplumsal duvarı kaldırıp en derine, insanın kendisiyle yalnız kaldığı noktaya kolaylıkla sızan, iç hesaplaşmaları toplumsal çatışmalarla yoğuran biri. Onun kahramanları çırılçıplaktır okuyucunun karşısında. Sıradan bir olayın içinde bile vicdanın, ahlâkın ya da insanlığın en altına inebiliyor Sabahattin Ali. Sıradan gibi görünen olayları, insanları anlatırken aslında hayatın en hakiki hâliyle yüzleştirir okuyucusunu. Bu nedenle de Sabahattin Ali okuru olmak bir ağırlık taşımak gibidir. Kalbe çöreklenen bir sızıdır sanki O.

Öyküleri, halkın içindendir; haksızlıkları, yoksullukları, ölümleriyle…

Öykülerinde tarlada çalışan köylünün terini duyar gibi olursunuz, üşüyen küçük çocuğun yerine ürperirsiniz, haksızlığa uğrayan, hakkı yenen insanlar gibi isyan edersiniz.

Naifliğin kitabını yazmıştır. Sıcak üsluplu kalemdir. Her cümlesinde içinizi ısıtan, adını koyamayacağınız hisler vardır. Yaşama dair en iyi tespitleri, mükemmel betimlemelerle sunabilen ender yazarlardandır.

Keskin ve acımasız bir üslup ve anlatıma sahipken; kalemindeki temizlik, naiflik, sakinlik, duruluk dört dörtlüktür; ruhundaki incelik, nezaket; tüm kelimelerinde, cümlelerinde hissedilir kitaplarında.

Yaptığı betimlemelerle sizi olayın merkezine yerleştiren, yıllar önce yazılmış mürekkepli bir sayfayla kalbinize ulaşan yazar. Kitaplarını okumaya başladığınızda karakterlerin size ne kadar benzediğini fark edersiniz. Yaptığı tasvirlerle aklınızın anahtarını size verir ve kapıyı açmanızı ister. Bulacağınız şey ise yine kendinizden başkası değildir.

Özetle, “bir gün kadrim bilinirse,/ ismim ağza alınırsa/ yerim soran bulunursa:/ benim meskenim dağlardır,” diyen O, Türkiye’dir, halktır. Halkımın gerçeklerini yazmıştır. Yazdıklarından ötürü özgürlüğü elinden alınmıştır. Zindanlar Onun önüne geçememiştir. Sanata ve halkına olan katkısına hayatının hiçbir döneminde ara vermeksizin devam etmişti. Faşistlere doğruda cephe almış; Nihal Atsız’la davalı olmuştu![18]

Öykülerinde çoğu yazarın irdelemeye cesaret dahi edemediği konuları ele aldı. Düşkün kadınlar, köyler, işçiler, doktorlar, hapishaneler, maphuslar, aydınlar, çocuklar… Hemen her şey konusuydu Sabahattin Ali’nin.

Hapishanelerin aynasıydı kendisi. Her şeyi güzel anlattı ve çok güzel şeyler yazdı. İsyan etmekten de çekinmedi, sevdiğini söylememekten de.

Bir öğretmen, bir yazar, bir sosyalist, bir baba, en aşık, en cesur, en mücadeleci yanımızdır O.

Öyle ki, “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir,” deyişindeki gibi her sözü coğrafyamızın, bugünü ve yaşadıklarını doğruladı.

Namusu ve şerefiyle yaşama arzusunun bedelini hayatıyla ödeyen, kalemiyle en içli duyguları içimizde hissettiren; coğrafyamızda nadir rastlanan namuslu insanlardandı; iyi, cesur, muhalif yazardır Sabahattin Ali.

“Bir insanın vicdanı varsa eğer, solcu olmaktan başka seçeneği yoktur” demiş ve eklemişti: “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanlar’ın pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizler’e takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”

Onun için Aziz Nesin’in, “Sabahattin Ali’nin kişisel olarak kusurları, eksikleri, yanlışları vardı… Hem Sabahattin’i MİT öldürtmedi. Kişisel kusurlarının sonucu oldu başına gelenler. Devletin yetkili organlarının bir kişiyi öldürtmek için tuzak kuracağına inanmıyorum ben. ‘Marko Paşa’yı ben çıkardım. Herkes bilir bunu. Sabahattin Ali sadece yazı yazardı. Yazdıkları için, devlet bir adamı niye öldürtsün? Beni neden öldürtmedi?”[19] sözleri talihsizdir ve yanlıştır. Çünkü bu sözleri söyledikten 8 yıl sonra, Madımak Oteli’nde devlet tarafından diri diri yakılmaktan “şans eseri” kurtulan Aziz Nesin değil midir ki!

 

BİR ŞEY DAHA!

 

Hikâyeler büyüdüğümüz; hikâyelerin yaşamımızdaki öğretici, biçimlendiren önemini kim inkâr edebilir ki?

Hikâyeler Platon’un, karanlık bir mağarada, mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkûm insanlarının özgürleşmesi, başlarını arkaya çevirerek, mağaranın kapısından içeri giren ışığı görebilmelerini ve karşı duvarda, kapının önünden geçen şeylerin gölgelerinin izleyici olmaktan kurtulabilmelerinin önünü açar…

O hâlde şimdi insan(lık)a ait ‘Phoenix’in ya da ‘Simurg’un hikâyelerini çoğaltma zamanıdır. Bilgi Ağacı’nın/ gerçeğin dallarında yaşayıp, her şeyi bilen bu kuşun özelliği yanıp kül olarak ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir; tıpkı hikâyelerimiz gibi…

Kaf Dağı’nın ardına ulaşmak için şimdi hikâyeler(imiz)i, Sabahattin Ali ve Sait Faik gibi çoğaltarak toplumsallaştırma zamanıdır; zaten hikâyeler(imiz) de bunun için değil midir?

 

10 Mart 2016 18:22:52, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Sanat ve Hayat, No:46/3, İlkbahar 2016…

[1] “Ağaç çoktur, ama hepsi meyve tutmaz.”

[2] Bertolt Brecht, “Hakikâti Yazmada Beş Güçlük”, 14 Ağustos 2015… http://gezite.org/hakikâti-yazmada-bes-gucluk-brecht/

[3] Yazmak eylemi konusunda bkz: Temel Demirer, “Edebiyatın Bugününden Geleceğe…”, Damar Dergisi, No:161, Ağustos 2004; Temel Demirer, “Yazmak, Yaşamak Eylemidir (ya da 17 Nokta)”, Damar Dergisi, No:188, Kasım 2006; Temel Demirer, “Yazmak, Yaşamak ve Hesaplaşmaktır!”, Yeni Kapı, Yıl:1, Özel Sayı, Nisan 2007; Temel Demirer, “Yazma Eyleminin Anlamına Notlar”, Çoban Ateşi, Yıl:1, No:34, 29 Kasım 2007; Temel Demirer, “Hangi Barış? Kimin Edebiyatı?”, Deliler Teknesi, No:9, Mayıs-Haziran 2008; Temel Demirer, “… Yazmak’ Babında Bir Dosta”, Newroz, Yıl:4, No:122, 25 Şubat 2010.

[4] Eser temel olarak 1348 yılında İtalya da ortaya çıkan bir veba salgınını konu alır.10 gün boyunca anlatılan 100 öyküden oluşur. Mutluluklar, kadın erkek ilişkileri, gönül yaraları, yerinde verilen yanıtlar, çıkar peşinde koşan din adamları öykülerin başlıca konularını oluşturur.

[5] Ferit Edgü, “Yazarların Her Yazdığına İnanmayın”, Cumhuriyet Kitap, No:1134, 10 Kasım 2011, s.4-6.

[6] John Maxwell, Düşman, Çev: N. G. Koldaş, Adam Yay., 1990, s.70-71.

[7] Paul Auster, Kilitli Oda-New York Üçlemesi 3, Çev: Yusuf Eradam, Metis Yay., 3. Basım, 2003.

[8] Peyami Safa, Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar (Objektif 6.), Ötüken Neşriyat, 1999.

[9] Sait Faik Abasıyanık konusunda daha önce dediklerim için bkz: Temel Demirer, “Giden(ler)in Ardından”, Damar Dergisi, No:156, Mart 2004; Temel Demirer, “Burgazadalı Sait…”, Odak Dergisi, No:2005-05 (SN:21), 12 Mayıs 2005 ve Kum Dergisi, Yıl:4, No:29, Mayıs-Haziran 2005; Temel Demirer, “Yalnızlığın Çoğul Senfonisi: Sait Faik Abasıyanık”, Patika, No:91, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015.

[10] Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Sait İçin…”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 1954.

[11] Celâl Üster, “Sait Faik’le Gökova’da”, Cumhuriyet Kitap, No: 1326, 16 Temmuz 2015, s.6.

[12] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY., 2000

[13] Ece Ayhan, Aynalı Denemeler, YKY, 2. Baskı, 2001, s.48.

[14] Sabahattin Ali konusunda daha önce dediklerim için bkz: Temel Demirer, “Yazar(lar) Deyince…”, Çoban Ateşi, Yıl:2, No:73, 25 Aralık 2008; Çoban Ateşi, Yıl:2, No:74, 1 Ocak 2008; Temel Demirer, “… Edebiyat’ Deyince Anımsanan(lar)…”, Güney Dergisi, No:57, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011.

[15] Bir yazısında “çok satan yazarlar”a ve halkı yazdığını iddia edenler hakkında şunları yazmış: “Kitle için yazdıklarını sanan yazarlarımız en gülünç olanlardır. Kitle ile beraber acı çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzıyla aynı tempoda atmayan adamın kitleye ‘sen’ diye hitap etmesi gülünçten de ileri bir şeydir. Hâlâ köylüyü Amerikalı bir gezgin gibi seyredip onda ya mistik, karanlık bir ruh ve ya ilkel bir hayvan gören büyük romancılarımız var. Halktan bahsediyorum diyen yabancı ve ucuz esprili hikâyelerle halkı maskaraya çeviren ünlü yazarlarımız var. Cinsel baskı ve yasaklardan histeriye uğramış yarım eğitimle genç kızlar için yazdığı sulu romanının ciltlerine dayanarak kendisine ‘en çok okunan halk yazarı’ sıfatını takan şımarık şarlatanlar var.” (Sabahattin Ali, Varlık, No:65, Mart 1936.)

[16] “Sabahattin Ali yazmak için özel bir mekâna ihtiyacı olmayan yazarlardandı. Oturma odasında radyo çalarken eserlerini yazmak onu rahatsız etmezdi. Bir işe ya da yazmaya daldığı zaman gürültüyü ve etrafı unuturdu. Evde misafir de olsa aynı odada bir kenara çekilip yazabilirdi. Roman ve hikâyelerini yazmaya başlamadan önce beş-altı ay not alır, kafasında onları hazırlardı. Kitaplarını önce kafasının içinde iyice hazırlandığını, kendisine kâğıda geçirmekten başka iş kalmadığını, bu yüzden de gayet hızlı yazdığını söylerlerdi.” (Sabahattin Ali: Anılar, İncelemeler, Eleştiriler, Hazırlayanlar: Filiz Ali-Atilla Özkırımlı-Sevengül Sönmez, Yapı Kredi Yay., 2014.)

[17] “Soru: Sizce sanatta eski-yeni ikiliği mi, yoksa ileri-geri davası mı vardır?

Sabahattin Ali: İkisi de yoktur. Sanatta sadece hakiki sanat, yani içinde geliştiği kitleye organik bağlarla bağlı olan ve bu kitleye bir şeyler vermek isteyen sanatla, kendi içine kapanık gaflet uykusuna yatmış yalancı oyunlar davası vardır.” (Ant Dergisi, No:8, 1 Temmuz 1945.)

[18] ‘İçimizdeki Şeytan’, Türk aydınları hakkında da eleştiriler içerdiği için yayınlandığı dönem üzerine alınanlar olmuş. Örneğin Nihal Atsız! Yapıtta, milliyetçilik kisvesi altında gençleri kandıran bir karakter var. Nihal Atsız bu karakterin kendisi olduğunu düşünerek Sabahattin Ali hakkında dava açmıştı.

[19] Aziz Nesin, aktaran: Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, İstanbul, Tekin Yay., 1985, s.275.

 

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights