Maurice Blanchot’nun, “Mayıs bozguncuları ne söylerse söylesin, o dönem insanlar arasında yalnızca bir insan olarak, bir başka insan olmaktan başka gerekçelendirmeye gerek duymadan herkesin birbiriyle anonim, gayri şahsi bir şekilde konuşabildiği güzel zamanlardı,”[3] notunu düştüğü 68 başkaldırısı; Paris Komünü coğrafyasının insan(lık)a sunduğu bir diğer armağandır.[4]
68 BAŞKALDIRISI VE ÖĞRENCİ HAREKETİ[1] /TEMEL DEMİRER
“Gündüzden bir avuç güneş çalıp,
Geceleri ateşe vermeliyiz.”[2]
Maurice Blanchot’nun, “Mayıs bozguncuları ne söylerse söylesin, o dönem insanlar arasında yalnızca bir insan olarak, bir başka insan olmaktan başka gerekçelendirmeye gerek duymadan herkesin birbiriyle anonim, gayri şahsi bir şekilde konuşabildiği güzel zamanlardı,”[3] notunu düştüğü 68 başkaldırısı; Paris Komünü coğrafyasının insan(lık)a sunduğu bir diğer armağandır.[4]
Sadece bu kadar değil! Nicholas Sarkozy’nin, 2007 cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında, “Güvenlik güçlerine sistematik olarak karşı olmamak gerek. Polisin kanunu uygulamaya çalıştığı her defa ‘polis devleti’ diye bağırmamak gerek. 1968 Mayısı’nın mirasçısı siyasetçiler ders vermesinler. Bu seçimlerde 1968 Mayısı’nı sonsuza dek bitirmeliyiz. Mayıs 68 iyiyle kötü, güzel ile çirkin, doğru ile yanlış arasındaki farkı ortadan kaldıran ahlâki bir göreceliktir,” diye haykırdığı tabloda; – François Hollande’ın ifadesiyle-“Adaletsizlik, kargaşa ve her çeşit muhafazakârlık tehdit edince, ayaklanmak gerek,”[5] dersi veren[6] bir yoldur…
Dönemin öğrenci liderlerinden -Yeşiller temsilcisi- Daniel Cohn-Bendit’ın, Avrupa Parlamentosu’nda “68’i unutun.” “Biz devrimi çok sevmiştik,” dese de; ateşi ve ihaneti[7] yaşamış 68 hâlâ ayaktadır…
68 “NE” İDİ?
Yıllardır söylenir: “68 Kuşağı”, “68 Olayları”, “Özgür günler”, “İsyan günleri”… O kesiti, “Dünyayı Sarsan Yıl” olarak adlandırır Mark Kurlansky…
Kolay mı? 60’lı yılların ikinci yarısı tüm dünyada anti-kapitalist başkaldırının kolektif ölçekte zuhur ettiği yıllardı…
III. Napolyon döneminde dar sokakları genişletip, isyancıları daha kolay bastırma amacı ile yapılmış Boulevard Haussmann’ın hıncahınç göstericilerle dolu olması 68 için her şeyi anlatmıyor muydu?
Bu kesite ilişkin olarak Sabetay Varol şunların altını çizer: “Fransa’da 1968’de bir ay boyunca yer yerinden oynamış ama devleti ele geçirmek bir yana, bizce sanki ‘eğlenceli’ bir ay geçirmişlerdi…
‘İsyan’ deseniz değil, ‘devrim’ deseniz hiç değil, ‘öğrenci hareketi’ deseniz, katılımcılarının çeşitliliği nedeniyle büyük olasılıkla ilk ikisinden daha büyük bir yanlışlık yaparsınız. Ama kabul etmek lazım ki Fransızlar tam 40 yıl öncesinin ilkbahar aylarında muazzam bir deprem yaşadı.
Olayların asli taraflarından ikincisi yani Paris Emniyeti de konuştu nihayet geçtiğimiz günlerde. ‘Liaisons’ adlı polis dergisi 1968 Mayıs’ıyla ilgili özel sayı yayımladı. Teşkilâtlarına mensup 1912 görevli barikat savaşlarında yaralanmış, 298 polis aracı tahrip olmuş, 96 adet ağaç devrilmiş, 9 polis karakolu eylemcilerce dağıtılmış.
Kuşkusuz Mayıs 1968’i en iyi simgeleyen rakam şu sonuncusu: Yaklaşık 10 bin metrekarelik alana yayılı parke taşları, güvenlik kuvvetlerine fırlatılmak üzere yerinden sökülmüş. Bir tarafta cop, göz yaşartıcı gaz ve basınçlı su, diğer tarafta 10 bin metrekare cadde ve sokak karşılığı parke taşı. Futbol sahasının 7 bin 300 metrekare olduğunu düşünürsek neredeyse 1.5 top sahalık alan.”[8]
“Mark Kurlansky, 1968’in arkasındaki dinamikleri şöyle özetlemişti: ‘O dönemde çok yeni ve orijinal olan yurttaşlık hareketi örneği; kendisini çok farklı ve yabancılaşmış hissettiğinden dolayı her türlü otoriteyi reddeden bir kuşak; bütün dünyada büyük bir nefretle karşılandığından dolayı, kendine bir ülkü arayan bütün asilere bir ülkü sunan bir savaş [Vietnam Savaşı] ve bütün bunların, televizyon rüştünü kazandığı fakat yine de bugünkü gibi damıtıldığı ve ambalajlandığı hâline ulaşamadığı bir zamanda meydana gelmesi…’
17 Mayıs 1968 günü olayları ‘devrim’ olarak tanımlayan Daniel Cohn Bendit, daha sonra ‘başkaldırı’ terimini kullandı. Gilles Lipotvetsky, Mayıs 1968’in toplumsal çatışma alanındaki örf ve adetleri yumuşatma sürecini yerleştiren ‘yumuşak bir devrim’ olarak tanımladı. Ona göre okulların, partilerin, sendikaların ve tüm bürokratik kurumların teşhiri, hoşgörülü ve barışçıl davranış kalıplarının yüceltilmesi bireysel demokrasinin ivme kazanmasına neden olmuştu ve ‘siyasi olanla varoluşsal olan, özelle kamu, ideolojikle şiirsel, ortak mücadeleyle zevk, devrimle mizah artık birbirine ayrılmaz biçimde bağlanmıştı.’ Bugün bazı yazarlar ‘Paris Mayıs 1968’i ‘yarım kalmış bir devrim’ olarak niteliyor.”[9]
Bu bağlamda Mayıs 68’i, isyana gönderme yapan itiraz ve karşıtlıktı; itirazın, insan olma hâliydi.[10]
Dünyayı sarsmanın mümkün olduğunu hatırlatan tarihti; gökkuşağı tüm renklerine sahipti.
Paris 68, bir başkaldırı festivaliydi; kara mizahın, alaya alan, nanik çeken bir yaramaz, isyancı kuşağın öfke fışkırmasıydı.
Dünyayı değiştirmek isteyen 68’liler kendileri için bir şey istemiyorlardı.
Toplumsal düzendeki çarpıklığı düzeltmek, insanca ve halkça bir düzen kurmak amacıyla yola çıkanların kendileri için bir şey istememesi, devrimciliğin esaslarındandı.
Kurtuluş için girişilen eylem(ler) insan(lık) içinken; bu uğurda ölümü göze almak “olmazsa olmaz”dı.
Ve işte tam da böyle, ‘Enternasyonal’i bir kez daha yazmış, bir kez daha söylemişlerdi 68’in devrimcileri; Paris’te, Münih’te, Milano’da ya da Ankara’da, İstanbul’da…
Evet kimilerine göre “Çiçek Çocukları”; kimilerine göre de “47’liler”diler. Ancak bunlardan ötede 68 öğrenci hareketleri üniversitelerde, şimdiki “Gez, toz, eğlen” söylemi yerine; “başkaldır, yarat, daha güzel bir dünya kur” diye haykıran evrensel bir eylemdi. ABD, Tokyo, Mexico City, Londra, Madrid, Varşova, Belgrad, Pekin, Prag, İstanbul ve elbette 68’in başkenti Paris’te ayaklanmalarla bir kuşağı tarih sahnesine çıkardı.
68 kuşağının idealleri vardı; o idealler uğruna mücadele ettiler; hapislere girdiler; öldüler. “Darağacında Üç Fidan” gibiydi her biri; darağacına çiçek açtıran, yaşamın baharında, çiçeğin tomurcuk hâlindeyken yaşama veda ettiler. Çünkü yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevmekle kalmadılar; “Vietnam Kasabı” Komer’in arabasını da yaktılar; “Altıncı Filo”yu denize döküp, “Tam Bağımsız Türkiye” için dövüştüler!
68 tam anlamı ile otoriteye bir başkaldırıştı; renkli bir kuşaktı; emperyalizme karşı özgürlük sloganına bağlıydılar. Çağın Prometheus’larıydılar; “Plus je fais l’amour, plus je fais la revolution/ Ne kadar aşk, o kadar devrim” derlerdi.
“68 bir anlamda bu tür kolektif ahlâkî denetime karşı, bir özgürlük başkaldırısı idi.”[11]
68 Mayıs’ında Paris’in sloganlarından birisi de, “Bütün iktidar hayal gücüne!” idi.
Sadece bu kadar mı? Elbette değil… 1968 Fransa genel grevi uzunluğu, dayanıklılığı ve bir fabrika işgalleri dalgasıyla güçlendirilmesi bakımından hâlâ tarihin en büyük genel grevidir.
Kolay mı? 1968 denince dünyada akla önce Mayıs ayında başta Paris olmak üzere Fransa’da yaşanan olaylar gelir. Türkiye’de ise Haziran 68’in üniversite boykot ve işgalleri. Ama hiçbir sosyal ve politik hareket takvimlerin suni sınırlarına sığmaz.
Eğer 68 sosyal mücadeleler tarihi açısından bu kadar önemliyse, bunun nedeni söz konusu olayların ötesinde, 1960’lı yılların ortasından 1970’li yılların ortasına kadar kapitalist ülkelerde işçi sınıfının, öğrenci gençliğin, başta ABD’de siyahiler olmak üzere ezilen ırkların ve halkların, kadınların, eşcinsellerin, kısacası bütün ezilen grupların kendi hakları için ayağa kalkmaları, başta Vietnam, Latin Amerika ve Filistin olmak üzere emperyalizm tarafından ezilen ülkelerde muazzam bir mücadele dalgasının yükselmesi, bürokrasi tarafından yozlaştırılmış sosyalizme geçiş toplumlarında ise halkın ve öğrencilerin rejime başkaldırmalarıdır.
1968’in Fransa olayları ile birlikte sembolik önem taşıyan öteki iki olayı Vietnam’daki Tet Taarruzu ile Prag Baharı’dır. İlki ABD emperyalizmi ve müttefiklerine karşı kahramanca bir bağımsızlık savaşı veren Vietnam halkının bir genel askeri taarruz ve devrim provasıdır. Ocak sonunda başlayarak Eylül ayına kadar devam etmiş, işgal güçlerine büyük kayıplar verdirmiş, savaşta bir dönüm noktası olmuş ve bütün dünyanın dikkatini Vietnam Savaşı’na çevirerek uluslararası planda savaş karşıtı hareketin muazzam boyutlara erişmesine yol açmıştır.
Prag Baharı ise Çekoslovakya’da Komünist Partisi’nin Alexander Dubçek yönetiminde ülkeyi Sovyet bürokrasisinin sultasından uzaklaştırma ve daha demokratik (ama bir yandan da daha piyasacı) bir rejime doğru hareket etme çabasını temsil eder. Çekoslovakya’da bahar aylarında başlayan bu mayalanma, Ağustos ayında “Doğu Bloku” diye anılan bürokratik işçi devletlerinin ortak askeri örgütü Varşova Paktı’nın tanklarının Prag’ı işgal etmesiyle bastırılacaktır. Ancak Prag Baharı, bürokrasinin bu toplumlar üzerindeki baskısına karşı isyanda önemli bir kilometre taşı olacaktır.
Böylece, Fransa 68 Mayıs’ı, Tet Taarruzu ve Prag Baharı, emperyalist dünyada, emperyalizme bağımlı ülkelerde (“Üçüncü Dünya”da) ve bürokratik işçi devletlerinde kendi farklı yöntemleriyle 1968 bir isyan yılı hâline getiriyordu. Ama bütün bir dönem olarak alındığında 1968 bir dizi başka ülkede bir dizi farklı hareketin doğuşuna ve kimi hâlâ devam etmekte olan mücadelesine verilen addır.
İşçi sınıfı mücadeleleri | 1968 ertesinde birçok ülkede onyıllardır görülmemiş düzeyde büyük işçi mücadeleleri patlak verdi. Bunların en önemlileri, İtalya’da, Arjantin’de ve Britanya’da yaşanmıştır. 1969’da İtalya’da yaşanan “Sıcak Sonbahar” adıyla bilinen mücadeleler, bütün bir genç işçiler kuşağının yüzünü sola dönmesiyle bürokrasinin işçi sınıfı üzerindeki hegemonyasını kırmış, 70’li yıllarda daha devrimci eğilimde bir İtalyan solunun doğmasına temel olmuştur. Arjantin’de 1969 Mayısında yaşanan Cordobazo ve Rosariazo diye bilinen olaylar, Cordoba ve Rosario kentlerinde işçi sınıfının gençlikle el ele ayaklanmasını temsil eder. Bu ayaklanmalar 1966’da kurulmuş olan askeri diktatörlüğün 1973’te yıkılmasına giden yoldaki ilk adım olmuştur. Britanya’daki 1972 başarılı madenciler grevi ise Muhafazakâr Parti hükümetinin yıkılışıyla sonuçlanmıştır. |
Güney Avrupa’da bir devrimci kuşak | 1968 ile 1975 arası yıllar, Avrupa’nın güneyinde bulunan bütün ülkelerde ciddi bir devrimci mayalanma dönemi olmuştur. Bu dönemde Fransa (Mayıs 68), İtalya (1969 “Sıcak Sonbahar”), Yunanistan (1974’te “Albaylar Cuntası”nın devrilmesiyle sonuçlanan 1973 Politeknik ayaklanması), İspanya (Franco’nun ölümü ertesinde büyük işçi sınıfı mücadeleleri ve faşist diktatörlüğün devrilmesi) ve Türkiye (1968 ve sonrasında öğrenci mücadeleleri, 1970’te 15-16 Haziran büyük işçi isyanı, köylülerin toprak işgalleri ve “üretici mitingleri”, Kürtlerin “Doğu mitingleri” vb.) ciddi kitle mücadeleleriyle sarsılırken Portekiz’de XX. yüzyıl Avrupası’nın son devrimi yaşanmıştır. 1974 Portekiz devrimi çürümüş bir faşist rejime karşı bir askeri ayaklanma ile başlamış ama daha sonra demokratik bir devrimden bir proleter devrimine doğru bir sürekli devrim dinamiği içine girmiştir. Ancak, hem sol önderliklerin hatalı yönelişleri, hem de devrimcilerin yuvalanmış olduğu bir askeri birliğin yaptığı erken çıkış dolayısıyla 1975’ten itibaren sönümlenmiştir. |
ABD’de toplumsal çalkantı | ABD, 1960’lı yılları büyük bir toplumsal çalkantı ile geçirdi. Önce ülkenin güneyinde o dönemde hâlâ katı ırk ayrımı (“segregation”) kurallarına tâbi olarak yaşamakta olan siyahilerin “sivil haklar hareketi” ülkeyi 1960’lı yılların başından itibaren sarstı. Hareketin pasifist kanadı 1968’de bir suikaste kurban giden Martin Luther King Jr.’un adıyla özdeşleşmiştir. Hareketin devrimci kanadının manevi önderi, siyah İslâmi hareketten ayrıldıktan sonra devrimci Marksizme yaklaşan, enternasyonalist bir bakış açısıyla yüzünü Afrika siyahlarına da çeviren, Che Guevara ile temas içine giren Malcolm X’tir. Malcolm X 1965’te bir suikastte öldürülmüştür. En önemli devrimci örgüt ise 1966’da kurulan Kara Panter Partisi’dir. Sivil haklar hareketini, bir yandan Vietnam Savaşı karşıtı dev bir hareket örerken (Washington’da bir milyon insanın katıldığı protesto mitingleri) bir yandan da “Amerikan hayat tarzı”na karşı isyan içinde yeni kültürel biçimler yaratan (“hippie”ler veya “çiçek çocukları”) öğrenci gençlik hareketi izlemiştir. |
Latin Amerika devrimi | 1960’lı yıllar Latin Amerika’da Küba devriminin yarattığı ivme ve Che Guevara’nın örgütlenmesine katkıda bulunduğu kıta çapındaki devrimci hareket sonucunda, gerilla mücadelesinin damga vurduğu bir devrimci yükselişe sahne olmuştur. Guatemala’dan 70’li yılların ilk yarısında Arjantin’e, askeri diktatörlük altındaki Brezilya ve Uruguay’dan Che’nin kendisinin hayatını yitirdiği Bolivya’ya birçok ülkede gerilla hareketleri doğmuştur. Kıta işçi sınıfının bu dönemdeki en büyük kitle hareketi ise 1970-73 arasında Şili’de Allende yönetimindeki Halk Birliği hükümeti döneminde, hükümetin uzlaşma politikalarının dışına taşarak devrimci bir durum yaratan Şili proletaryası ve yoksul köylülüğünün mücadelesidir. Bu mücadele hükümetin reformist stratejisi yüzünden büyük bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. |
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişi | 1960’lı yıllar çeşitli coğrafyalarda ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişine tanık olmuştur. Vietnam ve Küba’nın yanı sıra bir dizi Afrika ülkesinde (Kongo, Mozambik, Angola, Gine-Bissau vb.) sömürgeciliğe karşı savaş emperyalizmin duvarında ciddi çatlaklar yaratmıştır. Avrupa’da uzun süredir uykuya dalmış olan İrlanda, Bask ve Katalan ulusal kurtuluş hareketleri 1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başlarında yeniden canlanmıştır. Aynı şey Irak’taki Kürt halkı için de geçerlidir. En önemlisi, 1948’de İsrail tarafından vatanından kovulan Filistinlilerin 60’lı yıllarda gerilla mücadelesi başlatması ve 70’li yılların ortalarına kadar çarpıcı eylemlerle dünyanın dikkatini bu vahim soruna çekerken bir yandan da sürgünde bir devletin çekirdeğini oluşturabilecek bir demokratik yapılanmaya gitmeleridir. |
İkinci dalga feminizmin doğuşu | XX. yüzyılın başında esas olarak kadınlara oy hakkı talebi etrafında doğan ama sonra uzun süre bir güneş tutulmasına uğrayan kadınların kurtuluş hareketi, 1968 döneminde feminizmin ikinci dalgası olarak yeniden doğmuştur. Dünya çapında yaşanan toplumsal ve siyasal mayalanma içinde devrimci erkeklerin dahi erkek egemen toplumun tutsağı olduğunu kendi deneyimiyle yaşayan mücadeleci kadınlar, son kırk yıldır dünya çapında toplumsal mücadelelere damgasını vuran feminist mücadeleyi başlatmışlardır. |
LGBTİ bireylerin isyanı | Yüzyıllardır ağır bir baskı altında yaşayan LGBTİ bireyler, 1969’da New York’ta polisle günlerce çatışmaya girdikleri Stonewall İsyanı sonrasında cinsel yönelimlerinden dolayı gördükleri eziyete karşı mücadeleye başlamıştır. Hareket ülkeden ülkeye yayılarak günümüze kadar sürmüştür. |
68’İN “NASIL”I
Tüm halk hareketleri gibi Mayıs 1968 de özünde eşitlikçi-özgürlük idealini taşıyordu ve temelde ekonomik-sosyal rahatsızlıktan besleniyordu.
68, iki aşamada gerçekleşti: ilk aşama öğrenci ayaklanması, ikinci aşama toplu işçi hareketi.
İlk aşama, 3 Mayıs 1968’de polisin öğrencileri Sorbonne’dan çıkarıp, üniversiteyi kapatmasıyla ateşlendi. Polisin sert müdahalesi, halkta öğrencilere yönelik sempatiyi körükledi.
Hükümetin sergilediği vahşete karşı öğrencilerin tepkisi de sert oldu. 10 Mayıs 1968 gecesi Quartier Latin’de barikatlar kurdular. Çatışmalar başladı ve yayıldı. (Polis-öğrenci çatışmaları haziran ortasına kadar sürdü.)
13 Mayıs 1968’de Paris’te bir milyon kişi gösteri yaparken; başkaldırı bir kitle hareketine dönüşmüş ve işçiler greve gitmişlerdi. Mayıs ayının ikinci yarısında grev dalgası tüm ülkeyi sarmıştı.
Başkaldırı çok farklı kesimlere yayılmıştı. Medya başkaldırıdan yana tavır alırken; 25 Mayıs 1968’de radyo ve televizyon kurumu çalışanları, haberlerin halka aktarımı sırasında hükümetten gelen baskılara karşı greve gittiler.
Mayıs olaylarıyla tüm ülke felç olurken; De Gaulle ile hükümet iktidarsızlaşmış ve kamu düzeni Haziran ayı başlarına kadar ortadan kalkmıştı.
Dönüm noktası 30 Mayıs 1968’de, De Gaulle’ün Almanya’dan dönmesi, parlamento’yu feshedip, genel seçimleri yenilemesi oldu. Haziran 1968’deki seçimlerde, taşradakilerin Paris’teki radikallere tepkisel desteğiyle De Gaulle “kazandı”.
Haziran 1968 parlamento seçimlerinden De Gaulle başarıyla çıksa da, yönetimde bir yıllık ömrü kalmıştı ve hiçbir zaman Mayıs 1968’den öncesindeki saygınlığına ulaşamayacaktı.
Mayıs 1968 olayları, De Gaulle’ün otoritesini ciddi anlamda sarstı ve buna onun 1969’da iktidardan ayrılışı eşlik etti.
Mayıs 1968, yeni bir kuşağın, hâkim elitlerin kendilerine dayattığı sosyal ve siyasi değerlere karşı patlamasıydı. Kısa sürdü ama etkisi gelecek yılları dikkate değer biçimde etkiledi. Örneğin, 68 olaylarının yarattığı özgürlük atmosferi, filmlerin içeriğinde önemli değişime yol açtı.
68 Paris’inde onlarca sanat şaheseri poster, sokakları süsledi.
Paris’te öğrenci ayaklanmalarıyla başlamış ve tüm dünyaya yayılmıştır.
Belirleyici özelliği özgürlükçülüğü olan 1968’in Mayıs’ında gençlik toplumsal bir aktör olarak sahneye çıkar. Gençler, ataerkil ilişkilere karşı özgürlüğünü ilan etmekteyken; Vietnam’da ve Cezayir’de olanlara da büyük tepki gösteriyorlardı.
Öğrencileri radikalleştiren dış olaylardan biri Cezayir’e bağımsızlığın verilmemesiydi. Fransa solunun Cezayir’in bağımsızlığını tanınması konusundaki tutarsız yetersizliği ve ayrıca Vietnam’ın işgaline karşı da net bir duruş sergileyememesi, öğrencilerin tepkisini arttırdı. Hatta gençlerden Cezayir’e gidip, Fransız ordusuna karşı bağımsızlık için çarpışan bile oldu. Vietnam’daki ABD işgali, en kapsamlı muhalefeti Fransa’da devreye soktu.
1958’de Cezayir’de meydana gelen ayaklanmayı bu yetkiler çerçevesinde bastıran De Gaulle, değişen dünya dengelerinde Cezayir’den çekilmek zorunda kalmıştı.
Bu sonuçta da “comment voulez-vous gouverner un pays qui a deux cent quarante-six varietes de fromage?” Yani “kim 246 peynir çeşidi olan bir ülkeyi yönetebilir?” Sözüyle akıllarda yer edinen Fransa Beşinci Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün izlediği sağcı, faşizan ve “devletin bekası için yapılan her şey makbuldür” yaklaşımıyla Fransa’yı şovenist, anti-hümanist politikalarla idaresi ancak 68 Mayısı’na kadar sürdü.
Charles De Gaulle rejiminin baskıcı ve otoriter tutumuna karşı başta hukuk ve felsefe öğrencileri olmak üzere tüm Sorbonne Üniversitesi öğrencileri Paris’i oradan da tüm dünyayı saran 68’i başlatmışlardı. Üniversite öğrencilerine ilk destek lise öğrencilerinden gelmişti; daha sonra ayaklanmaya işçiler ve Fransız Komünist Partisi destek vermişti.
13 Mayıs 1968’te 1 milyon kişi Paris meydanı’nda Charles De Gaulle’ün otoriter, anti-demokratik, polis şiddetini destekleyen ve Cezayir’e bağımsızlığını vermeyen hükümetine karşı toplanmıştır. Ayaklanmanın arka planında yatan gerçeği, kapitalizm/ve tüketim toplumunun reddiydi.
68 kuşağı baskıcı ideolojilere ve ekonomik adaletsizliğe karşı bir başkaldırıydı. Bunun en iyi örneğini Fransız sömürgesi hâline gelmiş Cezayir üzerinden incelemek mümkündür. Cezayir’in sömürülmesi ve Cezayir halkının daha da fakirleşmesi üzerine sınıf ayrımına gidildiğini görmekteyiz. İşçi sınıfı başta olmak üzere halkın gittikçe daha da fakirleşmesi, 1958’de Cezayir’in genelinde Fransız sömürgesine karşı büyük bir ayaklanma meydana gelmesine neden olmuştur. Fransa’nın sol ve hümanist kesimlerinden destek gören bu ayaklanma Charles De Gaulle ve birlikleri tarafından kanla bastırılmıştır. Charles De Gaulle’ün sergilediği bu faşist tutum Fransa halkından büyük tepki toplamıştır. Bu sebeple Sorbonne ayaklanması’nın maddelerinden biri de Cezayir halkına yapılan zulüm ve Cezayir’in bağımsızlığının tanınmamasıydı.
KRONOLOJİK DÖKÜM
Birkaç aydır Paris’in Nanterre Üniversitesi’nde öğrenciler ve yönetim arasında süregelen anlaşmazlıklar sonucunda, Üniversite’nin Dekanı Pierre Grappin 2 Mayıs 1968 günü Üniversite’nin kapatılmasına karar verir. Bunun üzerine, 3 Mayıs günü, yaklaşık 400 öğrenci, Nanterre Üniversitesi’nin kapatılmasını protesto etmek için Paris Sorbonne Üniversitesi’nde toplanır. Göstericiler, herhangi bir uyarı yapılmadan polis tarafından dağıtılır ve emniyet güçleri üniversiteye yerleşir. 6 Mayıs günü, Fransa Öğrencileri Ulusal Birliği’nin (UNEF-Union Nationale des Étudiants de France) çağrısı üzerine, 20.000 kadar öğrenci, üniversite hocası ve diğer destekçileri, Sorbonne’a doğru yürüyüşe geçer. Cop ve göz yaşartıcı gaz kullanan polis ile barikatlar kuran ve kaldırım taşı fırlatan göstericiler arasında çatışmalar yaşanır ve yüzlerce kişi tutuklanır. Ertesi gün, Zafer Takı’nda toplanan öğrenciler üç temel istekte bulunurlar: tutuklanan öğrencilere karşı suçlamaların geri alınması, polislerin üniversiteden ayrılması, Nanterre ve Sorbonne Üniversiteleri’nin yeniden açılması.
10 Mayıs günü, Üniversitelerin bulunduğu şehrin Sol Yakası’nda toplanan göstericilerin Sağ Yaka’ya geçişi Çevik Kuvvet (CRS-Compagnies Républicaines de Sécurité) tarafından engellenir. Polisin, gece saat 2.15’te göstericilere saldırmasıya başlayan çatışmalar sabaha kadar sürer. Bunun sonucunda yüzlerce insan tutuklanır ve yaralanır. Olaylar radyodan canlı olarak yayınlanır ve sonuçları ertesi gün televizyondan gösterilir.
Polisin aşırı güç kullanımı karşısında, şarkıcılar, şairler destek vermeye başlar. Devrimin öğrencilerden değil, işçilerden gelmesi görüşünde olan Komünist Parti, kerhen de olsa hareketi desteklemeye başlar. Başta Genel İş Konfederasyonu (CGT-Confédération Générale du Travail) ve İşçi Kuvveti (CGT-FO-Force Ouvrière) olmak üzere sol sendikalar, 13 Mayıs günü için genel grev ve gösteri çağrısında bulunur.
13 Mayıs günü Paris’te bir milyonun üzerinde kişi yürür. Polis ortalıkta yoktur. Başbakan Georges Pompidou tutukluların salıverileceğini ve Sorbonne’un açılacağını ilan eder.
Ancak gerginlik azalmaz, aksine tepkiler daha da artar. Sorbonne açılınca, öğrenciler onu işgal ederek özerk bir “Halk Üniversitesi” ilan eder. Televizyona çıkan öğrenci önderleri, amaçlarının tüketim toplumunu yoketmek olduğunu ilan eder.
Devam eden günlerde, fabrika işgalleri başlar. 14 Mayıs günü birkaç fabrikada başlayan işgaller, 16 Mayıs’ta 50 fabrikanın işgal edilmesiyle devam eder.
17 Mayıs günü 200.000, 18 Mayıs günü 2 milyon işçi grev yapar. Bir hafta sonra grev yapan işçi sayısı işgücünün yaklaşık üçte ikisine denk gelen 10 milyona ulaşır.
Grev hareketi sendikaların denetiminden çıkar. İşçiler, maaş artışı ile yetinmemekte, Cumhurbaşkanı De Gaulle ve Hükümetin istifa etmesi ve fabrikalarını kendilerine devredilmesini istemektedir.
Hükümet, sendikalar ve işverenler arasında yapılan müzakereler sonucunda 27 Mayıs günü mutabakata varılan Grenelle Anlaşmaları ile asgari ücretin yüzde 35, ortalama ücretin de yüzde 10 artmasını öngörmektedir. Ancak Anlaşmalar, işçi tabanı tarafından reddedilir.
27 Mayıs günü, UNEF önderliğinde Paris’in Sebastian Charlety stadında 30.000-50.000 kişi toplanır. Söz alanlar hükümetin istifa etmesini ve seçimlerin yapılmasını talep eder.
29 Mayıs günü, De Gaulle o gün için öngörülen Bakanlar Kurulu’nu erteler. Damadına, “Onlara Elysée (Cumhurbaşkanlığı) Sarayı’na saldırma fırsatı vermek istemiyorum. Beni savunmak için kan dökülürse üzücü olur. Gitmeye karar verdim: kimse boş bir Saraya saldırmaz” der. Helikopterle Paris’ten ayrılır.
De Gaulle, Almanya’nın Baden-Baden kentindeki Fransız askeri üssünde, General Jacques Massu ile görüşür. Ordunun desteğine sahip olduğunu düşünen De Gaulle, memleketi olan Colombey-les-Deux-Églises’e döner.
30 Mayıs günü, CGT sendikası önderliğinde 400.000-500.000 arası gösterici Paris’te yürüyerek “Elveda De Gaulle” sloganları atar. Devrim olasılığı had safhadadır. Bununla birlikte, Komünist Parti sokak temelli devrime destek vermez, kamu binaları işgal edilmez ve hazır durumda tutulan ordunun kullanılmasına gerek kalmaz.
30 Mayıs günü, saat 14.30’da Pompidou istifa tehdidiyle De Gaulle’ü Meclisi lağvetmeye ve seçimlerin düzenlenmesine ikna eder. Saat 16.30’da De Gaulle, görevine devam edeceğini, bununla birlikte seçimlerin 23 Haziran’da düzenleneceğini, işçilerin eylemlerini bırakmaması durumunda olağanüstü hâlin ilan edileceğini ifade eder. Konuşmadan sonra, 800.000 De Gaulle destekçisi, Fransız bayrağını dalgalandırarak Champs-Elysées Bulvarı’nda yürür.
Bundan sonra öğrenci ve işçi eylemlerinin hızı azalır. Polis, 16 Haziran günü Sorbonne’a girer. De Gaulle’ün korktuğunun aksine, 23 ve 30 Haziran’da düzenlenen seçimlerden partisi galip gelir. Bu çerçevede Cumhuriyeti Savunma Birliği (UDR-Union pour la Défense de la République) 487 sandalyeli Meclis’te 354, Sosyalistler 57, Komünistler 34 sandalye kazanır.
Bununla birlikte, De Gaulle’ün siyasi zaferi kısa süreli olur. 27 Nisan 1969’da Merkezi otoritenin bölgelere dağılması ve Senato’ya üye olma kriterlerini yeniden düzenlemeye yönelik referandumun arkasına siyasi ağırlığını koyar, ancak “hayır”ın yüzde 52.41 ile galip gelmesi sonucu görevinden ayrılır.
Ama siyasi sonuçlarının ötesinde, 1968 Mayıs olayların etkisi, kültürel, toplumsal ve ekonomik alanlarda yoğun olarak hissedilir.
Toplumda geleneksel kuralların reddedilmesi ve otoritenin sorgulanmasına yolaçan “özerklik”, “kişisel gelişim”, “yaratıcılık” ve “bireye önem verilmesi” gibi yeni değerler ortaya çıkmıştır.
Olayların sonrasında, özellikle 1970-1975 yıllarında, ahlâki kurallar tartışmaya açılır. Bu bağlamda cinsel özgürlük ve feminizm gelişir.
Eğitim alanında gelişmeler görülür. Öğrenci artık bir “çırak” olarak değil, kendi eğitimi konusunda söz hakkı olan bir “birey” olacaktır. Eğitimde ifade özgürlüğüne, tartışmaya daha çok yer verilir. Öğrenci ve ebeveynler okul meclislerine dahil olur.
Kilise de sarsılır. Bundan sonra, dinin gereklerini yerine getirenlerin sayısında kayda değer azalma görülürken; 68 Fransa’sındaki öğrenci hareketinin geliştirdiği meseleler ve talepler, “duvarlar sözümüzdür” vurgusuyla sokakları kaplayan sloganlarda izlemek mümkündür.
68’İN SLOGANLARI VE DUVAR YAZILARI |
Yasaklamak yasaktır |
Kaldırım taşlarının altında plaj vardır |
Hayalgücü eksik olanlar neyin eksik olduğunu hayal edemez |
Kapitalizmin bekçi köpeği ya da hizmetkârı olmak istemiyoruz |
Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin |
Yıkma tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir güdüdür (Bakunin) |
Seçimler: ahmaklar için tuzaklar |
Birini ve herkesi sevin |
Kahrolsun tüketici toplumu |
Kahrolsun meta toplumu |
Yabancılaşmayı ortadan kaldırın |
Sıkılmak karşı-devrimcidir |
Barikatlar sokağı kapıyor ama yolu açıyor |
Tahayyül edemeyenler nelerden mahrum kaldıklarını bilemezler |
Hepimizin içinde bir polis uyur. Onu öldürmeliyiz. Kafandaki polisten kurtul |
Kapitalizmin bekçileri ya da hizmetçileri olmak istemiyoruz |
Git çalış, gel uyu |
Ve nihayet denilebilir ki Mayıs 68’de tekrar tekrar kurulan barikatlar, 1848’in ve 1871 Komünü’nün mirasçılarıyken;[12] 1968 Mayıs’ı boyunca Fransa’yı etkileyen öğrenci hareketinin enternasyonal niteliği büyük önem taşımaktadır.
68’İN ÖĞRENCİ HAREKET(LER)İ
Fransa’da ki öğrenci hareketinin kitlesel olarak gelişen ilk hareket olmadığını herkes bilir. Aslında bu hareket, 1964 sonbaharında Amerikan üniversitelerinde başlamış hareketin devamıdır da.
ABD’de başlayan hareket batı ülkelerinin çoğunluğunu etkileyerek, 1967’de diğer Avrupa ülkeleri için bir referans noktasına dönüştüğü Almanya’da zirve noktasına ulaşmıştı.
Fransa’da 22 Mart 1968’den Mayıs ortasına kadar devam eden öğrenci hareketlerinin, ABD’nin Kaliforniya eyaletinde, Berkley Üniversitesinde başlayan ve neredeyse bütün Batı ülkelerini etkileyen uluslararası bir hareketin bir ifadesi olduğu açıktır. Bu hareketleri niteleyen, Vietnam savaşının reddiydi.
1960’ların sonundaki öğrenci hareketlerinin temel özelliklerinden bir tanesi buydu. ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü savaşa muhalefet bütün batı ülkelerinde en yaygın ve etkili meseleydi.
ABD’deki isyan hareketinin temel özelliklerini özetlemek gerekirse, bu hareketin Vietnam’daki savaşa, ırksal ayrımcılığa, cinsler arasındaki eşitsizliğe ve geleneksel Amerikan değerlerine karşı bir protesto hareketi olduğu söylenebilir.
Batı ülkelerinin çoğunda, 60’larda öğrenci dünyasında faal olan hareketler ve ABD’deki hareket arasında güçlü benzerlikler vardı: Vietnam’daki Amerikan işgalinin reddi, genel olarak ve özellikle üniversitelerde otoriteye başkaldırı, geleneksel ahlâka ve özellikle cinsel ahlâka başkaldırı.
Pek çok başka ülkede de bu dönemde öğrenci hareketleri baş gösterdi.
Japonya | 1965’ten itibaren, öğrenciler polise karşı çetin kavgalar örgütleyen Zangakuren liderliği altında Vietnam Savaşı karşıtı eylemler gerçekleştiriyordu. 1968’de “Kanda’yı (Tokyo’nun üniversite kanadı) Latin Kanadına çevirelim” sloganını yükselttiler. |
İngiltere | Öğrenci hareketi Fransa veya ABD’de olduğu düzeyde olmasa da onun da Ekim 1966 gibi bir tarihte bile Londra Ekonomi Okulunda öğrencilerin yeni yöneticinin Rhodesia ve Güney Afrika’daki ırkçı rejimlerle bağlarından dolayı protesto etmesi gibi olaylarda ifade buluyordu. Londra Ekonomi Okulu protestolardan etkilenmeye devam etti, mesela Mart 1967’de disiplin cezalarına karşı beş günlük bir oturma eylemi gerçekleşti ve bu ABD’deki örnekleri kopyalayan deneysel bir ‘özgür üniversite’ye yol açtı. 1967 yılının Aralık ayında Regent Caddesi Polyteknik’te ve Holborn Hukuk ve Ticaret Üniversitesinde kurumların karar verme sürecinde öğrenci temsili talep eden oturma eylemleri gerçekleştirildi. Mayıs ve Haziran 1968’de Essex Üniversitesi, Hornsey Sanat Üniversitesi ve Hull, Bristol ve Keele üniversitelerinde protestolar gerçekleşti ve bu protestolar Cryodan, Birmingham, Liverpool, Guildford üniversitelerinde ve Royal Sanat Üniversitesinde de protestoları tetikledi. En büyük eylemler ise Vietnam Savaşı’na karşı yapılan eylemlerdi: 67 Mart ve Ekim ayında, 68 Mart’ında ve en kitlesel olarak Ekim 1968’de farklı kesimlerden öğrenci ve işçilerin bir araya geldiği eylemlerde polisle çatışmalar ve Londra’daki Grosvenor Meydanı önünde tutuklamalar gerçekleşti. |
İtalya | Öğrenciler Mart ayında pek çok üniversitede, özellikle Roma’da Vietnam Savaşı’na karşı ve üniversite yetkililerinin politikalarına karşı eylemler yaptılar. |
İspanya | Mart ayında Madrid Üniversitesi öğrencilerin Vietnam savaşına ve de Frankocu rejime karşı ajitasyonları nedeniyle süresiz olarak kapatıldı. |
Almanya | Vietnam savaşına karşı öğrenci ajitasyonları 1967’de zaten gelişiyordu ve bu durum Sosyal Demokratlar’dan kopmuş aşırı sol SDS’nin etkisini arttırıyordu. Berlin’de aşırı solun lideri Rudi Dutschke’ye medya kodamanı Axel Springer’in histerik propagandasından etkilenen bir genç tarafından düzenlenen silahlı saldırının ardından bu hareket radikalleşti ve kitlesel bir nitelik kazandı. Dikkatler Fransa’nın üzerine çekilmeden önce, birkaç hafta boyunca Almanya’daki öğrenci hareketi Avrupa’daki ülkelerin çoğu için dokunan bir dayanaktı. |
Bu liste açıkça her şeyi kapsamaktan çok uzakken; çevre ülkeleri de 1968 hareketlerinin gidişatından aynı şekilde etkilenmişlerdi (Brezilya ve Türkiye’deki öğrenci hareketleri bu hareketlerden bazılarıydı). Mesela Meksika’da yaz sonunda hükümetin 12 Ekim’deki Olimpiyat Oyunları “huzurlu” bir biçimde gerçekleştirilebilsin diye Tlatloco’daki öğrenci eylemine saldırarak, birkaç düzine öğrenciyi ölü, yüzlercesini ise yaralı bırakmıştı.
MAYIS 68: İŞÇİ SINIFININ SAHNEDE
60’lı yıllarda öğrenci hareketinin enternasyonal karakterinin altını çizerken; işçi mücadelelerinden söz etmeden geçemeyiz. Yani Fransa 68 olaylarının en önemli yönü olan dev grevleri görmezden gelinemez.
Gerçekte ise, belki de öğrenci hareketinden de fazla enternasyonal hareketin parçası olan şey Fransa’daki işçi sınıfının bu hareketidir ve bu da ancak enternasyonal bir çerçevede kavranabilir.
Bilindiği gibi 68 Nantes’ında hareketi başlatan, öğrencilerle aynı yaşlarda olan genç işçilerdi. Nedenleri bir hayli basitti: “Eğer grev bile yapamayan öğrenciler hükümeti geriletebiliyorsa, işçiler de hükümetin geri çekilmesini sağlayabilirler”.
Kentteki öğrenciler de işçilerle dayanışmak için onların yanına geldiler ve kardeşlik çağrısıyla grev gözcülerinin arasına karıştılar.
14 Mayıs akşamında toplam 3100 işçi grevdeydi.
15 Mayıs’ta, hareket Cléon’daki Renault fabrikasına ulaşmıştı, Normandiya’da ve ayrıca bölgedeki iki başka fabrikada topyekûn grev, sınırsız işgal, fabrikaya kilitlenmiş patronlar ve fabrika kapılarında kızıl bayraklar vardı. Günün sonunda 11.000 kişi grevdeydi.
16 Mayıs’ta, diğer Renault fabrikaları da harekete katıldılar: Flins’te, Sandouville’de, le Mans’da ve Billancourt’ta kızıl bayraklar dalgalandı. O gece sadece 75,000 işçi grevdeydi ama Renault işçilerinin mücadeleye katılması önemli bir işaretti: Fransa’daki en büyük fabrika (35.000 kişiyle) grevdeydi ve uzun süredir söylenildiği gibi “Renault hapşırırsa Fransa nezle olur”du.
17 Mayıs’ta 215.000 işçi grevdeydi: Grev Fransa’nın tamamına, özellikle taşraya yayılmaya başlıyordu. Hareket tamamen kendiliğinden gelişmişti; sendikalar sadece hareketin arkasından izleyebiliyorlardı. Her yerde genç işçiler ön saflardaydı. Öğrenciler ve genç işçiler defalarca kardeşleştiler ve dayanıştılar: Genç işçiler öğrencilerin işgal ettiği fakültelere giderek öğrencileri gelip fabrika yemekhanelerinde yemek yemeye davet ettiler.
Özel talepler yoktu ortada. Canına tak etmişlik hissi hâkimdi yalnız. Normandiya’da bir fabrikanın duvarlarında “Onurla yaşama zamanı geldi!” yazıyordu. O gün, tabandan gelen baskıdan ve aynı zamanda daha önceki grevlerle daha alâkâlı olan CFDT’nin gerisinde kalmaktan korkan CGT grevin yayılması çağrısı yaptı. O zamanlarda söylendiği şekliyle “sürüye ayak uydurmuştu” CGT. Yapılan çağrı bir gün sonraya kadar bilinmiyordu.
18 Mayıs’ta, öğleden önce, CGT’nin yaptığı çağrı daha duyulmadan bir milyon işçi grevdeydi. Akşama bu sayı 2 milyon olmuştu. 20 Mayıs Pazartesi günü 4 milyon işçi grevdeydi ve bir gün sonra bu sayı 6 buçuk milyon olmuştu.
22 Mayıs’ta, 8 milyon işçi, süresiz olarak greve çıkmıştı. Bu uluslararası işçi sınıfı hareketi tarihinin en büyük greviydi. Ondan önceki büyük grevlerden, yani bir hafta süren 1926 İngiltere genel grevinden ve Fransa’daki 1936 Mayıs-Haziran grevlerinden çok daha devasaydı.
Bütün sektörler grevin içerisindeydiler: endüstri, ulaşım, posta, telekomünikasyon, eğitim, kamu görevlileri (pek çok bakanlık bile neredeyse felç olmuştu), basın-yayın (ulusal televizyonda grev vardı, işçiler sansürlenmeyi protesto ediyorlardı), araştırma labarotuarları vb. Cenaze kaldırıcıları bile greve çıkmıştılar (Mayıs 68’de ölmek iyi bir fikir değildi!). Hatta profesyonel sporlar bile greve katılmıştı: Fransız Futbol Federasyonu binasının tepesinde kızıl bayrak dalgalanıyordu. Sanatçılar da dışarıda kalmak istememişlerdi: Cannes Festivali yönetmenlerin tavrı nedeniyle yarıda kesilmişti.
Bu dönemde işgal edilmiş fakülteler (ve ayrıca Paris’teki Odeon Tiyatrosu gibi işgal edilmiş diğer kamu binaları) sürekli siyasi tartışmaların yürütüldüğü mekânlar hâline geldiler.
Verili tabloda burjuvazi etkili bir şekilde harekete geçti: 25 Mayıs’ta Çalışma Bakanlığı sendikalar, patronlar ve hükümet arasındaki pazarlıkları başlattı.
Patronlar pazarlıklar başlar başlamaz, sendikaların hayal ettiğinden çok daha fazlasını vermeye hazır olduklarını gösterdiler. Başbakan Pompidou görüşmelere başkanlık etti. Pazar sabahı CGT’nin patronu Seguy ile bir saatlik birebir görüşme yaptı.
26/27 Mayıs gecesi “Grenelle Antlaşmaları” sonuçlanmıştı: i) 1 Haziran’dan itibaren herekes yüzde 7, 1 Ekim’den itibaren de yüzde 3 zam; ii) Asgari ücrette yüzde 25’lik bir artış; iii) Sağlık hizmetlerine hastanın katkı payının (sosyal güvenliğin ödemediği hastane masrafları) yüzde 30’dan yüzde 25’e düşürülmesi; iv) firmalarda sendikaların tanınması ve v) özellikle (haftada ortalama 47 saat olan) iş günü süresinin de içerisinde bulunduğu bir dizi meseleye dair pazarlıklar yapılacağına dair belirsiz sözler…
Bu güzergâhta 27 Mayıs’ta “Grenelle Anlaşmaları” kitlesel işçi toplantıları tarafından oy birliğiyle reddedildi. “Genelle Anlaşmalarının” reddedildiğinin en iyi kanıtı ise şuydu: 27 Mayıs’ta grevcilerin sayısı 9 milyona yükseldi.
29 Mayıs’ta, CGT düzenlediği büyük eylemde “halk hükümeti” çağrısı yaptı. Aynı gün General de Gaulle’un “ortadan kayboldu”. De Gaulle’un istifa ettiği söylentileri ortaya atıldı fakat aslında o Almanya’daki işgal güçlerini kontrol eden General Massu’yla, ordunun desteğini teyit etmek üzere görüşmeye gitmişti.
30 Mayıs burjuvazinin durumu kontrol altına alma çabalarında önemli bir gündü. De Gaulle yeni bir konuşma yaptı: “Mevcut koşullarda geri çekilmeyeceğim (…) Bugün itibariyle Ulusal Meclis’i dağıtıyorum…”
Bu tarihten itibaren işe dönüşler gerçekleşmeye başladı, fakat yavaşça, zira 6 Haziran’da bile hâlâ altı milyon işçi grevdeydi. İşe dönüşler dağınık bir biçimde gerçekleşti.
10 Haziran’da polis Flins’teki Renault fabrikasına saldırdı ve işgal etti. Polisin kovaladığı bir öğrenci Sen nehrine düşerek boğuldu;
11 Haziran’da: CRS (Fransız çevik kuvvet birimi) Sochaux’daki Peugeot fabrikasına (Fransa’daki ikinci büyük) saldırdı; 2 işçi öldürüldü.
Bu olayların ardından Fransa’da yeni şiddetli gösteriler gerçekleşti. İşçiler “Yoldaşlarımızı öldürdüler!” diye haykırıyorlardı. Sochaux’da işçilerin kararlı direnişine karşı CRS fabrikadan çekildi, işçiler 10 gün daha işe dönmediler.
Öfkenin grev ateşini yeniden körükleyeceğinden korkan sendikalar, ısrarla işe geri dönüş çağrısı yaptılar. Böylelikle işçi sınıfı dalgası geri çekilmeye başladı…
COĞRAFYAMIZIN 68’İ
Bir isyan hareketi olarak başlayan 1968, gençlerin adalet özgürlük ve eşitlik kavramları üzerinden tüm dünyaya yayıldı.
Coğrafyamızda üniversite gençliğinin meydanlara, dağlara çıkması ile kendisini hissettiren 1968 isyanına, 12 Mart 1971 ardından Kızıldere’de devrimci lider Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesi ve sonrasında 6 Mayıs 1972’de, Tarihe “Darağacında Üç Fidan” olarak kazınan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın Ulucanlar Cezaevi’nde idam edilmesi ve İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede katledilmesiyle damgasını vurdu. İş bu nedenle de 68’li yıllar ve 68 ruhu olarak devrim tarihinde derin izler bıraktı ve her daim isyanın öncüsü oldu.[13]
Coğrafyamızda 68, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Cihan Alptekin, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Harun Karadeniz, Sinan Cemgil, Ali Haydar Yıldız, Ulaş Bardakçı, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan, Hüseyin Cevahir, Ömer Ayna, Taylan Özgür vd’leri gibi devrimci önderlerin liderliğinde oluşturulan Marksist-Leninist sentezli hareketin adıdır, gerçeğidir.
68, coğrafyamızda yıllardır süren baskı, zulüm ve akıtılan kanların birikimi olup, etkiye karşı tepki olarak doğmuştur. Dünyaya da baktığımızda durumun pek farklı olmadığını, coğrafyamızdaki gençlerin de bu olaylardan etkilenerek hareket ettiklerini görüyoruz.
Düşünsel bağlamda dünya literatüründen etkilenen 68 gençliğinin pratikteki ilk eylemleri, üniversitelerdeki sınav yönetmelikleri, öğretim elemanlarının ve eğitimin kalitesi, kantinlerin işleyişi, öğrencilerin üniversite yönetiminde rol oynamaması gibi konularla ortaya çıkmıştır. En etken kurumları da Fikir Kulüpleri ve Öğrenci Dernekleri olmuştur…
Gençlik hareketlerinin filizlendiği bir ortamda alınan en verimli meyve, kuşkusuz Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu, yani Dev-Genç’tir. Bu süreç içinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuş, öğrenci örgütleri içinde aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Ankara Üniversitesi’ndeki devrimci gençler, kendi içindeki örgütleri “Fikir Kulüpleri” olarak birleştirmiş, daha sonra da 5 üniversitenin fikir kulüpleri birleşerek “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)” adı altında toplanmıştır. Son olarak adını Dev-Genç olarak belirleyen örgüt, artık Türkiye tarihine damga vurup, birçok eyleme, ses getiren gösterilere imza atmıştır.
Kolay mı? 68 kuşağı üniversitelere sığmıyor, dünya ve Türkiye’nin soru(n)larına eğiliyor, politik önerme ve isteklerde bulunuyordu.
ABD’nin yarı sömürgesi olduğumuzu her alanda belirten gençliğin hassas olduğu bir konu da, emperyalizmin kolluk kuvvetleri olarak gördükleri NATO idi. Gençlik NATO ve ona ait üsleri ve tesisleri protesto ederek, bu kurumların derhâl işlevlerine son verilmesini ve NATO’dan çıkmak gerektiğini savunmuştur. Hatta bu amaçla 14–19 Mayıs tarihleri arası ‘NATO’ya Hayır Haftası’ olarak ilan edilmiş, “NATO, emperyalizmin sömürge aracıdır” sloganını yaymak amacıyla işçi bölgelerine gidilmiş, sömürünün kaynağının NATO olduğu buradaki işçilere anlatılmaya çalışılmıştır.
Dönemin aslında en önemli ve üzerinde durulması gereken eylemleri ise üniversite öğrencileri tarafından gerçekleştirilen işgallerdir. Çünkü gençlik eylemleri bu işgallerle doruk noktasına ulaşmıştır. Yüksek öğrenim gençliği içerisinde daha önceki yıllarda da birçok eylem meydana gelmesine rağmen, hiçbiri 1968 yılındaki üniversite işgalleri kadar ses getirmemiştir. Bunun temel nedeni ise; 1968 yılı itibari ile yüksek öğrenim gençliğinin artık sadece eğitimde bazı değişiklikler ve reformlarla oyalanamayacağının, ilköğretimden yükseköğrenime kadar eğitimde devrim istediğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Türkiye tarihinin en kitlesel ve en etkili öğrenci eylemlerini içeren demokratik üniversite hareketi, 10 Haziran 1968 günü Ankara’da DTCF, Hukuk ve arkasından Fen Fakültelerinin işgaliyle başladı. İki gün sonra, 12 Haziran günü, öğrenciler İstanbul Üniversitesi ve Teknik Üniversite’nin neredeyse bütün fakültelerini işgal ettiler. O iki hafta süresince, gençlik kitlesi içinde sosyalizm saflarına geçişler hızlandı. Büyük devrimci eylemlerin kitlelerin bilincinde nasıl büyük sıçramalar yarattığına tanık olundu adeta…
68 kuşağı eylemlerinin en unutulmazlarından biri de kuşkusuz 6. Filo eylemleridir. Artık küçük Amerika olmak yolunda hızla ilerleyen Türkiye’de emperyalist işgal başlamış, 6. Filo ise bunun sadece küçük bir ayağını oluşturmuştur. Ancak 6. Filoya karşı oluşacak direnç hiç küçük olmayacaktı.
- Filoya karşı ilk eylemlerden biri 1967 yılında, filo komutanın Taksim’deki anıta bıraktığı çelengin yakılması ile başlamış, yürüyüşe geçen gençlerin ABD bayrağını indirmeye yönelmesi ile devam etmiştir. Filonun İstanbul’a asker çıkaracağını öğrenen gençlik oturma eylemlerine başlar ve şehre ABD askerlerini sokmaz. Öyle ki filo komutanı planı dahilinde bulunan gezilere, karaya inemediği için gemiden kalkan helikopter ile gidebilmiştir. Sonuç olarak eylemler meyvesini vermiş, 6. Filo Türkiye’yi terk etmiştir.
1968 yılında ise 6. Filonun tekrar İstanbul’a gelmesi, sadece gençliğin değil, tüm halkın protestosuna maruz kalmıştır. Ancak aylar öncesinde yaşadıklarını bir daha yaşamak istemeyen Amerikalılar hükümeti uyarmış(!) olacak ki, protestolar henüz başlamadan çok sert önlemler ile baltalanmaya çalışılmıştır. Gençlik, asker ve polis ile susturulmaya başlatılmıştır.
En trajedik olay ise İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nda yaşanmıştır. Yurdu basan polis, 6. Filoyu istemiyoruz diye haykıran gençlere müdahale etmiş, çıkan olaylarda Vedat Demircioğlu penceren aşağı atılarak katledilmiştir.
Bunun üzerine olaylar daha da alevlenir. Ankaralı gençler, Amerikan Haber Alma Merkezi’ne, Pan Amerikan Havayolları’na, Amerikan Kültür Merkezi’ne ve sadece Amerikalılara kendi ürünlerini gümrüksüz getirip satan Tuslog binalarına saldırırlar. Öte yandan Trabzon’daki gençler de Amerikan radar üssüne hücum ederler. 6. Filonun İzmir Limanı’na girmesi üzerine, İzmirli yurtsever gençler de sokaklara dökülürler. Artık ok yaydan çıkmış, ABD askerleri görüldükleri her yerde saldırıya uğramakta ve denize dökülmektedir. Bu öyle bir uyanış, öyle bir direniştir ki, İstanbul, İzmir gibi illerde bulunan genelevleri ziyaret(!) etmeye gelen ABD askerleri, genelev kadınlarının saldırısına uğramışlardır. Gençler bu durumu iyi kullanmış, ABD askerlerinin sadece cinsel istekleri için karaya ayak bastıklarını halka anlatmış, halkta büyük nefret uyandırmıştır.
- Filo eylemlerinden bir başkası ise gençlerin, 16 Şubat 1969’da, 6. Filo’yu protesto etmek için Beyazıt’ta on binlerce kişilik “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenlemesidir. Camilerde toplanan gericiler, bu mitinge saldırıp iki kişiyi öldürdükleri için, “Kanlı Pazar” denilen bu eylemin bütün yurtta gericiliğe karşı kamuoyu oluşumunda büyük bir etkisi olmuştur.
Bu olayda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı biri mühendis, diğeri öğrenci olan iki genç bıçaklanarak öldürülmüştür. Yaklaşık yüz kişi de yaralanmıştır. Ertesi gün Günaydın gazetesinde Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklandığı anın fotoğrafı yayınlandı; o sırada yanında duran polisin hiçbir müdahalede bulunmadığı görülüyordu.
Bu noktada gözden kaçmasını istemediğim iki ayrıntıya dikkat çekmek isterim. Kanlı Pazar’dan çok kısa bir süre önce Mehmet Şevki Eygi imzalı şöyle bir yazı yayınlanmıştı:
“Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekûn savaş kaçınılmaz hâle gelmiştir. Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf(tarafsız) kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim. Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak! Onlarda taş, sopa, demir, Molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz(!) Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.”
Komünizmle Mücadele Dernekleri Genel Başkanı İlhan Darandelioğlu ise, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde şöyle bir konuşma yapar:
“Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin.”
Gençlik açısından dönemin büyük ilgi çeken ve ses getiren bir başka aktivitesi ise sokak tiyatroları idi. Gençler, sanatı en büyük eleştiri ve örgütlenme aracı olarak görüp, bu şekilde halka daha iyi bir biçimde anlatmak istediklerini sunuyorlardı. Bu etkinliklere ‘Devrim İçin Hareket Tiyatrosu’ diyorlardı. Eylül 1968’de başlayan bu uygulama öylesine etkili olmuştur ki, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırasına kadar, sokaklarda, miting alanları ya da grevlerde yaklaşık 360 değişik oyun oynanmıştır.
Bu oyunlardan örnek verecek olursak, belki de en çok ses getirenlerinden biri “Köprü” oyunu idi. 1968 yılında bir grup genç üniversiteli, İstanbul Boğazı’na yapılacak olan Boğaz Köprüsü projesine karşı çıkarak, Hakkâri’de, Zap Irmağı üzerine “Devrimci Gençlik Köprüsü” adı altında bir asma köprü kurulması için kampanya başlatırlar. Gençler Zap’a, iktidar Boğaz’a köprüleri oturtur. Oyun, Zap köprüsüne dairdir. Ancak yıllar sonra, 1999’da ne hikmetse gençlerin yaptığı köprü kimliği belirsiz kişilerce havaya uçurulur![14]
Sonra tekrar işgal mevsimi başlar. 1969’da İÜ rektörlük binası işgali, AÜ Siyasal Fakültesi işgali, ODTÜ işgali ve en ünlü işgallerden biri olan İÜ Hukuk Fakültesi işgali baş gösterir. Kısa bir zaman sonra gençlik bir şehit daha verir toprağa. Bu kez ODTÜ’lü Taylan Özgür, Beyazıt’ta bir polis tarafından vurularak öldürülür.
Tüm bu olup bitenler sırasında Türkiye, birçok ABD’li diplomat ve yöneticilerin sıkça ziyaret ettikleri uğrak bir yer olmuştu. Ancak bunlardan birinin yeri diğerlerinden farklı idi. ABD’nin Vietnam’da verdiği sömürü savaşının aktörlerinden, Robert W. Commer nam-ı değer “Vietnam Kasabı” Türkiye’ye atanmış ve ODTÜ rektörünü ziyarete gelmişti. Bunu duyan gençler hemen harekete geçti. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Bülteni’nde şu açıklama yapıldı:
“Vietnam halkının Hanço (kasap) dediği casus-elçi Türkiye’ye neden geliyor?”
Protestolara rağmen ODTÜ’ye ayak basan Commer’i gençler rahat bırakmayacaktı. Commer’in Cadillac marka arabası fakülte önünde ters çevrilerek yakıldı. Gençler, Commer’in ayak basması ile karanlığa bürünen okullarını, yine onun arabası ile aydınlatmışlardı adeta…
Dönemin gençlerinin Vietnam gibi üzerinde durduğu bir başka konu ise Filistin sorunu idi. Filistin Kurtuluş Örgütü’nden oldukça etkilenmişlerdir. Örneğin, 1970 Kasım’ında Ürdün Krallığı’nın Filistin’e saldırması gençlerin büyük tepkisine yol açar. Ankara’daki Ürdün elçiliğini basan gençler, elçilik balkonuna Filistin bayrağı asarak, tepkilerini apaçık dile getirirler.
Artık gençlik her yerdedir ve bir hareketi ile yer yerinden oynamakta, binlerce kişiyi sokaklara dökebilmektedir. Eğitim sorununda, ulaşım sorununda, gıda sorununda, iç ve dış politikada söz sahibi ve yönlendirici olmaktadır…
Süreç saymakla bitmeyen ve her biri ses getiren gençlik eylemleri ile devam etti ve 1971’e dayandı![15]
VE BİR KAÇ NOT DAHA
Eski Dev-Genç Başkanı Ertuğrul Kürkçü’nün[16] ifadesiyle, “1968’de Türkiye bütün küreyle birlikte yüzyılın son devrimci dalgasının içinden geçiyordu. Yalnızca üniversite gençliği değil, eşzamanlı olarak fabrika işçileri, işsizler, topraksız ve üretici köylüler de kendi hakları için ayaktaydı.
Türkiye’de toplumsal hayat nasılsa öğrenci hayatı aşağı yukarı onu yansıtıyordu. Daha çok erkek egemen, toplumsal cinsiyet ayrımının tanınmadığı, ‘kadın-erkek eşit’ söyleminin geçerli olduğu ama erkeklerin ‘daha eşit’ oldukları bir dönemden söz edebiliriz.
Halkın belli kesimleri, özellikle üreticiler ve aydınlar devrimci harekete ilgiyle bakıyordu. Ama işçiler ve köylüler için devrimcilik henüz tanışmadıkları bir toplumsal-politik pratik olduğundan bu yeni davranışı anlamaya çalışıyorlardı. Toprak ve fabrika işgallerinde, gecekondu direnişlerinde, üretici mitinglerinde aktif olarak yer alanlar devrimci öğrencilerin en yakın dostlarıydı. Üniversite, sendikaların ve köylülerin uğrak yerleri arasındaydı.
Öğrenci hareketlerinin bugüne en önemli etkisi Türkiye’de parlamento dışında bir sivil politik alan yaratılması oldu. 1968 ‘devrimcilik’ diye özgül bir yaşam tarzının doğmasına da ebelik etti.
Benim aklımdan çıkmayan olaylardan biri, öğrenciyken çalıştığım Ankara Belediyesi Nâzım Plan Bürosu için Ankara’nın ücra gecekondu semtlerinden birinde anket yaparken yoksul mu yoksul bir yaşlı kadınla aramda geçen diyalog. Kadın benim ne iş yaptığımı sorunca, ‘Öğrenciyim, bu işte geçici olarak çalışıyorum’ dedim. ‘Boykot yapıyon mu?’ diye sordu. ‘Yapıyorum’ deyince, ‘Yapın yapın, başlarına yıkın dünyayı’ dedi bana.
O zaman, mesajımızı duymayan kimse kalmadığına, artık yoksul halkı kazandığımıza kalben inanmış, çok heyecanlanmıştım,” diye betimlediği 68’in Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i, Sinan Cemgil’i, İbrahim Kaypakkaya’sı ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz?
Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini değinelim…
Mesela Sinan Cemgil…
Adnan-Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme âdetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü.
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Ayrıca “Güneşi batmayan bir ada/ Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/ Adalıyım… Adalıyım,” diyen Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz?
Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Dersim Alevî Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “Devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Kızıldere’de katledildiğinde 25 yaşındaydı.
Dersim’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; ‘Varlık’, ‘Papirüs’, ‘Soyut’, ‘Türk Dili’ gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı…
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı…
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazer’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfretmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
Dillerindeki şarkı: Imagine
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı, dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı…
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlânâ resmi çizip altına “Ben insanım” yazıp hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi…
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin salı ve cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Âşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular…
“Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır.”[17]
30 Haziran 2016 14:19:52, Ankara.
N O T L A R
[1] 15 Temmuz 2016 tarihinde Çanakkale Assos’ta Kaldıraç’ın “Üniversiteler Boyun Eğmeyecek!” başlığıyla örgütlediği 11. Öğrenci Kampı’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:182, Eylül 2016…
[2] “Jonathan’dan Notlar…”, Koyu Kırmızı, Yıl:1, No:1, Eylül 2015, s.12.
[3] Maurice Blanchot, Hayalimdeki Michel Foucault, Çev: Ayşe Meral, Kabalcı Yayınevi, 2010.
[4] Temel Demirer, Marie-Claire Lavabre, Pierre Nahon, Sibel Özbudun, Yves Pages, Henri Rey, Sokakta ve Duvarda 1968, Özgür Üniversite Kitaplığı:23, Öteki Yayınevi, 1998.
[5] Özgür Mumcu, “Gezi Zamana Dayanır mı?”, Radikal, 29 Temmuz 2013, s.12.
[6] Hüseyin Pazarcı, “1968 Olaylarından Dersler”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2013, s.2.
[7] Alain Krivine, “Çıkarlar sağladılar, refaha ulaştılar, kasıldılar, artık hiçbir şey beklemiyorlar. Sağ elleri artık çalışmıyor, dilleri damaklarına yapışıyor. Ağızları lahit, mumya ve kefen kokuyor. Onlarla aşağı yukarı aynı yaştayım, ama politikada yaşları takvimler göstermiyor. İnsanın yaşı inançlarına, tutkularına, savaşlarına ve beklentilerine bağlı,” diye eleştirir vazgeçenleri…
[8] Sabetay Varol, “68 Türkiye’deki Öğrenci Hareketleri Nasıldı?”, Milliyet, 17 Mayıs 2008… http://www.milliyet.com.tr/—-turkiye-deki-ogrenci-hareketleri-nasildi-/sabetay-varol/pazar/yazardetay/18.05.2008/545562/default.htm
[9] Ayşe Hür, “Siyasi ve Kültürel Bir Karnaval: ‘Paris Mayıs 1968’…”, Radikal, 9 Haziran 2013… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/siyasi-ve-kulturel-bir-karnaval-Paris-Mayıs-1968-1136873/
[10] Louis Althusser’e göre, “Mayıs olaylarında mutlak belirleyici olan rolü, son tahlilde, dokuz milyon işçinin genel grevi oynamıştır. Üniversite öğrencilerinin, lise öğrencilerinin ve kafa emekçilerinin Mayıs olaylarına kitlesel katılışları çok önemli bir olaydı; ama bu, dokuz milyon işçinin iktisadi sınıf mücadelesine tâbi idi. Bu bizi birinci olguya getiriyor: kapitalist ülkelerimizde her gün piyasaya sürülen yorumlar ve açıklamalarda bu iki olayın (genel grev ve ‘öğrenci’ eylemleri) görece önem sırası tamamen tersine çevrilmiştir.”
[11] “Bu başkaldırının iki temel dayanağı vardı; birincisi, kız ve erkeğin birlikte yaşamasının yapacağı ilk çağrışım cinsellik değildir. İkincisi, cinsellik konusunda da bu insanlar özgürdürler ve bu da kimseyi ilgilendirmez. Amerika’da, ‘hippy movement’ diye bilinen bu hareket, Vietnam savaşına karşı, ‘savaşma aşk yap’ sloganı ile ortaya çıkmıştı. Almanya’da 1968 gençlik hareketi, Berlin şehrinde komün hayatını esas alan, kız ve erkeklerin birlikte kaldıkları ortak evlerin kurulmasıyla da başladı. İlk kurulan evler, ‘Kommune 1’ ve ‘Kommune 2’ diye bilinir. Bu kültür, daha sonra ‘Wonhgemeinschaft’ (oturma- yaşama ortaklığı) adı altında Alman genç kuşağın yaşam kültürünün ayrılmaz bir parçası oldu. Ben de Almanya’da yıllarca, kız- erkek karışık yaşadığımız bu evlerde kaldım. 1968’li abilerimizin de bu tür girişimleri olduğunu biliyorum. Kadının seks öznesi olarak görülmediği, kadın- erkek ilişkilerinde eşitliğin sağlanması doğrultusunda atılmış büyük adımlardı bunlar.” (Taner Akçam, “1968, Cinsel Özgürlük İsyanı idi”, Taraf, 18 Kasım 2013, s.5.)
[12] Çatışmaların en önemlisi ‘Barikatlar Gecesi’ denilen 10-11 Mayıs 1968 gecesi yaşandı. O geceye tanık olan Komünist Henri Weber şöyle anlatmıştı: “Fransız tarihinde barikatlar hep halk ayaklanmalarının kahramanlıklarına karışmıştır: 1830, 1848 ve [1871] Paris Komünü. Barikat bir simgedir, kralların ve gericilerin ordularına karşı işçilerin, fakirlerin savunusu…” (Henri Weber, aktaran: Ayşe Hür, “Siyasi ve Kültürel Bir Karnaval: ‘Paris Mayıs 1968’…”, Radikal, 9 Haziran 2013… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/siyasi-ve-kulturel-bir-karnaval-Paris-Mayıs-1968-1136873/)
[13] “68’den Günümüze Bitmeyen Özgürlük Mücadelesi”, Gündem, 5 Mayıs 2016, s.11.
[14] Devrimci Gençlik Köprüsü projesini yaşatmak isteyen örgütler 2010 Ekim ayında bir törenle köprüyü yeniden kullanıma açarlar ancak saldırılar bundan sonra da durmaz. Şimdiye kadar her saldırıdan sonra köprü, devrimci dayanışma ruhunu yaşatanlar tarafından her defasında onarılmıştır.
[15] Onur Aksoy, “60’ların Hürriyet Kuşağından 68’lerin Devrim Kuşağına Gençlik Hareketleri”, 19 Ocak 2013… http://sendika10.org/2013/01/60larin-hurriyet-kusagindan-68lerin-devrim-kusagina-genclik-hareketleri-onur-aksoy/
[16] “Biz biraz Doğuluyuz, Türkiyeliyiz dolayısıyla erkeğiz; kaşımızın birinin havada olması icap eder. Bu roller daha önceden tanımlanmış ama içeriye döndüğünüz zaman arkadaşlık ilişkisinin hiçbir şekilde farklı olmaması. Mesela Öcalan’ın hayatı böyle olmayabilir ama ‘başkan’ gibi davranmaya kalktığı an Mahir’in siyasi hayatı son bulurdu. Futbol oynar, espri yapar, dalga geçer; işte ne konuşulabilirse erkek çocukları arasında, bunların hepsinin konuşulduğu bir şey. İyi tarafı ne zaman ciddileşmek gerekirse o zaman hızla ciddileşirdi. Bu arkadaşlıklarımdan çok şey kazandım.” (Emre Ünsallı, “HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü: Seni Yakaladığımı Söyle ki…”, Aktüel, No:143, 10 Aralık 2013… http://www.aktuel.com.tr/gundem/2013/12/10/seni775-yakaladigimi-soyle-ki775-i775krami775ye-alayim)
[17] Soner Yalçın, “68 Kuşağını İyi Tanıyor musunuz?”, Hürriyet, 11 Aralık 2010… http://www.hurriyet.com.tr/68-kusagini-iyi-taniyor-musunuz-16512571