Yaşar Kazıcı / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız
Uzun süredir ‘barış’ kavramı Kürt siyasetinin diline dolanmış bir kavram olarak gündelik siyasette önemini korumaya devam ediyor. Barış kavramının Kürdistan’ın mevcut işgal altında olduğu gerçekliği karşısında ne anlama geldiğine yakından bakmamız gerekiyor. Başlıktaki soruya doğru cevap verebilmek için; özellikle de kavramların içinin boşaltıldığı ve ideolojik bulanıklığın kendisinin bir ideoloji halini aldığı bir ortamda öncelikle barış kavramının kendisini gerçeğe uygun bir şekilde tanımlaya ihtiyacımız var. Biçimsel olarak bakıldığında oldukça pozitif çağrışımlar uyandıran, savaş karşıtlığıyla birlikte sıklıkla kullanılan barış kavramı; mevcut iki tarafın birbirileriyle savaşında, bir tarafın diğer tarafa başta egemenliği olmak üzere istediği koşulları kabul ettirmesi anlamına gelir. Buna uzlaşı denilse de bir savaşın her iki tarafı aynı anda kazanamaz. Özellikle de bir halk ile bir devlet savaşıyorsa. Tarihteki savaşlar ve barış anlaşmaları incelendiğinde birbirilerinin devamı olan olaylar olduğu çok açık bir şekilde görülecektir. Önce savaş yapılır, taraflar birbirlerini ölçer, tartar, tüm güçlerini sonuna kadar kullanır. Savaşın hemen bitiminde yapılan barış anlaşmalarıyla; savaşta üstünlüğünü ispatlayan tarafın, artık savaşacak gücü kalmayan taraf üzerinde kesin zaferini kazandığı tescillenir. Barış anlaşması özetle savaşı kazanan tarafın bir dizi şartlarını içeren ve savaşı kaybeden tarafın da kabul etmek dışında bir şansının kalmadığı mutabakattır. Bu mutabakatın oluşması için savaşı kazanan taraf; ya yenilen tarafı çağırarak ya da mecbur bırakarak masaya getirir, tarihte bu durumun yığınla örneği vardır.
Bu genel girizgahtan sonra direk şu soruyu sorayım; Kürdistan’da uzun süredir barış üzerine yığınla söz edildi, defalarca Türk Devleti karşısında ateşkes ilan edilerek masaya çağrıldı. Kürtler uzun süredir verdiği savaş sonunda Kuzey’de bir zafer mi kazandı Türk Devleti’ni kendi taleplerini kabul etmesi için masaya çağırıyor? Yoksa ortada kimseye söylenmeyen bir yenilgi mi var da Türk Devleti’yle barış anlaşması yapmak dışında başka bir seçenek kalmamış gibi davranılıyor?
Savaşan tarafın savaşa devam etmesi ya da savaşı bitirmesi ve savaş dışında farklı mücadele biçimlerini benimsemesi gibi kararları elbette ki kendi örgütsel iradesi olarak görülmeli, saygı gösterilmelidir. Bu siyasal öznelerin bileceği bir iştir. Ancak meselemiz; savaşana savaşma, savaşmayana da savaş demek gibi bir şey değildir. Tarif edilen ‘barış’ kavramına dair yapılan eleştirel yorumlamalar ‘savaşa devam edin’ gibi bir hadsizliği de içermiyor. Tartışılan konu Kürdistan sosyolojisinin ve siyasetinin neredeyse son 20 yılına hakim olan, tüm siyasi hareketleri etkileyen, içeriği bir türlü doldurulamayan, Kürt tarafının tek yanlı olarak halen devam ettirdiği, sürekli bir çağrı içerisinde olduğu, Türk tarafının ise işine geldiğinde dönemsel olarak kendini rahatlatabilmek, ulusal hareketi oyalamak açısından başvurduğu ‘barış’ gibi dejenere olmuş bir kavram meselesidir. Bu kavramı siyaset sahnesinde sıkça işlemeye devam eden hareketin neyi işaret ettiğinden bağımsız olarak; başlığa kendi durduğum noktadan cevaplar vermek istiyorum.
Öncelikle her savaş kötü olmadığı gibi her barışta iyi değildir. Ezilenlerin tarih boyunca haklı savaşları olduğu gibi egemenlerin de kirli amaçlarını gerçekleştirebilmek için yığınla savaşı mevcuttur ve halen de emperyalizm çağında devam etmektedir. Marksistler için savaşlar ve barışlara yaklaşım; kimin kime karşı savaştığına ve savaşın sonunda imzalanacak barışla kimin kime karşı egemenliğini kabul ettireceğine göre değişir. Meseleyi Kürdistan üzerinden yorumlarsak; Kürt ulusu Osmanlı’dan Türk Devleti’nin kuruluşuna ve bugüne kadar her zaman haklı savaşın tarafı oldular. Kürdistan’ı dört parçaya bölüp parçalayanlar ise ülkemiz üzerinde işgalci olarak tanımlanması gereken, bir halk üzerinde haksız amaçlar için savaşan taraflar oldular.
Haksız savaşın tarafı olan sömürgeci devletler tüm askeri\paramiliter güçleriyle temel yöntemleri olan kaba şiddetle Kürdistan’da varlığını korumaya, iktidarı sıkı sıkı tutmaya devam ediyorlar. Bunun tam karşısında ise yüzyıllardır devam eden, soykırımlara uğramasına rağmen bitirilemeyen bir halkın en haklı talebi olan kendi ülkesinde özgürce, kendi siyasi varlığıyla, yabancı bir idare tarafından yönetilmediği, bağımsız bir şekilde yaşama isteği yer alıyor. Karşıt iki çıkara sahip olan tarafların aynı anda ‘kazan-kazan’ formülüyle ‘barış’ mutabakatlarına sahip olamayacağı bir Kürdistan gerçekliği var. Mevcutta iktidarı elinde bulunduran haksız taraf zaten uzun bir süredir tüm devlet organlarıyla, topraklarını ilhak ettiği Kürdistan’da yer alıyor. Buna karşı haklı olan Kürt tarafı bu egemenliğe son vermek için 200 yıla yakındır farklı dönemlerde farklı örgütlerin önderliğinde öz olarak ulusal kurtuluş şeklinde tarif edeceğimiz bir mücadeleyi sürdürüyor.
Köleleştirilen bir ulus, köle sahibinin genel çıkarlarına gerçek anlamda onarılması güç zararlar verir, onu ülkesinde barındırmaz noktaya getirmedikçe sömürgeci hiçbir güç bu kölece ilişkiyi ‘barış’ gibi soyut bir kavramın hatırına bitirmek istemez. Sömürgeleştiği bir ülke ve ulus üzerinde ekonomik\siyasi\coğrafik vb. çıkarları olan bir güç neden durduk yerde, üstelik ezdiği ulusun hiçte kendisiyle baş edebilen bir güç olduğunu düşünmüyorken, ezdiği ulustan birileri sırf olmayan vicdanına sesleniyor diye sömürgeci çıkarlarından vazgeçsin? Bu akıl işi mi? Sömürgeci mantığın hiçbir akıl yürütmesinde ahlak ve vicdana yer yoktur, onun için esas olan başka bir ülkenin toprakları üzerinde egemen olmanın sağladığı avantajlardır. Ki onu sömürgeci yapan da bu özelliklere sahip olmasıdır. Haliyle vicdan ve ahlaka çağrı sömürgeciliğe karşı siyasal mücadelede hiçte yeri bulunmayan oldukça zayıf girişimlerdir. Peki, başlıktaki soruyu derinleştirelim haksız tarafın sömürgeci ilişkileri sürdürme konusunda ısrarcı olduğu, sömürge olan tarafın ise ulusal özgürlük düşleriyle yanıp tutuştuğu ve bütün bunların tek bir toprak parçası üzerinde yani Kürdistan’da gerçekleştiği bir denklemde aynı anda hem sömürgeciliğin devam ettiği hem de Kürtlerin özgürce ülkesinde yaşayabildiği bir durum nasıl yaratılabilir? Kürdistan hem sömürge hem de aynı anda özgür ve bağımsız bir ülke olabilir mi? Kürtler aynı anda hem köle bir ulus hem de özgür bir ulus haline nasıl gelebilir? Öyleyse bu bahsin kapanması için ya Kürtler ulusal mücadelesinden vazgeçer ya da sömürgeci güçler haksız savaşından, bu uzlaşmaz çelişkinin başka türlü kırılma şansı yoktur. Kürtlerin özgürlüğünden vazgeçmeyeceği aşikar ise geriye kalan sömürgecilerin çıkarlarından vazgeçmesidir. Sömürgecilerin de vazgeçeceği koşullar oluşturulamamışsa? Geriye kalan seçenek sömürgecilerin genel çıkarlarının, ülke üzerindeki egemenliğinin kabulü ile kısmi tavizler verdiği (kültürel, idari, yönetsel); sömürge olanın ise ulus olmaktan gelen temel taleplerini geri çektiği bir durumdur. Kürdistan’ın siyasetine ve sosyolojisine son 20 yıldır hakim olan ‘barış’ kavramının doldurduğu yer, taşıdığı anlam işte tam da burasıdır. Ancak buna rağmen taleplerini yumuşatan Kürt tarafının sürekli gerçekleşen çağrılarına, sömürgecilerin yine egemen olarak kalıp sadece ufak tavizlerde bulunacakları bir ‘barış’ dahi sağlanamıyor. Öyleyse yine başa dönüyoruz, bir tarafın kesin yenilgisine dayanan savaşın sonucuna ‘barış’ denir.
Yeri gelmişken söyleyeyim; köylü hareketi olarak ortaya çıkan, devletle on yıllarca savaşan FARC, Kolombiya hükümetiyle barış anlaşması imzaladığı dönemde ülkemizin barış sevdalıları bu örneği sıkça işlediler, sempatiyle baktılar. FARC’ın imzaladığı anlaşma çıkış noktasındaki taleplerinin oldukça gerisindeydi. Taleplerin geriye çekilmesi ve beraberinde silahların teslim edilmesiyle son aşaması da kısa sürede tamamlandı. Anlaşma sonrası FARC yasal bir partiyle yoluna devam etti ancak seçimlerde aldığı sonuç, kendi içinde yaşadığı problemler, siyaset arenasında kendi kendini tasfiye eden bir hareket olarak adını tarihe geçirdi.