Ana SayfaNIVÎSKARÊNYüzüncü yılda Sevr’den Lozan’a Kürtler / DOSYA

Yüzüncü yılda Sevr’den Lozan’a Kürtler / DOSYA

Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgiler almasına ve bu yenilgiler neticesinde şartları çok ağır Mondros Mütarekesini 30 Ekim 1918 tarihinde imzalamak zorunda bırakıldı. Mondros Mütarekesinin bazı maddeleri Kürtleri de yakından ilgilendirmektedir: Erzurum, Van, Harput, Bitlis, Sivas, Diyarbakır gibi şehirlerin, Mondros Mütarekesi metninde “Altı Ermeni Vilayeti” olarak anılması Kürtlerin tepkisine yol açar. Ayrıca o dönemde, İngilizlerin Mondros’u gerekçe göstererek Musul’u işgal etmesi ve akabinde Osmanlı Devleti’nin Musul’dan çekilmesi Osmanlı Kürdistanı’nın Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrılmasına sebep olmuş ve Kürtlerin bir bütünlük içinde hareket etmesine engel olmuştur. ( Özen,2021;41)

Bu gelişmeler Kürtlerin, Türk yönetimine karşı kuşku duymalarına ve kendi başlarının çarelerini aramaya itecektir.

Kürtler örgütleniyor:

Bu koşullarda, 17 Aralık 1918’de İstanbul’da, bazı Kürt aydınları tarafından Kürdistan Teali Cemiyeti  (KTC)kuruluşunu ilan eder. Başkanı Seyid Abdülkadir olan cemiyetin amacı, “Kürtlerin genel çıkarlarının sağlanması ve gelişmelerinin kolaylaştırılması”dır.  KTC kurulduktan sonra Kürdistan’da örgütlenmeye gider ve kısa zamanda on dokuz şubesi açılır. (Malmîsanij, 2020;49)

Bu arada, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson 8 Ocak 1918’de on dört prensibini açıklar. Bu prensiplerin on ikincisi şöyledir:

“Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik sağlanmalı, ancak Türk yönetimindeki diğer milletlere de her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliği ve kesinlikle taciz edilmeden özerk gelişmeleri için olanak sağlanmalıdır ve de Çanakkale boğazı milletlerarası güvenceler altında tüm milletlerin ticaretine ve gemilerine özgür geçiş yolu olarak sürekli açık tutulmalıdır.” (Malmîsanij, 2020;55)

Bu madde, o dönemin Kürtler ve Kürdistan ile ilgili tartışmalarında, Kürt siyasetçileri ve aydınları tarafından sık sık dile getirilir.

İttihat ve Terakki’nin (İTC) iktidarda düşmesinin ardından daha liberal bir politika izleyeceğini açıklayan Hürriyet ve İtilaf Fıkrası hükümet kurar. İktidar partisi ile KTC arasında başlayan görüşmeler,  22 Aralık 1918 tarihinde imzalanan anlaşmayla sona erer. Buna göre:

“Programında esasen idare-i mahalliyeyi kabul eden Hürriyet ve İtilâf Fırkası Merkez-i Umumisi ile Kürdistan Cemiyeti arasında madde-i âtiye üzerine itilaf-ı tâm hâsıl olarak her iki taraf avn-î Bâri’ye istinaden memleketin selâmeti ve hukuk-u Hilâfetin muhafazası için müttefikan çalışmayı deruhde eder.”

“Madde-Ekseriyeti Kürd kavminin sâkin bulunduğu memleketler, siyasetten Hilâfet-i İslâmiye ve Saltanat-ı Osmaniye’ye merbut (bağlı) olmak şartiyle umum ehalinin ekseriyeti tarafından müntahap (seçilmiş) bir âmirin riyaseti altında idare-i muhtâriyeyi haiz olacaktır.” (Malmîsanij, 2020;56) Altında her iki tarafın mühürleri ile katılanların ıslak imzaları var.

Görüşmeler bununla da bitmeyecek, Cemiyet ile Hükümet üyeleri arasında da devam edecektir. 10 Temmuz 1919’da Hükümet üyelerinden Eski Şeyhülislam Haydarizade [İbrahim], Denizcilik Bakanı Avni Paşa ve eski Savunma Bakanı Abuk Paşa ile KTC üyelerinden Cemiyet Başkan Yardımcısı Emin Ali Bedirhan ile Murat Bedirhan arasında yapılan görüşmelerde şu kararlar alınır:

“1-Osmanlı camiası içinde kalması şartıyla Kürdistan’a özerklik verilecek.

2-Bu özerkliğin ilanı ve uygulanması için hemen etkin tedbirler alınacak.” (Malmîsanij, 2020;58)

Bilinenin aksine 1919 yılının Ocak ayında Paris’te başlayan Barış görüşmelerine Kürt tarafı hiç de hazırlıksız değildir; gerek içerde hükümetle olsun gerekse dışarda itilaf devletleri ile olsun gerekli temasları yapıyorlardı, ama ulusal birlik sağlanmış değildi.

Bu dönemde Kürt siyasileri arasında üç ayrım kendini gösteriyor; bağımsızlık yanlıları, özerklik yanlıları ve Kürt siyasi tarihinde hiç eksik olmayan işbirlikçiler.

Bağımsızlık yanlıları; bunlar genellikle resmi devlet okullarında okumuş, batı kültüründen etkilenmiş aydınlar ile Bedirhanzadeler ve Babanzadeler gibi bazı eski Kürt hanedan ailelerinin mensuplarıydı. Bunların bir kısmı Osmanlıların sivil ya da askeri bürokrasisi içinde bizzat bulunmuştu.

Özerklik yanlıları; Şeyh Ubeydullah’ın oğlu KTC Başkanı Seyid Abdülkadir ile geleneksel medrese eğitimini almış mollalar ile şeyhler gibi dinsel kesimin temsilcileriydi. Bunlar, Osmanlı’dan ayrılma taraftarı değildiler.

 İşbirlikçiler; bunlar, en büyük grup olup, Kürtlerin kaderini Türk milliyetçilerine bağlamışlar ve onlarla birlikte hareket ediyorlardı. İçlerinde bazı mebusların da bulunduğu bu grup, Kürtlük davasından vazgeçen, “ilkesiz” kişiliklerdi. Bu gruptakiler, Sevr Barış görüşmelerinde Kürt temsilcisi Şerif Paşa’nın Ermeni delegasyonu ile Barış Konferansına ortak bildiri sunmasında oldukça rahatsız olmuşlar ve bu rahatsızlıklarını yerel Kuvâ-yi Milliye’cilerin yönlendirmesiyle Erzurum’dan Diyarbakır’a kadar, Kürdistan’ın genelinde çektikleri telgraflarla çok sert tepki gösterilmişler; “Osmanlı Hilafeti ’ne ve Saltanatına bağlılık”larını açıklamışlardır.

Paris Barış Görüşmelerine Gidilirken:

Sevr’de imzalanacak antlaşmanın hazırlık aşamasında, Paris’te başlatılan görüşmelere İtalya’nın San Remo şehrinde devam edilerek son şekli verilir.

Paris görüşmelerine KTC’yi temsilen Şerif Paşa’ya onay verildi. Şerif Paşa, Wilson Prensiplerine, özellikle yukarıda değinilen 12. maddesini dayanak göstererek Kürt haklarını savundu.

Şerif Paşa, Barış Konferansı Kürt Delegasyonu Başkanı imzasıyla Kürtler adına İtilaf Devletleri yetkililerine ve Barış Konferansı Sekreterliğine birçok başvuruda bulundu. Bu başvuruların önemlilerinden biri 22 Mart 1919, biri de 1 Mart 1920 tarihini taşımaktadır. 20 Kasım 1919’da ise Kürt Delegasyonu Şerif Paşa ve Ermenistan Devleti Delegasyonu Başkanı ile Ermeni Delegasyonu Başkanı Boğos Nubar Paşa, Barış Konferansı Başkanı’na ortak bir bildiri sundular; ortak bildiride her iki ulusun, büyük güçlerin denetiminde, bağımsızlıklarına kavuşma talebinde bulundular. Yine aynı gün iki heyet arasında süren olumsuz imajı silmek için Şerif Paşa, Ermeni sorununun abartılmaması gerektiğini bildirerek, “Kürdistan’da bulunan diğer azınlıklarla birlikte sorunlarını karşılıklı saygı temelinde çözmek kararlılığında olduklarını” söyleyerek, gerginleşen ortamı yumuşatmaya çalışır. Fakat bu bildiri, geçen süre içinde Kürt kamuoyunda Ermeniler hakkında telafisi mümkün olmayan imajını düzeltmeye yetmedi.

Kürt kamuoyunda gerginleşen havayı yumuşatmak için KTC, Kürtleri sakinleştirmeye çalışırken, İstanbul’da yayın yapan KTC’nin yayın organı Kürdistan dergisi de, Paris Barış görüşmelerine Kürtlerin dikkatli ve birlik içinde hareket etmeleri gerektiğini yazar; aksi halde bir gün uyandıklarında başlarının ucunda “başka bir bayrak” görmeleri kaçınılmaz olacaktır: “Kürdistan uyuyor. Uykusu derindir. Uyandığımız zaman başımızın ucunda başka bir bayrak göreceğiz. O vakit yapacağımız her bir hareket, mezbûhane  (ümitsiz) bir feryattan başka bir şey değildir.”  (Malmîsanij, 2020;62)

Kürt delegesi Şerif Paşa da 14 Nisan 1919’da taleplerini özetler:

“Kısacası hukuken bize ait {hakkımız} olan bağımsızlığı talep ediyoruz. Yalnızca bu bize ilerleme ve medeniyet yolunda mücadele etmeyi, yurdumuzun zenginliklerinden yararlanmayı ve komşularımızla barış içinde yaşamayı sağlayacaktır.” (Malmîsanij, 2020;63)

Kürt siyasetçilerinin gerek kendi aralarında gerekse İtilaf Devletlerinin yetkileriyle yaptıkları görüşmelerde, kurulacak Kürdistan Devleti’nin sınırları, denizlere açılacak şekilde düzenlenmesini ısrarla talep ediyorlar. Kürdistan’ın yaşaması için böyle bir kapıya ihtiyaç var. Şerif Paşa tarafından 1 Mart 1920 tarihinde Barış Konferansı yetkililerine sunulan muhtırada, Kürt taleplerini şöyle dile getirir:

“Yugoslavya, Polonya ve Ermenistan’daki emsalleri esas olarak Kürdistan’a, petrolü ve diğer madeni ve orman kaynaklı zenginliklerinin akışı için Akdeniz’e, hatta Hazar Denizi’ne, bir çıkış tahsis edilmesini talep ediyoruz.”   (Malmîsanij, 2020;64)

Kürtler, tarihlerinde ilk kez uluslararası bir konferansta kendi petrollerinden söz ediyorlar; bu önemli bir gelişme olsa gerek.

San Remo Konferansı:

Sevr Antlaşması imzalanmadan önce, antlaşmanın şartlarını hazırlamak üzere 19-26 Nisan 1920’de, İtalya’nın San Remo şehrinde milletlerarası bir konferans toplandı. Konferansın sonunda Sevr Antlaşması’nın maddeleri ortaya çıkar.

5 Mayıs 1920’de kamuoyuna yansıyan kararlara göre Kürdistan’ın bölünmesi kesinleşmiş, Musul vilayetinin Mezopotamya bölgesine dâhil edilmesi ve Britanya’nın mandası altına girmesi konusunda anlaşılmıştı. Bugün Rojava olarak tanımlanan Kürdistan’ın Batısı Fransa’nın mandası altına bırakılmıştı. Uzun zamandır İngilizlerin masada tuttuğu bağımsız bir Kürdistan fikri ise Osmanlı yönetimi altında kalan kuzeydeki topraklar üzerinde ve şimdilik “özerk bir Kürdistan” olarak hayata geçirilecekti. Bu kararlar Kürtler arasında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. (Bayır,2021;21)

Kürt Teali Cemiyeti, İngiltere’nin Kürdistan’ı güney-kuzey olarak ikiye ayırmasına şiddetle karşı çıkar.  Seyit Abdülkadir 2 Ekim 1919’da Barış Kongresi Başkanlığı’na gönderdiği bir nota da “Kürdistan’da eğer bir sükûnet sağlanması isteniyorsa barış görüşmelerinde ortaya çıkan ülkenin bölünmüşlüğünden vazgeçilmesini ve farklı ülkelerin mandası altına sokulmasının engellenmesini” ister. Kürdistan’ın coğrafik ve etnik olarak bölünmesine karşı çıkan Kürt Teali Cemiyeti’nin bu çıkışı İngiltere’nin hoşuna gitmez; Kemalistlerin teşvikiyle, İstanbul Hükümeti tarafından Ekim 1919’da İstanbul’da Kürtlere karşı girişilen temizlik hareketine, İstanbul’u işgali altından bulunduran İngiliz komutanlığı sesiz kalarak eylemi destekleyecektir.

San Remo görüşmelerde 62-64. maddeleri Kürtleri ilgilendirirken, 89 ve 90. maddeleri, çoğunluğunun Kürt nüfusun yaşadığı Bitlis, Van ve Erzurum vilayetlerinin Ermenilere verileceği belirtilir. Bu maddeler hem 62. maddeyle çelişir hem de Kürt tarafında infiale neden olur. KTC başkan Yardımcısı Emin Âli Bedirhan ve Genel Sekreteri Hamdi, İstanbul’daki İngiltere Yüksek Komiseri’ne yaptıkları yazılı başvuruda, cemiyet olarak Şerif Paşa’yı Barış Konferansı delegeliğinden aldıklarını bildirirler. Şerif Paşa’da 23 Nisan 1920’de Stamboul gazetesine gönderdiği bir telgrafta, Barış Konferansı’ndaki Kürt delegasyonu başkanlığından istifa ettiğini bildirir. Keza 27 Nisan 1920 tarihli bir açıklamasında, İstanbul Kürt Kulübü ile kendisi arasında Kürdistan’ın siyasal statüsü konusundaki anlaşmazlık nedeniyle istifa ettiğini yazar. Alınan bu kararları protesto eden KTC Başkanı Seyid Abdülkadir, 17 Mayıs 1920’de Kürt Kulüpleri adına çektiği telgrafta “Kürt halkının konferansta temsil edilmediğini bu nedenle konferansın geçersiz olacağını” söyleyecek. (Bayır,2021;21)

San Remo’da alınan kararlardan biri de Osmanlı yönetimi altında kuzeydeki topraklarda “özerk bir Kürdistan’ın kurulmasıydı. Anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde eğer bu “özerk Kürdistan”da yaşayan Kürtlerin çoğunluğu Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurarak Türklerden ayrılmak istediklerini gösterebilirlerse ve eğer Konsey bu talebi uygun bulur ve tavsiye ederse Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkı tanınacaktı. Osmanlı Devleti şimdiden böyle bir tavsiyeyi yerine getirmeyi kabul ediyordu. Daha da önemlisi eğer bağımsız bir Kürt devleti kurulacak olursa, İtilaf güçleri ve İngilizler, Kürdistan’ın Musul vilayetine dâhil edilmiş bölümünde yaşayan Kürtlerin kurulacak bağımsız Kürt devletine gönüllü olarak katılmalarına ilişkin olası talebine itiraz etmeyeceklerini taahhüt ediyorlardı. Bu kararlar daha sonra Sevr Anlaşması madde 62-64 halini alacaktır. (Bayır,2021;22)

Böylelikle aslında şimdilik bölünen bu iki parça Kürdistan’ın yakın bir gelecekte birleşmesi en azından kâğıt üzerinde öngörülmüştü. Fransızlara terkedildiği anlaşılan Rojava ise San Remo’da İngiliz ve Osmanlı kontrolü altında kalan Kürdistan’ın iki parçası için taahhüt edilen bu statünün dışında kalmıştı.

Telgraf Savaşları:

Kürt aydın ve siyasetçileri ve hatta Kürt halkı arasında gelişen bağımsızlık arayışları, Anadolu’da güçlenmekte olan Kemalist hareketi tedirgin etmeye başladı. Kemalistler bunu önlemek ve karşı propagandaya geliştirmek için Kürt aşiret liderlerinden ve bazı etkin kişilerden ikna edebildiklerini gönüllü, ikna edemediklerini de çeşitli bahanelerle yanlarına çekerek, bir telgraf savaşı başlattılar.

Kürtler adına, Şerif Paşa ve KTC aleyhine, İstanbul Hükümeti’ne, yabancı devlet elçiliklerine, gazetelere ve Paris’teki Barış Konferansı’na çekilen telgraflarda Şerif Paşa’nın Kürtleri temsil etmediği, Kürtlerin Türklerle kardeş oldukları, birlikte yaşamak istedikleri ve Osmanlı yönetiminden ayrılmak istemediklerini belirten açıklamalar yapılır.

Telgraflar, bazı Kürt aşiret reisleri ya da Kürdistan’da etkin kişilerin imzalarını taşısalar da, bu telgrafların, başında Mustafa Kemal’in bulunduğu Temsilciler Kurulu (Heyet-i Temsiliye) ve onun taraftarı yerel askeri ve sivil devlet görevlilerince organize edildiği anlaşılıyor. Bunu Temsilciler Kurulu kararlarından anlamak mümkündür. Örneğin 6 Kasım 1335 {1919}’da, “Kürt ağaları {ve} eşrafının hükümete ve temsilcilere telgraflar çekmesinin sağlanması için kolordulara ve vilayetlere” yazı yazılır. Temsilciler Kurulu’ndan direktif alan kolordu kumandanları ve valiler, bu telgrafları organize ederler. Telgraflar değişik illerden çekildikleri hâlde, bazılarının metinlerinin neredeyse aynı olması ve aynı günlerde ortaya çıkmaları da en azından bir kısmının planlı olarak bölgedeki askeri ve sivil devlet yetkililerince düzenlenip söz konusu Kürtlere çektirilmiş olduğunu akla getiriyor.   (Malmîsanij, 2020;67)

Bazı aşiret reislerinin ise nasıl satın alındıklarını Erzurum Merkezli 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir tarafından açıklanır:

“Teşkilata dâhil bazı rüesanın {reislerin} muntazam aylıklarını vermek de maddi kuvvet idi.” Bu “aylıklar”ı almak için kuşkusuz devletle, devletin “teşkilat”ıyla (istihbaratıyla) çalışmak gerekiyordu. Devlet yönetimi, “nüfuz-u hükümetin istikrarı içün” Kürt ağalarına ve “icab edenlere” akçe ve rütbe vermeyi ihmal etmiyordu. (Malmîsanij, 2020;68)

19-23 Şubat 1920 tarihleri arasında Fransız Yüksek Komiserliği’ne, Erzincan, Van, Tercan, Hasankale ve Elazığ’dan aşiret liderleri tarafından protesto telgraflarının çekildiği, Fransız Kürdistan Dosyası’nda mevcuttur. Bu protesto telgraflarından biri de Erzincan’dan çekilmiştir.

“22 Şubat 1920/Fransız Yüksek Komiserliği’ne

Gazetelerden öğrendiğimize göre şu anda Paris’te oturan ve Kürt olduğunu iddia eden Şerif Paşa, Türkiye’deki entrikalarında başarılı olmadığı için, Bogos  Nubar ile birlikte, gerçekte kişisel çıkarları için Barış Konferansı’na baş vurmuştur. Bu nedenle Barış Konferansı’na bildiririz ki Kürtler, soy ve din olarak Türklerle aynı ülke içerisinde birleştikleri yasal kardeşlerdir. Osmanlı Hükümeti’nden başka hiç kimsenin Kürtler adına konuşma hakkı yoktur ve hiç kimse onlara canlılık veren duyguların yorumcusu olamaz. Osmanlı tarihi içinde Kürtler arasında hiç bir yapılmamıştır. Ve bütün savaşlarda Kürtler, Türklerle birlikte ön saflarda kanlarını akıtmışlardır. Acaba Rus orduları ülkemizden çekildikten sonra Ermeniler tarafından katledilen Müslüman halkın %80’inin Kürt olduğunu bugün Bogos Nubar’la uzlaşan Şefik Paşa bilmiyor mu? Öyleyse Ermenilerle işbirliği yapma çabaları sonuçsuz kalacaktır. İmparatorluk topraklarından bir kısmını ayırıp Kürtlere vermek gelecekte Ermenilere yeni bir ülke hazırlamak demektir.

Barış Konferansı’nın dikkatine sunuyoruz ki, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak için varlığımızdan hiçbir şey bırakmaksızın yok etmeleri gerektiğini kendilerine bildiririz.

Balaban Aşiret Reisi, Paşa Bey/Başuranlı Aşiret Reisi, Yusuf/ Bodmanlı Aşiret Reisi, Seyit Yusuf/Bal Aşiret Reisi, Eyüp/Medanlı Aşiret Reisi, Çiçek/Görçeli Aşiret Reisi, Yusuf/ Abbas Aşiret Reisi, Seyit Ali/Rol Aşiret Reisi, Hasan/Şadi Aşiret Reisi, Reisi, Yusuf/ Zisanlı aşiret Reisi, Muhsin” (Özgül,2010; 185-186) (*1)

Telgraf dilinin, devletin resmi dili olduğu ilk okunuşta anlaşılmaktadır. Burada ismi yazılı aşiretlerin bir kısmının da hayali olma ihtimali oldukça yüksektir. Bu tespiti, Jîn dergisi de yapmaktadır; “bazı Kürt aşiretlerinin Türk Hükümetini desteklediklerini ve Osmanlıya bağlı kaldıklarını bildiren telgrafların baskı altında alındığını, bu nedenle gerçeği yansıtmadığını” bildirir. Kürdistan Teali Cemiyeti de yayınladığı bir bildiri ile Şerif Paşa’ya sahip çıkar. Gazetelerde yayınlanan haberlerin yanlı ve tahrif edildiğini belirten bildiri şöyle devam eder: “Bu son iki ay zarfında Kürdistan’ın bazı mahallerinden kimlere ve ne süratle ve hangi maksatla yazdırıldığı malum olan telgraflar” ifadesiyle telgrafların kaynağına ilişkin imada bulunulurken, “Kuvâ-yi Milliye’nin  Kürdistan’a müstevli olduğu (istila ettiği) tarihe kadar bila-istisnâ Kürd milleti Şerif Paşa’yı kendi mümessili (temsilcisi) tanımıştır.”  sözleriyle tepkilerin adresini açıkça belirtmiştir. (Malmîsanij, 2020;69)

Kızılbaş ağırlıklı Serhat Kürtlerinin çektikleri telgraflarda, daha çok Ermeni konusu işlenirken, daha güneyde ve Sünni Kürt ağırlıklı kesimlerden gönderilen telgraflarda Sultan’a, Halife’ye bağlılık ve İslam kardeşliği işlenmiştir. Halifeye bağlılık gösterisi Mustafa Kemal’in işine gelir. Zira Mustafa Kemal işgal altındaki Halifeyi ve ülkesini düşmanlardan kurtarmak için harekete geçtikleri tezini sürekli gündemde tutarak bu kesimleri yanına çekmeyi başarır.  19 Mart 1920’da Elazığ’dan 22 Kürt aşiretinin imzaladığı bir bildiride, önce İslam oldukları ve İslam’ın Türk-Kürt ayırımı yapmadığını tek bir şefe-halifeye bağlı olduklarını bildirirler. 14 Aralık 1919 tarihinde Diyarbakır bölgesinden İstanbul’a çekilen önemli bir telgrafta, Diyarbakır Belediye Reisi Ahmed Halid, Müftü Abdurrahman ve eşraf ile ulemadan 13 kişinin imzası var. Bu telgrafta, Kürt Kavimi’nin Osmanlı Halifesi’ ne ve Saltanatına bağlı olduğu ve bazı kötü niyetlilerce (*2) ifade edilenin aksine Kürtlerin ayrılmayı tasvip etmedikleri bildirilmektedir. Ayrıca Kürtlerin asırlardan beri “Saltanat-ı Kübra” etrafında toplandığı belirtilerek, Kürt milletinin asaletine ve dini bağlarına vurgu yapılmıştır.

Kürdistan’ın Ermenistan Olacağı Endişesi:

Kürt ulusal bilincinin önüne geçmek için Kemalistlerin özenle kurguladıkları ve Kürtlerin de hassas oldukları Ermeni sorunudur. Kürdistan’ın Ermenistan olacağı söylentisini Kürtler arasında yayarlar. Bölgede o dönemin en yetkili askeri komutanı olan Kâzım Karabekir, Mayıs 1919’da açıkça Kürtleri şerbetlediğini (büyülediğini) yazar. “Dikkat edeceğimiz mühim bir mesele de Kürtlük cereyanıdır. İstanbul’da bu hususta büyük faaliyet gördüm. Ben mıntıkamızdaki aşiretleri tensik {yoluna koyma} ve beylerini bizzat celb ile onları tutabildim. Kürdistan’ın Ermenistan olacağını anlatmakla mesele kolay hallolur.” Karabekir ısrarla: “Kürt istiklâli gibi propagandaların durmayacağı belli idi. Bu zehre karşı ben daha evvelden ‘Kürdistan’ın Ermenistan yapmak istiyorlar, fakat Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz’ diye bütün Kürtleri şerbetlemiştim” diyecektir. (Malmîsanij, 2020;75)

Diyarbakır Merkezli 13. Kolordunun Kurmay Başkanı Binbaşı Halit Akmansü ise etkili Kürt şahsiyetlerinin Ermenistan korkusuyla nasıl ikna ettiklerini şöyle aktarır: “İngilizlerin Kürdistan teşkili vaadlerine aldanmamak icap edeceği, Kürtler için kendi başlarına bir devlet kurarak bunu yaşatmak imkânına sahip olmadıklarından, memleketlerinin bir gün ve muhakkak Ermenistan’a peşkeş çekileceği üzerinde bilhassa durulmakta, selâmetlerinin Türklerle birlikte kardeş gibi yaşamakta olacağı söylemek, vatan ve din duyguları gıcıklanmakta idi.” (Malmîsanij, 2020;75-76)

Protesto telgraflarını çekenler ve Türk milliyetçileriyle birlikte hareket edeceklerini beyan eden aşiretlerin ortak özelliklerine baktığımızda; Erzurum-Erzincan hattında yerleşik olanlar, daha önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’yle işbirliği yapmışlar, 1915 yılında gerçekleşen Ermeni tehcirinde etkin rol oynayarak, yağmalanan Ermeni mülklerinden nemalanmışlardır. Geçmişleri kirli olan bu aşiret liderleri, Kemalistleri, gelecekteki güvenceleri saydıkları için onlarla birlikte hareket etmek zorunda kalmışlardır. Kendi çıkar ve güvenliklerini, Kürtlerin kurtuluşu ve Kürdistan’ın geleceğinden öncelik gördükleri içindir ki böyle bir yola sapmışlar ve bu uğurda aşiretlerini dahi kirletmişlerdir. Tutarsızlıklarıyla tanınan bu aşiretler, en erken ve en hızla asimile olan Kürt aşiretlerinin başında gelir.

1920’li yılların başlarında Kürtlerin etkin düşüncesi bu yöndedir; ulusal duygular, dini duyguların gerisinde kalmıştır. Kürtler 21. yüzyıla kadar bağımsız ulusal bir devlete sahip olmamışlarsa bunun bir sebebi dağınık aşiret yapıları ise de diğer bir sebepte de İslam’dır. İslam, Kürtlerin ulusal devletlerini kurmasını hep engellemiştir.

Mustafa Kemal, Kürt aşiretlerinin ve ulemasının Şerif Paşa’yı protesto etmesini ve peş peşe gelen Osmanlı Devleti’ne bağlılık telgraflarını memnuniyetle karşılamış, bu telgrafları çeken zevattan bazılarına teşekkür mektupları yazmıştır. Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal tarafından “Eruh, Garzan Aşireti Reisi Musa ve Zinya Aşireti Reisi Resul Beylere ve muhterem arkadaşlarına” başlığıyla Ankara’dan çekilen 15 Ocak 1920 tarihli telgrafta şöyle demektedir: “ Kürdistan’ın Osmanlı camiamızın ayrılmaz bir parçası olduğuna, milli bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün müdafaası uğrunda bütün Kürtlerin Türk kardeşleriyle beraber hayatlarını fedaya hazır olduklarına dair hükümete, yabancı temsilcilerine çektiğiniz telgrafı büyük bir kıvançla öğrendik. Fedakâr Kürt kardeşlerimizin bu hamiyetli ve dini eserlerine şükran arz eyleriz”( Hakan, 2013; 320)

Mustafa Kemal, aynı mahiyete ve aynı tarihte, Garzan Kürtlerinin en büyük Şeyhlerinden olan Şeyh Hazret Ziyaeddin ve arkadaşlarına da telgraf çeker.

Bu telgraflara karşın, Kürt yurtseverleri tarafından çeşitli güçlükler aşılarak KTC’ni ve Paris Barış görüşmelerindeki Şerif Paşa’yı destekleyecek telgraflarda çekiyorlardı. Özellikle Koçgiri, Dersim aşiretleri, Ali Şêr, Nuri Dersimi ve Seyid Rıza’nın bilgisi dâhilinde gönderilen telgraflar, KTC aracılığıyla İtilaf Devletleri temsilcilerine; “Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediklerini yolundaki iddia ret ve tekzip edilerek “bağımsız bir Kürdistan yaratılması” istenir.

Bu dönemde posta ve telgraf idareleri Kemalistlerin elinde olduğu için Kürdistan’da İstanbul’a veya İstanbul’dan yerel Kürt şahsiyetlerine çekilen telgraflara el konular ya da içerikleri değiştirilerek sansür edilirdi. KTC’nin Kürdistan’daki şubeleri kapatıldı, Kürt gazete ve dergilerinin de Kürdistan’a ulaşması yasaklanınca, KTC’nin ülkeyle bağları tamamen kesildi.

Sevr Ölü Doğdu:

1919 yılının Ocak ayında Paris’te başlayan barış görüşmeleri 20 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Barış Antlaşmasıyla son buldu. Kemalistlerin tazyiki altında imzaya açılan Sevr antlaşması, ölü doğan bir antlaşmadır. Hiçbir hükmü kalmayan İstanbul hükümeti tarafından imzalanmasına karşın; Kemalistler tarafından imzalanmaz. Lozan Antlaşması’yla hükümsüz kılınan Sevr Antlaşması, yine de Kürt milliyetçiliği tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşmayla birlikte Kürtlerin bağımsızlık hayali ilk defa uluslararası bir belgede kendine yer bulurken, Kürtler için bağımsızlık o günden sonra bir tutkuya dönüşecektir.

Başarısızlığın nedenleri:

İstanbul ve Kahire’de bulunan Kürt örgütleri, İtilaf devletlerin planlarına ve Türk yönetiminin olumsuz yöndeki çalışmalarına karşı tavır takınırlar. Sonuç olarak Kürtlerin kendi aralarındaki bölünmüşlüğü, böylesi bir ortamda etkinliklerinin daha da azalmasına neden olur. Kürtlerin kararsız ve parçalı tutumları, değişen politik koşullarla da çakışınca İngilizleri yeni politikalar belirlemeye iter. Sevr’de Ermeni-Kürt çelişkisinden faydalanarak görüşmelerin uzanmasına neden olurlar. Batı kamuoyuna halkların koruyucusu pozisyonunda olduklarını, Wilson prensiplerini uygulamak için çaba harcadıkları izlenimini vermekten de sakınmazlar. Ulusal sorunlar etrafında dönen gariplikleri gören Kürt grupları, farklılıklarına rağmen, konferans üzerinde etkili olmak için Şerif Paşa’yı temsilcileri olarak gördüklerini yenilemek gereğini duyarlar ve konferansın Mustafa Kemal’in propagandasının etkisi altında kalmaması için sürekli uyarıda bulunurlar, ama harcanan bunca çabanın boşa gitmesini de önleyemezler.

Başarısızlığın bir diğer sebebi ise, İngiltere’nin savaş öncesi hedeflerine ulaşması ve bundan böyle kendisini riske atmak istememesidir. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’na, iki amaçla girdi: Bir, Batı’da kendisine rakip gördüğü Alman İmparatorluğunu dize getirmek; iki, Arabistan yarımadasında petrol rezervleri daha tespit edilmediği için, sanayisi için acil ihtiyaç duyduğu Musul petrollerini ele geçirmek.  İngiltere bu iki hedefe ulaştığı an savaş da, barış da sona ermişti.

Musul petrollerinin bulunduğu Kerkük ve civarı, Kürtlerin en yoğun yaşadıkları bölgelerden biriydi; Kürtleri kazanmak, hedefe gidecek yolu kolaylaştırıyordu. Fakat giderek güç kazanan Kemalistler, bu yol üzerinde bir engel teşkil ediyorlardı. Bu yolu açmak için Sevr’de büyük hile ve oyunlara başvuruldu. Şöyle ki: Sevr Antlaşması Willam Eagleton’un sözleriyle; “daha imzalandığı anda ölü doğmuş bir metinden başka bir şey değildi. Çünkü tarih Mustafa Kemal tarafından farklı yazılmaktaydı” ifade etmektedir. Yine Amerikalı diplomat George Kennan “gelecekte yaşanacak büyük trajediler, söz konusu antlaşmalarda şeytanın eliyle yazıya dökülmüştür” diyecekti. Gerçekten de Sevr, şeytan eliyle yazıya dökülen, Kürtlerin ve Ermenilerin kurban edildiği bir trajediden ibarettir.

Kemalist diplomasisinin başarısı:

Sevr’in ölü doğması Kemalistler ’in başarısıdır. Kemalistler, sadece Kürt aşiret liderlerini yanlarına çekmediler, uyguladıkları başarılı diplomasiyle, önce Sovyetler Birliği’ni ardından İtilaf devletleri arasındaki çelişkileri iyi analiz ederek, Fransa ve İtalya’yı yanlarına çekmeyi ve Britanya İmparatorluğu’nu yalnız bırakmayı başardılar.

Paris’te barış görüşmeleri yapılırken, Ankara’daki konumlarını giderek güçlendiren Kemalistler, diplomasi alanında da üstün başarılar gösterirler; Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihinde Moskova’da anlaşmaya varan Kemalistler, bu anlaşmayla yeni Türk hükümetinin, Sevr’e kendisini bağlayamayacağını açıkça ilan eder. Bu anlaşma Sevr’i geriye iterken, Kürt ulusal hareketi için büyük bir darbe olur. Moskova Antlaşması’nın yapılması Türkiye’yi rahatlatmış, Anadolu’da yürütülen bağımsızlık savaşına olumlu yönde katkı yapmakla kalmamış, bugüne dek gerekçesini açıklayamadığımız nedenlerle yoğun bir Bolşevik askeri ve mali yardımının Kemalistlere akmasını sağlamıştı. Üstelik Rusya üzerinden Türkiye’ye ulaşan TKP’nin önderi Mustafa Suphi ve 15 arkadaşının Kemalistler tarafından Karadeniz de (28 Ocak 1921) boğdurulmaları üstünde kısa bir süre geçmesine ve Karadeniz de Pontus katliamlarının yapıldığı bir döneme denk gelmesine rağmen.

İki yıldan daha kısa sürede Sovyet yardımının değeri, Türkiye’nin yıllık bütçesini ve iki yıllık toplam askeri giderlerini aşmıştı! Silah yardımlarıyla ilgili olarak, sadece piyade tüfekleri, Kemalist mücadelede kullanılan toplam tüfeklerin dörtte birini aşıyor. Savaşın Sakarya’da başladığı gün Kemalist ordunun 54,572 tüfeği vardı. Aynı yılın 28 Temmuz tarihine kadar Rusya 30,083 tüfeği teslim etti. Sonuç olarak, Sakarya’da Türk kuvvetlerinin kullandığı silahların yarısından fazlası Ruslara aitti. Aynı zamanda, batı cephesinde—Yunan-Türk cephesi—Kemalist ordunun, piyade için 9 milyon mermisi vardı; Kemalist ordu mücadele boyunca yaklaşık 10 milyon kurşun kullanıldı. 28 Temmuz’a kadar, Rusya tarafından 300 milyon mermi daha sağlandığına ve bu sayının, Türklerin o dönemde sahip olduklarının iki katından fazlası olduğuna işaret edilmeli! Makineli tüfeklere gelince, onların üçte biri, aynen topların üçte biri gibi Rusya’nındı! Ayrıca, 21 Ekim 1921’de Trabzon’da teslim edilen “Jivoy” ve “Yutiy” adlı iki Rus destroyeri de vardı. (Çetinoğlu, 2018; 5-9)

Kemalist ordu, Rus yardımından başka, –aşağıda görüleceği gibi—Fransız ordusu Adana’dan çekilirken teslim ettiği 10,000tüfek ve 1,505 kutu mermiyle de takviye edildiğini belirtmek gerekir. Bunların haricinde kalan mühimmat Rusların mali yardımıyla Fransa’dan ve genel olarak Avrupa’dan satın alınmıştı. Bu yardım bolluğu, eğer Sovyetler’ in bu dönem boyunca rejimlerinin tesisiyle yüzleşmesi gerektiğini ve acımasız bir iç savaştan geçtikleri düşünülürse, özel bir önem taşır. Askeri yardımların için de 20,000 gaz maskesi de vardır!!! (hhttps://hyetert.org/2018/10/29/lenin-yonetimindeki-bolseviklerin-milli-mucadeleye-katkilari-uzerine/)

 Sovyetler Birliği ile varılan anlaşma, İngiltere ile çelişkileri derinleşen Fransa’nın da Kemalistlere yakınlaşmasını sağlayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu siyasi olarak Britanya İmparatorluğu’nun himayesi altında olsa da, ekonomik olarak Fransa’ya bağımlıydı; , ülkeye en fazla istikraz (borç) veren ülke Fransa’dır. Fransa alacağından dolayı “Duyun-u Umumi” aracılığıyla da olsa ülkenin maliyesini kontrol ediyordu. İki ülke ilişkileri 1908-1918 İttihatçıların (İTC) kısa yönetimi sırasında kısmen sekteye uğrasa da, 1920’den itibaren Kemalistlerin güç kazanmasıyla yeniden canlandı. Fransızların müttefikleri olan İngiltere’nin, savaşın kazanımlarından kendilerini mahrum bırakacaklarını, Ortadoğu’da paylarına düşen Suriye ve Lübnan’ı ellerinden alacaklarından kuşkulandıkları için, Güneydoğu Anadolu’da işgal ettikleri bölgelerin tümünü, malzeme ve teçhizatlarıyla birlikte Kemalistlere bırakarak onlarla anlaşma yolunu seçtiler. Bunu yaparken bölge sakinlerinden olan, ne Kürtlerin haklarını, ne de Ermenilere vaat ettikleri Kilikya’yı kurtarmak için oluşturdukları gönüllü Ermeni lejyonların mücadelelerini dikkate aldılar; Fransa’nın, 1789 Burjuva Devrimi’yle savundukları hümanist değerleri, Fransız burjuvazisinin çıkarlarına feda ettiler.

Türk Tarih Kurumu Arşivi’nde bulunan, belge no/1236 olan bir belge, 21. 3. 1921 tarihinde Roma Elçiliğinden Doktor Ahmet Fuat—muhtemelen dönemin istihbarat elemanı Kuşçubaşı Eşref—tarafından ismi belirtilmeyen bir paşaya–muhtemelen Harbiye Nezareti Fevzi Paşa’ya– gönderilen raporda, yukarıda yazılanları doğrulamaktadır.

Raporun konuyla ilgili bölümü şöyledir:

“3-Fransa ve Mısır şubesinin murahhaslarından (üyelerinden) biraderimiz Mahmut Hayri Bey’in Paris erkân-ı hükümeti (hükümetin ileri gelenlerin)nezdinde haiz olduğu büyük nüfuzdan istifade etmeğe teşebbüs edildiği mümaileyh (adı geçen kişi) ile Fransa hükümeti ile bir ittifak yapmıştır. Ona binaen (ona dayanarak) Ayıntab’ta (Gaziantep’te) bulunan kıtaat-ı askeriye (askeri birlikleri) bütün esliha (silah) ve malzemesiyle o kasabayı terk ediyor. Fransız kıtaatı (askeri birliği) harp etmeden şehre giriyor fakat Fransa’nın izzet-i nefsini (şeref ve haysiyetini) muhafaza etmek üzere yapılan bir tertibe mukabil Fransa bütün Adana Vilayetini ve Ayıntab şehrini Türklere bila kayd ve şart (kayıtsız şartsız) iade eylemeyi taahhüd (kabul) ediyor. Mütareke ahkâmı mucibince (anlaşama koşulları gereğince) teslim ettiğimiz eslihayı (silahları) ve malzemeyi el altında tedrici olarak bize vermeğe ve mümkün olursa kendi malzemesinden bize satıyor. Bundan başka gizli olarak bize 5 (beş) milyon liralık bir istikraz yağmağa ve ayrı bir sulh akd (barış anlaşması) eylemeye razı olmuştur. Kendisi (Fransa) Londra Konferansı’nda bize müzeheret (yardımcı olmayı) eylemeyi kabul eylemiştir. Zira İngiliz tehlikesinden pek korkuyor. İngilizlerin Suriye’de Fransa aleyhinde yapmakta olduğu teşvikat ve muavenat-ı maddiye (kışkırtma ve maddi yardım) malum olduğu gibi İstanbul ve Boğazları yutmaya ramak kalmış olduğunu anlıyor. Hayri Bey’in biraderi murahhasamızla (üyemizle) Londra’ya gitmiştir. Ve Hayri Bey bu hafta Paris’te azimet eylemişti. El hasıl takib ettiğimiz siyaset mucibince (gereğince) İtalya ve Fransa’yı İngiltere’den ayırmak ve Fransa’dan maddi istifade eylemek ve ilâ nihaye (sonuna kadar) İngiltere ve onun bendesi (kölesi) olan Yunanistan aleyhinde nihayete kadar mücadele eylemek mukarrerdir.”

Bu ilişkiler sonucunda Ankara Hükümeti, 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla Ankara Antlaşmasını imzalar. Bu gelişmeler, Fransa’nın, Ankara hükümetine desteği tamdır. Kemalistlerin gerek diplomaside ve gerekse savaş meydanlarında gösterdikleri başarılar, Britanya İmparatorluğunu giderek yalnızlaştırır. Kuzey de Sovyetler tehdidi belirleyince, İngiltere, eski katı tutumunu terk ederek Kemalistlerle ilişkiler kurmaya çalışır. İngiliz yardımını yetiren ve büyük bir ekonomik darboğazın içine düşen Yunanistan’ın bu savaşı daha fazla süremeyeceği belli olunca, 1922 yılının Ağustos-Eylül aylarında Kemalistlerin vurduğu son darbe ile savaş sona erecektir. Yunanlıları Anadolu’da atmayı başaran Kemalistler, böylece Lozan’a muzaffer olarak gitmeyi başaracaklardır.

İngiltere’nin değişen çıkar politikası:

İngilizler, politik hedefleri ile içine girdikleri yeni durum arasında uzun zaman bocaladılar ve İstanbul hükümetini meşru yönetim olarak tanımaya devam ettiler.  Müttefikleri Fransa, İstanbul hükümetinin ömrünü doldurduğunu gerçeğini kavrayarak Kemalistlerle ilişki kurdular, yukarıda adı geçen antlaşmayı imzalayarak savaştan çekildiler. Oysa İngilizler, İstanbul hükümetini tanımaya ısrarla sürdürürken, Kemalistleri, hem İstanbul Hükümeti üzerinden hem de Kürtleri ve Ermenileri kullanarak etkilemeye ve mümkün olduğu kadar denetim altına almaya ve daha fazla taviz koparmaya çalıştılar.

İngiliz emperyalizminin birincil hedefi yukarıda belirtildiği gibi Musul petrollerini ele geçirmekti; amaçlarına ulaşmak için Sevr sadece zaman kazanılacak bir aldatmacadan ibaretti. Sevr’in gerçek manada büyük bir aldatmaca olduğunu Londra’dan Mustafa Kemal’e gönderilen mektuplarda görmek mümkün. İngilizler her defasında; “eğer İstanbul Boğazı ve çevresi ile Musul-Kerkük’ten vazgeçilirse, Sevr kararlarının iptal edileceğini”, bu durumu gönderdikleri yazılarında ifade etmişlerdir. Başka bir deyimle Sevr Türklere yapılan bir şantaj ve tehditti. “Eğer rahat durmazsanız, eğer Musul’u vermezseniz, Türkiye’yi parçalarız ”mesajıydı. Yoksa Kürtlere ya da Ermenilere verilen sözlerin tümü [gerçek manada] içi boş hatta aldatmacadan başka bir şey değildi. İngiltere, Musul petrolleri hakkında Türklerden gerekli sözü alınca, rahatladı, Kürtlere ve Ermenilere verdikleri sözlerden vazgeçtiler. İngiltere’nin uyguladıkları bu ikili politikanın kurbanları Kürtler ve Ermeniler oldu, kendilerine verilen hiçbir söz yerine getirilmedi.

İngiliz emperyalizminin Kemalistlere yakınlaştıran önemli etkenlerden biriside ve belki de en önemlisi, Kuzeyde gittikçe varlığını hissettiren Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olarak algılanmasıydı. Doğuda kurulacak küçük Kürdistan ve Ermenistan’ın, Kafkaslardan sarkacak Bolşevik Rusya’nın önüne set olamayacağını, bundan da İngiliz çıkarlarının zarar göreceğini öne süren İngiliz diplomasisi, hızla gelişen Kemalist hareketi dikkate almak gerektiğinin üstünde durunca ve politikalarını yeni duruma göre yeniden belirlemeye çalışarak, daha önce Kemalistleri baskılamak için ileri sürdükleri Kürt ve Ermeni tehdidinden vazgeçtiler. Sovyet tehdidi hissedilir hissedilmez İngilizler önce, Ermenileri gözden çıkardılar. Bölgede kurulacak küçük bir Ermenistan’ın, bölgenin etnik yapısından dolayı korumanın çok güç olacağını, bunun için çok sayıda askeri gücün seferber edilmesinin gerekeceğini, bununda yeni bir savaş anlamına geleceği bilincinde olan İngilizler, ileride Sovyet Ermenistan’ın etkisine girme olasılığı yüksek böyle küçük bir ülkenin kurulmasının gereksiz olduğunu kararlaştırdılar. Dolayısıyla, bağımsız veya otonom küçük bir Kürdistan ile küçük bir Ermenistan’ının varlığı, hiçbir zaman İngilizlerin çıkarlarına uygun düşmedi. Güneye sarkacak Sovyet Rusya tehdidinin önüne set oluşturacak güçlü bir ülkenin varlığı, Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarını güvence altına almak kendi çıkarlarına daha yararlı görüldü. Bu bakımdan bölgede ulusal farklılıklara dayanılarak yaratılacak küçük devletçikler yerine, stratejik konumlu devletleri desteklemek, gelişen “Sovyet tehdidine” karşı daha gerçekçi görüldü. Bu gerçekliktir ki Ermenistan ve Kürdistan feda edildi, tampon bölge vazifesini görecek Türkiye Cumhuriyeti desteklendi.  Sovyetler Birliği de benzer bir politika izledi,  güney sınırlarında bağımsız küçük devletçikler yerine tampon görevini üstlenecek daha nötr (tarafsız) düzeyindeki devletleri; İran, Türkiye ve Afganistan’daki gerici rejimleri– İdeolojilerinin inkârı da olsa– desteklediler.

İngilizler taahhüt altına girdikleri bunca günah vebalın hesabını güya “Lozan’da Kemalistlerden soracağız” gerekçesiyle mizansen bir gösteriyle çetin müzakerelere girmişseler de sonuçta bir netice elde edilmeden, Kemalistlerin istek ve arzuları doğrultusunda antlaşmayı imzaladılar, zengin petrol kaynaklarına sahip Musul’u elde ederek Kürdistan’ın parçalanmasını onayladılar. Soykırım dâhil, bunca acıya uğratılan masum Ermeni halkını da Sovyetlerin denetimindeki küçük Ermenistan’a razı ettiler.

Sonuçta, yaşanan bütün bu olumsuzluklara baktığımızda, Kürdistan, Lozan’da değil, Sevr’de parçalandı; Lozan bu parçalanmışlığı onayladı. Sevr sözleşmesinin maddeleri içinde olan bir Kürt Devleti kurulması prensibi, yine bu nedenle ciddi değildi. Birbiriyle amansız mücadele eden Türkiye ve İngiltere, yukarıda adı geçen konularda anlaşınca, bundan sonraki süreçte işbirliğine gittiler. Kemalistlerin, Kürtleri feda ederek, İngiliz emperyalizmi ile anlaşması, Türkiye’ye özgürlük değil, emperyalizme, yıldan yılla gittikçe aratan oranda bağımlılık getirdi.

Lozan Süreci:

Kemalistler Lozan’a giderken, müzakere edecekleri koşullar netleşmişti: yeni bir ulus-devlet kurulacaktı ve bu ulus devlete, o güne kadar oyaladıkları Kürtlere yer yoktu, ama Kürt ileri gelenleri bunu daha anlayamamışlardı.

Milliyetçi Hükümetin Lozan Konferansı’na İsmet (İnönü) Paşa başkanlığında katılacak heyet, 2 Kasım 1922’de seçildi. Sıkı görüşmenin ve isteklerin ardından, onlardan başlıca iki madde üzerinde ayak diretmeleri istendi:

1)-Türk çıkarlarının hesabı üzerinde ulusal bir Ermeni Devleti’nin kurulması için hiçbir önerinin kabul edilmemesi,

2)- Güney Kürdistan ve Musul’dan gerekli görüldüğünde tavizlerin verilmesi;  Türkiye’nin isteklerine destek vermesi karşılığında İngiltere’ye petrole has ekonomik çıkarların korunması sözünün verilmeye çalışılması.

Bu maddeler, Kemalistlerin bütün Osmanlı Kürdistanı’nın işgali için vurdukları en ağır darbedir. Musul’a alamadılar. Kemalistler, Osmanlı Kürdistanı’nı bir bütün olarak koruyabilselerdi, gelecekte, Kürt stratejisinin çıkarı yönünde sonlanacaktı; bunun bilinciydiler, sadece Kürtler haberdar değillerdi, haberdar olduklarında ise taraflar anlaşma aşamasına gelmişlerdi.

Lozan’da Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, her söz alışında “biz Türkler ve Kürtlerin temsilcisiyiz” diyordu ve kanıt olarak da heyete dâhil edilen Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel’i gösteriyordu. Fakat gerçekleri, hep saklıyordu, sadece fikirlerini M. Kemal ile paylaşıyordu ve ondan aldığı talimatla hareket ediyordu;  mecliste çıkacak çatlak seslerden çekiniyorlardı.  Birinci Büyük Millet Meclisi’nin (I.BMM)üyeleri her ne kadar M. Kemal ile Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC) tarafından belirlenmişse de yine de içlerinde Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey ve Erzurum Mebusu, Hüseyin Avni (Ulaş) Bey gibi etkili Kürt şahsiyetleri de barındırıyordu. Bu mebuslar her söyleyişlerinde Kürt-Türk halklarının birlikteliğinden ve kardeşliğinden bahsediyorlardı. I.BMM’nin  II. Grup üyesi Erzurum milletvekilli Hüseyin Avni Ulaş, parlamento kürsüsünde yaptığı bir konuşmada gururla şöyle haykırıyordu:  “bu memleket Kürtlere ve Türklere aittir. Bu kürsüde konuşma hakkına yalnız iki millet sahiptir, Kürt milleti ve Türk milleti.” M. Kemal bu mebuslara Lozan’a Türk-Kürt birlikteliğini anlatan telgrafların çekilmesini tavsiye ediyor; Kürt-Türk birlikteliğini perçinlemek için bunların meclise milli Kürt kıyafetleriyle gelmelerini ve mecliste gövde gösterisinde bulunmalarını istiyordu. Milli kıyafetler içinde mecliste yapılan bu gövde gösterileri, daha sonra bu mebusların başını yiyecek, Hasan Hayri Bey’in (*3) örneğinde olduğu gibi, idamlarına gerekçe olarak gösterilecektir.

Lozan görüşmesinde Kürt meselesi, azınlıklar meselesi ile beraber gündeme geldi. Bundan bahsedildiğinde Türk heyeti, ileriki süreçte Kürtleri de kapsayabileceği endişesiyle “Gayrimüslim” azınlık olarak ele alınmasını sağladılar. Yani azınlık sorunu dinsel boyutu ile ele alındı. Bunda İsmet Bey’in rolü ve ikinci başkan Rıza Nur’un üstün çabaları belirleyici olmuştu. Onlara bu kozu da İngiliz Heyeti Başkanı Lord Curzon bağışladı:

Lozan’da azınlıklarla ilgili ilk oturum 12 Aralık 1922’de Lord Curzon başkanlığında açıldı ve Curzon kendinden beklenmeyecek tarzda azınlık sorununu dinsel boyuta indirgedi ve Türkiye’de yaşayan Hıristiyan halkların savunuculuğuna yaparken, doğal olarak da karşısına da Müslümanları bir blok olarak koydu. Bu kavram önceleri Türk heyetini ürkütse de, süreçte kendi lehlerine sonuçlar doğuracağını anladıkları için dört elle sarıldılar. Türk heyetine göre; din birliği zaten ırkı ve dil birliğini de kapsamaktadır. Dolayısıyla, Kürt, Arap, Çerkez gibi unsurları azınlık sayılması doğru değildir. Azınlık hakları, dinsel düzeyde ele alınınca bundan en çok etkilen Kürtler oldu ve Kürtlerin hakları, Hıristiyan-Müslüman ikilemi içinde kaybolup gitti.                            

Azınlık haklar dinsel düzeyde ele alınması etnisitenin yok sayılması anlamına gelir. Bu teze dayanarak Lozan’daki Türk Heyeti’nin ikinci başkanı ve azılı Türkçü düşünceyi savunan Arnavut asılı Rıza Nur (*4); “Türkiye’de dini azınlıkların bulunduğunu fakat soy/ırki azınlıklarının bulunmadığını, bu nedenle ırka veya soya dayalı bir azınlık kavramını kabul etmeyeceklerini” söyler. Türkler, ırki azınlık kavramını hiçbir şekilde kabul etmediler. Yani şunu kanıtladılar; Türkiye’de yaşayan herkes, ırk açısından Türk’tür. Sonunda müttefikler, bunun üzerinde fazla durmanın önemli olmadığını düşündüler. Bu şekilde mesele Türklerin istediği doğrultuda sonuçlandı. Irka dayalı bir azınlık kavramının kabul edilmemesi, Kürtlerin inkârı demekti. Bu yüzden siyasetçilerin sık sık “Türkiye’de soy azınlığı yoktur, Lozan’a baksınlar” söylemlerini bu gerçeğe dayandırıyorlar.

Lozan’da Kürtler için sorun, orada temsilcilerinin olmamasıdır. Bu dönem de Kürtler yelkenleri indirmiş, Kemalistlere tamamen teslim olmuşlardı. Kürtleri ve Kürdistan’ı temsil iddiasında bulunan Kürdistan Teali Cemiyeti ’de siyasi faaliyetlerini sonlandırdığı için Lozan’da bir temsilci bulundurma konusunda dahi başvuruda bulunmadı. Üstelik iki defa toplanan Lozan Konferansı’na katılan Türk Heyeti Başkanı İsmet Paşa, bir defasında Diyarbakır milletvekili Pirinççizade Fevzi Bey, diğer defasında Zülfizade Zülfi Bey adlı iki kukla milletvekillini Kürtlerin temsilcisi sıfatıyla beraberinde götürdü. Bu milletvekilleri de ; “biz Kürtlerle Türkler kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz, aramızda bir fark yoktur” diyerek kendilerinden istenileni yerine getiriyorlardı.  

Asırlık ve ağır sorunların tartışıldığı Lozan’da, insan haklarına inanan ve onları savunan kimse de yoktu. Başta soykırım olmak üzere, yaşanan ağır acılar, sorgusuz ve hesapsız kaldı. Çıkarları çatışan Müttefikler, kendi aralarında da uyum içinde değildi.

Bu üç sebep, Türkiye’nin işini kolaylaştırmıştı. İsmet Paşa’nın yavaşlığı, kendine güveni ve sabrı Türklerin görüşmelerde öne çıkmasının bir başka sebebiydi. Ulusal Türk Devleti’nin kurulmasının dışında başka hiçbir şeye razı olmuyorlardı.

Lozan’da, Kürtlere açıkça bir tuzak örülmüştü, tek amaçları Sevr Antlaşması’nda, Kürtlere tanınan hakları iptal edecek yeni bir antlaşmayı imzalamaktı. Bunun için ellerinden ne geliyorsa fazlasını yapmaya çalışıyorlardı. Başarılı da oldular, Sevr Antlaşması’nın hükümleri Kürtlerin ruhu dahi duymadan iptal edildi. Lozan’da Kürtlerle ilgili hiç bir madde yer almadığı gibi, Kürt ismi de geçmiyordu. Üstelik Musul dâhil Güney Kürdistan İngiltere’ye bırakılacağı söyleniyordu. Meclis’in 6 Mart 1923 günü yaptığı gizli bir oturumunda 63 Kürt milletvekilli Musul’suz bir Lozan Antlaşması’na karşı çıkacaklarını beyan ettiler. Bu son çıkış I.BMM’nin sonunu hazırladı.

Lozan’da zorlu geçen müzakerelerde alınan kararların I.BMM’nde geçilemeyeceği anlaşılınca, görüşmelere ara verildi; meclisin kendisini yenilemesi için seçim kararı almaya zorlandı. I Nisan 1923’te meclis, kendini yenileme kararı aldı ve ardından kontrol edilebilir tek sesli meclisin teşekkülü için gerekli önlemler alındı. Lozan’a yeniden giden heyetin eli güçlenmişti, önemli Kürt şahsiyetlerin meclise girişi engellenerek tasfiye edilmişlerdi. Mecliste Kürtleri tasfiye ederek Lozan’a giden Türk heyeti, Lozan’da uluslararası bir antlaşmada Kürtleri dışlamanın rahatlığıyla hareket ediyordu. Bir önceki dönemde Kürtlerin ve Türklerin ortak heyeti olduğunu savunan heyet, şimdi tek kelime dahi olsa Kürtlerden söz etmiyorlardı. Rus tarihçi M. A. Gastradya; “canlanan Kemalistler, Kürt sorununu Lozan Konferansı gündemine almasına da karşı çıktılar… Sevr Antlaşması hükümlerini yerine getirmemek için çeşitli yöntemlere başvurmaya başladılar” diye yazar. (Öztürk,2015;54)

Lozan’da çözülmeyen sorunlar:

İttihatçıların uzun zamandır Anadolu’da kurmayı hedefledikleri tek ırka dayalı homojen devleti, Kemalistler Lozan’da elde etti; elleri güçlenmesine rağmen başta etnik sorunlar olmak üzere pek çok sorunu çözemedi sadece erteledi. Bunlardan:

Kürt sorunu: Türkiye Cumhuriyeti, ömrü boyunca Kürtleri, kendi varlığı için bir tehdit olarak gördü; Cumhuriyet’in kendisi de, Kürtler için başlıca bir tehlike ve Kürdistan’ın bütün parçalarındaki Kürt hareketleri için korku verici bir tehdit oldu. Türkiye, Kürdün yok edilmesi ve ilerlememesi amacıyla gerek bölgede olsun ve gerek dünyada olsun fark etmez, her yerde çok yoğun bir çaba içerisindedir.

Ermeni sorunu: Ermeni tehciri ve ardından yaşanan soykırım, Cumhuriyetin peşini bırakmıyor, dünyanın pek çok parlamentosunda kabul edilen Ermeni soykırımının Türkiye tarafından da tanınmaya zorlanmakta ve ardından mağdurların tazminat davalarının gündeme geleceği korkusunu yaşıyor.

Rum sorunu: Yaklaşık iki milyon insan, etno-dinsel temizlik bahanesiyle mübadele adı altında 30 Ocak 1923 tarihinde varılan anlaşama gereği, insanlık dışı muameleye tabi tutularak, kadim topraklarına bir daha geri dönmemek koşuluyla terk etmelerine onay vermesi, gelecekte, bu tür insanlık suçlarının işlenmesinin önünü açan utanç verici bir düzenlenme olarak hafızalarda yer edindi.

Savaş suçlularının cezasız kalması: Lozan Antlaşması 1912-1922 yılları arasında işlenen soykırıma varan suçları gündemine almadı; çünkü insan haklarına inanan ve onları savunan ne bir kurum ne de bir kimse orada vardı.  Amerika’nın, Harput’ta görevli son misyoner Henry Riggs yorumuyla: “Son on yılda Türk halkı ve özellikle liderleri, tarihteki en dehşet verici suçlardan birini işlediği için Tanrı’nın ve insanların nezdinde suçludur. Türk egemenliğinin kazanılan zaferle yeniden tesis edilmesi, o suçu cezasız bırakmakla kalmadı, ama muhtemelen Türklerin çoğunluğunun kafasında, izledikleri korkunç yolun haklılığının ortaya çıktığı fikrini uyandırdı.” (Kıeser,2005; 530)

Sovyetler Birliği’nin önüne set olacak, ılımlı İslam devleti modeli: Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren, Sosyalizme mesafeli, Batı’ya yakın bir politika izledi. Kendisine yüklenen, Sovyetler ’in önüne set olma görevini layıkıyla yerine getirdi, ama hiçbir zaman ılımlı bir İslam ülkesi olamadı. Kieser’in yorumuyla:  “İtilaf Devletleri, Lozan Antlaşması’yla, soğuk savaş ruhunun hâkim olduğu bir anlaşma taslağı imzalamışlardı: Başlıca sorunları, SSCB ve İslami akımlardan uzak tutabilmek maksadıyla, güçlenmiş bir Türkiye’yle anlaşmaktan ibaretti. O zamana dek görülmedik boyutlarda bir ‘etnik temizliği’ diplomatik olarak tasdik etmek pahasına da olsa bu düşüncelerini gerçekleştirdiler. (Kıeser,2005; 714)

Sonuç:

Lozan Antlaşması, Ulusal Türk Devletini tanıdı. Öyle bir devlet ki, içinde tek millet, tek dil ve tek dinin dışında başka hiçbir şeyin varlığı yok. Bu ölçüyle, Türkiye’nin yapacağı her hüküm, Kemalist milliyetçilerin Lozan’da planını kurdukları siyaset ve düşünce çerçevesinin bir parçasıdır. Elbette ki bu düşünce ve program tasfiye olmadıkça, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü zordur. Bu mesele, İslami, laik ya da başka bir partinin iktidarda olması meselesi değildir, politik üstü bir devlet politikasıdır.

Çoğulculuğu Lozan’da bırakan, tekçi bir zihniyet üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren yeni bir uluslaşma sürecine girdi; fakat bu süreç, doğal, kendiliğinden gelişen bir süreç değildi; yapay bir oluşumdu. Uluslar, asırlar boyunca birlikte yaşayan halkların ekonomik koşulların—pazarın– yarattığı demokratik bir halklar bütünlüğüdür. Oysa asker-bürokrasi tarafından yaratılan ulus, doğal değil, bir toplum mühendisliği sonucu yaratılmak istenen yapay bir ulustur. Doğal ulusun harcını oluşturacak olan Anadolu’nun kadim haklarından Rumlar ve Ermeniler, şiddet kullanarak bu toprakların dışına atıldılar. Yahudilere ekonomik ambargo uygulanarak göçe zorlandılar. Geriye kalan Müslüman halklara da Türkleştirme dayatıldı.  Kürtler hariç, sonradan göçle Anadolu’ya gelip yerleşenler/yerleştirilenler, devletin Türkleştirme politikasına pek direnmediler ve Türkleştiler.

Tek devlet, tek dil ve tek millet temeli üzerinde kurulan Cumhuriyet, ancak despotik yönetimlerle ayakta durabilirdi. Mühendislik çalışmalarıyla yapay bir ulus yaratma projesi, başarılı olsa da, demokratik bir ulus yaratılamadı; toplum, parçalanma korkusuyla hep kuşkuyla yaşadı/yaşatıldı. Demokratikleşememe sorunu, günümüzde Türkiye’nin temel sorun olarak yerinde durmaktadır.

Hüsnü GÜRBEY.

Dip notlar:

(*1) Telgrafların yazıldığı tarihlerde Erzincan, bir Kızılbaş Kürt şehridir. Aradan geçen yüzyıllık süreçte, Erzincan’da Kızılbaş Kürtlerin esamisi dahi okunmuyor. Balkanlardan ve Kafkasyalardan getirilip yerleştirilen göçmenler (muhacirler) süreç içerisinde, Kızılbaş Kürtleri şehirden göçmelerine neden oldu. Bugün Erzincan, Elazığ ve Erzurum’la birlikte bölgede, ırkçı-dinci ve gericilerin merkezi durumundadır.

 (*2) Kötü niyetli olarak, Paris’te Ermeni delegesi Boğos Nubar Paşa’yla mutabakata vararak Osmanlı’dan ayrı “Bağımsız Kürdistan ve Ermenistan” talebinde Şerif paşa kastedilmektedir.

(*3) Dersim mebusu Hasan Hayri Bey’in, Mustafa Kemal ile dostluğu; Mustafa Kemal’in Diyarbakır’da 16. Orduya atandığı döneme kadar giden bir geçmişe dayanır. Hasan Hayri Bey, Mustafa Kemal ile çelişkiye düşünce Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’nın (TPCF) saflarına katılır. Ankara’da can güvenliği kalmayınca da 1924 yılında Dersim’de Seyit Rıza’ya sığınır. Elazığ Ordu komutanının can güvenliği konusunda “şeref sözü” vermesine kanarak, kendisine tahsis edilen Elazığ’ın Hüseynik köyüne yerleşir. 1925 yılının Şubat ayında Elazığ, Şeyh Said güçlerinin komutanı Şeyh Şerif tarafından işgal edilince, Hasan Hayri Bey bulunduğu yerden Şeyh Şerif ile birlikte Dersimlilere “sükûnetlerini bozmamalarını ve kendisinden haber beklemeleri” hususunda telgraf çeker. Şeyh Said ayaklanmasının bastırılmasından sonra Seyit Rıza’nın muhtelif defalar Dersim’e davet ettiği Hasan Hayri Bey, Nureddin Paşa’nın şeref sözüne kanarak bulunduğu Hüseynik köyünden ayrılmaz ve burada amcaoğlu Celal Mehmet ile birlikte tutuklanır. Elazığ İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edilir. Mahkeme Başkanı Ali Saip duruşmada; “Ankara Meclisinde Kürt milli kıyafetiyle hazır bulunduğun zamanlar dahi Kürtçülük gayesi takip etmekte olduğunu” sorması üzerine Hasan Hayri Bey, “Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile Kürt milli kıyafetini giyerek Lozan Konferansı’na telgraflar çektiğini ve Türk Camiasında ayrılmayacağını” beyan ederek, kendisini savunmaya çalışsa da idam edilmekten kurtulmamıştır. Nuri Dersimi, “Kürdistan Tarihinde Dersim” adlı eserinde bu acı olaydan bahsederken; Hasan Hayri Bey ile daha önce aralarında geçen bir diyaloğu olduğu gibi aktarır. ( Dersimi, 1992; 188-189)

 (*4)Rıza Nur daha sonra Cumhuriyet Hükümetlerinde görev alacak ve ırk sorununu daha ileri götürecektir. İlkin Milli Eğitim Bakanı, daha sonra Sağlık Bakanlığı yapacak olan Dr. Rıza Nur’a göre, “{…} Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en âdil, en hayati iştir. {…} Bu ecnebi unsurlar bir belâ ve mikroptur. Bunları ve keza Kürtleri devamlı bir temsil [asimilasyon] planı üzere ayrı dil ve ırklıktan tecrid etmelidir.” (Malmîsanij, 2020; 76)

Kaynakça:

Bayır, Derya; Milletler Cemiyeti Belgelerinde Fransız Mandası Altında Bir Kürt devleti: Kürt Tarihi Dergisi; sayı: 45. Temmuz-Ağustos-Eylül 2021

Çetinoğlu, Sait: Lenin Yönetimindeki Bolşeviklerin Milliyetçi Hareket/Milli Mücadele’ye Katkıları Üzerine: Sosyalist Mezopotamya: Haziran 2018, sayı: 2

Dersimi, Nuri;  Kürdistan Tarihinde Dersim: Dilan Yayınları, Diyarbakır, 1992

Gürbey, Hüsnü & Gül, Mahsuni: Hatay’ın ilhakı: Arap Aleviler ve Ermeniler:  Agos Gazetesi, 25 Haziran 2021

Hakan, Sinan; Türkiye Kurulurken Kürtler (1916-1920) İletişim Yayınları, İstanbul, 2013

Kıeser, Hans-Lukas; Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938: Çev: Atilla Dirim: İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

Malmîsanij, M; 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri: Vate Yayınevi, İstanbul,2020

Özen, Şermin; Kürdistan 1919 Binbaşı Noel’in Günlüğü: Kürt Tarihi Dergisi; sayı: 46.Ekim-Kasım-Aralık 2021

Özgül, Vatan; Kurtuluş Savaşı Sürecinde Alevi Aşiret Liderlerinin Protesto Telgrafları ve Balabanlar. Türk Kültürü ve Hacıbektaş Veli Araştırma Dergisi: 2010, sayı:56, s,185-186

Öztürk, Nevzat; Lozan Antlaşması, 1924 Anayasası ve Sonuçları: Demokratik Modernite; sayı: 12. Mart-Nisan-Mayıs 2015,

BMM’de sert muhalefet yapan Erzurum mebusu ve Şadian aşiretinin ileri gelenlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey

M. Kemal’in isteğiyle Kürt milli kıyafetleri ile Meclise gelen Dersim mebusu Hasan Hayri Bey

Lausanne Palace Hotel’in kapısında İsmet Paşa, Rıza Nur ve Ruşen Eşref Beyler.

Centenary of the Lausanne Conference. Head of Turkish Delegation İsmet Pascha, Rıza Nour and Rushen Eshref Bey at the gate of Lausanne Palace Hotel.

Guignol à Lausanne (1922) isimli albümden Lozan Konferansı çizimleri …

(THE DERSO & KELÈN COLLECTION).

Sosyalist Mezopotamya / Sayı: 14 / Kasım 2023 (PDF)

Tüm sayıların PDF’leri için buraya tıklayın

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights