“Ne istediğini bilmelisin
Söylediğin şey istediğin şey olmalı
Doğru bulduğunu söylemelisin
Bunu neden doğru bulduğunu temellendirmelisin
Olanın ne olduğunu ciddiye almalısın
Fakat olması gerekeni de bilmelisin”
Erhard Eppler
Orkun Yıldırım
İnsanlık tarihi ile ilgili kısa bir hatırlatma…
“İnsanı şekillendiren, içinde bulunduğu ortamsa,
onun ortamı insanileştirilmelidir”
Marx
Dünyada ilk yaşamın oluşum sürecinden bugüne kadar, canlı organizmalar yaşamlarını devam ettirebilmek için doğa güçlerinin yarattığı değişikliklere biyolojik olarak uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Bu uyumu sağlayamayan milyonlarca canlı türü doğanın acımasız determinist yasaları içinde yok olmuşlardır. İnsanın biyolojik gelişiminde de belli bir noktaya kadar bu süreç görülmüş, doğa güçlerinin yarattığı değişimlere biyolojik evrim sayesinde uyum sağlayarak bugünkü fiziksel ve biyolojik yapımıza gelinmiştir. İnsanlar, bir noktadan sonra doğa tarafından tamamen belirlenme sürecini kendi lehlerine azaltarak, doğadaki her değişime tabi olarak yaşamını sürdürebilmek için kendinde gerçekleştirmesi gereken biyolojik değişim yerine, çeşitli araçlarla doğa güçlerini kontrol altına alarak ve çevre koşullarını değiştirerek insanlık tarihini başlatmayı başarmıştır.
İnsan yaşamı her şeyden önce yemeyi, içmeyi, barınmayı, giyinmeyi ve diğer çeşitli zorunlu ihtiyaçları karşılamayı gerektirir. Bu zorunlu ihtiyaçları karşılayabilmek için insanların her zaman bilinçli pratik bir etkinlikte yani üretimde bulunmaları gerekir. Bu ise, maddi hayatın üretilmesi için insanların birbirleri ve doğa ile, yapılacak işin gereklerine uygun bir ilişkiye girmesi anlamına gelmektedir. Somut bir örnek vermemiz gerekirse; çevresinde elma ağacı dışında hiçbir şey olmayan bir insan topluluğu düşünelim. Doğanın determinist yasaları sonucu biyolojik evrimle oluşan bu elma ağacının oluşmasında ve varlığını hala sürdürüyor olmasında rastlantının payı çok büyüktür. Şöyle ki, Elma ağacını oluşturan tohumun bir tesadüf eseri verimli bir toprağa düşmesi, kazara herhangi bir hayvan tarafından yenmeden filizlenip ağaç olmaya başlaması ve tam bu sırada büyümesi için gerekli olan yağmurun ve uygun havanın olması…vb asgari uygun koşulların biraraya gelerek elma ağacını oluşturması gerçekten büyük bir tesadüftür. Burada tohum, verimli toprak, uygun hava ve yağmurun birbiriyle ilişkisi katı bir sebep sonuç ilişkisidir ama bütün bu koşulların birarada bulunması doğanın iradesi olmadığı için bilinçli yapılan bir süreç değil, rastlantısal bir olaydır. Bu ağaçtaki elmayla beslenen insanların ise bu tesadüfler sonucu oluşmuş bu ağacın başına gelebilecek herhangi bir aksilikte yaşamlarını devam ettiremeyecekleri açıktır. Uygun zamanda yağmayan yağmur, ağaca böceklerin dadanması veya bir yıldırım çarpması… gibi bir sürü aksilik orada yaşayan insan türünün sonunu getirebilecektir. Burada insan doğa tarafından tamamen belirlenmiştir diyebiliriz. Ama ne zaman insan elma ağacının oluşumunun (tohum, yağmur, verimli toprak, uygun hava) bilgisine sahip olursa ve bu bilgiler ışığında doğaya müdahale edebileceği araçları geliştirirse durum değişir. Artık yağmur yağmasa bile dereden gidip ona uygun araçla su getirebilecek, tohumun verimli toprağa rastlantısal olarak düşmesi yerine kendi ürettiği bu işe uygun araçlarla kendisi toprağı sürüp ekimini yapacaktır. Böylece doğanın belirlemeciliğini kendi lehine azaltabilecek, aletlerini ve bilgisini geliştirerek zorunlu ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılayabilecek hale gelecektir. İnsanlar bunu tek tek bireyler olarak değil, topluluklar halinde koordineli bir şekilde bilinçli bir pratik etkinlikte bulunarak yapabilmişlerdir. Bu temel ihtiyaçlarını karşılarken insanların doğa ile girdikleri ilişki dışında, bir de birbirleriyle girdikleri ilişkiler vardır ki, bu da üretimi sağlamak için kendi aralarında yaptıkları işbölümünün zorunlu bir sonucudur. Bu ilişkiler ilk olarak her ne kadar insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kurulmuş olsa da, hayatın bir çok alanında farklı formlar alarak ve çeşitlenerek insan topluluğunun manevi hayatını, düşünsel hayatını yani kültürünü oluşturmuştur. Doğanın belirlemeciliği azaldığı oranda düşünce ve kültür(doğanın determinist akışı dışında olan herşey-ki bu da bilinçli bir çaba ile üretilir), yani toplumsal hayat gelişmiş ve bugünkü modern toplumun seviyesine ulaşılabilmiştir.
İnsan toplulukları bilinçli bir çaba ile (emek, yani üretimi yaratan değer) doğa tarafından belirlenmişliklerini azaltabilmek için gerekli olan üretim tarzını oluşturmak ve onunla uyumlu olmak üzere kendi aralarında isteklerinden bağımsız ilişkilere girmek zorunda kalmışlardır. Bu ilişkiler bir süre sonra insanın insan tarafından belirlenmişliğini artıran, toplumu katmanlara ayıran bir hal almaya başlamıştır. Bu ilişkilerin sonucunda(insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için üretim araçları ve üretim tarzına göre yapılmış toplumsal işbölümü) çeşitli ayrıcalıklara sahip egemen bir sınıf oluşmuş ve bu sınıf da ayrıcalıklarını korumak için kurumsal mekanizmaları yani devleti oluşturmuştur.
Yazıyı okuyan arkadaşların şu anda bir sitemini duyar gibiyim. “Eeeee, bu yazının konusu olan ahlak ile ilgili bütün bunların ne alakası var?” Doğru, bu yazının konusu genel anlamda ahlak ile ilgilidir. Ama ahlak tek başına ve onu yaratan köklerinden ve üzerinde yükseldiği zeminden bağımsız ele alınamaz. Tıpkı portakal üzerine açıklayıcı bir yazı yazmak isteyen birinin, doğada portakal ağacı olmadığını, turunç ağacının aşılanması ile portakalın oluştuğunu ve portakalın anlaşılabilmesi için ise turunç ağacının doğayla ilişkisini ve portakal ağacına nasıl ve kimler tarafından dönüştürüldüğünün öyküsünü anlatması gerektiği gibi. Ben de ahlakla ilgili açıklamalar ve belirlemeler yapmadan önce meselenin rahat anlaşılabilmesi için zorunlu olarak ahlakın üzerinde var olduğu maddi zemini ve bu zemine esas rengini veren üretim ilişkileri ile bağlantısını kaba hatlarıyla ve kısaca vermeye çalıştım.
Ahlak, topluluk içinde yerleşmiş, kabul görmüş, uyulması beklenen düşünce ve tutumları ifade eder. Ahlakın etkin bir biçimde toplumsal hayatta uygulanabiliyor olması için, ona uyulması gerektiği yönünde yaygın bir inancın olması gerekir. Bu düşünce, inanç ve tutumların oluşmasında yer alan etmenler her ne kadar çok çeşitli olsa da iddiamız, en güçlü etkenin üretim tarzı ve ilişkileri olduğudur. Buradaki ilişki de basit bir sebep sonuç ilişkisi değildir; üretim sürecinin biçimlendirdiği toplumun, üretim ilişkileri aracılığıyla ahlaki değerleri koşullaması ve etkilemesi kadar, ahlakın da üretim sürecine ve diğer toplumsal üst yapı kurumlarına etkilerinden bahsedebileceğimiz karşılıklı bir etkileşim ve dönüşüm süreci söz konusudur.
“…Bir insanın kişiliğinin oluşumunu ele alalım. Böyle bir süreçte pek çok gücün ve koşulun rol oynadığı açıktır. Ama yinede ilk yaşlarda çocuğun kişiliğinde temel belirleyici rol oynayan bir dizi deneyim yaşanmıştır. Örneğin ana babanın ölmesi, ya da kurallara sıkı sıkıya bağlı bir yetiştirme tarzı. Bu kişinin karakterinde nihai bir rol oynar sadece uzun vadede değil, şimdi de. Şu anda kişinin yaşamında ayrı bir güç değildir, hatta en büyük güçte olması gerekmez. Ancak yinede o, bütün diğer güçleri kendi çevresinde örgütleyen, onları kendisine tabi kılan, kişinin karakterinin öteki yönlerine rengini veren, onlara anlam ve önem kazandıran bir güçtür. Bir müzik parçasının teması gibidir, bazen öne çıkar, bazen gerileyerek uzaklaşır, ama her zaman eserin bütünlüğünü sağlayan örgütleyici ilkeyi oluşturur. Nihayet, diğer faktörler ve koşullar bu temel belirleyici unsura açıkça tepki gösterebilir ve onu değişikliğe uğratabilirler…”
(Marx’ın Özgürlük Etiği, George G. Brenkert, sf 67, Ayrıntı yayınları)
Toplumlarında bir karakteri vardır. Aynı insan kişiliğinde olduğu gibi çok farklı etmenlerden oluşurlar. Ama yukarıda ki örnekte olduğu gibi toplumlara da rengini veren ve diğer etmenlerden daha güçlü, daha kapsayıcı ve daha karmaşık bir şekilde etkide bulunan unsur, maddi yaşamın üretilme tarzıdır. Yani insanların ihtiyaç ve arzularını karşılama zorunluluğu ve özelliklede bunu yapmaya çalışırken izlediği tarzdır.
Bütün toplumsal projeler niteliklerine uygun çeşitli sözleşmelere dayanır. Bu toplumsal projeler birbirlerinden ne kadar farklı olsa da, sözleşmelerin topluma sunuluş mantığı temelde aynıdır.
“
- Kapsayıcı bir düşünce önermek, (birleştirmek, birleştirici bir hedef göstermek)
- Bu düşünceye göre bir ayırım yapmak, (bölmek, bu hedefe uyanlar ve uymayanlar arasında ayırım gözetmek)
- Yapılacak işi belli ölçütlere göre tanımlamak (hekimlik, marangozluk, müritlik, siyasal parti üyeliği)
- Hedef ekseninde birleşenler arasında özel dayanışma kuralları, töreler, gelenekler oluşturmak
- Özel grubun dışında kalan, ancak etkilenmesi gereken diğer gruplarla olan ilişkileri (“özel-genel” ilişkisini) düzenleyen kurallar koymak, (zanaatlarda işe hile karıştırılmasının önlenmesi, çarşı-pazar kurallarına uyulmasının öğütlenmesi, topluma yararlı olduğunu gösterecek, genel kabulü kolaylaştıracak tutum ve davranışların geliştirilmesi)
Bunlar, herhangi bir topluluğun, tarihin herhangi bir döneminde geliştirebileceği her türden toplumsal örgütlenmenin ve örgütsel etkinliğin başlıca özellikleridir.”
(Sosyalist Mücadele Etiği, Özgür Üniversite Kitaplığı, Aydın Çubukçu’nun yazısı, sf 39)
Her topluluk, grup ya da toplum kendi ahlakını oluşturur. Her ne kadar bunu bir ahlak teorisi şeklinde sistematik bir şekilde yapmasa da, günlük yaşam içinde ahlaki davranış, eğilim ve tutumların sizi çepeçevre kuşattığını görebilirsiniz. Ahlaki davranış, eğilim ve tutumları oluşturan değerler ile toplumun öteki veçheleri arasındaki ilişki önemlidir. Zira bu değerlerin oluşmasına katkıda bulunan etkenler, toplumun irili ufaklı bütün veçhelerinin karmaşık, doğrudan veya dolaylı etkileşimine tabidir. Topluluğun üzerinde yükseldiği ana zemin maddi hayatın üretimi ve bu üretimin tarzıdır. Fakat bu durum bütün kültürel ve ahlaki öğeleri belirli bir an için en güçlü bir şekilde üretim tarzının biçimlendirdiği anlamına gelmez. Maddi yaşamın üretilme tarzı ana kapsayıcı etkendir, bazen vurgusu fazla olur, bazen az olur ama toplumun kapsayıcı temel etkeni olduğu açıktır.
Yurtsever hareket özelinde konuşacak olursak amacımız, Kürtlerin yaşadığı bütün alanlarda Kürt kültürel ve demokratik haklarını kazanma ve Kürdistan’da kendi bağımsız siyasi aygıtımızı kurmaktır. Bu amaca ulaşabilmek için sistemli ve koordineli hareket edebilme yeteneği kazanmış, kendi içinde tutarlı bir eylem planına sahip bir topluluk yaratabilmek gerekir. Her toplulukta olduğu gibi bu topluluğun da değer yargıları, ahlakı, hareket tarzı ya süreç içerisinde pratik etkinlik içinde oluşturulur, ya da insanlara bu sürecin dışından hazırlanmış olarak sunulur. Dinlerde olduğu gibi dışardan hazırlanıp insanların hayatına dayatılan ahlaki yargı ve ilkelerin insanların pratik hayatıyla çeliştiğini, toplumsal değişimlere uygun bir ahlaki değişime bu yöntemin cevap veremediğini gördük ve hala günümüzde de gözlemleyebiliyoruz. O yüzden biz pratik etkinlik içerisinde amacımıza ve gelecekte kuracağımız topluma uygun ahlaki bir çerçeveyi bugünden mücadele içinde tartışarak hazırlamaya başlamalıyız.
Bizim Ahlakımız, (“olması gerekenler” ve “olanlar”)
- Ahlak sorununa nasıl yaklaşmalıyız?
“Yok edilecek dünyanın yerine (yalnızca bazı temel özellikleriyle bile olsa)
konabilecek bir anlayış olmadığı sürece,
insan ruhunu yıkıcı bir mücadeleye atmak onu incitir”
Kropotkin
Yazımızın birinci kısmında da söylediğimiz gibi, bizler bütün zamanlar ve mekanlar için değişmez standart ahlaki yargıların olduğunu düşünmüyoruz. Yanlış anlaşılmasın, bu belirlememiz kesinlikle “ahlaki yargıların olmaması gerektiği” anlamına gelmez. Bizim söylediğimiz sadece belirli bir zamanda, belirli bir dönemde geçerli olan ahlaki yargıların değişmez evrensel nitelikte olmadığı, toplumsal hayat geliştikçe ve değiştikçe ahlaki değerlerin farklılaşabileceği, farklı toplumların birbirinden çok farklı ama hiçbiri de yanlış olmayan ahlaki yargılara sahip olabileceğidir. Burada anlatmak istediğimin özü şudur. Ahlak ve etik konusuna, tamamlanmış ve her yerde geçerli nihai yanıtlar vermeyeceğiz, ahlak sorununa bizlerin nasıl yaklaşması gerektiği ile ilgili yaklaşımlarımızı netleştirmeye çalışacağız.
Şimdi ahlaka bakış açımızı biraz daha açmamız gerekir. Öncelikle her topluluğun ahlak kuralları vardır ve olmalıdır kabulü üzerinden hareket ettiğimizi söylemeliyim. Ahlak meselesine bakışta temel olarak iki farklı yaklaşım vardır. Birincisi, ahlakın, toplumu ve bireyleri ölçebilen ve bireysel irade ile değiştirebilecek bir standartlar dizisi olduğu kabülüdür. Bu bakışta ahlak oluştuğu çevre koşullarından kopartılarak bir bireysel irade sorunu olarak sunulmaktadır. Buna göre davranış ve tutumlarından kişi yüzde yüz sorumludur ve her davranışı üzerinde biricik belirleyici kendisi olduğundan, sorumluluk da tamamen kendisine aittir. Böylece bu eğilim herhangi bir bireysel ahlaki soruna, yüksek ahlaki ilkeler oluşturarak çözüm bulmaya çalışır.
İkinci ve bizim de tercih ettiğimiz yaklaşıma göre, ahlaki yargılar pratik insan etkinliğinden çıkarılmalıdır. Bu düşünce, bireysel ahlaki sorunları açıklamadan önce, bireyin içinde yaşadığı toplumun analiz edilmesini, genel toplumsal kavramların birbirleriyle ilişkilerini açıklamayı gerektirir. İki yaklaşımın farkının anlaşılması için George G. Brenkert’in Marx’ın Özgürlük Etiği kitabında verdiği güzel bir örneği birkaç küçük değişiklikle aktarmayı önemli buluyorum. “Tarihsel maddecilik ahlakı şöyle tanımlar: İnsan, diğer birçok insanla beraber bir hapishane arabasındadır. Araba ile başka bir yere nakledilmektedir. Aracın içinde diğer insanlarla beraber istediğini yapabilir. Ancak bu insanların eylemleri ve kararları bu araçla ve bu aracın hareketi ile sınırlı kalacaktır. Bu durumda özgürlük ancak ahlakın bazı taleplerini karşılayacaktır. Kişi aracın içine kapatılmış olsa da, birlikte olduğu diğer mahkumlara şu ya da bu şekilde davranmakta, onlara yardımcı olmakta ya da onları incitmekte özgür olduğu ölçüde o kişi ahlaki bir varlıktır.” Burada hapishane aracı toplumsal yapı, kişinin araç içerisindeki davranışı da onun ahlaki yanı yani bireysel iradesi ile yaptığından sorumlu olduğu alandır. Tabi bu örneğin eksik kalan yanı, insan iradesinin ve ahlaki yargılarının hapishane arabasının yönünü belirlemede bir etkilerinin olduğudur.”
Meseleyi böyle koyduktan sonra, şu küçük örnek ile son kafa karışıklığını da gidermemiz önemlidir. Hırsızlık yapan birini, kendi iradesi ile yaptığı eylemden dolayı, yüzde yüz sorumlu tutarak cezalandırmak yanlıştır. Çünkü hırsızın yaşadığı toplumsal sistemdeki, ekonomik, sınıfsal, kültürel eşitsizlikler göz önüne alınırsa, çalma fiilinin yetkisinin tamamen kendisinde olmadığı, dolayısıyla bu fiilden dolayı tamamen sorumlu tutulamayacağı bir durum olduğu görülür. Eşitsizliğin toplum genelinde yasalar ve ahlaki yargılar aracılığı ile korunduğu, asgari insanca yaşam koşullarının başka birilerinin ayrıcalıklarına aktarıldığı bir yerde çalmak sistemin tek açık bıraktığı zorunlu bir yol olabilmektedir. Zorunlu yapılan fiillerde ise yetki ve sorumluluk tamamen yapana ait değildir. Ama Burjuva ahlaki yargıları bir insanın sistemin tek açık bıraktığı kapıdan gitmesine, kişinin yaptığı işin yetkisine tamamen sahip olup olmadığına bakmaksızın, onu yaptığı işten tamamen sorumlu tutabilmektedir. İş arayıp bulamayan, sistemin meşru yolları içerisinde ailesini geçindirme imkanından yoksun olanlar, aç olanlar, hırsızlık yaptıktan sonra bu işin tamamen sorumlusu sayılamazlar. Onları koşullayan içerisinde yaşadıkları toplumsal hayatın maddi ve manevi ürünleridir. Eğer tekil bir eylemi sağlıklı bir şekilde yargılamak istersek, ilk yapmamız gereken eylemi yapan kişinin belirlenmişliklerini ve belirleyicilik oranını ortaya koymaktır. Bu da ister istemez o insanın yaşadığı alana gitmemizi, onu sarıp sarmalayan maddi ve manevi hayatı görmemizi, ilişkilerini ortaya koyabilmemizi gerektirmektedir. Bunun sonucunda bu eylemde öznenin yüzde şu kadar belirlemeciliği vardır ve dolayısıyla yaptığı fiilin o kadarından sorumludur, geri kalan sorumluluk payı bir bütün halinde topluma aittir diyebiliriz. Bu durum hırsızlık olayını ve yapanı, ahlaki olarak yargılayıp mahkum etmeyeceğimiz anlamına gelmez. Ancak şu anlama gelir ki ondan önce o eylemin ve failin içinde yaşadığı toplumsal koşullar ve ilişkileri mahkum etmeliyiz. Her ne kadar süreç bu kadar mekanik işlemese de temel mantık olarak meseleye böyle bakmamız, herhangi tekil bir olayı değerlendirirken en doğru sonuçlara varmamızı sağlayacaktır.
Ahlaka farklı bir yaklaşımda etik tartışmalarında ortaya çıkmaktadır. Birinci yaklaşım görev etiğine dayalı ahlak anlayışıdır. Bu anlayışı kısaca “yapacaksın” ya da “yapmayacaksın” şeklinde formüle edebiliriz. Belirli ahlaki kurallara ve görevlere uygun davranmak anlamına gelen bu anlayışın günümüzde pek çok örneğini görebilmekteyiz. Özellikle dinsel ve geleneksel ahlaki anlayış tamamen bu mantık üzerine kurulmuştur. Bir insanın bu zihniyete göre ahlaklı olup olmaması, onun için konulan ahlaki davranış kurallarına ne kadar uyup uymadığı ile ölçülebilir. Bir dizi davranış tipini yapmayı, bir diğer davranış tipini yapmamayı gerektiren bu ahlaki anlayışa göre, yaşadığımız toplum içinde günlük yaşam etkinlikleriyle ahlaki davranış tipleri arasında ortaya çıkan çelişki, kişinin zayıf iradesinden kaynaklanmaktadır. Burada yaşamın içerisinden çıkartılmayan, dışardan yüksek bir ideal tarafından verilmiş ahlaki davranış kurallarının günlük yaşam etkinliği içerisinde çatışmasında, dışardan verilmiş bu ahlaki davranış modelleri sorgulanmaz. Din için doğa üstü bir güç tarafından verildiği kabul edilen, Burjuva pozitivistleri için yetkin, bilgili masa başı filozofları tarafından verildiği kabul edilen yüksek ahlaki ilkelerin günlük yaşamda hayata geçirilemiyor olması, onlar açısından daha cahil, kafası çalışmayan, basit güdülerine teslim olmuş insan topluluklarının meseleyi kavramadaki ve uygulamada ki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır.
Diğer bir yaklaşım ise Erdem etiğine dayalı bir ahlak anlayışıdır. Ahlakı geliştirmenin kural, ilke ve davranış tipleriyle değil, belirli eğilimlerin ve karakter özelliklerinin geliştirilmesiyle olması gerektiğini savunur. Kısaca bu anlayış insanlara “yapacaksın, yapmayacaksın” yerine “şöyle ol” demektedir. Erdem, yetkinlik ve yaşamın zenginleştirilmesi peşindedir. İnsanları belli davranış kalıplarına hapsetmek yerine, herhangi bir erdemin insanların kişiliğinde geliştirilmesinin olanaklarını yaratmak, o erdemden kaynaklanan farklı ve yanlış olmayan bir çok davranış pratiğinin ortaya çıkmasına ve bu sayede de toplumsal hayatın ve insanın iç dünyasının zenginleştirilmesine katkıda bulunmak bu yaklaşımın en önemli sonuçlarından biridir. Toplumumuza baktığımızda gelenek ve dinlere belli bir mesafede duran, ama kişiliğini ve davranışını çok takdir ettiğimiz bir çok insana rastlarız. Bu insanların birçoğunun ahlaki yükümlülükler hissetmemesine rağmen, gerek başkalarıyla ilişkilerinde, gerekse toplumsal sorumluluk duygularındaki gelişmişliği sağlayan, o insanın kendinde kaygısını duyduğu erdemli olma idealidir. Kendi aramızda ve başkalarıyla olan ilişkilerde geliştireceğimiz ahlaki yaklaşımların temelinde bu anlayışın rol oynaması gerektiğini düşünüyorum. Zira, doğanın binbir çeşitliliğine rağmen toplumsal hayatı standart ahlaki davranış tiplerine göre tanımlamanın, onu fakirleştireceğini ve insanların yaratıcı bilincini öldüreceğini tarihsel deneyimlerimiz bize göstermiştir.
Her toplumsal gelişim sürecinde oluşan bilinç, daha önceki ve farklı toplumların bilinciyle bazı ortak eğilimler ve fikirler içerir. Her ne kadar toplumsal koşullar ve yaşam tarzı birbirlerine benzemez ise de, bu ortak bazı fikirlerin gelişmeyeceği anlamına gelmez. Ahlak içinde durum böyledir. Standart, bütün zamanlar ve mekanlar için değişmez ahlaki ilkeler olmasa da, ortak bazı ilke ve fikirlere ulaşmak mümkündür. Tabii ki bu ortak ilkelerin en fazla genel çerçevesini koyabilmeli ve özgün, yaratıcı uygulamalarına açık kapı bırakabilmeliyiz. Toplumların ahlaki gereksinmelerinin pratik etkinlikten çıkarıldığını unutmamak ve ahlaki bir mükemmelleşmeye bu pratik içinde erişilebileceğini kabul etmek gerekir. Aynı zamanda geçmişte uygulanmış ahlaki standartların sınırlarını ve yetersizliklerini bilince çıkartarak, en azından daha ileri ahlaki standartları oluşturma çabasına girmeliyiz, tabii ki pratik hayattan kopmadan. Victor Serge’nin kendi deyişiyle “bütün taktik etkenler karşısında öncelik taşıyan üç nokta vardı ve bana pahalıya mal olsa bile, açıkça ve hiçbir ödün vermeden sadık kalmıştım.” belirttiği gibi herşeyden önce temel almamız gereken evrensel fikirler vardır ve olmalıdır.
“1– İnsanın savunulması. İnsana saygı duyulması. İnsanın hakları tanınmalı, güvenliği sağlanmalı ve ona değer verilmelidir. Bunlar olmadan sosyalizm olmaz. Bunlar olmadan her şey sahte, boş ve yararsızdır. Demek istediğim şudur; Bu insan kim olursa olsun isterse insanların en adisi –“sınıf düşmanı”, bir burjuvanın oğlu yada torunu- olsun, buna aldırış etmem. Bir insanın insan olduğu asla unutulmamalıdır. Bu gerçek her gün her yerde, kendi gözlerimin önünde unutuluyor ve olabilecek en isyan ettirici, anti-sosyalist şey de bu…
2- Hakikatin savunulması. İnsanın ve kitlelerin hakikatte hakları vardır. Tarihin sistematik biçimde çarpıtılmasını da, bütün ciddi haberlerin (salt ajitatif bir rolle kısıtlanmış olan) basında sansür edilmesini de onaylayamam. Bence hakikat, entelektüel ve ahlaki sağlığın bir ön koşuludur. Hakikatten söz etmek, dürüstlükten söz etmek demektir ve bunların ikiside insanın hakkıdır.
3- Düşüncenin savunulması. Hiçbir alanda gerçek bir entelektüel araştırmaya izin verilmiyor. Her şey alıntılarla beslenen bir menfaatçiliğe indirgeniyor…Ben, sosyalizmin, fikirlerin birbirleriyle rekabeti, eleştirisi ve mücadelesi dışında bir yolla entelektüel anlamda gelişemeyeceğini, zamanla yaşamın kendisinin düzelteceği hatalar yapmaktan korkmamamız, bunun yerine durağanlık ve tepkisellikten uzak durmamız gerektiğini, insana duyulan saygının, onun her şeyi bilme hakkıyla düşünme özgürlüğünü de içerdiğini kabul ediyorum.”
V. Serge (Alıntı, Marksizm ve Ahlak, sf 160, Steven Lukes, Ayrıntı yayınları)
Devrimci-sosyalist-komünist çevrelerde süren tartışmalarda ahlak meselesine yanılgılı bir yaklaşım dikkat çekmektedir. Ahlak ile sınıf kavramları arasında bu kavramların varoluşuna ilişkin zorunlu bir bağ kurulur. Halbuki sınıflar oluşmadan öncede ilkel topluluklarda ahlaki ilkeler ve yargılar vardı. Ahlak, sınıflı toplumlarla ortaya çıkmış bir olgu değildir. Bu yüzden Marx’ın “her dönemin ahlakı egemen sınıfın ahlakıdır” belirlemesini şöyle anlamamak gerekir. Hakim sınıf, sıfırdan her şeyi kendi sistemine uyumlu bir ahlaki sistem kurmaz veya kuramaz. Geçmiş çağların gelenekleri, insanların sempatileri, inanç ve önyargılar tamamen belirlenemez. Doğru yaklaşım şudur, hakim sınıf, diğer sınıfları baskı altına almak ve rahat bir şekilde sömürü sitemini sürdürebilmek için ahlakı kullanır, biçimlendirir, yönlendirir. Ama bunu yaparken daha önce verili gelenek, eğilim ve ahlakı dikkate almak zorunda kalır ve kendi sisteminin çıkarına en uygun yönlendirmeyi yapar. Yoksa beyaz bir sayfadan başlayarak yeni bir ahlak kurmaz ve kuramaz.
- Araç-amaç ilişkisi
“Kötü araçları gerektiren amaç, iyi bir amaç değildir”
K. Marx
“…Ona ulaşmak için kullanılan araçlar,
ulaşılmak istenen amaçlarla ruh ve eğilim olarak özdeş olmadıkça,
bir özgürleşme etkeni olarak hiçbir devrim başarılı olamaz.”
Emma Goldman
Araç-amaç ilişkisi özellikle devrimci, sosyalist-komünist çevrelerde çok uzun zaman önce tartışılmaya başlanmış ve bu tartışma hala şiddetinden bir şey kaybetmeden günümüze dek sürmüştür. Tartışmalarda netleşen iki temel farklı fikir olsa da, iki farklı fikrin pratik yansıması çoğu zaman çakışmıştır. Şimdi araç-amaç ilişkisine ilişkin farklı fikirlere bakalım.
Doğru adam kiminle oturmaz
Adalete yardım etmek için?
Hangi ilaç çok acıdır
Ölen adam için?
Hangi alçaklığa katlanmamalısın alçaklığı
Yok etmek için?
En sonunda, dünyayı değiştirebileceksen, nedir
Seni çok iyi yapabilecek olan bunun için?
Sen kimsin?
Çirkefe bat
Kasaba sarıl, ama
Dünyayı değiştir: buna ihtiyacı var!
B. Brecht
Birinci düşüncenin özü, Brecht’in şiirinde olduğu gibi amaç için her yolun mubah olduğu ya da amacın kullanılan yol ve yöntemleri mazur göstereceği, aklayacağı fikridir. İkinci düşüncenin özü ise şöyledir: Devrimin, yeni toplumsal projelerin amacı, insanın geçmiş çağların pisliği ve ilişkilerinden arındırılmasını sağlamak, eski bilinci yok ederek yerine yeni bir bilinci, ilişkileri ve ahlakı getirmektir. Zaten bir devrimi en önemli kılan nokta neyi yıktığı ve ne kurduğu değil, devrime katılanlar üzerinde yarattığı etki, yani sosyal, kültürel, etik dönüşümlerdir. Eğer insanların genel olarak bulundukları topluluk ve yaptıkları eylemler tarafından biçimlendirildiğini kabul ediyorsak bir devrimin ona katılan, destekleyen, onla şu ya da bu şekilde ilişkili olan bütün insanları arındırması ve temizlemesi gerekir. Tabi ki bu da araçların önemini öne çıkarır, zira eleştirdiğiniz, yıkmaya ve benzememeye çalıştığınız bir sistemin araçlarını ve ilişkilerini kendi aranızda yaşatarak düşmanınızdan farklı bir şekilde olmanız ve onlardan farklı bir yere gitmeniz beklenemez. Son tahlilde aradaki fark niteliğe ilişkin değil, söylem ve kaba biçime ilişkin bir fark olur.
“Sosyalist bir devrim, gericiliğin bütün eski silahlarına rağmen çamura bulanarak yapılmaz ve yapılmayacaktır. İç savaşta, hükümette, tartışmada, örgütte bazı açılardan etkili, bazen de en kolay çözüm yolu olabilecek, ancak devrimcilerin ve sosyalistlerin devrimci ve sosyalist olmaktan vazgeçmeden kendilerine kesinlikle yasaklamaları gereken eylem türleri vardır. Toplumsal mücadelenin bütün eski yöntemleri bize yaramaz, çünkü onların hepsi de, aynı ölçüde bizi uğruna mücadele ettiğimiz amaca götürmez. Düşmanlarımızdan daha üst düzeyde bir bilince ulaşırsak, kararlılıkta, vizyonda, enerjide ve insanlıkta üstün olursak, en güçlünün biz olduğunu kanıtlarız. Bu dört koşul gerçeklikte birbirinden ayrılamaz, onlar, tek bir bütün oluşturur…”
V. Serge (Alıntı, Marksizm ve Ahlak, sf 162, Steven Lukes, Ayrıntı yayınları)
Devrimci çevrelerde genel olarak “amaç için her araç mubahtır” fikri doğru kabul edilmiyorsa da, pratik etkinlikler sırasında karşılaşılan sorunlar veya daha uzun erimli çalışmalarda genelde “olması gereken” değil”, “olan” ile sorunların halledildiğine tanık oluyoruz. Tamam şunu anlarım, gerçekten hayat karşımıza çok farklı nitelikte sorunlar çıkarmakta ve bunların bir kısmının çözümünde ideal çözüm yollarımızı işletemeyeceğimiz görülmektedir. Bu sorunları “olanla” çözmekten başka çaremiz olmayacaktır. Ama karşılaştığımız bir çok sorunda “olması gerekeni” yeterince zorladığımızı pek zannetmiyorum. Var olan toplumsal sistemin ilişki biçim ve araçlarıyla bir şeyler yapmak kolaydır, çünkü hakim ideolojinin alanı daha geniş ve etkin olduğu için onun ilişki tarzına ve araçlarına ulaşmak daha kolaydır. Bizim sunduğumuz alternatif ilişki biçimi ve araçları, yani “olması gereken”i hayata geçirmek zordur. Dolayısıyla faydacılık mantığına kayıp kolayın seçileceği bir yerde, kısa vadede bir şeyler kazanılsa bile uzun vadede eleştirdiğiniz sistemin kötü bir karikatürüne dönüşmekten kurtulamazsınız. Bu durum aynı annesinin çocuk yetiştirme şeklini sürekli eleştiren bir çocuğun, zamanı gelipte kendisinin anne olmasına benzer. Eğer annesinin çocuk yetiştirme tarzından farklı bir tarz kendinde geliştirememiş ve çocuk yetiştirme mantığı ve davranma biçimi, annesinin kendisine yaklaşımından ve davranma şeklinden çok farklı değilse, o da eleştirdiği annesinin bir kopyası olacaktır. Her ne kadar niyeti bu olmasa da ilişki tarzı ve davranışı fiili olarak bu durumu getirecektir. Çevremiz bu türden nice örneklerle doludur. Eski bir Bolşevik Parti militanının anılarından alınan aşağıdaki örnek ise çok çarpıcı bir şekilde bunu anlatmaktadır.
“…Kendi kuşağımın diğer insanlarıyla birlikte ben de amaçların araçları haklı çıkardığına kesin olarak inanıyordum. Bizim yüce amacımız komünizmin evrensel zafer kazanmasıydı ve bu amaç uğruna her şey (yalan söylemek, çalmak, çalışmamızı engelleyen ya da engelleyebilecek herkesi… yok etmek) hoş görülebilirdi. Bu yolda duraksamak ya da kuşku duymak “ağaçlara bakmaktan ormanı göremeyen” insanların özellikleri olan “entelektüel namusluluğa” ve “aptalca liberalizme” taviz vermek demekti.
…1932-1933 kışında …Kırları aşağılayarak, gizlenmiş tahılları arayarak, gömülü tahılların bulunabileceği yumuşak yerleri bulmak için toprağı demir çubuklarla eşeleyerek bu süreçte kendim de bir rol aldım. Başkalarıyla birlikte ben de çocukların haykırışlarına ve kadınların feryatlarına kulaklarımı tıkayarak, yaşlı insanların kilerlerdeki sandıklarını boşaltmaya katılmıştım. Çünkü, kırların büyük ve zorunlu olan dönüşümünün gerçekleşmesini sağladığıma, gelecekteki günlerde orada yaşayan insanların daha iyi durumda olacağına, onların yaşadıkları sefaletin ve çektikleri acıların kendi cehaletlerinin ya da sınıf düşmanının entrikalarının sonucu olduğuna, beni oraya gönderenlerin -ve kendimin- köylülerin nasıl yaşaması, neleri ekmeleri ve toprağı nasıl sürmeleri gerektiğini onlardan daha iyi bildiğimize inanıyordum.
1933 yılının korkunç ilkbaharında insanların açlıktan öldüklerine tanık olmuştum. Karınları şişen, derileri morarmış, hala nefes alan ama boş boş bakan cansız gözleriyle kadınları ve çocukları görmüştüm…Bütün bunları görmüştüm ve ne hiçbiri aklımdan çıkmış ne de intihar etmiştim. Beni, kışın köylülerin elinden tahıllarını almak, ilkbaharda zorlukla yürüyen, bir deri bir kemik kalmış ya da hastalıktan şişmiş insanları “şok işçisi tarzında Bolşevik ekim planını yerine getirmek” amacıyla tarlalara gitmeye ikna etmek üzere oraya gönderenleri de lanetlememiştim. Kendime inancımı da kaybetmemiştim.
…Bu idealleri gerçekleştirmekten başka bir şey düşünmeyen her çaba karşılığını kurban ettiği insan sayısı ile alır. Bu amaçla hareket eden insanlar, torunlarını ebedi mutluluğu vaat eden en soylu düşünceler adına, çağdaşlarına acımasızca kıymaktan kaçınmazlar. Ölülere cenneti bahşederek canlıları sakat bırakır ve mahvederler. Alçakça davranmak zorunda kalıyorlarsa, bunu gelecekteki iyilik uğruna yaptıkları, yalan söylemek durumunda kalıyorlarsa, bunu ebedi hakikatler adına yaptıkları inancıyla, kendilerini erdemli ve onurlu militanlar gözüyle bakarlarken, ilkesiz yalancılar ve amansız infazcılar haline gelirler.
…Biz işte bu şekilde düşünüp, böyle hareket ediyorduk. Yücelttiğimiz iyi düşünceler adına işlenen rezilce ve zalimce suçları gördüğümüz ve bu eylemlerde kendimizde yer aldığımız zaman en korktuğumuz şey başlarımızı kaybetmek, kuşkuya düşmek ya da doğru yoldan sapmak ve sınırsız inancımızı yitirmekti.
…İyi ve kötü, insanca ve insan dışı şeyler; bunlar bana boş soyutlamalar gibi görünüyordu. “İnsanlığın” niçin soyut, tarihsel zorunluluk ile sınıf bilincinin ise niçin somut olması gerektiğini de dert etmiyordum. Vicdan, onur ve insanca gibi kavramları, “entelektüel” yani burjuva idealist önyargılar ve dolayısıyla sapkınlıklar olarak dışlıyorduk.” Kopelev (Alıntı, Marksizm ve Ahlak, giriş, Steven Lukes, Ayrıntı yayınları)
Burada sormamız gereken ana soru şudur: “Yeni toplumu kurmak için ne tür araçlar kullanmalıyız” Gönül isterdi ki bu sorunun cevabını verirken 20 tane madde yazıp (aynı dinlerde olduğu gibi) “biz amacımıza ulaşmaya çalışırken bunları bunları yaparız, şunları yapmayız” diyebileyim. Bu hepimizin işini kolaylaştırabilir, bu konudaki kafa karışıklıklarını ise büyük oranda silebilirdi. Ama sosyalizm doğası gereği kusursuz, tamamlanmış, değişmez standart referanslara bağlı, bütün mekanlar ve zamanlar için aynı reçeteyi sunan bir ideoloji değildir. Tam tersine dinamiktir, çünkü toplumun gelişme yasalarını temel alan, eşitlikçi ve özgürlükçü çabaların bir adıdır. Tabii ki ilkeleri ve bir çerçevesi vardır ama toplumsal hayat, bilim ve insanlık geliştikçe kendini yenileyen, yetersizliklerini aşan, bir döneme ya da o dönem için konulan kurallara takılı kalmayan kendini zenginleştirebilen bir ideolojidir. Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabını verirken, sanırım en doğru tutum şu olacaktır. Eleştirdiğimiz, yıkmaya çalıştığımız toplumsal düzenin yaptıklarını yapmayalım, kullandığı araçları kullanmayalım ve onun kendi sistemi içerisinde yaşattığı ilişki tarzını kendi aramızda yaşatmayalım. En azından, şu anda yıkmaya çalıştığımız toplumsal sistemin ilişki tarzını bir elekten geçirerek –ki bu eleğimizde eşitlikçi ve özgürlükçü ideolojimizin temel ilkeleridir; insanı sömürmeyeceksin, dürüst olacaksın…vb- olumsuzladığımız yönleri mahkum etmeli ve kendi ilişkilerimizde yaşamasını engellemeliyiz. Aynı zamanda sınıflı toplumların oluşmasıyla birlikte çok uzun zamandır süren eşitlik ve özgürlük için mücadeleler tarihinden çıkan deneyim ve tecrübelerden yararlanabilir, bu mücadeleler sırasında denenmiş, sınanmış ve başarıya ulaşmış yol ve yöntemleri günümüze uygulayarak, zengin bir bilgi ve araç envanterine sahip olabiliriz. Yani “neyi nasıl yapacağımız” konusunda eksiklerimiz olsa da yönümüzü kaybetmiş değiliz, zira “neyi nasıl yapmamamız” gerektiği konusunda engin bir tecrübeye sahibiz, bu durum bir işe sıfırdan başlamaktan her zaman daha iyidir. K. Marx’ın şu güzel sözü söylemeye çalıştığımızı özetlemektedir. “Dünyanın geleceğini dogmatik olarak öngörmeye kalkmıyor, ilk önce yeni dünyayı eskisine yönelttiğimiz eleştirilerle keşfetmeye çalışıyoruz.”
Şunu da unutmamak gerekir. Nihai bir amacımız var ve bu amaca ulaşmak için bir çok ara durak geçmek gerekmektedir. Bu ara duraklara ulaşmak için mümkün olan en iyi sonuçları doğuracak eylem yönünü izleyerek gitmemiz, her zaman doğru bir tarzda o işi yaptığımız anlamına gelmez. Doğru iş bizi nihai hedefimize götüren yoldan ayrılmadan ara duraklara ulaşmayı bilebilmektedir. Kestirme yollar, kolay araçlar ile ara duraklara daha başarılı ve çabuk ulaşabileceğimiz açıktır, ama bütün bu yol ve yöntemin bizi ara duraktan sonra nihai hedefimize götüreceği kuşkuludur. Tarih bu tip örneklerle doludur, nihai hedefine giderken ara duraklarda kalmış ve bu durumu teorize ederek bulunduğu yerde kalmanın meşruiyetini yaratmaya çalışan ve ara durakları nihai gidilecek yer olarak sunan pratikler çoktur. Burada şunu anlamalıyız ki sorun niyet ve samimiyet meselesi de değildir. Kullandığınız araç ve yöntemlerin, kendi aranızda yarattığınız ilişki tiplerinin sizi baştaki niyet ve samimi tarzınızdan uzaklaştırdığı ve uzaklaştırabileceği yaşanan sayısız pratikler tarihte birçok defa ispatlanmıştır. Yani araç ve amaç ilişkisi basit bir şekilde açıklanacak bir ilişki değildir. Pratik etkinlik içinde araç ve amaç birbirlerini birebir olarak karşılıklı etkileme, dönüştürme, biçimlendirme gücüne sahiptir.
Bir başka tehlikede zorunlu ve acil durumlarda kullandığımız uygunsuz araçların, bizlerin ilke ve amacına uygun olmayan yöntemlerin bir erdem haline getirilerek, eksiksiz ve her zaman uygulanabilecek yöntemlermiş gibi sosyalist taktikler modeli adı altında sunulmasıdır. “Olması gereken” ile “olan” ayırımını yapıp, eksikliklerimiz sonucu “olan” ile yaptık ama doğrusu “olması gerekenle” yapılmasıdır, “doğrusu budur” diyebilmek gerekmektedir. Eksikliklerimizi saklayarak, boyumuzun sanıldığından daha uzun olduğu yanılsaması yaratarak, kitleleri pratik etkinliklerimizin, eksiksiz ve en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir teorik donanımdan kaynaklandığı yanılgısına sevk etmek, bizlere yabancı bir kültür olmalıdır. Devrimci saflarda her ne kadar bu kültür (yani zorunlu koşullar sonucu içine girilen pratik etkinliği teorileştirme) hakimse de, bu bizim, devrimci sosyalistlerin kültürü değildir. K. Marx’ın bu konuda söylediği şu söz çok çarpıcıdır. “Elbette amaç araçları haklı çıkarır –araçlar amacı haklı çıkarmıyorsa başka ne yapılabilir?”
Diğer taraftan ise tarihin belli bir döneminde ve belirli bir mekanında başarıya ulaşmış ulusal ve toplumsal kurtuluş çabalarını evrensel ilke düzeyine yükselterek, başka bir zaman ve mekanda uygulamaya çalışmak sık düşülen ve sonucunda büyük hayal kırıklığı yaratan bir hatadır. Tarihten nasıl ders çıkarılacağı önemli bir sorundur. Tarihsel materyalizmde tecrübe ve deneyimlerden çıkarılacak dersler hiçbir zaman model ve şablon şeklinde değil, yer, zaman boyutu içinde dinamik ve iç çelişkileri ile birlikte gözlemlenebilen benzersiz ve birebir kopya edilmesi imkansız bir süreç olarak görülmelidir. Eğer bir kere tarihe böyle bakmaya başlarsanız, çıkarılacak derslerin basit düzeyde tekrarlanacak veya tekrarlanmayacak olay ve davranış tipi olmadığını, asıl dersin bilinç düzeyine ilişkin bir ders olduğunu görmeye başlarsınız. Bu durum aynı geçmişte sevdiği bir insanı kırmış bir insanın, yaşadığı bu olayı değerlendirmesine benzemektedir. “Ben bu insanı, böyle davrandığım için kırdım, bir daha kimseye böyle davranmayacağım” diye bir ders çıkartabilir. Ya da “o dönemdeki bilincim şuydu ve bu insana da yaklaşımım buydu, bunun sonucu olarak o insana böyle davrandım, ama artık kimseye bu bilinçle yaklaşmayacağım, çünkü bu yaklaşım hatalı bir bilincin ürünüdür ve sevdiklerimi kırabilir” diye bir ders çıkarabilir. Bizlerin tercih etmesi gereken tabi ki ikinci tarzdır.
- Şiddet meselesine yaklaşım
“Eleştiri silahı kuşkusuz,
silahların eleştirisinin yerini tutamaz,
maddi gücü maddi güçle yıkmak lazımdır”
K. Marx
Ezilen ulus sosyalistleri olarak önümüzde ikili bir görev durmaktadır. Bunlardan birincisi siyasal bağımsızlığın kazanılması yani demokratik ulusal devrimdir. Sömürgeciliğin Kürdistan’da ki ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel alandaki hakimiyetine son vermektir. Bu sorun Kürdistan’ın temel sorunudur. İster burjuva önderlikler olsun, ister devrimci sosyalist ideolojiye dayalı sınıfsal önderlik olsun, Kürdistan’da siyaset yapacak bütün öznelerin önüne ilk gelecek sorun ulus, ülke, demokratik ve kültürel haklar sorunu olacaktır. Sınıfsal çelişkileri bilince çıkarabilmek için maddi zeminin buna uygun hale getirilmesi ve öncelikli sorun olan ulus sorununun halledilmesi Kürdistan’ın olmazsa olmazıdır. Zaten ezilen bir ulusun kurtuluş mücadelesi özünde sınıfsal mücadelenin bir parçasıdır. Marx’ın zamanında, üçe bölünmüş Polonya’nın bağımsızlık mücadelesine karşı gösterdikleri tutum, sosyalistlerin-komünistlerin gerçekten sosyalist-komünist olup olmadıklarını sınayan, samimiyetlerini gösteren bir ayıraç görevi görmekteydi. Günümüzde de Kürdistan sorununun böyle bir işlevi vardır.
Ezilen ulus sosyalistlerinin ikinci görevi siyasal bağımsızlığı, toplumsal bir kurtuluşa götürerek işçi ve yoksul köylü kitlelerini her türlü sömürüden kurtaracak toplumsal düzeni kurmaktır. Tabi ki bu toplumu kurarken dünyadan yalıtık bir şekilde değil, dünya devrimci sosyalist-komünist mücadelesinin bir bileşeni olarak, görevlerini yerine getirerek bunu başarabileceğini görmek gerekir.
Bu uzun girişten sonra şunu söylemek gerekir. Ulusal sorun özünde siyasi bağımsızlığın kazanılması sorunudur. Tarih bize bu sorunu çözerken tek yolun şiddet olmadığını göstermiştir. Bir çok ulus, ulus devletini kurarken eski statüsünden bu yeni durumuna barışçıl bir şekilde geçmiştir. 4 parçaya bölünmüş ve sömürgeleştirilmiş (Günümüzde Güney Kürdistan bu konumundan çıkmıştır ve siyasal iktidarın paylaşılması demek olan ilerici bir federatif konuma kavuşmuştur. Her ne kadar geleceği belli değilse de ilericidir ve desteklenmesi gerekir) devletlerarası sömürge Kürdistan’da ise barışçıl yollar, sömürgeci devletlerin niteliği ve bölgenin kilit pozisyonu düşünüldüğünde biraz zor bir seçenek gibi durmaktadır. Şiddet ulusal devrimin vazgeçilmez bir aracı değildir ama Kürdistan ülkesini kurabilmek için, toplumsal koşullar ve siyasal yaklaşımlar göz önüne alındığında tek çıkar yol olarak durmaktadır.
Ayrı sorunları ayrı ayrı ele almak gerekir. Ulusal sorun için mücadele ile devrimci sosyalist mücadelenin birbiriyle ilişkisini ve ayrılıklarını doğru koymak gerekir. Aksi takdirde sapla saman birbirine karışır ve birinden beklenen görevleri diğerinden beklemek gibi hatalara düşeriz ki bunun örnekleri günümüzde pek çoktur. Sınıf mücadelesinde ise durum daha farklıdır. Burjuva devlet aygıtına sahip bir topluluğun barışçıl bir şekilde sosyalist-komünist topluma dönüşmesinin, burjuva devlet aygıtının kendi kendini tasfiye etmesinin örneği dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiştir. Burjuva devlet aygıtının ve kapitalist ekonomik formasyonun nitelikleri ve işlevleri düşünüldüğünde barışçıl radikal bir değişikliğin imkansız olduğu görülecektir. Bütün veriler şiddet kullanılmadan toplumsal bir kurtuluşun olmayacağı yönündedir. Marx’ın şu kısa sözü bu durumu özetliyor.
“Tarih, ulusu, toplumsal devrime çoğunluk oylarıyla geçilmesini ciddi tartışan bir topluma dönüştürmemiştir. Tam tersine, şiddete dayalı devrim tam da tarihin acil gereklilikleri, parlamenter demokrasi aygıtı aracılığı ile uygun bir yol bulmakta çaresiz kaldığı için bir zorunluluk haline gelmiştir.” K. Marx
Şiddet bizim için vazgeçilmez ve mutlaka uygulanması gereken bir yöntem değildir. Amacımıza ulaşmak için engellendiğimizde kullanacağımız geçici araçlardan birisidir. Yapmaya çalıştığımız şiddeti temel alan bir toplumu aşabilmek için şiddete başvurmaktır. Sömürgecilikte şiddet kurumsaldır. Yani herhangi bir kurumun eylemsizliği ya da eylemliliğinin bir sonucu değildir. Yani teorik olarak şiddeti uygulayan kurum bundan vazgeçebilse de, sömürgeciliğin doğası gereği bu imkansızdır. Çünkü korumaya çalıştığı eşitsizlik, basit ideolojik manipülasyonlarla veya resmi ideoloji ile açıklanamayacak kadar çıplak ve nettir. Geriye kalan tek yol ise şiddettir. Sömürgelerde uygulanan şiddetin vahşiliğini sömürgecilerin psikopat yöneticileriyle değil, sömürgeciliğin doğası ile açıklamak en doğru tutumdur.
Belirli bir andaki ve mekandaki şiddetin haklı görülüp görülemeyeceği sorunu, yapan özne ve işin yapılma tarzı ile de yakından alakalıdır. Bütün bunlara rağmen belirli bir şiddet olayının haklı görülüp görülemeyeceği sorunu ile ilgili değişmez yargılarda bulunmak çok doğru değildir. Örneğin öldürmek kötüdür diyerek bütün öldürme fiilini, failinden bağımsız bir şekilde mahkum etmek yanlıştır. Bir çok çocuğa tecavüz etmiş veya bir çok kişiyi öldürmüş psikopat bir katilin toplum için benzer tehdidi sürdürmesi halinde öldürülmesi hangimize ne kadar yanlış gelebilir? Bir diğer yanlışta yapılan şiddeti tamamen failine göre açıklamaktır. Yani öldürme A grubu tarafından yapılıyorsa doğrudur, B grubu tarafından yapılıyorsa yanlıştır. Burada da şiddeti aklamanın kuralı, eylemi yapana göre değişmektedir. Şiddet meselesine yaklaşırken bütün bu karmaşanın içinden çıkmak için genel, nesnel bir takım kriterler koymak ve yapılan eylemi yukarıda ki aşırılıklara düşmeden öznel durumu içinde değerlendirmek sanırım en doğru tutum olacaktır.
- Özgürlük meselesine yaklaşım
“Vermediğiniz şeyi alamazsınız,
kendinizi vermeniz gerekir.
Devrimi satın alamazsınız.
Devrimi yapamazsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak.
Devrim ya ruhunuzdadır,
ya da hiçbir yerde…”
(Ursula K. LeGuin, Mülksüzler)
Özgürlük, geliştirmeye çalıştığımız ahlakın sıradan bir parametresi değil, temel taşıdır. Özgürlük kavramına temelde iki farklı yaklaşım vardır. Birincisi Burjuva bakış açısıyla yaklaşımdır. Bu anlayışa göre, başkasına zarar vermediği sürece kişinin baskı yada zor olmaksızın bağımsız olarak istediği gibi davranabilmesi ve yaşayabilmesidir. Bu yaklaşımın sorunlu bazı noktaları vardır. Özgürlüğü engelleyen faktörleri dışsal etkenlerle sınırlayarak çok biçimsel bir zemine kaymaktadır. Örneğin köle efendi ilişkisinde azad edilmiş bir kölenin, efendisinin yanında kalması ve eskisi gibi hizmet etmeyi istemesi özgür bir seçim olabilmektedir.
Diğer anlayış ise, Marksist bakış açısıdır ki, kişinin arzu ve ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra insanın yetenek ve becerilerinin geliştirilmesini de içerir. Bu anlayışa göre baskı, sadece dışsal zorlama değil, aynı zamanda yetenek ve becerilerin geliştirilebilmesi için gerekli ortamın sağlanmamasını da içerir. Bu ortamın sağlanmaması ile insanın kişilik olarak kendi kendini yaratabileceği yetenek, beceri ve erdemlerinin geliştirilmesi engellenmekte, hatta bu istenmeyen ortam tarafından bambaşka niteliklerle biçimlendirilerek kendine yabancılaştırılmaktadır. Bunun çarpık sonucu ise yukarıda ki örnek, yani köle efendi ilişkisindeki durum yaşanmaktadır. Köle azad edildikten sonra bile eski ilişki tipine devam etmek istemektedir. Bu durum, normal karşılanıp isteğe saygı duyulacak türden bir olay değildir, zira, bütün insani yönleri tahrip edilmiş, özneliği elinden alınmış ve başka birilerine tabii olarak başkalarının hayatını yaşamak zorunda kalmış bir insanın serbest bırakılsa bile bu bilinçle kendini geliştirme ve seçimler yapma ihtimali oldukça zayıftır. Özgürlüğü kullanabilme, kendi beceri ve yeteneklerini geliştirme öğrenilen bir süreçtir ve bunun için uygun ortamın yaratılması gerekmektedir. Uygun ortamdan kastımız ise, maddi yaşamın üretilme kaygısından kurtulmuş zaman ve birbirini baskılayan, köleleştiren ilişkiler içinde olmamaktır. İnsanlar maddi yaşamı üretirken yaptıkları işbölümü ile kendi isteklerinden bağımsız ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanın denetiminde olacağına bir süre sonra insanları denetleyen köleleştiren, insanlara yabancı bir hale bürünür. Hatta toplumsal hayat geliştikçe işbölümü de gelişir ve köleleştiren ilişkiler çeşitlenerek fazlalaşır. Bütün bu ilişkilerden kurtulmadan özgürlük için gerekli asgari koşullardan bahsedilemez.
Marx’a göre esas sorun, para, mevki ve özel mülkiyet gibi çeşitli kurumlardan ötürü bütün ilişkilerin iç içe girmesi ve karışmasıdır. Bu türden kurumların etkisi altındaki insanlar, birbirleriyle kendi gerçek, somut bireysel nitelikleri (bireysel nitelikler-kişinin görünüşü, fiziksel hareket kabiliyeti, haysiyeti, zekası) temelinde değil, bireyselliğine dışsal güçler temelinde ilişkiye girerler. Sistemin böyle işlediğini gören insan, kendi kişiliğini ve bireysel niteliklerini geliştirerek arzularını tatmin etmek yerine, para aracılığıyla da bu ilişkilerin elde edildiğini görüp enerjisini bu gücü elde etmeye verir, tabi ki kişiliğinin gelişimi için gerekli zaman ve çaba bedeli karşılığı. İşin doğrusu, bir kişinin ne olduğunun ve ne yapabileceğinin insanın bireyselliğiyle belirlenmesi gerekir. İnsan aşk ilişkisini aşkla, güven ilişkisini güvenle karşılayabilmelidir. Sevilen ve güvenilen birisi olmak istiyorsa, kişiliğini geliştirerek etrafına güven verici bir insan haline gelmelidir.
Kürdistan özelinde, amacımız ulusal ve toplumsal bütün baskı ve sömürünün ortadan kaldırılmasıdır. Özgür bir toplum yaratabilmemizin evreleri, ulusal özgürlüğü kazanmak ve bu özgürlüğü toplumsal bir kurtuluşla geliştirerek sosyalist toplumu oluşturabilmektir. Eski çağın sorunu olan klasik sömürgecilik ilişkisi, en geri köle-efendi diyalektiğine benzer. Günümüzde yeryüzünde istisnai olarak uygulaması kalmış klasik sömürgecilik anlayışının en geri örneklerinden biri Kürdistan’dadır. Devletler arası parçalanmışlık ve parçalardaki yoğun asimilasyon, şiddet ve sömürüye dayalı gerici statüko durumumuzu dahada kötüleştirmektedir. Bütün bunlara rağmen onlarca yıldır sömürgecilere karşı özgürlük mücadelesini sürdüren Kürt halkı, bu mücadeleler sayesinde Özgür Kürdistan bilincini bugüne kadar getirebilmiştir. Ulusal ve toplumsal her türlü baskıdan dolayı bu kadar zorluk çekmiş, bedel ödemiş ve bütün zorluklara rağmen baskıya karşı hala mücadeleyi sürdüren Kürtler ve Kürdistanlılardan
daha iyi özgürlüğün kıymetini kim bilebilir?
“De te fabula narratur…”
“Anlatılan senin hikayendir…”