Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kilis’te “Suriyelilere Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı imkânı verilecek” yönündeki açıklaması, Türkiye’de Suriyeli mülteciler ilgili yeni bir tartışmayı başlattı. Sosyal medyada; “Mültecilere yönelik dışlama, ayrımcılık ve nefret suçunu” kapsayan bir kampanya başlatıldı. #ÜlkemdeSuriyeliİstemiyorum hashtagi (etiket) ile başlatılan kampanya, memleketin ünlüsünden, ünsüzüne, sağcısından, solcusuna, sekülerinden dindarına, Suriyelilere karşı, şimdilik, bir “sosyal medya” linçine dönüştü. Altı yıldır, Suriyeli mültecilerin barınma, eğitim, işsizlik, çocuk işçiliği gibi en temel yaşam hakları konusunda yapılanlar ortadayken, özelikle de eğitimsiz bir Suriyeli kuşak yaratılmışken ve bu kuşağın artık her yerde mültecilerin işgücü piyasasına “ucuz emek” girdisi olarak eklemleme planları yapılırken, Erdoğan’ın bu çıkışı, sadece, böyle bir sözün yaratacağı tepkiyi tahmin ederek, Gezi’den beri tutturduğu gerilim siyasetine yeni enstrümanlar eklemek olarak alınmamalıdır.
Türkiye’nin altı yıllık mülteci politikasını biraz olsun bilenler; 2015 yılının başından bu yana Türkiye hükümetinin, Avrupa’nın mülteci krizine gösterdiği reflekse bakarak, çok önemli bir araca sahip olduğunu da fark ettiğini görürler. O günden bugüne, hükümet ve Erdoğan, Suriyeli mültecileri Avrupa’ya karşı bir koz olarak kullanılıp araçsallaştırdı. Batı’yı bununla tehdit ederek içerdeki anti-demokratik uygulamalara ve oluşturulan baskı ortamına ses çıkarılmamasını sağlamaya çalıştı. Doğrusu, özellikle Batı ülkelerinin yönetimleri, bu konuda oldukça ikiyüzlü davrandı. “Dünya Kültürel Mirası” olarak koruma altında olan Sur ve Cizre gibi kadim Kürt kentleri harabeye çevrilirken, yüz binlerce insan evlerini terk edip topraklarında mülteci durumuna düşerken, “mülteci” korkusuyla seslerini çıkarmadılar. Tıpkı IŞİD ve Baasçılar Suriye’de Halep, Palmira ve diğer kentleri harabeye çevirirken sesiz kalmaları gibi…
Ülke içinde “barış masasının” devrilmesinden bu yana “mülteci kozunun” içerideki Kürt, Alevi ve diğer muhalefete karşı da etkili olabileceği düşünülmüş olmalı ki, Osmanlı’dan devralınan ve Cumhuriyet döneminde de sık sık başvurulan “iskân” politikaları yeniden masaya çıkarılmaya başlanmış görülüyor. Demografik nüfus hareketleriyle toplumsal kontrolü ve denetimi devam ettirme bu toprakların kadim geleneği olagelmiştir. Bu geleneksel politika, Türkmenlerden, Kürtlere, Çerkezlerden Araplara ve Ermenilere tüm halklara uygulanmıştır. Bu günlerde mültecilerin gelecekte Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı illerde “iskân” edileceği fısıltısı, toplumun bu kesimleri içerisinde hızla yayılıyor. Pazarcık, Sivas ve Van’da yaşananlar, böyle bir niyetin devletin derinlerinde konuşulduğunu da doğruluyor. Mültecileri kullanarak demografik yapıyı değiştirme ve politik hesaplarla “sosyolojik yapıyı” dönüştürme hesapları yapmak, toplumda mültecilere karşı olan tepkiyi de artırıyor, bu durum, son bir yıldır iki toplum arasında azalan çatışmaları yeniden tetikleyip mültecilere yönelik dışlama, ayrımcılık ve nefret suçlarında artmaya sebep olacaktır.
Yapılan araştırma sonuçları, Türkiye’de, Suriyelilere duyulan “karşıtlık”ın Türkiye genelinde son derece yüksek olduğunu gösteriyor, siyasi parti tercihlerine göre göçmenlere, sığınmacılara bakışta farklılık ise neredeyse yok gibi, “CHP’li, AKP’li ve MHP’li arasında bu konuda hiçbir farklılık yok. Bu konuda HDP seçmeni daha olumlu görüş bildiriyordu, son dönemde medyada, yıkılan ve kamulaştırılmaya çalışılan Kürt kentlerine Suriyeli mültecilerin yerleştirileceği haberleri, Kürtler içinde özellikle de HDP dışı “Kürt milliyetçi” parti ve kişilerde gündem olmaya başladı. Bu durum böyle devam ederse bu karşıtlığın HDP seçmeninde de yaygınlaşacağı öngörülebilir. Kürtler son otuz yılını, iç göçle geçiren, son yıllarda yeniden zorla boşaltılan köylerine, topraklarına dönmeye başlamıştı, Kobanî direnişiyle birlikte de Kürtlerde hızla “toprağına aitlik ve bağlılık” duyguları hızla artmış, inşa edilen kimliğin önemli bir unsuru haline gelmişti. Son bir yılda kentlerde yaşanan çatışma ve yıkıma rağmen batıya göçün çok az olmasında, bu duygunun büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Ve de yaşanan çatışma ve kayıpların büyüklüğünün etkisiyle, yıkılan tarihî kentlerin ve bu mekânların yok olmasının, toplumun hafızasındaki travmatik etkilerinin hâlâ ortaya çıkmadığı kanısındayım.
Mültecilerin yapılacak böyle bir davete icabet edip etmeyeceği ise henüz bilinmiyor.
Beş yılı aşkın süredir, mülteci statüsü bile verilmeden bu ülkede yaşamaya çalışan, ucuz işgücü olarak memleketin her sathına dağılan, çocuk, kadın, erkek denilmeden, emek piyasasına ucuz işgücü olarak satılan bu insanlar, “Muhacir diyen Ensar da, göçmen, mülteci, Arap diyen de bizi sömürüyor. Doktorumuz, mühendisimiz, öğretmenimiz, kadınlarımız, çocuklarımız da, biz de köle gibi çalıştırılıyoruz ama ancak karnımızı doyurabiliyoruz,” diyor, sesini kimseye duyuramıyorlardı.
Sokakta, atölyede, parkta, toplu taşıma araçlarında, her türlü kamusal alanda dışlanan bu insanlar şimdi başka bir hesabın içine çekilmeye çalışılmakta, iç siyaset malzemesi haline getirilmeye çalışılmaktadır. Ülkelerindeki rejim tarafından kentleri, evleri yıkılan, kültürel mirasları yok edilen, fabrikasındaki makineden, müzesindeki tarihî esere kadar her şeyi haraç mezat satılan, geleceğe dair umutları, uğruna yüz binlerce gençlerini yitirdikleri “devrimleri” çalınan bu insanları yeni bir çatışma odağı haline getirmek, en hafif tabirle “vicdansızlıktır”…
Evleri yıkılan, topraklarından koparılan insanların gelip başka insanların evlerine ve topraklarına el koyup yerleşmeleri kuşaklar sürecek bir çatışmayı da beraberinde getirecektir. Hele ki, bu iki toplum da aşırı politikleşmişse, bu sürecin yeni çatışmalara evrilebileceği şimdiden öngörülmelidir. Bu tehlikeli durum, bu coğrafyada, halklar arasında uzun sürecek çatışmalı bir sürece evrilebilir.
Mültecilere yönelik dışlama, ayrımcılık ve nefret suçunun yaygınlaşması da, onları iç ve dış siyasetin bir parçası haline getirme çabası da karşı durulması gereken acil durumlardan biridir. Mültecilerin günlük siyaset amaçları için araçsallaştırılması hem mültecilere hem de bu topraklarda yaşayan her insana yönelik yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Türkiye’nin yapması gereken şimdiye kadar kaldırmadığı coğrafi çekinceyi kaldırması, Suriye, Irak ve diğer ülkelerden gelenlere mülteci statüsü vermesi, mülteci haklarını dünya standartlarına çekmesidir. Ayrıca eğitim, barınma, sağlık, işsizlik, çocuk işçiliği gibi sorunları çözmesi ve temel haklara erişimin önündeki engelleri kaldırmasıdır.
Nerede olursa olsun, bu insanlara ve onların çocuklarına onurlu bir gelecek sağlamanın koşullarını oluşturmaktır.
05 Temmuz 2016
BİRİKİM
http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7793/vatandaslik-ve-iskan-kiskacinda-suriyeli-multeciler#.V3z13dQS_Dd