Ana SayfaNIVÎSKARÊNTürkleştirmede son halka: Soyadı Kanunu!

Türkleştirmede son halka: Soyadı Kanunu!

Hüsnü Gürbey / Yazarın diğer makaleleri için tıklayınız

Türkleştirmenin son halkası ve belki de en önemli halkası, 21 Haziran 1934 yılında 2525 sayılı kanunla çıkarılan “soyadı kanunu” oldu. Bu kanunun 3. maddesi; “Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz” deniliyordu. Cumhuriyetin kuruluşunun 10. yılında, 10. yıl marşında dile getirilen ,”On yılda bir ulus yarattık” dizesiyle, farklı etnik unsurlardan yaratılan ulus dile getirilmekte ve hemen ardında soyadı kanunu onaylanıp yürürlüğe giriyordu. Nüfus mühendisliği ve Toplumsal mühendislikten yararlanarak halklar ve toplumlar öz kimliklerinden koparılarak, varlıkları, inkâr ve ret edilerek yeni bir ulus yaratılmak istenmekteydi. Farklı etnik unsurları bir birine karıştırarak insanların köken ve inanç kimlikleri kasten karıştırılarak tüm halkları bir potada eritmek ve kimliklerinin yok edilmesine dayanak oluşturulan soyadı kanunuyla uygulamaya konuldu. Böylece “ulusal birliğe” zarar vereceklerini düşündükleri bütün etnik unsurlar Soyadı Kanunuyla son bulacak, birey kendi tarihi ve kimliğiyle bağını koparırken, 4-5 nesil ötesi atalarını sorgulayamayacak ve tanımayacaktı.

Yeni Soyadı Kanunu’yla gayritürkler ile gayrimüslimler dâhil herkesin Türkçe soyadı alınması zorunlu, hatta şart koşmuştu. Alınacak Soyadı Türk diline ait olmalıydı ve “Rütbe, görev süresi, memuriyet bildiren ve yabancı ırklara ve milletlere ait adlar” soyadı olarak alınamazdı. Kanuna bağlı olarak çıkarılan Soyadı Nizamnamesi de belirli Müslüman gruplarıyla bağlantılı (başka bir deyişle,-veled, -bin,-of, -mahdumu, -ade soneklerini içerenler) olanların yanı sıra, gayrimüslimlerle bağlantılı olan soyadların de (örneğin Ermeniler için-yan ve Rumlar için-dis) alınmasını yasakladı.

Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerlerde seçkinler istedikleri soyadını almalarına izin verilirken, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde nüfus memurluklarına isim listeleri gönderildi. Nüfus memurları, fikirlerini sormaya bile gerek görmeden Kürt ailelere uygun buldukları “Türkçe” isimleri verdiler. Bunlar Kürtlerin ulusal kimlikleriyle, kültürleriyle, yaşam tarzlarıyla, geçmişiyle ve gelenekleriyle en küçük bir ilgisi olmayan isimlerdi. Pek çok, “Türk” gibi absürt soyadlarını kullanmak zorunda kaldılar. Pek çoklarına da insan haysiyetine yakışmayan ama sırf Türkçe olduğu için bazı soyadları verildi. Yine birçok aileye aynı soyadı verildiği için, kayıtlarda ciddi karışıklar yaşandı.

Soyadı Kanunu Anadolu’nun bütün halklarını hedeflemesine karşın esas hedef Kürtlerdi. Çünkü Anadolu’da ulusallık talep edebilecek tek ulus, Kürtler kalmıştı. Soyadı Kanunu’nda Kürtleri hedefledi. Kürtler tarihin eski zamanlarından beri soyadı kullanan ender birkaç ulustan biridir. Her Kürdün tarihsel mirastan gelen mutlaka bir soyadı vardı. Şimdi Kürtlerden, tarihsel miras kalan bu soyadlarından vazgeçmeleri isteniyordu. Kürtler için ideolojik baskı aygıtına dönüşen yeni soyadlarını kabullenmek hiç de kolay olmadı, resmi ve zorunlu haller dışında, hâlâ da kabullenmiş değildirler: üzerinde 90 yıl geçmesine rağmen…

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya göre Türkiye bu kanunla kendini bir kum yığınından (hafif rüzgârla dağılabilecek, farklı ama birbiriyle karışmamış gruplardan oluşan bir yapıdan), dışarıdan sızmalara izin vermeyecek şekilde birbiriyle kaynaşmış moleküllerin meydana getirdiği sağlam bir kil bloğuna dönüşmüştür. (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 1934:246). Milletvekilli Refet B. (Canıtez), adlardaki bu farklılıkların korunmasının daha yerinde olacağını, böylece devletin “alınlarındaki yabancı damgası”yla dostu düşmandan ayırabileceğini söyleyerek ona karşı çıktı. Bunun üzerine Kaya tarihe başvurdu ve fikirlerini şu sözlerle savundu:

“Yabancı isimlere gelince; bir memleketin en büyük vazifesi, sınırları içinde oturanların hepsini kendi camiasına ilhak etmek, temsil [asimile] etmektir. (Bravo sesleri). Bunun aksi, bizde görülmüştür ve memleket parçalanmıştır. Eğer Osmanlılar, gittikleri yerlerde ilk devirde olduğu gibi oralardaki ahaliyi dillerine ve dinlerine çevirselerdi, Türkiye’nin hudutları hâlâ Tuna’dan başlardı. Bunun acısını çok gördük. Burada oturanları, bizim camiamız dâhilinde bulunanları behemahal Türk camiasının medeniyetine sokmak ve onları medeniyetin feyzinden istifade ettirmek bizim borcumuzdur. Niçin hâlâ Kürt Memet, Çerkeş Hasan, Laz Ali diyelim. Bir defa bu, hâkim unsurun kendi zaafını gösteren bir şeydi. Hâlbuki Türk unsuru en çok temsil [asimile] eden bir unsurdur. Bu ayrılıkları [olduğu gibi] bırakmak doğru değildir. Eğer kendisinin içinde ufak bir ayrılık hissi varsa, mekteplerde ve cemiyette onu silelim, o adamda o zaman benim kadar Türk olacak ve memlekete hizmet edecektir. Böylece memlekete hizmet etmiş yabancı ırklara mensup adamlar çoktur. Niçin bunları kendilerimizden ayıralım? Ve kara damga gibi alnında yabancı, yabancı diye bulunduralım? Bu ayrılıkları da kaldırmak lâzımdır. Bizim vazifemiz budur. Bu itibarla bu madde konulmuştur. Bu maddeyi aynen kabul buyurun (Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 1934:249; akt: Ekmekçioğlu)

Soyadı Kanunu ile birlikte Kürtlerin kendi çocuklarına Kürtçe isim vermeleri de yasaklandı. 1972 yılında çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesi yeni doğan çocuklara Kürtçe isim konmasını yasaklıyordu. Kanuna göre, doğan çocuklara “milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar” konulmaz deniliyordu. Bu yasa 15 Temmuz 2003’te kabul edilen 4928 sayılı yasayla, konulacak isimlerde “ahlak kurallarına uygunluk ve kamuoyunu incitmemek” şartları aranacak şeklinde değiştirildi.

Soyadı değişimlerini, yer isimlerinin değişimiyle tamamlandı: Tarihi Ermenice, Rumca, Bulgarca, Müslüman ama Türk olmayan halklara ait vilayet, kasaba, köy, dağ, nehir gibi bütün isim Türkçeleştirildi ve bunun için de “Şark Islahat Planında” görüldüğü gibi yasal düzenlemelerle yapıldı. Bunları kültürel varlıkların intikali izledi: Kürtlere, Çerkezlere, Lazlara, Ermenilere [Müslüman Ermeniler/Hemşinliler] ait bütün kültürel ürünleri, şarkı sözleri, hikâyeler, öyküler, fıkralar Türkçeleştirildi; Türkleştirilmeyenler de yasaklandı. Bunları Kızılbaş Kürtlerin ve Ermenilerin tarihi mezarlıkları ve kutsal mekânlarının tahribi izledi.  İsim değişmelerinde yabani hayvanlarda nasiplendi. Çevre Bakanlığı, kızıl tilki, yabani koyun ve karacanın Latince adlarının Kürdistan’ı ve Ermenistan’ı çağrıştığı için değiştirmesini istedi: Örneğin, Vulpes Vulpes Kürdistanica olarak bilinen kızıl tilki, Vulpes Vulpes olarak adlandırılacaktır. Bakanlık, eski adların Türk birliğine aykırı olduğunu söylüyordu ve bu konuda Türk bilim insanlarını göreve davet ederek, yoğun bir çalışmanın yapılmasını öneriyor.

Bu son hamleden de anlaşılıyor ki, Türkiye, Kürt ve Ermeni varlığını tarihten silmeye çalışıyor, bundan da kararlı görünüyor; başarır mı? İşte orası meçhul; ama bunları yaparken, 1948’de B.M tarafından kabul edilen ve “İnsanlığa Karşı Soykırım Suçları” olarak kabul edilen suçları işlemeye devam ediyor.

1948’de B.M’e soykırımı ‘insanlık suçu’ olarak kabul ettiren ve Soykırım Komisyonu Başkanlığı’na getirilen Polonyalı Yahudi ve Avukat Rafael Lemkin siyasal, ekonomik, kültürel, dilsel, tarihsel, ekolojik, fiziksel olmak üzere soykırımın sekiz alanına işaret eder. Tabi bunların sadece birinin uygulanması, soykırım sayılabileceği gibi, bazı durumlarda soykırım sayılmayabilir. Siyasal soykırım, siyasi olarak kendini idare etmeden alıkoyma ve siyasi varlığına son vermek demektir. Ekonomik soykırım, bir toplumsal aidiyetin yaşamsal kaynaklarını tahrip etmek, üretimden alıkoymaktır. Kültürel soykırım, bir halkın mitolojisini, yaşama alışkanlıklarını, gelenek ve göreneklerini, tarihsel yaşamsal alışkanlıklarını, edebi geleneklerini ortadan kaldırıp, kendi kültürel değerleri içinde eritmek, kendi özbenliğinden yabancılaştırarak nefret eder duruma getirmek ve kendi kültürünü yaşamasından alıkoymaktır. Dilsel soykırım, bir halkın kendi dilini kullanmaktan alıkonulması, başka bir dil konuşmaya zorlayarak kendi anadilinden uzaklaşmasının ve unutmasının sağlanması, ana dilden nefret eder duruma getirerek egemen dilin kutsanması ve ‘diğer’ dillerin yok sayılması demektir. Etnik soykırım, bir etnisiteyi yok saymak, yok etmek üzere kolektif grup olarak hedeflemek ve yaşamsal olarak ortadan kaldırma faaliyetidir.

Tarihsel soykırım, hedeflenerek ortadan kaldırmak istenen kolektif topluluğa ait tüm kalıtsal, sanatsal ve estetiksel belge, kanıt ve sit alanlarını ortadan kaldırmak ve kendisini hatırlayacak olguları yeryüzünden silme eylemi ve projesidir. Tüm coğrafik isimlerin yasaklanması ve tüm tarihi kalıntıların tahrip edilerek kendisine ait olduğunu iddia etmek de buna dâhildir. Ekolojik soykırım, eski ya da yerleşik olan topluluğa ait tüm kalıntıları yok etmek üzere doğanın dengesini bozmak, doğayı yaşanır olmaktan çıkarmak ve tarihten yerleşik olanların göçertilerek önce coğrafyayı insansızlaştırmak, sonrasında da kendine ait ya da kendine intibak edilerek entegre olabilecek topluluğu yerleştirerek alıkoyma politikasıdır. Fiziksel soykırımsa, topluluğu ortadan kaldırma projesi ve eylemidir. (Fernandes age, s.9)

Türkiye, Anadolu’da Kürtler de dâhil birden çok ulusa soykırım dayatan ender ülkelerinden biridir. İmha ve inkârdan başka bir politikası olmayan Türkiye, farklı etnik unsurlara soykırım dayatırken, kendi ulusunu da özgürleştiremedi. Marksist söylemde dendiği gibi; “başka bir ulusu ezen ulus özgür değildir” veya “bir toplum, azınlıkların özgür olduğu kadar özgürdür.” Türk ulusçuluğu daha baştan hak ve özgürlükleri kısıtladığı için, hem sürekli gerilim ve çatışmaya bağlı olarak yaşamak zorunda kaldı, hem inkâr ettiği her kimlik yeni sorunları doğurarak karşısına dikildi; hem de kendi doğal kimliksel gelişimini de sekteye uğratarak kendi bünyesini her çeşit “enfeksiyona” hazır hale getirdi. Sonuçta Türk kimliği de çarpık oluştuğu gibi, sürgit çatışma zemini de giderek yükseldi. Tersi bir sonuç oluşamazdı; yani Türk kimliği başlangıçta içerdiği bu özellikleri nedeniyle kendisi de özgürleşemedi.

19.6.2024

Kaynakça:

*Ekmekçioğlu Lerna; Paradoks Cumhuriyeti: Milletler Cemiyeti’nin azınlıkları koruma rejimi ve yeni Türkiye’nin üvey vatandaşları; Toplum ve Bilim, Sayı: 132,

*Fernandes Desmond; Kürt ve Ermeni Soykırımları, Sansür ve İkrârdan İkrara; Çev. Atilla Tuygan, Pêrî Yayınları, İstanbul, 2013

- Advertisment -

Recent Comments

Verified by MonsterInsights