Site icon Rojnameya Newroz

TOTALİTARYANİZMİ SOKAKTA ALT EDEBİLMEK…

Muhalif güçler, ezilenler, sömürülenler, yani işçiler, Kürtler, Alevîler, laikler, kadınlar, çevreciler… kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ikinci plana itip sokakta kitleselleşmeyi başarabildikleri ölçüde “risk”leri bertaraf edip iktidar partisi tarafından dayatılan “başkanlık sistemi” ucubesini engelleyerek bu ülkede demokratikleşmenin önünü açma “imkânı”nı hayata geçirebilirler…

TOTALİTARYANİZMİ SOKAKTA ALT EDEBİLMEK…

SİBEL ÖZBUDUN

“kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor.”[1]

Yıllar önce, başbakanlığı sırasında Süleyman Demirel’in, sonradan bir “özdeyiş” hâline gelen bir sözü olmuştu. Sokak gösterilerinin, protestoların zirve yaptığı günlerdi. “Yürüsünler, demişti Demirel. “Yürümekle yollar aşınmaz.”

Kimileri tarafından bir “demokratlık gösterisi” olarak alkışlanmıştı bu sözler. Bence değil. Demirel’in “demokrat”lığındansa, o yıllar egemenlerin kendilerine olan güvenlerinin göstergesiydiler. “Sokaktakiler ne derse desin, biz işimizi yürütürüz” güveni.

Geçtiğimiz günlerde Ankara valiliği, OHAL’e dayanarak Ankara’daki her türlü sokak gösterisini 30 gün süreyle yasakladığını açıkladı. Yine geçenlerde, Cumhurbaşkanı, muhtarlarla artık mu’tadlaşan toplantılarından birinde, “başkanlık rejimi” oylaması sırasında Barolar Birliği, TMMOB, KESK, DİSK, Haziran gibi örgütlerin Meclis önünde düzenlediği ve kimi vekillerin katıldığı protesto gösterisini “terör örgütlerinin eylemi” olarak niteledi.

Bu, yani kendine yönelik itirazları “terör eylemi” olarak kriminalize etme girişimi ise, “Her türlü özgürlük Batı’da olmadığı kadarıyla burada vardır” yaygarası eşliğinde, bir paranoyaya, “egemenlerin paranoyası”na işaret etmekte.

Demirel’li günlerin özgüveninden, sokakta dile getirilen her türlü itirazı “terör eylemi” olarak kriminalize eden paranoyaya… Rejimin ne kadar kırılganlaştığının, ülkenin nasıl “yönetilemez” hâle getirildiğinin göstergesi.

Bunda hiç kuşkusuz günümüz iktidarının, AKP’nin bu ülkenin ezilenlerinin, sömürülenlerin, dışlananların, itirazlarını dile getirebilecekleri, “Hayır!”larını haykırabilecekleri tek mekânın sokak olduğunun bilincinde olmalarının payı vardır.

“Burjuva demokrasisi” dediğimiz yönetimin klasik biçiminde, iktidarı etkilemenin bir sürü biçimi var. “Burjuva demokrasisi” yurttaşların seçimden seçime sandığa gidip oy verdikleri, sonra da işlerine-güçlerine döndükleri bir “sürü gütme” rejimi değildir. Gazete çıkartır, TV kanalı kurar, görüşlerinizi seslendirebilirsiniz. Siyasal partiler ve kitle örgütleri aracılığıyla kitleleri etkilemeye çalışabilirsiniz. Ya da lobiler, baskı grupları aracılığıyla iktidar üzerine basınç uygularsınız… Tabii paranız ve pozisyonunuz el veriyorsa… Veya yurttaşlar çıplak varlıklarını sokağa sürerek dile getirirler talep ve itirazlarını.

Peki, bir ülkede medya malî oyunlar ve baskılar, yasaklar aracılığıyla hemen tümüyle iktidarın denetimine geçmişse? Muhalif partilere mensup milletvekilleri cezaevlerine kapatılmışsa? Kitle örgütleri kararnamelerle birbiri ardısıra kapatılıyor, ağzını açan, dizginlerinden boşanmış polis baskısıyla susturuluyor ya da “sürülürüm, meslekten atılırım, cezaevine düşerim” korkusuyla sindirilmiş, bağımsızlığını tümden yitirmiş yargıçların bir kalem darbesiyle içeri atılıyorsa… “Çoğulculuk” seçimlerde sağladığı çoğunluğa dayanarak tüm muhalifleri susturabileceğini düşünen otokratların elinde kendi karikatürüne, “çoğunlukçuluğa” dönüşmüşse? Rejim, adına “demokrasi” denilen bir totaliterliğe dönüşmüşse?

Bu durumda sokak, ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların itirazlarını dile getirebilecekleri, “Hayır!” larını haykırabilecekleri tek mekân hâline gelir. Baskılarla ya da malî manipülasyonlarla denetim altına alınabilecek, susturulabilecek diğer ifade biçimlerinin (medya, siyasi partiler, kitle örgütleri vb.) tersine sokak, yurttaşların kendilerini doğrudan ifade edebilecekleri, duruşlarını, muhalefetlerini en çıplak biçimiyle sergileyebilecekleri, iktidarın her türlü baskı ve manipülasyonuna karşı durabilecekleri, meydan okuyabilecekleri alandır.

Çünkü sokak gücünü anonimleştirici etkisinden alır: Sokakta bir araya gelenler, iktidarların kendilerini yalnızlaştırma çabalarını boşa çıkartır, böylelikle de korku duvarlarını aşar. Hiçbir lidere, hiçbir yorumcuya, hiçbir dolayıma, hiçbir aracıya: ne başkana, ne komutana, ne patrona, ne reise ne de imama gereksinim duymadan. Sokak, katılımcılarını görünür kılar, eşitler, benzeştirir, anonimleştirir. Bir bakıma, özgürleştirir de…

Bu nedenledir ki sokak, son yıllarda bu ülkeyi yönetenlerin en çok korktukları yer hâline geldi…2013 Haziran ve 2014 Kobanê eylemlerinde zirve yapan bir korku… AKP iktidarı bu korkuyu üç şekilde dengelemeye çalışıyor: İlki, kolluk marifetiyle  “sokağın kriminalizasyonu”… En küçük sokak eyleminin polis marifetiyle bastırılıp eylemcilerin “terörist” olarak damgalanması: İşini geri almak için iki ayı aşkın süredir Yüksel caddesinde üç kişilik bir eylemi sürdüren akademisyen Nuriye Gülmen ve arkadaşlarının geçtiğimiz gün polisler tarafından tekme tokat, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmasında olduğu gibi.

İkinci yol ise sokağın bombalar aracılığıyla “terbiye edilmesi”: AKP iktidarı engelleyemediği, belki de engellemek istemediği -Reina saldırısını gerçekleştiren IŞİD’çinin selfie’leri medyada dolaşıma düşmüşken, adı, sanı, uyruğu, adresi belliyken oğlunu alıp kaçabilmesini bunu düşündürüyor insana- bombalı saldırıları, insanları sokağa çıkmaktan men etmek üzere kullanıyor. Nitekim Ankara Valiliği’nin sokak yasağı, “terörist saldırı” ihtimaline dayandırılıyordu.

Ve nihayet, AKP iktidarı sokağı kendi yandaşlarını “sokağa dökerek” temellük etmeye çalışıyor: 15 Temmuz’daki darbe girişimi ertesinde bir ay boyunca, iktidar partisi bütün imkânlarını daha önce yurttaşlara yasakladığı meydanları kendi yandaşlarıyla doldurmak için seferber etmedi mi? Ve daha vahimi, AKP tabanının silahlandırıldığına ilişkin medyada son zamanlarda sıkça rastladığımız haberler[2] iktidarın olası sokak eylemlerini karşı (ve korkarım ki silahlı) eylemlerle bastırmaya hazırlandığını düşündürmüyor mu?

Demokrasinin, meşruiyetini şaibeli bir çoğunluk oyları söylemine dayayan bir totalitaryanizme dönüştüğü durumda, sokak, gerçekten de muhaliflerin itirazlarını dile getirebilecekleri tek mekân hâline geldi. Ancak, imkânları olduğu kadar riskleri de içeren bir mekân.

Muhalif güçler, ezilenler, sömürülenler, yani işçiler, Kürtler, Alevîler, laikler, kadınlar, çevreciler… kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ikinci plana itip sokakta kitleselleşmeyi başarabildikleri ölçüde “risk”leri bertaraf edip iktidar partisi tarafından dayatılan “başkanlık sistemi” ucubesini engelleyerek bu ülkede demokratikleşmenin önünü açma “imkânı”nı hayata geçirebilirler…

 

13 Ocak 2017 11:30:56, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Nâzım Hikmet, Nisan 1948.

[2] Ekim 2016’da twitter’da “AkSilahlanma” hashtag’iyle bir kampanya başlatılmış, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın yanısıra “Osmanlı Ocakları” gibi ne idüğü belirsiz örgütler de kampanyayı desteklediklerini açıklamışlardı. (“AkSilahlanma provokasyonu, Cumhuriyet, 21 Ekim 2016.)

 

Exit mobile version