Yine oldu! Bu kez suç mahalli Suruç’tu… 31 gencecik canımız parça parça savruldu.
Vicdanlıydılar… Dünyada ve bu coğrafyada olan bitenlere karşı kayıtsız kalmamaları gerektiğini biliyorlardı… Enternasyonalisttiler… Kobanê’de IŞİD beslemelerine karşı varolma ve onur savaşı veren Kürtlerin davalarını kendilerinin sayıyorlardı…
SURUÇ’UN İŞARET ETTİĞİ
SİBEL ÖZBUDUN
“kötülüklerin büsbütün
egemen olduğu
namussuz bir çağ bu!”
(Cemal Süreya.)
Yine oldu! Bu kez suç mahalli Suruç’tu… 31 gencecik canımız parça parça savruldu.
Vicdanlıydılar… Dünyada ve bu coğrafyada olan bitenlere karşı kayıtsız kalmamaları gerektiğini biliyorlardı… Enternasyonalisttiler… Kobanê’de IŞİD beslemelerine karşı varolma ve onur savaşı veren Kürtlerin davalarını kendilerinin sayıyorlardı… Gözüpektiler; bu ülkede dayanışmanın “kılçıksız” bir iş olmadığından haberdardılar. Haziran İsyanı’ndan, katıldıkları irili ufaklı eylemlerden, devlet şiddetinden, palalıların “devlet güçlerine yardımcı” gayretkeşliğinden nasibini almışlıkları vardı… Dayanışma eyleminin en azından GBT’lerine bir not olarak düşüleceğine, devletin “olağan şüphelileri” demirbaşına kaydedileceklerini biliyorlardı. Daha ötesindeki olasılıklara da…Bu bilinçle yol boyunca izlenmelerine, sık sık durdurulup üst aramasına, kimlik kontrolüne tabi tutuluşlarına gülüp geçiyorlar, herhalde aralarında şakalaşıyorlardı.
Sözün özü, insan gibi insandılar… Sosyalisttiler, devrimciydiler…
Cansız bedenleri parça parça savruldu. Bazıları ise hâlen hastanelerde, hayata tutunmaya çalışıyor.
Dehşete düştük… Kahrolduk… Lâl olduk… Gözyaşı döktük… Sosyal medyadan haykırdık acılarımızı. Sokağa dökülüp katilleri ve onları besleyenleri lanetledik…
Ama öyle gözüküyor ki, bundan ötesi gerekiyor.
Öncelikle bu coğrafyanın Batı yarısının ölümü unutmuş çocuklarının, devlet kaynaklı ya da türevli şiddetlerinin ne boyutlara varabileceğini anımsaması gerekiyor.
Bunun için fazla uzağa, tarihin derinliklerine gitmeye gerek yok; Ziverbey Köşk’lü 12 Mart’ın; Taksim 1977 1 Mayıs’ının; Bahçelievler’in, Piyangotepe’nin; 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi katliamının; Maraş ve Çorum toplu kıyımlarının, Mamak’lı, Diyarbakır zindanlı 12 Eylül’ün, daha yakına gelelim, Sivas piromanisinin yarattığı yıkıntıların dumanları hâlâ tütüyor.
Evet, suyun Batı tarafındaki genç kuşaklar, ölümle, kırımla, zulümle koyun koyuna büyümüş Kürt akranları kadar aşina değil devlet ceberrutluğuna. Belki de üzerlerinden 12 Eylül buldozeri geçmiş, düşleri yıkılan duvarın altında kalmış ana-babaları tarafından koyu ve şefkatli bir unutkanlık içinde yetiştirildikleri için… Belki de devrimciliği post-Marksist literatürden öğrendikleri, kuramsal olarak Batı’nın “radikal demokrasi” tez ve pratiklerinden beslendiklerinden olsa gerek, devletin yurttaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu yanılsamasını biliçaltının derinliklerinde sorgusuz-sualsiz kabullendikleri ve böyle bir beklenti içinde oldukları için… Yani “demokrasi”nin sınıflar mücadelesinde hangi taraf ağırlık kazanmışsa,ona doğru genleşen bir konjonktür olduğunu göremeyip mutlak sandıkları için…
Denilebilir ki devletin şiddetiyle açık ve çıplak biçimiyle ilk kez, 2013 Haziran’ında tanıştılar. Kabul etmeli ki, düşkırıklığıyla karışık bir şaşkınlık yaşandı. “Benim TOMA’m bana sıkıyor!” düşkırıklığı… Olasıdır ki, “arızîdir” dediler; Tayyip Erdoğan’la AKP’yle sınırlı saydılar…
Surç’la birlikte, bu coğrafyada biçimlenmekte olan yeni dizilimi artık hepimizin görmesi ve demokrasi, sivil itaatsızlık, radikal demokrasi vb. fikirlere ilişkin varsayımlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.
Öncelikle, bölgedeki emperyal müdahale ile birlikte, Orta Doğu’da sınırlar yeniden değişiyor. Bir başka deyişle, Sykes-Picot düzenlemesi, sona erdi. Emperyal odakların enerji kaynak ve yolları üzerindeki kontrol sağlama hevesleri, bölgedeki eski dengenin baskıladığı, dibe ittiği pek çok emel ve hevesin yeniden suyüzüne çıkmasında etken oldu: radikal dinci hareketler,etnik iddialar, aşiret rekabetleri, suç örgütleri, mafyavarî oluşumlar…Ve bu altüstlük, kısa sürede durulacak, Orta Doğu’nun dengeleri kısa sürede tesis olacak gibi görünmüyor…
Türkiye hem coğrafî, ama daha çok da jeostratejik açıdan, tüm denge ve istikrarını yitirerek çığrından çıkan bu bölgenin tam ortayerinde yer alıyor. Üstelik AKP ile birlikte yükselişe geçen yeni egemenler, “Yurtta sulh, cihanda sulh” şiarına dayalı diplomatik müstenkifliğe dudak bükerek; neo-Osmanlıcı bir restorasyon arzusuyla bölgedeki kargaşadan irice bir kazanç lokması koparmanın peşindeler. “Arap baharı”nın kaçan fırsatlarından pişman; Emevî camiinde şükür namazı kılmaya hevesli bir serüvenperest güruh… Akıllarınca Osmanlı lebensraum’unu yeniden tesis edip İran’a karşı bir Sünnî İslâm ekseni oluşturup liderliğine yerleşecekler…
Demem o ki, bu ülke, çok uzun süreli bir istikrarsızlığa mahkûm gözüken bir bölgenin tam yüreğinde yer alıyor ve ne yazık ki, bu yangına benzin dökmeye hevesli bir iktidar partisi tarafından yönetiliyor yıllardır.
Bu benzin dökme hevesiyledir ki, milyonlarca sığınmacının akınına maruz kalıp sınırları kevgire dönerken, bir yandan da göğsüne dek sakallı, sarıklı, keleşli radikal İslâmcıların sınır kentlerinde ellerini kollarını sallaya sallaya dolaştığı; Ankara ya da İstanbul varoşlarından IŞİD’in militan adayları için Suriye’ye otobüs seferleri düzenlendiği bir istikrarsızlık sahnesine dönüştü… Suriye’nin savaşının IŞİD eliyle Türkiye’nin kentlerine taşındığı/ taşınacağı bir ortamda, İktidar partisinin on yılı aşkın süredir içeride pompaladığı siyasal İslâm propagandası ile “hassaslaşan” İslâmi taban ile MHP’nin sürekli kaşıdığı Kürt düşmanlığı/paranoyasının birbirine yaklaşmasının yarattığı tehlikelerden ise söz etmiyorum bile…
O zaman eylemlerimizin, protestolarımızın, mitinglerimzin çoğundaki “nasıl olsa devlet güvenliğimizi sağlayacak önlemleri alacaktır/ almak zorundadır” yollu demokrasi kaziyesi, açığa düşmüyor mu? Kendini tehdit altında hissettiği her an, muhalif ve muarızlarını topluca katletmekte/katlettirmekte bir an olsun tereddüt etmemiş bir devlet, üstelik de bölgede kalkıştığı güç oyunları ile her türlü tehdide açık kıldığı bir satıh ve bir momentte, hangi (muhalif) yurttaşının canına güvence oluşturabilir ki?
Göstericilere plastik mermilerle müdahale ederken “Yaşasın IŞİD!” diye haykıran polis mi sağlayacak can güvenliğimizi? Suruç’ta patlayan canlı bomba 31 gencecik insanın canını alırken emniyetin takibatını IŞİD ve diğer radikal İslâmcı oluşumlara değil de katliamı protesto edenlere yönelten İçişleri Bakanlığı mı? ‘Teröre karşı operasyon’ diye İstanbul’da bir genç kadını yargısız infaza tabi tutanlar mı? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Güney Kürdistan’daki PKK kamplarını bombalamaya başladığı bir süreçte Kürtler, radikal sosyalistler, devrimciler devletten nasıl bir “can güvenliği” bekleyebilirler?
Suruç katliamı, muhaliflerin, devrimcilerin, sosyalistlerin eylemlerinde ve hatta gündelik varoluşlarında “(öz-)güvenlik” sorununu artık çok ciddi biçimde ele almak zorunda olduklarını göstermiştir. Maraş, Çorum, Bahçelievler, Sivas, Amed, Suruç katledilmişlerinin anısına, “Bir daha asla!” şiarını ancak bu yolla hayata geçirebiliriz…
25 Temmuz 2015 09:13:48, Çeşme Köyü.
Not: Bu yazı Newroz Gazetesinin 270. sayısı için yazılmıştır. Konu güncel olduğu için yazıyı önce sitemizde yayınlıyoruz.