Karl Marx’ın ifadesiyle “Çalışan, düşünen, kavga eden ve kanayan Paris”in 18 Mart 1871’inde, tarihin ilk işçi devleti kuruldu.
71 günlük düştü Komün…
PARİS KOMÜNÜ(MÜZ) HÂLÂ GÜNCEL
TEMEL DEMİRER / Diğer yazıları için tıklayınız
I. AYRIM: NEDİR, NASILDIR?
I.1) KOMÜNÜN OLUŞUMU
I.2) YAPTIKLARI VE NİTELİĞİ
I.2.1) ALTI ÇİZİLMESİ GEREKEN(LER)
II. AYRIM: KOMÜN DERSLERİ
II.1) SOSYALİST İŞÇİ DEMOKRASİ
II.2) NİHAYET!
III. AYRIM: MESELEYE MÜNDEMİÇ KAVRAMLAR
III.1) KOMÜNALİZM VS…
III.2) BOOKCHİN VE KÜRT HAREKETİ
III.3) KAVRAM (VEYA KAFA) KARMAŞASI
PARİS KOMÜNÜ(MÜZ) HÂLÂ GÜNCEL[1]
TEMEL DEMİRER
“Ölmek umurumda değil,
Karl Marx’ın ifadesiyle “Çalışan, düşünen, kavga eden ve kanayan Paris”in 18 Mart 1871’inde, tarihin ilk işçi devleti kuruldu.
71 günlük düştü Komün…
Bu düşün pratiği V. İ. Lenin’i müthiş bir coşkuya gark eder: Karlı bir Moskova gününde, çalıştığı yerden sokağa çıkar. Sevinç ve coşku içinde dans ediyor gibidir. Çevresindeki yoldaşları şaşırırlar bu duruma. V. İ. Lenin onların şaşkınlığına gülerek cevap verir: “Bugün Sovyet iktidarının 72. günü. Yani, Komünü bir gün geçtik. V. İ. Lenin’in bu sevincinde, “ölsem de gam yemem” edası vardır bir yanıyla. Hiç de boşuna değildir bu sevinç.
Kolay mı?
İnsanlık tarihi, yalnızca savaşların, baskının ve ölümlerin değil; aynı zamanda çalışan sınıfların, yoksulların, tüm ezilenlerin kendi hayatlarının kaderini ellerine almak için giriştikleri mücadelelerin tarihidir. Bunların arasında işçi sınıfının en önemli deneyimlerinden biri, 1871’de kurulan Paris Komünü’ydü…
Tarihte ilk kez işçiler kendi iktidarlarını, yeni bir tip oluşumu yarattı.
Fransız tarihinin en büyük destanlarından birisiydi. İşçi sınıfının merkezi bir rol oynadığı ve daha iyi için toplumu değiştirmeyi amaçladığı ilk devrimdi.
1871 devrimi her şeyden önce bir halk devrimiydi. Halkın kendisi tarafından yapılmıştı, kitlelerin ortasında kendiliğinden doğmuştu.
I. AYRIM: NEDİR, NASILDIR?
1871 insanlık tarihine de Paris Komünü’nün kuruluşu ile geçer.
Komün kısa sürede aldığı kararlarla eşitlik ve özgürlük alanında hayal olan birçok başarıya imza atarken, emekçiler büyük bir güçle sarıldılar kendi iktidarlarına. Bilindiği gibi Paris Komünü’nde kadınların özgürleşmesi, siyasete aktif katılımı alanında da çok önemli adımlar atılır.
Sonrasında yaşananlar insanlık tarihi ve emekçilerin mücadelesi açısından da çok önemlidir. 1917 Ekim devrimi de Paris Komünü’nü kurmakta olduğu iktidarın en önemli mirası olarak görür.
Tarihteki ilk proletarya iktidarı olarak anılan Paris Komünü, XIX. yüzyılın en önemli kilometre taşıydı. O, isyancıların tarihlerinin efendisi, öznesi olmalarıydı. Tam da bunun için Karl Marx, “Komünün en önemli toplumsal ölçüsü, onun fiillerindeki kendi varlığıdır” demişti.
Bu arada Friedrich Engels’in “Paris Komünü’ne bakınız -o bir proletarya diktatörlüğüydü” sözü, proletarya diktatörlüğünün ne olup, olmadığını da somutlar.
Karl Marx’ın, “[Komün] esas olarak bir işçi sınıfı hükümeti idi; üreten sınıfın mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin ürünüydü; emeğin ekonomik kurtuluşunun içinde gerçekleştirileceği, nihayet keşfedilmiş politik biçimdi”; Friedrich Engels’in, “Son zamanlarda sosyal demokrat sığkafalılar proletarya diktatörlüğü sözcüklerini duyduklarında yeniden müthiş bir dehşete düşer oldular. Bakın, beyefendiler, bu diktatörlüğün neye benzediğini merak mı ediyorsunuz? Paris Komünü’ne bakın. İşte proletarya diktatörlüğü,” diye betimledikleri Paris Komünü işçi sınıfının ilk iktidar deneyimidir.
1871’de Paris halkı nefret ettiği ve tiksindiği hükümete karşı ayaklandı, Paris’in kendisine ait, bağımsız, özgür bir kent olduğunu ilan etti.
Merkezi iktidarın düşürülüşü devrimin bilinen dekorları olmaksızın, silah patlamadan, barikatların üstüne kan dökülmeksizin gerçekleşti. Silahlanmış halk sokaklara döküldüğü zaman yöneticiler kaçıştılar, askeri birlikler şehri boşalttılar, devlet görevlileri taşıyabilecekleri her şeyi yanlarına alarak aceleyle Versailles’a çekildiler.
Böylelikle halkların kölelikten özgürlüğe doğru ilerleyişini sağlayan uzun devrimler dizisini başlatan yeni bir çağı açtı. “Paris Komünü”, geleceğin devrimlerinin başlangıcı olacak yeni bir düşünceyi doğurdu.
Komün’den önceki beş altı yıl boyunca, Uluslararası İşçi Birliği’nin (Enternasyonal) yaygın ve hızlı büyümesiyle sosyalizm yeni bir yönelime girmişti.
İş bu nedenle Paris işçilerinin göğü fethe çıktığı Komün, Proleter Devrimin şafağıydı; bir Sosyalist Devrim taslağıydı; ilk proletarya diktatörlüğüydü; geçmişteki gelecek(imiz)di.
I.1) KOMÜNÜN OLUŞUMU
III. Napoleon’un Sedan yenilgisiyle Bismarck’ın birleştirdiği Alman orduları karşısında bozguna uğrayan Fransız ordusunun teslim olmasıyla; cumhuriyetçiler meclisi basarak imparatorluğun yıkıldığını haykırırken; halk belediye sarayına koşar cumhuriyeti ilan eder. Ve cumhuriyetçi vekillerden bir milli savunma hükümeti kurulur. Hükümet Bismarck’ın ağır koşullarına razı olmayınca savaş devam eder. Paris Alman orduları tarafından kuşatılır. Yokluk, soğuk, açlık derken enternasyonal üyeleri arasında kuşatılmış şehirde bir komün kurma fikri filizlenir. Bu arada perişanlığı had safhaya ulaşan Fransız ordusu Bismarck’ın şartlarını kabul eder. Şartlar Paris’in teslim alınması, Almanların şehirde geçit yapması, tazminat ödenmesi, seçimlerin yapılması ve peşi sıra seçilen hükümetle barış anlaşması imzalanmasıdır. İstenen olur.
Seçimi muhafazakârlar kazanır. Artık Thiers hükümet başkanıdır. Paris halkı olanları hazmedememiştir. Zaten halkın büyük bir kısmı ulusal muhafızlarla birlikte savaşmış ve hâlâ silah bırakmamıştır. Enternasyonal üyeleri ve ulusal muhafızların komitesi arasındaki kaynaşmadan rahatsız olan Fransız hükümeti daha rahat çalışabilmek için Versailles’a taşınır. Hükümetin taşınmasıyla enternasyonal üyeleri, ayrı bir hükümet kurma konusunda görüşmelere başlar. Hükümet de Paris’e hâkim olmak ister ama oradan ayrılmış olmaları, halk tarafından hiç hoş karşılanmamıştır. Önce Paris’te bulunan topları almayı, sonra da şehri silahsızlandırıp teslim almayı planlayan hükümetin kente yolladığı iki generalin öldürülmesi üzerine Paris tamamen boşaltılır.
Artık Paris halkının karşısında hem Almanlar hem Fransızlar vardır. Enternasyonal üyelerinin ağırlığı hissedilen ulusal muhafızların merkez komitesi seçim kararı alır. Bu merkez komite kısa sürede “Paris Komünü” olarak anılmaya başlanacaktır. Seçilen 90 temsilcinin 25’i işçi, 17’si enternasyonal üyesidir. Gerisiyse esnaf, memur, doktor, gazeteci ve aydınlardan oluşmaktadır.
Komün, işçilerin emeklerinin karşılığını alabilmeleri için garanti, kadın-erkek eşitliği ve laik eğitim istemiş ve bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu arada Thiers Paris’i işgal etmeyi düşünmektedir. Bismarck bu konuda yardım teklif etmiş ve Thiers esir Fransızları Paris’in zapt edilmesi için bırakıp, kurduğu yeni orduyla şehri kuşatmıştır. Sonrasındaysa komünün barikatlarda direnmesi, Thiers’in halkına zulmü, işkenceler, “kanlı hafta” ve kurşuna dizilmeler gelir.
Şimdi burada “Paris Komünü neden yenildi?” denilebilir…
Paris Komünü’nün yenilgisinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
i) 1870’li yıllarda kapitalizm Fransa’da henüz bütünüyle gelişmemişti. Ülke Paris, Marsilya, Lyon ve kuzeyin kömür madeni bölgelerinin dışında bir küçük köylü ülkesi karakteri taşıyordu. Versailles ordusu işte bu köylülerden oluşuyordu. “Kırsallar”ın Paris’e tepkisi büyüktü. Öteki bazı büyük kentlerde de (Marsilya, Lyon, Saint Etienne, Narbonne, Toulouse vb.) kısa Komün deneyimleri yaşanıyordu, ama bunlar hızla devrilecekti. Yani Paris kendini bir köylüler denizinin orta yerinde yalnız buluyordu.
ii) Komünün kurulmasından önce Paris 131 gün Alman kuşatması altında yaşamıştı. Ekonomik bakımdan çok zor durumdaydı. Ama Komün Konseyi, sosyo-ekonomik alanda birçok ilerici tedbir almasına rağmen, ekonomiyi gerçek bir işçi devleti ekonomisi hâline getirmek için adım atmadı. Özel olarak da, başta merkez bankası rolü gören Fransa Bankası olmak üzere, bankacılık sistemini kamulaştırmadı. Bunda Komün Konseyi’nde sosyalistler arasında önemli ağırlığı olan Proudhon’cuların “adil ticaret” vb. türü küçük burjuva fikirlerinin de önemli bir rolü vardı.
iii) Bütün Avrupa burjuvazisi Komün’e karşı birleşmişti. En önemlisi, daha üç ay öncesine kadar Fransa ile savaşmakta olan Almanya birdenbire Versailles’a destek vermeye başlamıştı. Alman şansölyesi Bismarck, 100 bin Fransız savaş esirini serbest bırakarak Versailles ordusuna büyük bir güç katıyordu.
iv) Komünün yöneticileri, yüce gönüllülüğe, Fransız hâkim sınıf temsilcilerini ahlâki argümanlarla ikna etmenin mümkün olduğuna inanıyorlardı. Mart ayında Komün kurulduğunda Versailles ordusu son derecede zayıf durumdaydı. O aşamada Komün bu orduyu ezebilirdi. Ama bu yapılmadığı için Komün Mayıs’ta ezici bir güce sahip bir ordu ile karşı karşıya kalacaktı.
v) Yapılan hataların ardındaki en önemli neden ise, işçi sınıfı öncüsünün mücadele tarihinin derslerinden hareketle doğru bir politika güdecek bir Marksist-Leninist partisinin olmaması idi.
I.2) YAPTIKLARI VE NİTELİĞİ
Paris Komünü, işçi sınıfı için bir var oluş biçimiydi; hem de Karl Marx’ın vurguladığı biçimiyle, “Komünün en önemli yanının gerçekleştirmeye çalıştığı herhangi bir ideal değil, kendi işleyen var oluşu”ydu. “Üretenlerin Öz-yönetimi”ydi ve bu da proleter öz-yönetim anlamına geliyordu.
Bu yanıyla da Paris Komünü, Marksistler tarafından tarihin ilk sosyalist devrim denemesi olarak kabul edilirken; Karl Marx da onu, proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olarak niteler.
Tam da bunun için “Göğü fethe çıkanlar”ın destanı XIX. yüzyılın doruk noktalarından biridir. Fransa’daki işçi hareketi ile dünyadaki sosyalist hareketin gelişmesinin önemli bir aşaması olup, Ekim 1917 Bolşevik ihtilalinin yolunu açmıştı.
Topu topu üç ay sürmesine rağmen, siyaset, düşünce ve sanat dünyasını derinden etkilemiştir.
Çok kısa bir süre olsa bile tarihte ilk kez sosyalist teori pratiğe dökülmüştü.
Tüm yabancıların işçi hükümetine seçilebilmesini kabul ederek işe başlayıp, “Komünün bayrağı dünya cumhuriyetlerinin bayrağıdır,” diye haykıran o; dini okulları ve devleti tasfiye etti, ölüm cezasını kaldırdı, Vendome Sütunu’nu (şovenizm anıtı) yıktı.
2 Nisan’dan itibaren Versailles birliklerinin sürekli bombardımanı altında çalışmaya başlayan Komün idaresi ilk olarak sıkıyönetimi, askeri mahkemeleri ve sansürü kaldırdı. Tüm siyasi tutukluları salıverdi, ardından genel af ilan etti. Giyotinle ölüm cezası kaldırıldı. Mecburi askerliğin yerine Paris’lilerden oluşan Ulusal Muhafızlar geçti. Kuşatma sırasında aşırı yükselen kiralar düşürüldü, boş evlere evsizler yerleştirildi. Savaş dolayısıyla ordu ihtiyaçları için el konan alet-edavat iade edildi, para karşılığı eşyaların bırakıldığı rehin dükkânları kapatıldı ve buralardaki eşyalar yoksullara dağıtıldı. Fırınlarda ve demiryollarında gece mesaisi kaldırıldı. Okullardan din dersleri kaldırıldı, kiliseye ait değerli eşyalara halk adına el kondu, dini vakıflar kaldırıldı yerine dayanışma sandıkları oluşturuldu.
Bir de yapılmasına karar verilen, ancak uygulama fırsatı bulamayan şeyler vardı: Borçların ödenmesi ertelenecek ve faiz kaldırılacaktı. Yönetimde yer alacak olanlar işçi maaşlarıyla aynı ücreti alacaklardı. Sahipleri tarafından terkedilmiş fabrika ve atölyeler işçilere devredilecekti. Eylemler sırasında öldürülen Ulusal Muhafızların eşlerine ve varsa çocuklarına aylık bağlanacaktı.
Paris Komünü, askerlik hizmetini zorunlu olmaktan çıkarıldı ve silah kullanabilen bütün halkın Ulusal Muhafızlara dahil olduğunu ilan etti. Ayrıca dini kurumlarda yapılan değişiklikle kilise devletten ayrılarak bütün malı devlete devredildi.
Önceden kaldırılmış olan Fransız Cumhuriyetçi Takvimi’ni yeniden kabul eden Komün, kızıl bayrak kullandı.
- bölgedeki çocuklara okul malzemesi dağıtması, üç okulu laikleştirmesi, bir yetimhane kurması, 20. bölgedeki okul çocuklarına bedava giyecek ve gıda yardımı yapması ve buna benzer birçok uygulama komünün en etkili işleriydi.
Komün Meclisi’nde kurulan komisyonlar devrim niteliğinde kararlar alıyordu. Özellikle Çalışma Komisyonu işçi hakları adına ileri adımlara atmıştır. İlk kooperatifler ve gece çalışma yasağı gibi uygulamalar büyük adımlardır. İşçi aylıklarından patronların para cezası kesmesini yasaklayan karar, özellikle burjuvayı çok kızdıracaktı. Fakirlerin eşya karşılığı para temin ettiği emanetçiler de Komün kararıyla kaldırıldı. Emanetteki fakir eşyaları sahiplerine dağıtıldı. Komün laik bir dünya görüşüne sahipti, din adamlarının hoşuna gitmeyecek birçok yenilikçi uygulamaya gidildi. Dini kurumların elindeki gayrimenkuller millileştirildi. Devlet bütçesinden din adamlarına pay aktarılması tarihe karıştı. Halkın dini duygularını sömüren hayır vakıfları kaldırıldı. Bunun yerine yardım sandıkları kuruldu. Fakirlere düzenli yardım yapılması için denetim getirildi.
Versailles’e kaçan burjuva evlerine Komün tarafından zor durumdaki fakirler yerleştirildi. Paris’te kiracıların evlerinden atılması uygulaması yasaklandı. Kiralar için de bir üst sınır belirlendi ve bu sınırın üstündeki kirayı ödeyenlerin evlerinde üç ay daha oturmaları sağlandı. Komün sadece işçiler lehine değil, küçük burjuva için de adımlar atmıştır. Vadesi gelen borçlar üç yıl ertelenir. Savaş zamanında halkı sömüren burjuvaya karşı esnaf desteklenmektedir. Komün bürokratikleşmeyi de engellemek istemektedir. Bütün yönetim mekanizmalarındaki çalışanlar seçimle ve belirli süreler için işbaşına gelecektir. Devlete bağlı sınıflaşma engellenmek istenmektedir. Ayrıca memur maaşları işçi maaşlarıyla eşitlenir. Memuriyet sınıf atlanılacak bir makam olmaktan çıkarılır. 2 Nisan 1871’de Komün okullardaki din eğitimini sonlandırır. Teknik eğitime ağırlık verilir. Burjuva elindeki tiyatro salonları kooperatif eliyle işletilmeye başlanır. Artistler Federasyonu’nun talebiyle Güzel Sanatlar Okulu devlet bütçesinden çıkarılır. Sanat devletten bağımsızlığını kazanır. Artık devlet sanat çalışmalarına karışmayacaktır. Operalar, tiyatrolar ve kütüphaneler baştan düzenlenir. Bürokratik uygulamalar, sansür ve otoriter devlet müdahaleleri sonlandırılır.
Jules Valles, Henri Rochefort, Georges Eugene Raoul Pilotell, Louise Michel, Eugene Varlin, Anna Jaclard, Jaroslaw Dabrowski Paris Komünü’nün üyelerindendi.
Devrimci bir hareketten doğan komünün 92 üyesinin içinde vasıflı işçiler, akademik ve ticari çevreden birçok değerli kişi ve yenilik taraftarı devrimci cumhuriyetçiler, diğer sosyalist anlayışa sahip kişilerden ve hatta 1879 devrimine özlem duyan Jakobenler gibi daha birçok siyasi kişi vardı. Kişilik ve siyasi vasıflarıyla karizmatik sosyalist bir lider olan Louis Auguste Blanqui gizli bir hapishanede tutulmasına rağmen konsey başkanı seçildi.
Komün, siyasi ve iş çevresinden farklı niteliklerde kişilerden oluşmasına rağmen 2 milyon nüfuslu Paris’in temel hizmetlerinin yürütülmesi için güzel bir başlangıç yaptı. Komün üyeleri arasında sosyalist bir rejimden daha çok ileri demokrasinin hâkim olduğu bir birlik ve yönetim mantığı hâkimdi. Sadece 60 gün yürürlükte kalan Komün, şu temel kararları uygulayabildi:
i) Tüm kuşatma boyunca kiraların hafifletilmesi. Oluşan kararsız ve işgalci durum altında özellikle tarla sahipleri kiraları çok arttırmışlardı.
ii) Paris pastanelerinde gece çalışma koşullarının kaldırılması.
iii) İnsanların canice katledildiği Giyotin’in yasaklanması.
iv) Görev sırasında hayatını kaybeden askerlerin çocuklarına ve eşlerine aylık bağlanması.
v) Savaş sırasında işçilerden rehin alınan malzemelerin ve iş aletlerinin koşulsuz şartsız işçilere geri teslim edilmesi.
vi) Devletin bulunduğu ekonomik ve sosyal buhran nedeniyle halkın refaha ulaşmasına kadar alınan borçların ertelenmesi ve faizin kaldırılması.
vii) Yeniliklerin devam edilmesi için, ülkeden kaçan fabrika sahiplerinin yerine fabrikaların işçiler tarafından yeniden işletilmesi ve üretime devam edilmesi.
Yani 1871 Paris’inin sokak savaşlarında yeni bir toplumun temelleri atılıp; işçi demokrasisi kuruldu. Komisyonlar hâlinde çalışan komün, yasama ve yürütme gücünü birleştirdi. Günlük hayatın bütün yönleri gözden geçirildi. Barınma ve beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçlar öncelikliydi. Kiralar 3 aylığına durduruldu. Şehrin temel ihtiyaçları belirlendi.
Radikal değişimler gerçekleşti. Kadınlar Fransa’da 1945’e kadar oy kullanma hakkına sahip değilken komün bu hususta kadınları geliştirdi. 1861-1865 yılları arasındaki yıllık istatistikler Paris’teki endüstriyel üretimdeki kadınların sayısının önemli yer tuttuğunu gösteriyor. Aşırı sömürülenler yönetim içinde önemli roller üstlendi ve onlar hiç unutulmadı. Komünü korudular ve aynı zamanda askeri görevler üstlendiler. Louis Michel -komün liderlerinden biri- önderliğinde kanlı haftada savaşan kadınların sayısı 10.000’i bulmuştu.
Eğitim tamamı ile yeniden düzenlendi. Öğretim kilisenin elinden alındı ve laik, ücretsiz ve kamusal hale getirildi. 1881’de Jules Ferry’ninkinin aksine eğitim ilericiydi. 8.yönetim bölgesindeki bir yöneticinin dediği gibi, “Dersler ailelerin isteklerini desteklemek için halka açıktır.” Yönetim bölgelerindeki belediyeler (3. bölge) ücretsiz okul gereçleri için inisiyatif aldılar. 20. bölgede, belediye laik okulların öğrencilerini giydirme ve beslenme görevini üstlendiler. Marie Verdune kreşler için ise “Eğitim doğumdan itibaren başlar ve bahçeli, kuşlu, oyuncaklı kreşler ister,” diye ekliyordu. İlk profesyonel okul 6 Mayıs’ta Lhomond sokağında açıldı.
Komün, dokuz komisyon hâlinde çalışıyordu. Bunlar savaş, finans, adalet, iaşe, dış ilişkiler, kamu hizmetleri, gizli polis, eğitim ve çalışma komisyonlarıydı. Komünün müzeleri korumakla görevlendirdiği kişi ressam Gustave Courbet idi.[4] O, Paris sanatçılarını örgütledi. 600 oyuncu, müzisyen, dansçı 9 Mayıs’ta Palais des Tuilleries’deki büyük konser ve diğer üç konserle büyük sükse yaptılar. Etkinliklerin gelirini Komüncülere bağışladılar.
Komünde Nathalie Lemel, Andre Leo, Paule Mink (veya Minck), Louise Michel (Jean d’Arc gibi giyinirdi ve ‘Kızıl Bakire’ diye anılırdı) ve Elisabeth Dmitrieff (İsviçre’den gelmişti ama Rusya kökenli bir Marksistti ve ‘Rus Kadın’ diye çağrılıyordu) gibi kadınların öncülüğündeki kadınlar, mücadelenin ön saflarında yerlerini aldılar.
Toparlarsak: Paris Komünü Fransa’daki 1830’dan 1848’e kadar deneyimlerle geçen Fransız devriminden beri devrimci deneyimin bir özetiydi. İşçiler bu deneyimlerden çok çekti ve XIX. yüzyıl boyunca işçi sınıfı gelişti ve kapitalist sınıftan kendi çıkarlarını çekip aldığı bir güce dönüştü aynı zamanda kapitalistlerin faydasızlıkları ortaya çıkarken işçileri onların zararına götürebilecek bir güç oldular. Paris Komünü gösterdi ki işçilerin esas gücü sömürüye ve yoksulluğa son verecek, herkes tarafından yönetilen daha eşitlikçi bir toplumun meyvelerini verecek kadar devrimci bir güce sahiptir. Fransız burjuvazisi yakın sonunu hissetti ve deneyimlerini yenileyemeyeceğini gördü. Komün bunu asla bir daha olmayacak şekilde bastırdı.
Öte yandan işçiler ve Marksistler komünden iki önemli ders çıkardı: sömürüden arınmış bir toplumu inşa etmek için burjuvazi yıkılmalı ve işçiler için bir araca, işçi hareketlerinin deneyimlerini aktaracak ve sosyalist devrimin başarısına götürecek adımları önceden sezecek bir partiye ihtiyaç vardır.
I.2.1) ALTI ÇİZİLMESİ GEREKEN(LER)
Burada bir parantez açıp, altını çizelim: Paris Komünü, proleteryanın sınıf mücadelesinin laiklik kavrayışı ve laiklik mücadelesi açısından da bir örnektir.
Komünün laiklik mücadelesi konusundaki tutumunu, Karl Marx ile Friedrich Engels şöyle izah ederler: 2 Nisan günü komün, din ve dini kurumlar ile devleti tamamen ayırmış, din işleri bütçesini kaldırmış; bütün kiliseler kamulaştırılıp dini görevliler “öncelleri olan havariler gibi, inanların sadakaları ile yaşamak üzere, özel yaşamın dünya işlerinden dingin el çekmişliğine” gönderilmişlerdir. Yine bir kaç gün sonra; bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısacası “herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin” okullardan uzaklaştırılması kararlaştırılmıştır.
Bunun yanında Paris kentini yoksullar adına temellük eden Komün’ün[5] iki önemli özelliği kadınları tarihin sahnesine çıkarması ve enternasyonalist karakteriydi.
Sermayenin iktidarı yıkılarak yerine emeğin iktidarının kurulmasını ve tüm sömürü biçimleri ile ayrıcalıkların yok edilmesini amaçlayan, Komün’ü, Devrim’i ve halkın davasını savunmaya ve desteklemeye kararlı Paris yurttaşlarını örgütleyen ‘Kadınların Birliği’nin kurucusu Elizabeth Dimitrieff, elli erkeğin başına geçerek Monmartre mezarlığındaki barikatı savunan Louise Michel, Josephine Courtois, Nathalie Lemel, Marguerite Tinayre ve daha niceleri…[6]
“Kiraz Zamanı”[7] diye anılan Paris Komünü’nün en önemli isimlerinden birisi de devrimci kadın önderlerden Louise Michel idi.
“Komünün kızıl bakiresi” olarak nitelenen Louise Michel, Nathalie Lemel, Sophie Pourier, Marguite Tinayre, Madamme Andree Leo, Rus devrimciler Elisabeth Dimitrieff ve Anna Jaclard öncülüğündeki devrimci kadın komiteleri ve hareketi Komünün yaratılması ve örgütlenmesinde çok özel bir rol oynadılar.
Louise Michel, Silahlı Milise kadınların alınması için kadın gösterileri örgütlemiş, Silahlı Kadın Milis Taburu oluşturulmasını sağlayarak dünyada bir ilke imza atmıştı. Efsanevi Montmartre bölgesinin erkek ve kendi örgütlediği kadın Asayiş Komitelerinin ikisinin birden toplantılarına katılıyor, öncü bir rol oynuyor, kitle gösterilerinde örgütçü, silahlı gözcü ve önder olarak yer alıyordu. Karşı-devrimci hükümetin başbakanı Thiers’i öldürmeyi kafasına koymuş, Komün ve Milis MK’sının onay vermemesi üzerine, sırf yapılabileceğini göstermek üzere, erkek kılığına girip üstüne zehirli bir bıçak saklayarak Versailles’a kadar gidip Thiers’in burnunun dibine kadar yaklaşmış, sonra geri dönmüştü. Yine Milisin toplarına el koyan düzenli ordunun silahlarını doğrultmuş askerleri üzerine yürüyerek topların geri alınmasını sağlayan, Louise Michel ve kadın komitelerinin örgütlediği kadınlardı. Sıkıyönetim mahkemeleri Michel’in “suçları”nı şöyle sıralıyordu:
İki mahallenin silahlandırılması sorumluluğunu yürütmek, Kadın İşçilerin Çalışarak Yaşaması Komitesinin başkanlığını yapmak, Kadınlar Birliği Merkez Komitesinin kurulmasına katılmak ve yer almak, Devrim Kulübü başkanı olarak rejim mahkemelerin kapatılması, ibadetin kaldırılması, rahiplerin tutuklanması, Blanqui’nin serbest bırakılması çalışmalarına katılmak, kadınlar arasında sağlık hizmeti veren ambulansçı, barikatlarda savaşçı ve kundakçı örgütlemeleri yürütmek…
Michel, sevgilisi ve Komünün bir diğer devrimci işçi önderi Ferre’nin daha sonra sıkıyönetim mahkemesi tarafından idama mahkûm edilmesi üzerine, Komünün ‘Enternasyonal’den sonraki en ünlü şiiri ‘Kızıl Karanfil’i yazdı. Kırmızı karanfillerin öldürülen devrimciler için bir simge hâline gelmesi de Komün ve bu şiirle gerçekleşti.
Nathalie Lemel, 1860’ların başından itibaren ciltçiler grevleri ve sendikasının etkin örgütçüsü ve önderlerindendi. Kadınların ilk kez, erkek işçilerin grev komitelerine, sendika delegasyonuna girmesinin ötesinde bunları örgütlemesinin ve önderlik etmesinin örneğiydi. Komünün bir diğer devrimci işçi önderi olan Varlin ile birlikte Komün sırasında kadın işçilerin de katıldığı, toplantı ve örgütlenme mekânı olarak da kullanılan kooperatif işçi kantin ve yemekhaneleri açtı ve bunların diğer işçi mahallelerine yayılmasını sağladı.
Elisabeth Dimitrieff, Enternasyonal’in Rusya’daki örgütçülerindendi, Rus devrimcileri tarafından Londra’daki Marx ile görüşmek üzere gönderilmişti. Rusya’daki Narodnizm ile Marksizm arasındaki ara geçiş halkalarından biriydi. Marksistlerin etkisinin sınırlı kaldığı Komün’de de Blanquicilik-Narodnizm’den Marksizme doğru bu ara geçiş fikirlerinin taşıyıcılarından biri oldu. Paris’e Komünün ilan edildiği günlerde fırtına gibi geldi. 11 Nisan-24 Mayıs arasında işçi mahallelerinde tam 24 kitlesel işçi kadın ya da kadınların etkin katılımının sağlandığı birleşik işçi toplantısı örgütlemişti. Kadınlar Birliği ile onun Merkez Komite Konseyi’nin kurucu ve önderlerinden biri oldu. Terk edilen fabrikalara el konması ve kadınların çalışmaya eşit katılımının “ekonominin sosyalist organizasyonuna doğru gidebilecek ilk adımlar” olduğunu ilk söyleyen Dimitrieff olmuştu.
Paule Mink, işçi mahallerinde çok sayıda halk kulübü kurdu ve hepsine kadınların aktif katılım ve yer almasını sağladı. Bu işçi kantin ve kulüpleri, ruhban ve din karşıtı, hatta aile ve evlilik karşıtı ajitasyonun da merkezleri hâline geldi. Bu kulüplerde kadın-erkek birleşik yapılan toplantılarda, kadın işçilerin yaptığı konuşmalardan tarihsel kayıtlara geçmiş (daha sonraki anı yazımları) iki örnek: “Papazlar biz kadınların kendi istediklerimizi yapmamızı engelliyorlar. Onları defetmeli, gerekirse öldürmeliyiz!” “16 yaşındaki kızım şimdi istediği biriyle yaşıyor. Kilisenin kutsaması olmadan da çok mutlu. Ben yaşadığım sürece evlenmeyecek!”
Kadın hakları, eşitliği ve özgürlüğünün entelektüel liderliğini ise gazeteci ve romancı Andree Leo yapıyordu. Leo, kadınların entelektüel alandaki, gazetecilik ve yazarlıkta etkin, eşit ve öncü yer alışının ilk örneklerinden biriydi. Komün sırasında ‘Toplum’ gazetesini çıkardı, kadınların Komüne tam ve eşit katılımı isteminin yayılmaya başlamasında etkili oldu. Erkek Komünarlara “Bırakın kadınlar zaten yüreklerini koydukları mücadeleye tam anlamıyla katılsınlar. Birçoğu bunu istiyor, birçoğu bunu yapabilecek güçte!” diye sesleniyordu. Devrimci iç savaşı “ezilenlerin bakış açısından tek meşru savaş” olarak ilk tanımlayanlardan biriydi.
Burada ‘Devrimci Kadın Birliği’ konusunda bir parantez açmaz gerekiyor: Paris’in Savunması ve Yaralılara Yardım için Kadın Birliği, Enternasyonal’in Fransız işçi-emekçi kadın seksiyonuydu. Tarihte ilk kez işçi sınıfının mücadelesi ile emekçi kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesini birleştirmeye çalıştı. Temel tezi, cinsiyet ayrıcalık ve eşitsizliğinin işçi sınıfını egemen sınıflar karşısında böldüğü ve zayıf düşürdüğü, sınıf köleliliğine karşı mücadelenin cinsiyet köleliğine karşı mücadele ile birleştirilmesi gerektiğiydi. Tarihte ilk kez kadınlar için eşit işe eşit ücret ve çalışmaya eşit katılım istemlerini ortaya koydu ve aynı zamanda kadınları örgütleyerek gerçekleştirmeye çalıştı. Savaş seferberliği, silah, üniforma, barikat hazırlıklarında, terkedilmiş fabrikaların işletilmesinde, kadınların aktif katılımını ve örgütlü çalışmasını organize etti. 1500 kadın barikatlar için kum torbaları dikiyor, terkedilmiş fabrika ve atölyelerin bazılarında kadınlar çalışıyordu. Maliyetler düşüldükten sonra, el emeği katkısı her akşam ücret biçiminde eşit olarak çalışan kadın işçilere dağıtılıyordu. Dimitrieff bunu ekonominin sosyalist organizasyonunun ilk adımları olarak tanımlamıştı.
Başta aile ve eğitim alanları olmak üzere ruhban, din ve ataerkil egemenliğe karşı mücadelenin öncülüğünü yaptılar. ‘Kadınlar Birliği’nin papazlığın kaldırılması, tarikat okullarının kapatılması, zorunlu din dersi ve hükümlerinin eğitimden kaldırılması, evli olan ve olmayan kadınlar, evlilikten ve evlilik dışı çocuklar arasındaki ayrımların kaldırılması gibi Komün Konseyi kararlarındaki etkisi kesindir.
1800 üyeye ulaşan ‘Kadın Birliği’nin aktif üyeleri arasında sadece 1 orta mülk sahibi, 33 küçük otel ve cafe gibi küçük mülk sahibi, 11 seyyar satıcı ve 246 “ev kadını”na karşılık, 756 işçi kadın bulunuyordu. Karın eşit dağıtıldığı, yoksul ve dul kadınların çalıştığı atelyeler kurdular. Emekçi kadınların örgütlendiği ya da eşit katıldığı komite ve kulüpler kurdular. Hiçbir ayrım yapmadan hayat kadınların da yaralı bakımı ve ambulanslarda gönüllü çalışmasını organize ettiler. Komünün terkedilmiş fabrika ve atölyelere el konulması gibi- görece ileri kararlarından önemli bir bölümü emekçi kadın komitelerinden gelir. Yalnız karşı-devrime değil erkek yoldaşlarına karşı da büyük bir mücadele vererek, kadınların sendikal, siyasal, askeri, yönetsel görevlerde yer almasını sağladılar, kadınların her düzeyde tam eşitliği ve önderliği ile sosyalizm mücadelesine doğru ilk önemli attılar ve yolu açtılar.
Ya seçme seçilme hakkından başlayarak kadınların en üst devrim organlarında yer alma hakkı?
Buna karşın komünün en zayıf ve geri olduğu yanlarından biri Milis Merkez Konseyi olsun komün Konseyi’nin olsun (komünün en üst iki organı) kadınların seçme ve seçilme hakkına yer vermemesiydi. Her iki Konsey’de de yukarıda yer verdiğimiz komünün en ileri bir damarını oluşturan kadınlara yer verilmemiştir! Daha ilginci, Kadın Merkez Komite Konseyi’nin de böyle bir şey talep etmemiş olmasıdır! Komünde bile kadınların ulaşabildiği en üst organ Enternasyonal ve işçi sendikalarının Federal İşçi Delegeleri Konseyiydi (Nathalie Lemel ciltleme işçilerinin delegesi olarak girmişti)!
Devrimci kadınlar seçme-seçilme hakkı ve üst organlarda yer almanın gereğini bilmiyor değildi. Belki iç savaş koşullarında bunu öncelikli görmüyor veya bu konuda bir tartışma başlatmanın zayıflatıcı olacağını, Komün Devriminin kesin zaferinden sonra zaten bunun doğallığında gerçekleşeceğini düşünüyorlardı. Ancak kadın sorunu gibi en köklü ve yapısal sorunlarda, devrim öncesinde ve devrim sürecinde atılabilecekken atılmayan, devrim sonrasına ötelenen her sosyal devrim adımının, devrimin yarı yolda kalmasına ya da sakat kalmasına yol açacağını Komün deneyiminin kendisi göstermiştir.
Kadın Merkez Konseyi’nin, Versailles ordusunun Paris’e girmek üzere ve artık her şey ölüm kalım meselesiyken kadın savaşçıların ilçe belediyelerinde karargâh ve toplantı için kullanabilecekleri bir oda ve kadınlara çağrı bildiri ve afişlerinin basımı için bile Komün Konseyi ve Yürütme Komitesi’ne yazılı istekte bulunmak zorunda kalmaları, Komün Konseyi’nin ve erkeklerinin utancıdır! Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmaması ve devrimci Kadın Konseyinin de böyle bir istemde bulunmamasının bir yanı burjuva ve küçük burjuva demokratları ürkütmemek gibi geri/uzlaşmacı bir kaygıysa, diğer yanı da bir sosyal devrim sürecinde bile erkek egemenliğinin ve kibrinin gücünü koruması, kadınların yalnız egemen sınıflara karşı değil egemen cinse karşı da her devrimci adımları için kanırta kanırta mücadele etmek zorunda kalmalarıdır.
Ya Karl Marx’ın, “Komün, Fransa toplumunun tüm sağlıklı öğelerinin gerçek temsilcisi ve dolayısıyla ülkenin gerçek ulusal hükümeti olduğu kadar; aynı zamanda bir işçi hükümeti, emeğin kurtuluşunun cesur bir savunucusu ve savaşçısı olarak sözün gerçek anlamında enternasyonal bir esasa/ mahiyete sahipti. İki Fransız eyaletini Almanya’ya ilhak eden Prusya ordusunun gözleri önünde, komün, tüm dünya emekçilerini Fransa’ya ilhak ediyordu,”[8] diye betimlediği enternasyonalizm faslı mı?
Dünya komünist hareketinin ideolojik ve politik şekillenmesinde önemli bir yeri olan, mirasıyla 1917 Ekim Devrimi’ne esin veren Paris Komünü, işçi sınıfına bugün de yol göstermeye devam ediyor. Daha baştan itibaren kendi bayrağını dünya cumhuriyetinin bayrağı ilan eden Komün, enternasyonalist bir karakter taşıyordu. Komünün başta gelen sloganı evrensel cumhuriyetti ve saflarında Rus, Alman, İtalyan ve pek çok ulustan devrimci çarpışarak can verdi. Karl Marx’ın yakın dostları Leo Frankel, kadın Komünarların önderi Yelizveta Dimitriyeva ve barikatlarda can veren Komünün generali Jaroslaw Dombrowski bu ünlü yabancı Komün önderlerinden bazılarıydı.
Komün barikatlarındaki son kadın direnişçi kurşuna dizilirken, burjuvaziye meydan okurcasına gülüyordu. Çünkü ne kadar zalim olursa olsun burjuvazinin gücünün dünya işçi sınıfını yolundan döndürmeye yetmeyeceğini biliyordu. Ölüme giderken gülümseyen direnişçi kadın, yepyeni bir dünya uğruna öldüğünü de biliyordu. Komün yepyeni bir çağın habercisi, açlık ve sefaletin olmadığı, sınıfların ve sömürünün son bulduğu özgürlük dolu bir dünyanın başlangıcıydı. İşte bu unutulmaz eser için Marx şöyle yazacaktı: “İşçi Paris, Komün ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak ebediyen yücelecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellâtlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve rahiplerinin tüm duaları, onların günahlarını bağışlamaya yetmeyecektir.”
Bu çerçevede Komünün enternasyonal karakterinin başlıca dinamikleri de şunlardı: Avrupa’nın diğer ülkeleri ve Rusya’dan siyasi sürgün veya siyasi mülteci olarak Paris ve Fransa’da bulunan devrimciler. I. Enternasyonal’in diğer ülkelerdeki örgütlenmelerinin gönderdiği devrimci işçiler. Özellikle 1860’ların başından itibaren tüm Avrupa’da ve Rusya ve Amerika dahil dünya çapında mutlakiyetçi veya köleci rejimlere karşı, devrimci hareketlerin, ayaklanma ve iç savaşların yaygınlaşmasıyla Cumhuriyetin Avrupa ve dünya çapında kazanılması ve kazanıldığı yerde korunmasının uluslararası bir ülkü hâline gelmesi; çok sayıda ülkeden binlerce devrimci Cumhuriyet savaşçısının Bismark, Bonapart ve Thiers monarşist rejimlerine ve Papalığa karşı Paris’i ve Cumhuriyeti savunmaya koşması. Burjuva ulus formunun gelişiyor olmasına karşılık henüz kemikleşmemiş olması.
Komünün de, karşı-devrimin de en başından itibaren uluslararası bir karakter taşıdığı, dolayısıyla Fransa’da iç savaşın da, işçi-halk-cumhuriyetçi devrim ile burjuva-monarşist karşı-devrim arasında uluslararası bir iç savaş niteliği taşıdığı kesindir.
Fransa hükümetinin komünü ezmesi Bismark, Çarlık, Papalık, tüm monarşist, otokratik ve İngiltere dahil burjuva emperyal rejimlerin mutlak desteği olmasa, mümkün olmazdı. Fransa’da en az 40 bin kişinin kıyılmasının, diğer ülkelere de yayılan 50 bin kişiyi bulan tutuklama ve işkence seansları, sıkıyönetimler, kovuşturmalar, Enternasyonal’in yasaklanmasının arkasında işte böyle bir uluslararası karşı-devrim birliği vardı.
Avrupa ve Rusya’dan binlerce Enternasyonalci, devrimci işçi ve devrimci Cumhuriyetçi ise Komünü savunmaya koşmuştu. En büyük grubu Belçika’dan gelen devrimci işçi ve Cumhuriyetçiler oluşturuyordu. Özel bir birim oluşturarak Komün Konseyi’nin direktifi altında çalıştılar ve savaştılar. İkinci büyük grubu, İtalyan devrimci cumhuriyet savaşçısı Garibaldi ve ‘Kızıl Gömlekliler’ olarak tanınan silahlı milis müfrezeleriydi. Üçüncü büyük grubu Polonya’da 1863 ayaklanmasına katılmış Polonyalı devrimci işçiler ve ayaklanmanın askeri milis önderlerinden Dombrowski oluşturuyordu.
Jaroslaw Dombrowski Paris milisinin en yüksek askeri komutanlarından biri olmuş ve milis onun önderliğinde en güçlü savaşlarını vermiştir. Macar Leo Frenkel, Paris Komün Konseyi Yürütme Komitesi’nin dünyada bir ilk olan Çalışma Komisyonunun (Bakanlık) başkanlığını yapmıştı. Çalışma Komisyonu onun önderliğinde en ileri ve en etkin Komün komiserliği olmuş, en etkin işçi komiteleri ve konseyleri örgütlemiş ve hepsiyle birlikte çalışmıştı. Kadınlar Birliği ve Merkez Konseyinin kurucusu ve önderi 20 yaşındaki Rus devrimcisi Elisabeth Dimitrieff’ti. Komün Konseyi ve Yürütme Komitesi’nin patronları tarafından terkedilmiş fabrika ve atölyelere el konulması gibi görece daha ileri kararlarının bir dizisi, onun Kadınlar Konseyi adına imzasıyla Komün Konseyi ve Yürütmesinden istediği önergelerine dayanır. Ve Paris’te Komün için çalışan, savaşan, Yunanistan’dan İspanya’ya, Hollanda’dan Rusya’ya kadar sayısız enternasyonalist işçi ve devrimci…
Paris’te Fransa’nın sömürgelerden oluşturduğu taburlar arasında bazı Kuzey Afrika askerleri de Komünün safında geçmişti. Komün’de yer alan üç Osmanlı vatandaşı bile vardı![9]
II. AYRIM: KOMÜN DERSLERİ
Karl Marx, Nisan 1871’de Birinci Enternasyonal’deki yol arkadaşlarına gönderdiği mektupta şöyle demişti: “Tarih bu büyüklükte bir örneğe sahip olmadı. Paris’teki mücadele ile birlikte işçi sınıfının kapitalist sınıfa karşı verdiği mücadele ve onun devleti artık yeni bir aşamaya girdi.”
Mayıs 1871’de, Paris Komünü deneyiminin güçlü ve zayıf yanlarını bir kez daha değerlendirdi. (Ancak ‘Fransa’da İç Savaş/ The Civil War in France adlı bu beyanname 1934 yılına kadar basılmadı.) 1872’de ‘Komünist Manifesto’nun yeni baskısına (ilk baskı 1848’de yapılmıştı) yazdıkları önsözde Karl Marx ve Friedrich Engels “Komün ile birlikte kanıtlanmış olan en önemli gerçek, işçi sınıfının basit anlamıyla geçmişten hazır olarak aldığı devlet makinesini ele geçirmek ve kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğidir,” dedi. Komünün dersleri Marx’ın devlet ve devrim teorilerini geliştirmesinde etkili oldu.[10]
Yani Karl Marx’a göre Paris Komünü, işçi sınıfının hazır devlet aygıtını ele geçirip kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini, onu parçalayarak bir yenisi ile değiştirmesi gerektiğini ortaya koymuştu.
Burası çok önemlidir. Çünkü Paris Komünü’nün ortaya koyduğu gibi kapitalist devlet ve kurumları ezilenler için araç olamaz. Toplumun özgürleşmesi için askeri ve bürokratik makine yıkılmalıdır.
“Yıkılanın yerine ne gelmelidir” mi?
Komünün ilk kararı, düzenli ordunun kaldırılması ve onun yerine tüm halkın silahlandırılmasıdır. Herkesin “ordusu”, böylece hiç kimseye baskı uygulayamayacaktır.
Komün şehrin çeşitli ilçelerinden dolaysız seçimle gelen temsilcilerden oluşur. Bu üyeler, seçildikleri gibi hemen geri çağırılabilirler. Ezilenler doğrudan iktidarı denetler.
Komündeki temsilciler ortalama bir işçi kadar maaş alır. Böylece ayrıcalıklara son verilir ve iktidar kendini toplumun üzerindeki bir baskı gücü değil, basit bir yönetim aracına dönüşür.
Yıkılanın yerine gelen doğrudan demokrasidir. Komün, iktidarı korumak, pekiştirmek yerine dağıtarak önemsizleştirir ve sönümlenmesinin de önünü açar.
Tarihin ilk sosyalist devriminin ürettiği çözümler XXI. yüzyılda da günceldir.
Paris Komünü’nün tarihsel önemi de buradan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi komün, o dönemin Fransa’sında “Belediye” anlamına geliyordu. Daha 1789’dan başlayarak emekçi kitleler, hemen her devrimde veya devrimci kalkışmada kent yönetimini elinde tutan belediyeleri ele geçirmiş ve kendilerinin doğrudan yönetime katıldığı komünler ilan etmişlerdir. Paris Komünü ise, devletten ziyade emekçi kitlelerin, belediye işleri ötesinde, kendilerini yönettiği öz-yönetim organları niteliği taşımaktadır. 4 Eylül 1870’te Paris, Lyon ve Marsilya başta olmak üzere pek çok kentte emekçi kitleler komün talebiyle ayağa kalktılar; Lyon ve Marsilya’da belediye yönetimini ele geçirerek komün ilan ettiler. Fakat bu kent komünleri ile Paris Komünü temelde birbirinden ayrılıyordu. Onların hiçbirisi belediyenin sınırları dışına çıkıp işçi sınıfının siyasal iktidar biçimine, yani proletarya diktatörlüğüne dönüşemediler. Ama Paris Komünü dönüştü ve zaten onu tarihsel kılan da budur.
‘Fransa’da İç Savaş’ başlıklı yapıtında Karl Marx, Komünü şöyle değerlendiriyordu: “Komünün gerçek sırrı şuydu: Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın, gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” Bu işçi hükümeti, daha ilk günden başlayarak burjuva devlet aygıtına saldırdı.
Friedrich Engels’in de altını çizdiği gibi, siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfı eski devlet makinesiyle yönetemezdi ve iktidarını kaybetmemek için derhâl burjuva devlet aygıtını kırıp atmalı ve onun yerine kendi iktidar organlarını geçirmeliydi. Komün sürekli ordu ve polisi kaldırdı ve ordunun yerine silahlı işçi milisleri geçirildi. Tüm devlet görevlileri seçimle göreve gelecek, sorumlu olacak ve istendiği zaman geri çağrılabilecekti. Muazzam bir serveti elinde tutan Kilisenin mülkiyeti devletleştirildi. Din ile devlet işleri ayrılıyor, öğretim laikleştiriliyor, zorunlu ve parasız hâle getiriliyordu.
Burjuva devlet makinesini kıran komün, onun yerine kitlelerin yönetime katıldığı doğrudan demokrasi organlarını geçiriyordu. Komünün parlamenter bir sistem olmadığına, hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir örgüt olduğuna değinen Marx, Komünün hayata geçiremediği örgütlenme taslağına da dikkat çekti: “Komünün en küçük kırsal yerleşme merkezlerinin bile siyasal biçimi olması ve kırsal bölgelerde sürekli ordunun, hizmet süresi son derece kısa bir halk milisiyle değiştirilmesi gerektiği açıkça ortaya kondu. Her ilin kırsal komünleri, ortak işlerini ilin yönetim merkezindeki bir temsilciler meclisi aracıyla yönetecek ve bu il meclisleri de Paris’teki ulusal yetkililer kuruluna kendi temsilcilerini göndereceklerdi; temsilciler her an görevden geri alınabilecek ve seçmenlerinin emredici vekaletleriyle bağlı olacaklardı.”
Bu biçimiyle komün, bürokrasisi, ordusu ve polisi olmayan, tüm görevlilerinin seçimle gelip, derhâl geri çağrılabildiği devlet olmayan bir devletti. Böylece komün, sadece siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının neler yapması ve yapmaması gerektiğini değil, aynı zamanda geçiş döneminin işçi devletinin nasıl olması gerektiğini de ortaya koydu.
II.1) SOSYALİST İŞÇİ DEMOKRASİ
Taksim Gezi Parkı Direnişi’ni, olayların içinden değerlendiren Paul Mason’un, Türkiye tarihinde emsali olmayan ayaklanmayı Syntagma, Tahrir ve Wall Street ile bizzat oralarda da olan biri olarak karşılaştırıp Türkiye’deki durumun büyüklük ve katılan grupların çeşitliliği ve dayanışması itibariyle bunlardan hiçbirine benzemediğini, illa bir şeye benzetecekse olsa olsa 1871 Paris Komünü’ne benzetebileceğini yazdığı[11] abartıyı ya da liberal hezeyanları[12] bir yana bırakırsak;[13]
Komün, siyasi önderliğin belirleyici olmadığı, katı bir merkezi örgütün planlaması sonucunda iktidarın ele geçirildiği bir altüst oluş değildir. Komün, kimsenin beklemediği bir devrimci sıçrama anıdır.
Komünün tüm Avrupa rejimlerinin ödünü patlatmasının nedeni, “bildiğimiz türden devlet” olmadan, işyerlerinden, atölyelerden kaçışarak korkuyla Paris’i terk eden patronlar sınıfı olmadan ezilenlerin kendi kendilerini yönetebileceğini kanıtlamış olmasıdır.
Bu nedenle V. İ. Lenin’in “Spontane bir hareketti, kimse bir biçimde, bilinçle hazırlamış değildi” diye anlattığı Paris Komünü’nün siyasal önlemleri arasında, başlıca “sürekli ordunun kaldırılması” ile “bürokrasinin kaldırılması” geliyordu.
Komünün en önemli ölçütünün, kitlelerin kendi kararları ve fiillerinde olduğunu söyleyen Karl Marx’ın başlangıçta “umutsuz bir çılgınlık eylemi” diye nitelediği, ama olay patlak verdikten sonra dikkatle izleyerek alkışladığı komün, böylece, burjuva devletinin dayanaklarını ortadan kaldırma girişiminde bulunurken; proleter yönetimin nasıl olabileceğini ve olamayacağını kanıtlayan bir pratik olarak tarihe geçiyordu.
Bu bağlamda Paris Komünü, “İşçi sınıfı dünyayı yönetebilir mi?” sorusuna olumlu ilk yanıttı.
Parisli işçiler Paris Komünü ile bu yanıtı tüm işçi sınıfı adına verdi. Patronlar açısından ise kanla bastırılan ve bugün hatırlamak dahi istemedikleri korkutucu bir işçi ayaklanması olarak tarihe geçti. 1871 günü başlayan ve 71 gün süren tarihin ilk işçi yönetimi tüm dünya işçi sınıfına iktidarı alabileceğini gösterdi, 1917 Ekim Devrimi’ne giden yolu açtı.
1871’de yayınlanan Paris Ulusal Muhafız Merkez Komitesi imzalı bildiride işçiler şöyle diyordu:
“Paris proleterleri, egemen sınıfların ihanet ve beceriksizlikleri karşısında kamu işlerinin idaresini kendi ellerine almak suretiyle durumu kurtarma saatinin gelip çattığını anlamış bulunuyorlar… Anladılar ki, devlet iktidarını ele geçirerek kendilerini kendi kaderlerinin efendisi kılmak, zorunlu görevleri ve mutlak haklarıdır.”
Bir sosyalist demokrasi örneği olarak Paris Komünü, doğrudan demokrasiye dair özellikleriyle de, burjuva temsili demokrasiden temelde ayrılmıştır. Paris Komünü’nün, “doğrudan demokrasi”nin ilk nüvesi olarak adlandırılan eski Atina demokrasisinden ayrılan temel yönü ise, Atina demokrasisinin toplumun sadece yüzde onunu kapsayan bir “doğrudan azınlık demokrasisi” olması karşısında Paris Komünü’nün, bütün yurttaşların kendi adına özgürce karar verme ve gereksinimlerini, eylemlerini bu kararlar doğrultusunda gerçekleştirmesine imkân vermesiydi. Tüm yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesi, gerektiğinde aynı anda görevden alınabilmeleri, kendilerini seçenlere karşı sorumlu olmaları nitelikleriyle herkesin yönetime katılmasına sağlayan Paris Komünü, tüm bu özellikleriyle kendisinden önceki bütün demokrasi pratiklerinden ayrışmış ve onları aşmıştır.
Komünün aldığı önemli kararlardan biri, daha sonra V. İ. Lenin’in de işaret ettiği gibi, Bismarck ordularının saldırısı karşısında Paris’i terk ederek kaçan sahipleri tarafından kapatılmış bütün iş yerlerini ve fabrikaları, üretime yeniden başlatmak üzere işçi kooperatiflerine devreden kararnamedir.
İlk işçi hükümeti olarak Komün, burjuva devlet aygıtının parçalanmasının demokrasinin derinleştirilmesiyle olacağının da işaretlerini vermiştir. Bu da, daha önceki biçimsel demokrasi kurumlarının, doğrudan demokrasi kurumları olarak dönüştürülmesini, işçi denetimi ve yönetimiyle birlikte kapsar.
Komün’den kalan ve daha sonra V. İ. Lenin önderliğindeki Ekim Devrimi ile aşılan önemli bir ders ise, işçi sınıfının böyle bir süreci yönetebilmesi için siyasal bir organizasyonu ve partiye olan ihtiyacıydı. Bu arada, Karl Marx’ın, Komünü, I. Enternasyonal’in en önemli eylemi olarak sahiplendiği hatırlatılmalıdır ancak, böylesi önemli tarihsel süreçlerin istikrarlı biçimde yönetilmesi ve hangi adımın atılması için bir gün öncesinin erken, bir gün sonrasının da çok geç olacağına dair kritik kararlar verilebilmesi, bu gerçeği yaşamsal kılmaktadır.
Paris Komünü işçi sınıfının örgütlülük ve deneyim olarak çok zayıf olduğu bir tarihsel dönemde gerçekleşti. Komünizm henüz işçi sınıfı içerisinde yeterince güç kazanmamıştı ve işçiler kendi siyasal partilerine, komünist önderliğe sahip değildiler. Bu merkezi örgütlülük sorunu Parisli işçilerin mücadelesini diğer bölgelerdeki işçilerle birleştirememesine yol açtı.
Paris burjuvazi tarafından iki yönden sıkıştırılmıştı. İşçi sınıfının örgütlü bir savaş aygıtına sahip olması ve Paris’i aşarak devrimi genişletmesi yaşamı için hayati zorunluluktu. Komünün ilk günlerinde dağınık durumda olan burjuvazinin üzerine yürüme ve onların can damarı olan Fransız Ulusal Bankası’na el koyarak gücünü daha da arttırma imkânı olan işçi sınıfı taktik hatalar yaparak burjuvaziye tekrardan güç toplama imkânı verdi. Bu dönem işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi ve koruması için siyasal ve taktiksel bir önderliğe ihtiyacı olduğunu ortaya çıkarıyordu.
Sermaye ve güç tarafında olanlar tarafından hiçbir zaman sevilmeyecek, her dönem hakkında kara propaganda ve çarpıtmalar yapılacak olsa da, Komün’ün erdemli bir yönetim tarzını ve insani değerleri tanımladığı gerçeği hiçbir zaman değişmeyecektir…
“İyi de neden yenildik” mi?
Öncelikle Paris işçileri öncü sınıf olmaktan önder ve yönetici sınıf olmaya geçiş yapamamasından!
Karl Marx’ın kaleminden Paris Komünü’nün hatalarını sıralarsak: “Merkez komite ve daha sonra da komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versailles üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. Daha da zaman isteyen komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez komite, yerini komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.”
Evet Paris Komünü düşman silahlarının gücü yanında, kendi yanılgılarına yenildi: Bunun bir örneği, Fransız Ulusal Bankası’nın ele geçirilmesi için topların kullanılmasının reddedilmesidir. Komünün var olduğu süre boyunca, banka sadece birkaç tüfek ve mülkiyet ile hırsızlığın üstünlüğüyle savunulan, Paris’teki bir Versailles bölgesi olarak kalmaya devam etti.
Bu yanlış(lar), Paris Komünü’nün yaşamını kısalttı. Elbette ki, komünün hatalarını söyleyebilmek sadece V. İ. Lenin’e ait bir şey olmamıştır.
Yenilgileri ardından Karl Marx, “onlar cennetin fethine çıkmışlardı” diye komüncüleri selamlarken; 35 yıl sonra V. İ. Lenin, 1905 Rus demokratik devrimi’nin ertesinde; “Paris Komününün anısını ne denli yüceltirsek, onun yanlışlarını ve içinde yer aldığı özel koşulları tahlil etmeksizin ona gelişigüzel değinmek de o denli hoş görülemez. Böyle yapmak -Friedrich Engels’in alay ettiği- komünün her hareketi önünde eğilen (1874’te, Manifesto’larında) Blankicilerin saçma örneğini yinelemek olur. Bu “devrimci komün” konusunda, kararda değinilmiş bulunan komün konusunda, soru soran işçiye konferansçının yanıtı ne olacaktır? Söyleyebileceği tek şey, bunun tarihte bu adla bilinen belli bir işçi hükümeti olduğu, o sırada demokratik bir devrimle sosyalist bir devrimin öğelerini birbirinden ayırma yeteneğinde olmayan ve ayıramamış bir hükümet olduğu, bir cumhuriyet uğruna savaşma görevini sosyalizm uğruna savaşma görevi ile birbirine karıştırmış, Versailles’a karşı etkin bir askeri saldırı düzenleyememiş, Fransa bankasına el koymamakla bir hata işlemiş vb. bir hükümet olduğudur,”[14] der.
Ve bir şey daha: Paris Komünü, federe bir yapıdır, federe bir işleyişe sahiptir. Komünün federe yapısı, kısmen Friedrich Engels tarafından, daha yoğun olarak da 1905 ve 1917 devrimleri ve sonrasında Bolşevikler ve Rus devrimcileri tarafından tartışılmıştır. Leon Troçki, komünün en büyük zaafının özerklik olduğunu ileri sürer. Komünün gerek iç ve dış gevşekliğini, komünün en değerli zamanını tartışmalarla ve her kafadan bir ses çıkmasıyla kaybetmesini, diğer şehirlerin (belediyelerin) özerkliği konusunda aşırı hassas davranması ve müdahalesizliğini, dahası Komün ve Federe kurmayının birbirine söz dinletememesi, birinin kararını öbürünün bozmasını, vb buna bağlar. Bunun karşısına koyduğu ise, Ekim Devrimi’nden sonra ekonomi ve sendikaların bile askerileştirilmesini önermeye kadar ileri götüreceği, aşırı katı, aşırı tek yanlı ve hiyerarşik bir merkeziyetçilik anlayışıdır.
V. İ. Lenin ise komünün özerkçiliği sorununu, Friedrich Engels’e dayanarak değerlendirir. Her türlü merkeziyetçiliğin kötü her türlü özerkçiliğin iyi olarak değerlendirmesinin (ya da tersinin) soyut bir saçmalık olduğunu, Friedrich Engels’in merkeziyetçilik ve özerklik sorununu her tarihsel somut içinde somut olarak değerlendirdiğini belirtir. Leon Troçki de dönemdeki tüm Bolşevikler gibi vurguyu merkeziyetçiliğe yapar.
Karl Marx da, “Komün Anayasası, ulusu küçük eyaletler federasyonuna bölme girişimi olarak yanlış anlaşıldı. Komünün devlet gücüne düşmanlığı, aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi zannedildi,”[15] diye ekler…
II.2) NİHAYET!
21 Mayıs günü işçi Paris, tam 130 bin asker tarafından kuşatıldı. Buna karşın Komünün sadece 40 bin savaşçısı vardı ve ne yazık ki ne gerekli silahlara ne de gerekli bir askeri eğitime sahiptiler. Başlayan savaş ayın 28’ine kadar sürdü. Komünarlar inatla ve inanılmaz bir cesaretle direniyorlardı. Parisli kadın, erkek ve çocuklar barikat barikat savaşıyorlardı. Son barikat, Père Lachaise’in mezarlığındaki mezar taşlarıydı; akşama doğru oradaki çatışma da son bulmuştu. Sekizinci günün sonunda Komünarlar yenildiler.[16] Katliam korkunçtu. Barikatlarda binlerce direnişçi can vermişken, ele geçirilen binlerce direnişçi günlerce süren kurşuna dizmeyle katledildiler. Direnişçileri tek tek öldürmekle başa çıkamayan burjuva ordusu, mitralyözler kurarak onları yüzerli gruplar hâlinde kurşuna dizmeye başlamıştı.
Paris sokakları parçalanmış ceset ve kanla kaplıydı. Seine nehri kanla kızıla boyandı. Mitralyözlerle taranan direnişçilerin bedenleri -henüz ölmemiş olanlar da dahil- açılan toplu çukurlara atılarak ortadan kaldırıldı. Burjuvazi, modern tarihin ilk toplu katliamı ve mezarlığı üzerinde zafer sarhoşluğu yaşıyordu. 43 bin komünar tutsak alınarak mahzenlere ve zindanlara kapatılmıştı. Binlerce komünar Paris sokaklarında dolaştırılıyor, burjuva ahâlinin önünden geçiriliyor ve onların aşağılamalarına maruz bırakılıyordu. Yargılama ve imha işlemleri 1874’e kadar sürdü. Bugün hâlâ kaç bin kişinin öldürüldüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte, en az 30 bin komünarın katledildiği tahmin edilmektedir. Seçmen listesine kayıtlı 90 bin kişinin ortadan kaybolduğu dikkate alınırsa, katliamların ve sürgünlerin gerçek boyutu daha iyi kavranacaktır.
Fransız Napolyon La Cécilia veya Polonyalı Dombrowski ve Wroblewski gibi generallerin liderlik ettiği Komüncülerin, düzenli ordu ve savaş tecrübesi olan Versailles ordusu karşısında hiç şansı yoktu elbette. Versailles birlikleri binlerce Komüncüyü kadın-erkek demeden katletti.
Komünün önderlerinin bir bölümü Alman hatlarının arkasına geçerek canlarını kurtardılar ama bazı önderleri Père Lachaise Mezarlığı’nın duvarının önünde kurşuna dizildiler. Binlerce Komüncü yargılanmak üzere Versailles’a gönderildi. Suçlamaların önemli bir kısmı “ateistlik” başlığı altında toplanmıştı çünkü son haftadaki çarpışmalar sırasında bir grup papaz Komüncüler tarafından cezalandırılmıştı. Suçlananların bir kısmı idam edilirken, bir çoğu ağır hapis ve çalışma cezalarına çarptırıldı. Bir bölümü Pasifik’teki Fransız sömürgesi Yeni Kaledonya Adası’na gönderildi. Amaç hem cezayı şiddetlendirmek hem de sürgünler yoluyla adanın yerlisi Kanakları “medenileştirmek” idi.
28 Mayıs’ta Komün tamamen sona ermişti. Devrimin ardından 38.000 tutuklu Versailles’e nakledildi. Çoğu, -ordunun şüphelendiği ancak aleyhinde delil bulamadıklarını için bir cezalandırma yöntemi olarak kullandığı- ağır bir tutukluluk döneminden sonra serbest bırakıldı. 11.000’den fazla kişi “Conseils de Guerre/ Savaş Konseyi’nde yargılandı; bunların 5.000 kadarı Yeni Kaledonya’daki ceza kolonilerine gönderildi.[17]
1871 davaları 1875 yılına kadar sürdü. Kırk bin kadar insan tutuklandı, 7.469 mahkûm Madame Adası’nın kalesine hapsedildi oradan Yeni Kaledonya’ya sürüldü. Kadın devrimcilerden Louise Michel, Noumea’ya sürgüne gönderildi. 28 Kasım’da komün şeflerinden ikisi daha (Rossel ve Ferre) idama mahkûm oldu. Ferre son bir sözü olup olmadığını soran yargıçlara, “Alçaklık ederek yaşamımı kurtarmayı asla düşünmem. Özgür ölmek istiyorum” diyordu
Paris 5 yıl boyunca sıkıyönetim altında kaldı ve Enternasyonal yasadışı ilan edildi. Dokuz yıl sonra genel af için oylama yapıldı. 25.000 kişi sosyalistlerin çağrısına uyarak, polis saldırısına rağmen Pére-Lachaise Duvarı’nda (“le mur des federes”) düzenlenen ilk anma gösterisine katıldı.[18]
İnsanların, ellerinde nasır olup olmadığına göre “yargılanıp” kurşuna dizildiği kanlı hafta ile sona erdiği “iddia” edilse de; yine de insanlığın umudu olarak kalmayı başarmıştır Paris Komünü.
Komünün cüretkârlığı ve yaratıcılığı asla unutulmamalıdır.
Komünün bir sahnesi olan toplumsal savaş bugünde de hâlâ sürüyor. Friedrich Engels ifadesiyle, “Komünün bilinçsiz eğilimlerini bilinçli kılmak” görevinde, son söz henüz daha söylenmedi.
Evet, “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık/ Enternasyonalle kurtulur insanlık” diyen ‘Enternasyonal Marşı’ndaki gibidir hâlâ her şey…[19]
III. AYRIM: MESELEYE MÜNDEMİÇ KAVRAMLAR
Buraya dek irdelediğimiz Paris Komünü pratiği, birçok çevre tarafından tahrif edilmiş ve çarpıtılmaya kalkışılmıştır.
Bu nedenle de (Komün ve Sovyet gibi) meseleye mündemiç kavramların üzerinden bir kere daha geçmekte büyük yarar olacaktır.
O hâlde Ortaçağ Avrupa’sındaki -yerel yönetim kurumları olan- “özerk kent” anlamına gelen “Komün” ile başlayalım.
Latince “paylaşmak” anlamına gelen “communis”, kökünden türetilen kelime: Belirli bölgede toplu hâlde yaşamanın getirdiği gereksinimleri karşılamak üzere oluşturulan yerleşim birimleri ve yönetimleri anlamına geliyor.
Fransa’da köy, mahalle, belde ve belediyelerin ortak karşılığı olarak bulunan yerel yönetim birimi olan “Komün”, dilimize yerleşen -hâlinin- anlamıyla “Küçük Topluluk” demek oluyorken; Fransız idari örgütlenmesinin temelini meydana getiren, tüzel kişiliğe sahip, merkezden bağımsız toprak ortaklığına denk düşüyor.
Belli bir toprak parçası üzerinde toplu bir hâlde ve komşuca ilişkiler içinde yaşayan insanlardan oluşan, doğal yerleşme birimi niteliğindeki topluluklardır.
İlkesi “meşveret”/ “istişare” olan “Sovyet”, “Şura” (= danışma kurulu) olarak da anılan komün, konsey olarak da adlandırılır.
İşçi/emekçi birliği anlamında da kullanılan “Sovyet”in kelime anlamı “tavsiye”dir. “Savietavatsya” kökünden gelir; yani, “tavsiye etmek”.
Komün, konsey gökten inmez, kitle hareketinin içinden doğarken; hiçbir devrim de tek hamlede gerçekleşmez. Komün/ konsey, kitle hareketinin öncü kesimlerinde bilinç, örgütlülük, ruh hâli, daha ileri gidip gitmeme kararlığı neyse büyük ölçüde onu yansıtır. Dahası kitlelerin öncü devrimci kesimi bile başlangıçta bir azınlıkken, daha geri ve diğer sınıfların etkisi altındaki kesimlerinin de etkisini yansıtır. Konseylerin kitle hareketinin ileri olduğu kadar geri yanlarını, her kazanım ya da yenilgiden sonra duraksayan kesimlerini de yansıttığı unutulmamalıdır.
İşçi meclisi ya da komitesi: Sovyetlerin, yani işçi iktidarının öz-yönetim organlarıyken; sovyetler işçi iktidarının temelidir. İşçi iktidarı ise işçi sınıfı ve emekçilerin hem yönetimini hem de bütünsel planda dönüşümünü ifade eder. Fakat sovyet örgütü bir sihirli değnek değildir. Sovyetler bir iktidar organı olarak ortaya çıkmazlar, mücadelenin daha da radikalleşmesiyle iktidar organına dönüşürler. Kitlesel öz-örgütlenmeler devrim dönemlerinde kitlelerin (sendikalardan ya da partilerden farklı olarak) milyonları kucaklayacak, daha geniş tabanlı örgütler kurulmasını talep ettiklerini ve talep etmekle kalmayıp kurduklarını gösterir. Bu öz-örgütlenmeler ancak zaman içinde kendi gücünün farkına vararak bir öz-yönetim organına dönüşür. Elbette bu dönüşümü sağlayacak olan, o kitle örgütünün içinde faaliyet yürüten devrimci partinin ya da partilerin ağırlık kazanmasıdır.
Sovyet türü örgütlerin “sihri”, parçası olduğu işçi iktidarının icraatlarında saklıdır. Sırf işçilerin iktidarı alması sonucunda, diğer koşullar büyük oranda devam ederken işçilerin yönetmeye ve idare etmeye sürekli heves göstereceklerini düşünmek hayalcilik olur. İşçi sınıfı ancak toplumsal hayatta gerekli diğer düzenlemeler yapıldığı sürece, toplumsal hayatın çekip çevrilmesine, yani siyasete aktif, örgütlü ve sürekli bir şekilde katılabilir. Bunun en temel şartı da çalışma saatlerinin azaltılması, yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve nitelikli eğitimin tüm topluma yayılmasıdır. Bu olmadığı sürece, işçi ve emekçilerin toplumsal meselelerle daimi olarak ilgilenmelerini beklemek hayalcilik olur. Kitlelerin yolun tıkalı olduğunu, her adımda sermaye sahiplerinin önlerine dikildiğini görmeleri, aktif ve sürekli çabayla büyük kazanımlar elde edemediklerini yaşayarak öğrenmeleri öz-yönetimin çekiciliğini kaybettirir.
Kapitalist toplumda devrimci yükseliş dönemlerinde ortaya çıkan işçi sınıfının öz örgütlenmesi olan sovyet/ konsey/ komünün işlevi yönetime ortak olmak, yönetimde yer almak vs. değil; V. İ. Lenin’in tabiriyle ülkede ikili iktidar durumu yaratıp iktidarın işçilere/ emekçilere (devrimle) devrini sağlamaktır.[20]
V. İ. Lenin’in, “İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”
“Sovyetler cumhuriyeti, proletaryanın iktisadi kurtuluşunu ve sosyalizmin tam zaferini olanaklı kılan, uzun zaman aranmış ve sonunda bulunmuş siyasal biçimdir.”
“İşçi, asker ve köylü vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti, yalnızca demokratik kurumların daha yüksek bir biçimi değildir. … Aynı zamanda, sosyalizme en ağrısız geçişi sağlayabilen biricik biçimdir,” diye tanımladığı sovyetler, proletaryanın en geniş kitle örgütleridir.
Sovyetler ve sadece Sovyetler, istisnasız bütün işçileri kucaklayan örgütlerdir.
Sovyetler, kitlelerin devrimci savaşımının, siyasal faaliyetinin, kitleleri, ayaklandırmanın en güçlü organları, mali sermayenin ve siyasal uzantılarının sonsuz erkini kıracak en güçlü organlardır.
Sovyetler, kitleleri doğrudan doğruya örgütlendirirler.
Sovyet iktidarı, sınıflı toplumun bütün devlet örgütlerinin en enternasyonalist olanıdır.
III.1) KOMÜNALİZM VS…
Bu günlerde çokça zikredilen “Komünalizm” vs’ye gelince; o da: “Ben sosyalizmden bahsetmiyorum, bağımsız komünlerin birlik kurduğu bir yapılanmadan bahsediyorum” söylemiyle Murray Bookchin tarafından adı konmuş bir hâldir!
“Eko-anarşizm’in bir türevi olarak Murray Bookchin tarafından ortaya atılan bu hâlin “toplumcu anarşizm”, “sendikalizm” ve ziyadesiyle “otonomizm” ile Marksist söylemden esinlenen bir akım olduğu ve kökeninde de Pyotr Kropotkin temelli “anarşist komünizm”in yattığı aşikârdır.
Evet Murray Bookchin’in sistematize ettiği kuramda, planlanan komünal yapıda özel mülkiyetin kaldırılmasını ve işletmelerin vatandaşların bizzat veya temsilciliklerle katıldığı konfederal meclisler ile yönetilmesini öngörülürken; 1960’lar İtalya’sında ortaya çıkan “Otonomizm (autonomia)” Antonio Negri, Mario Tronti, Paolo Virno gibi “teorisyenler” tarafından geliştirilmiş post-Marksist ve anarşist bir eğilimdir.
İtalya’da 1970’lerde etkin olan Kızıl Tugaylar’ın gizli lideri olmakla suçlanan ve hapiste yatan post-Marksist felsefeci, siyaset “teorisyen”i Antonio Negri ile Michael Hardt’tan da beslenen bu iktidarsızlık felsefesi(zliği), öz-yönetimi modelini (“kanton”,[21] “autogestion”, “self-management”, “Titoism”, vd.) “Üretim araçlarına devletin sahip olması ve üretim araçlarına burjuvazinin sahip olması gibi asimetrik üretim ilişkilerine alternatif olan ve üretenin, üretim araçlarına sahip olduğu simetrik üretim ilişkisi” diye sunar…
Radikal sosyalistler için işçilerin öz-yönetimi genel olarak, işçi kooperatifleri, işçi konseyleri, katılımcı ekonomi ve işyerinin patronsuz çalıştırıldığı benzer oluşumlarda kullanılan karar alma modeliyken; burada sosyalist iktidarsız bir öz-yönetimin emekçiler için nafile olduğunun altını ısrarla çizerek eklemeliyim: Sosyalist iktidar öz-yönetimi de facto olarak içerir; ancak her öz-yönetimin sosyalizm olması, olacağı (“yerel özerklik”, “bölgesel özerklik”, “Avrupa yerel yönetimler özerklik şartı”, “ademi merkeziyet”, “yerelleşme”, “ılımlı merkezcilik” örneklerinde olduğu gibi!)söz konusu değildir.
O hâlde Karl Marx’ın vurguladığı gibi, mutlakiyetçi, tekçi, tek biçimli merkezi rejimlere karşı gelişen burjuva/ küçük burjuva özerkçiliği yerine, pekâlâ (her birinin içsel merkezinin de olacağı) proleter öz-yönetim anlayışı da mümkündür. Kaldı ki günümüz neo-liberal kapitalizminin küresel, bölgesel, ulusal ve yerel ölçeklerinde iç içe geçmiş mali oligarşik merkeziyetçilik ve özerkçilik bileşimi ve yapılandırmalarının birbirini nasıl bütünlediği ve güçlendirdiği daha açık görülebilmektedir.
Kaldı ki Kürt Ulusal Hareketi’nin “Demokratik Özerklik” istemi (veya Abdullah Öcalan’ın Murray Bookchin’den olduğu gibi aldığı “demokratik konfederalizm” ve “komünalizm”) bir yana, Paris Komünü’nde vasıflı dar zanaat/ meslek zihniyetinden tam kopamamış işçilerde özerkçiliğin (yalnız burjuvaziye karşı değil evrensel emek olmaya karşı özerkçiliğin) zemin bulması gibi, bugün yıkıcı işçileşme sürecinde olan beyaz yakalı ve ara sınıf kesimlerinde özerkçi bireysel-grupsal aidiyet ilişkilerinin, yine özerkçi, katılımcı, çoğulcu kimlik siyasetlerinin güçlü bir eğilim olması rastlantı değildir.[22]
Kürt sorunu bağlamında, radikal-liberal- demokratik özerklik ya da Abdullah Öcalan’ın Paris Komünü’nden ileriye değil geriye giden Murray Bookchin’den aldığı “demokratik komünalizm”, ne yazık ki, Paris Komünü ile kıyaslanamaz. Sınıfsal-toplumsal-ulusal kurtuluşa doğru bir öz-yönetim federasyonu, ancak sosyalist devrimci demokratik federasyon olabilir. Yani özerkliğin ya da federasyonun de mali oligarşik sermaye birikim ve egemenliğine dayalı burjuva neo-liberal demokratik biçimine karşı, sermayenin ve “eski burjuva hükümet biçimi”nin kaldırıldığı, gönüllü ve bilinçli sosyalist işçi konseylerine dayalı bir biçimi pekâlâ mümkündür.
Kaldı ki “öz-yönetim” ile “demokratik özerklik” konusunda da ne denildiği, anlatıldığı hâlâ açık değildir.
Örneğin HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, “Bizim öz-yönetim ve demokratik özerklik konusunda yaptığımız vurgular parti programlarımızın vurgularıdır aynı zamanda. Biz bunu Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve demokratik cumhuriyetin temeli olarak görüyoruz. Çok önemli bir zemini olarak görüyoruz… Öz yönetim şu demek, demokratik ve idari tanzim. Yani yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir,”[23] diyebilmektedir. Böylesi bir tanımın, örneğin Avrupa Birliği’nin yerel yönetimlerin özerkliği şartından nasıl farklılaştığı, hatta farklılaşıp farklılaşmadığı meçhuldür.
O hâlde Murray Bookchin’in ekolojik toplum modeli üzerine inşa edilmiş, Türkiye’de ise özellikle bölge illeri için “özerk belediyecilik” ve “demokratik modernite” kavramıyla karşımıza çıkan toplumsal model. Kurtarılmış bölgeler vesilesiyle inşa edilen “yerel” bir kapitalizm içerisinde “insani” bir yaşam inşa etmek iddiasını taşır. Sosyalizmin yenilgiye uğradığı iddiasıyla ve bu yaklaşımın ortaya çıkardığı umutsuzlukla kurulmak istenen düzen. Kendi içinde pek çok çelişkiyi ve bulanıklığı barındıran bu yaklaşım, “dağda-kırda tarlanı yap, organik beslen” yaklaşımının da teorisidir!
Bugün coğrafyamızda öz yönetimi HDP’nin savunuyor olması Kürt halkının mağduriyetine yaslanarak onu meşrulaştırmazken, anımsatmakta yarar var: Her “Yerinden Yönetim” yani kamu hizmetlerinin yerine getirilmesi bakımından, icrai kararlar almak yetkisinin merkez teşkilâtına dahil olmayan bağımsız idarelere verilmesi hâli; “Doğrudan Demokrasi” değildir ve olamaz da!
Jean-Jacques Rousseau’nun hayalindeki üzere, “Yurttaşların kamusal kararların alınış sürecine bizzat katılması”nı hedefleyen doğrudan demokrasi, halkın egemenliğini bizzat ve doğrudan doğruya kullandığı hâldir. Yani halkın, iktidarı bir temsilciye teslim etmeden, doğrudan kendi kendini yönettiği durumdur…
Özetle doğrudan demokrasi, tüm halkın yönetime katılma işidir. Temsili demokrasideki gibi temsilciler yoktur. Yunan şehir devletlerinde bir dönem yaşanmış sonra bir daha da görülmemiştir. (İsviçre’de federal boyutta değil, sadece Glaris Kantonu ile birkaç yarım kantonda uygulanan yönetim biçimidir!)
Doğrudan demokrasi vatandaşların siyasal karar alma sürecine doğrudan, aracısız ve devamlı katılımını ifade eder. Doğrudan demokrasi böylelikle yöneten ve yönetilen ile devlet ve sivil toplum ayrımlarını ortadan kaldırmaktadır.
Eski Atina’da örneği görülen doğrundan demokrasi, vatandaşların kendi kaderlerini tayin hakkını güçlü bir biçimde desteklerken; sadece toplumun elitlerinin (yani seçilmiş kişilerin) oy kullanma hakkı olan bir sistemdi ve kadınlar, köleler vs oy kullanamıyor, yalnızca zenginler oy kullanabiliyordu. Yani “doğrudan demokrasi”, egemenler, köle sahipleri içindi…
III.2) BOOKCHİN VE KÜRT HAREKETİ
“Bilimimiz ütopya, gerçekliğimiz eros, arzumuz devrim” diyen ve proleterya diktatörlüğüne şiddetle karşı çıkan Murray Bookchin, toplumsal soru(n)ları anti-otoriter bakışa irdeleyen ve “Komünalizm” olarak adlandırdığı politik görüşü ortaya atan yazardır.
“Büyük burjuva devrimleri zamanları için tamamen yeterli olduklarından ‘teknik olarak’ başarısız (yani, gücü radikal ‘hayalci terörist’lere kaptırmış) göründükleri yerlerde bile toplumsal olarak başarı kazandılar. Ne ordu ne de mutlakiyetçi toplumun kurumları darbelere dayanabildiler. En azından, başlarda, bu devrimler, hemen hemen tüm toplumsal sınıfları aristokrasi ve monarşiye karşı birleştirerek, hatta aristokrasi içinde bölücülük yaparak ‘genel irade’nin bir ifadesi olarak ortaya çıktılar. Buna karşın, tüm ‘proleter devrimler’ başarısız kaldılar; çünkü teknolojik dayanakları, tahakküm altındakilerin tahakkümü nihai olarak yok edebilecekleri tek zemin olan ‘genel irade’nin maddi olarak pekiştirilmesi için yetersizdi. Bu yüzden, Ekim Devrimi, Leninist, Troçkist ve Stalinist mit aksini söylese de ‘teknik olarak’ başarılı olmakla birlikte toplumsal bakımdan başarısızlığa uğradı; aynı şey Asya ve Latin Amerika’daki ‘sosyalist devrimler’ için de geçerlidir. ‘Proleterya devrimi’ ve zamanlaması birbiri için yeterli olduğunda -ve özellikle bu nedenle- devrim artık ‘proleterya devrimi’, burjuva toplumunun tikelleşmiş yaratıklarının, onların çalışma etiğinin, fabrika disiplininin, endüstriyel hiyerarşisinin ve değerlerinin eseri olmayacaktır. Devrim, kelimenin gerçek anlamında halkın devrimi olacaktır,”[24] diyen Murray Bookchin hızını alamayarak devam eder:
“Devrimcilerin sorumluluğu devrim ‘yapmak’ değil, başkalarının devrimci olmalarına yardım etmektir. Bu etkinlik ancak birey olarak devrimcinin kendini yeniden yapmaya girişmesiyle başlar. Kuşkusuz, böylesi bir görev kişisel bir boşlukta üstlenilemez; sevgi dolu ve karşılıklı yardımlaşma yanlısı olan benzer türden öteki insanlarla girilen var oluşsal ilişkileri önvarsayar. Devrimci örgüt kavramı anarşist ilişki grubunun dayanağını oluşturur. Bir ilişki grubunun üyeleri kendilerini, etkinlikleri ve yapılanmaları, Josef Weber’in sözleriyle, ‘herkes için şeffaf’ olan kız ve erkek kardeşler olarak görürler; onlar kumanda mevkilerine yükselmeye değil, içinde faaliyet yürüttükleri geniş cemaatlerin mücadelesini ve bilincini yükseltmeye çalışırlar.”[25]
Dikkat edin: “Şu an var olanın var olmasının zorunlu olduğu kabulü, önsezili düşünceyi aşındıran bir asittir… İmkânsızı gerçekleştiremezsek, düşünülemez olanla karşı karşıya kalacağız,” dese de “kendiliğindenciliği” göklere çıkaran bir bakış açısıyla karşı karşıyasınız!
Abdullah Öcalan’ın “Ben Murray Bookchin’in öğrencisiyim ve bunu Türkiye’ye uyarlamak istiyorum,” dediği ve köklü biçimde etkilendiği Murray Bookchin, 2002’de çok hasta olduğu için Abdullah Öcalan’ın yüz yüze görüşme talebini reddetmek zorunda kalmıştı. Ancak kendisinin düşüncelerini Ortadoğu toplumlarında uygulamaya geçirmek isteyen Abdullah Öcalan’a destek mektubu da kaleme almıştı.
Burada hatırlatmadan geçmeyelim: Murray Bookchin’in bir zamanlar hem komünistler hem de anarşistler tarafından reddedilen [liberter] belediyecilik üzerine düşünceleri, bugün Kürtlerin demokratik özerklik arayışına ilham verir hâle gelirken Joris Leverink’in kaleme aldığı bir yazıda[26] hikâyenin arka planı anlatır!
Unutulmamalıdır ki Abdullah Öcalan henüz 2004’te Kürt yurtseverlerine Murray Bookchin’in kitaplarını okuma ve belediyelerde pratikleştirme tavsiyesinde bulunuyordu. Demokratik konfederalizm ve komünalizm anlayışı, özü itibarıyla neredeyse olduğu gibi Murray Bookchin’den alınmadır; onun biraz Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’nin post-modern radikal demokrasisi, Negri ve Hardt’ın “çokluk”u vb ile harmanlanmış bir versiyonudur. Meksika’da Zapatist yerli hareketi (Komutan Yardımcısı Marcos, yine Murray Bookchin’den ve post-anarşist teorilerden önemli ölçüde etkilenmişti) ve Venezüella’da Bolívarcı rejim (Hugo Chávez’in “katılımcı parlamento” ve “komün konseyleri hareketi” uygulamaları, Murray Bookchin’den, Katılımcı Ekonomi’den ve Mao Zedoung’nun halk/köy komünleri ve kültür devrimi’nden kimi esintiler taşır) gibi pratik referanslar da sayılabilir.
Yerel köy, kasaba, mahalle, topluluk ve belediye meclisleri federasyonlarının oluşturulmasına dayalı, katılımcı demokratik yurttaş yönetim örgütlenmesi olarak tanımlanan KCK (Koma Civaken Kürdistan) organizasyon ve sözleşmesi de, DTK da (Demokratik Toplum Kongresi), ilk başlarda DTP de, başta Murray Bookchin olmak üzere, konfederalizm, komünalizm ve özgürlükçü belediyecilik fikirlerinin Abdullah Öcalan versiyonuna dayanır. Murray Bookchin, Kürt Yurtsever aydınları ve kurumlarının günümüzde hâlen ve artan ölçüde -Abdullah Öcalan’dan sonraki- en temel referansıdır.[27]
Abdullah Öcalan’ın, “Devlet var üstte. Arada halkla devlet arasında yerele dayalı temsilciler şeyi var. Bu temsilcilerin seçtiği bir üst temsilciler meclisi olmalıdır. Türkiye demokratik konfederalizmini böyle tarif ediyorum.”[28]
“Bundan sonra Kürdistan’da üç hukuk geçerli olacaktır: AB Hukuku, Üniter Devlet Hukuku (Abdullah Öcalan bu kavramı, anayasal vatandaşlığı tanımış Türkiye Devleti anlamında kullanıyor-yn), Demokratik Konfederal Hukuk… Mezarımda üç bayrak yan yana olabilir. AB bayrağı, üniter bayrak, bir de demokrasiyi sembolize eden konfederalizm bayrağı,”[29] diye tarif ettiği Abdullah Öcalan’ın teorisi, Murray Bookchin’in liberal-halkçı teorisinin liberal post-ezilen ulusçu bir versiyonu olduğu kadar, şu eski “üç dünya” ve “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” revizyonist teorilerinin izlerini de taşıyan post-modern bir versiyonunu oluşturmaktadır.[30]
Ve bir proletarya diktatörlüğünün ilk formu olan Paris Komünü’nün tezleriyle, pratiğiyle ilişkili falan değildir!
III.3) KAVRAM (VEYA KAFA) KARMAŞASI
“İktidarsız öz-yönetim” söylencelerine sarılan Ümit Kardaş’a göre, “Devletin işlevlerinin yeniden tartışılarak, ‘şiddete başvurmadan devlet şiddetten ne ölçüde arındırılabilir’ sorusuna cevap ararken, devletçi anlayışa dayalı tahakküm yapılarının yıkılmasını öngören bir özgürlükçü talep gerekir…
Gerek öz-yönetim ve gerekse toplumun kendi kendini belirleme olanaklarının genişletilmesi yoluyla merkeziyetçi yapıların geriletilmesi zorunlu… Bu nedenle solun otorite ve şiddet karşıtı, öz-yönetimci, özgürlüklerden yana bir tavır alması gerekmekte”ymiş![31]
İyi de devlet gerçeğini ne yapacağız? Onun karşısında “yokmuş” gibi davranarak başını kuma gömmek, yeterli mi?
Devamla “Öz-yönetimin baskıcı sistem karşıtı bir model olduğunu, tüm dünyanın ve insanlığın üzerine bir heyula gibi çöken kapitalizmden kurtulmanın da bir yolu olarak öne çıktığını söylemeye gerek yok. Öz-yönetim bu yüzden, tüm baskıcı, sömürücü… modellere karşı bir panzehir özelliği taşıyor. Kapitalizme karşıt kurulan yapıların da, bir önceki sistemi aratmayacak süreç izlediği biliniyor,”[32] diyor Aysel Sağır!
Bu “varsayım”lardan hareketle Caner Sancaktar, ‘Öz-yönetim Düşüncesi’ başlıklı çalışmasında, öz-yönetim düşüncesinin kökeninde, “İnsanın özgürleşmesini engelleyen dört temel unsurun eleştirilmesi ve yadsınması” olduğunun altını çizerek ekliyor:
“Liberal temsili demokrasi, özel mülkiyet, kapitalist ekonomi ve devlet. Dolayısıyla öz-yönetim düşüncesi, liberal temsili demokrasinin, özel mülkiyetin, kapitalist ekonominin ve devletin eleştirisi ve yadsınmasıdır. Öz-yönetimsel toplum ise; liberal temsili demokrasiyi, özel mülkiyeti, kapitalist ekonomiyi ve devleti yadsıyan ve aşan bir toplumdur…”
Ona göre öz-yönetim şu temellere dayanıyor: “Ekonominin demokratik biçimde emekçiler tarafından yönetilmesi, sömürü ilişkilerinin sona erdirilmesi, toplumsal sınıfların, özel mülkiyetin ve devlet aygıtının süreç içinde yok olması ve böylece kendi kendini örgütleyip yönetebilen bir toplumun kurulması ve nihayet; her türlü sömürü ve baskıdan kurularak ve karar alma süreçlerine katılarak insanın özgürleşmesi…”[33]
Caner Sancaktar’ın anlattığı sosyalizm değilse ne?
Somut hareketle devam edelim:
Tarık Ziya Ekinci’nin, “Demokratik özerklik ilanının hiçbir anlamı yok”;[34] Sırrı Süreyya Önder’in, “Demokratik özerklik önermesinin kıymetinin bilinmesi gerektiğini düşünüyorum,”[35] diye betimledikleri “Demokratik Özerklik”; yine Fikret Kızıltan için “Özerklik Kürtlerin bağımsızlık yolunda bir ara şama olarak formüle ettikleri bir talep değil, 1924 yılında[36] devlet tarafından gasp edilmiş bir haktır.”[37]
Bu böyle midir? Elbette tartışılır… Çünkü konuya ilişkin izah(lar) çok farklı…
Örneğin dönemin BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Demokratik özerklik projesiyle yaşamak istiyoruz,” dedi ve ekledi: “Çözümlerin her biri değerlidir. Türkiye’nin sınırları içerisinde, bölünmeden, parçalanmadan demokratik özerklik projesiyle yaşamak istiyoruz. Bu talebimize de cevap bekliyoruz. Ama bu demek değil ki, köle gibi yaşamayı kabul ediyoruz. Federasyon bir çözümdür, bağımsızlık bir çözümdür, özerklik bir çözümdür. Bu çözümlerin her biri değerlidir. Tehlikeli olan ulus devlet milliyetçiliğidir. Biz Kürdistan Kürtlerindir de demiyoruz. Biz diyoruz ki bu topraklarda yaşayan herkesindir”;[38] Yine dönemin BDP Van Milletvekili Özdal Üçer, Demokratik Özerkliği Kürdistan’ın her bölgesinde selamladığını belirterek, “İster kabul etsinler ister etmesinler, biz demokratik özerkliğimizi ilan ettik ve özgür Kürdistan’a doğru gidiyoruz. Yaşasın Özerk Kürdistan,”[39] derlerken; İmralı heyetinde yer alan HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, Abdullah Öcalan’la devlet heyeti arasında iki görüşme yapıldığını ve bu görüşmede iki konuda mutabakat sağlandığını iddia etti. Buldan, mutabakat sağlanan iki konuyu, “Bölgesel Özerk Yönetim Yasası ve “Demokratik Sivil Toplum Yasası” olarak açıkladı.[40]
DTK’NIN ‘DEMOKRATİK ÇÖZÜM DEKLARASYONU’ (26-27 ARALIK 2015, DİYARBAKIR) |
Demokratik özerklik, öz-yönetimler ve yerel demokrasi açısından spekülatif tartışmaların son bulması için Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması yanında, aşağıda belirteceğimiz demokratik özerklik sorumluluk alanlarının tespiti çerçevesinde sadece Kürt sorununun değil; siyasi, toplumsal ve idari birçok sorunun çözümüne kapı aralayacağına inanıyoruz.
Bu çerçevede, 1. Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması, 2. Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş öz-yönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasası’nın temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi. Özerk Bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi. 3. Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması. Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması, 4. Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin, farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması, 5. Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve öz-yönetim kademelerinde eşit temsilinin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi; kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi. Kadının her alanda özgür ve özerk örgütlenmesinin tanınması. 6. Gençliğin karar mekanizmaları ve öz-yönetim organlarında yer alması. Bu açıdan gençliğin her alanda özgün örgütlenmesi ve karar mekanizmalarına özgün kimliğiyle katılmasının sağlanması, 7. Her kademede eğitimin öz-yönetimlere bırakılması. Türkçe’nin yanı sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçe’nin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi. 8. Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda İnanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması. 9. Bütün düzeylerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi. 10. Yargı Sistemi ve Adalet Hizmetlerinin Özerk Bölge Modeline göre yeniden düzenlenmesi. 11. Toprak, Su ve Enerji kaynaklarının Ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi, denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin Özerk Bölge Yönetimine verilmesi.Öz yönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma,bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşvik etme,hibe desteği sunma yetkisine sahip olması. 12. Özerk Bölgenin yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu hâlde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi. 13. Yukarıda belirtilen hizmetlerin sunulabilmesi için yerelde bütçelemenin Özerk Bölge Yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin öz-yönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde gerekli tedbirleri alması. 14. Özerk Bölge Yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin kurulması, bu birimlerin Anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması. Sonuç olarak; Demokratik öz-yönetimlerin Türkiye’nin demokratik birliği ve halkların ortak geleceği temelinde gerçekleşmesini ve bu nitelikte demokrasiyi ve özgürlükleri güvence altına alacak demokratik bir anayasa yapılması zorunludur. Böyle bir anayasa tüm toplumsal kesimler, farklı etnisiteler ve inanç toplulukların özgür ve demokratik yaşama kavuşması açısından da vazgeçilemez önemdedir. Yalnızca bir halkın, bir kesimin, bir topluluğun özgür ve demokratik yaşamını sağlayan ama diğerlerine hak tanımayan bir anayasa, siyasal ve toplumsal bir sistem düşünülemez. Demokratik özerklik mücadelemiz Kürtler için olduğu kadar, Türkler ve tüm diğer etnisiteler, inanç toplulukları, dışlananlar, ezilenler, ihmal edilenler için de bir demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. Öz-yönetimlere dayalı demokratik özerklik modelimizin aynı zamanda Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bu karmaşa ve kaos ortamından çıkışa dönük önemli bir örnek oluşturacağı inancındayız. Bu model bin yıldır kader ortaklığı yapmış halklarımızın ülke ve bölge meselelerinin barışçıl ve demokratik çözümüne öncülük edecektir. Bu deklarasyon dinamik bir tartışma ve uzlaşma arayışıdır. Öneri ve eleştirilere açıktır. |
Nede, nasıl anlaşıldı? Burası bir hayli müphemken; Hüseyin Aygün “Kürt ulusal hareketinin yoğun olarak yoksul köylü tabanına dayanmakla birlikte sosyalist değil, liberal ve kapitalist ideolojik görüşü temsil ettiği” kanısında. Ayrıca “XXI. yüzyılın başında, bir sosyalist devrimci ortam çok zayıfken, kapitalist dünyada meydana geldiğine”, “ABD, AB ve Rusya etkisinden bağımsız olamadığına” dikkat çeken Aygün, ilan edilen 14 maddelik metne de itirazlar yöneltiyor. Yapıcı bir tartışmada dikkate alınması gereken önemli bir tezi de şöyledir: “Metnin içerdiği kategoriler, sınıflar ve siyasal ideolojilerden uzak, soyut inanç, din, kültür vb. kategorilerdir. Bu açıdan metin, liberal ve ulusalcı bir aklın ürünüdür.”[41]
Toparlarsak: “Gerek Oslo, gerekse İmralı görüşmelerinde Kürt tarafının masaya getirdiği temel talep ‘Demokratik Özerklik’ti. Madem savaşla, ‘yenme-yenilme’ anlayışıyla bu sorun çözülmüyor, o zaman ‘Demokratik Özerklik’te uzlaşalım dedi Kürt Özgürlük Hareketi. Evrensel demokratik çerçeve içinde, ezilen uluslar açısından, ‘Bağımsız devlet’in alternatifi ‘Özerk yönetim’dir. Müzakere süreçlerinin evrensel deneyimi de bunu ortaya koymaktadır. Bask’ta da, İrlanda’da da, Filipinler Mindanao’da da ulusal sorunlar böyle çözüldü,”[42] diyen Alp Altınörs ekliyor:
“CHP lideri Kılıçdaroğlu, ‘Türkiye kurucu ayarlarına, Cumhuriyet kurulurken hangi ayarlarla kurulduysa aynı ayarlara dönmek zorundadır’ dedi. (CHP PM, 17 Mart 2016) Yaşadığımız toplumsal siyasal bütün meselelere çözümün buradan geçtiğini ilan etti. ‘Gazi Meclisi’ çözüm için sorumluluk üstlenmeye çağırdı. Peki, haydi dönelim kurucu ayarlara… 1920’de Ankara’da açılan Meclis’in, o Meclis’in yaptığı 1921 Anayasası’nın temellerinde yeni bir çözümü tartışalım… O Mecliste Türk, Laz, Çerkez, Kürt milletvekilleri kendi kimlikleriyle yer alıyordu. O Meclis, yerel meclislere dayanıyor, onların üzerinde yükseliyordu. O yüzden adı ‘Büyük’ meclisti. O Meclisin yaptığı 1921 Anayasası, yerel demokratik özerkliği öngörüyordu.”[43]
Alp Altınörs’e hatırlatalım: Bask’ta da, İrlanda’da da, Filipinler Mindanao’da da ulusal sorun(lar) çözülmesi; manipüle edilerek ertelendi. Tıpkı Kemalistlerin bizdeki Ali Cengiz oyunlarındaki üzere![44]
Ha bir şey daha: Soru(n)ları, iktidarsız “Demokratik Özerklik” değil; devrimci iktidar çözer!
Kürt halkı hiçbir deneyiminden ders çıkarmadıysa, son yıllarda Sur, Lice, Cizre vb.’lerindeki acı deneyimlerinden, ezilenlerin herhangi bir özgürleşme girişiminin, egemenlerin “devlet”iyle hesaplaşmadan gerçekleş(e)meyeceği dersini çıkarmış olmalıdır!
22 Eylül 2017 10:39:01, İstanbul.
N O T L A R
[1] 24 Eylül 2017 tarihinde Kaldıraç’ın İstanbul’da düzenlediği ‘Paris Komünü’nden Meclisler’e Öz Örgütlenme ve Yönetim Deneyimleri Sempozyum’unda yapılan konuşma…
[2] Bir Komünar’ın idamdan önceki son sözü.
[3] “Paris Komünü Manifestosu (1871)”, Başlangıç Dergisi, 18 Mart 2015… http://baslangicdergi.org/paris-komunu-manifestosu-1871/
[4] Komünün sanat komitesi başkanı Gustave Courbet, 7 Haziran’da tutuklandı. Suçlama Vendôme Sütunu’nun yıkılmasına öncülük etmekti. Hâlbuki, Courbet yıkımı önlemeye çalışmıştı. Nitekim onun sayesinde Louvre Müzesi’ne hiçbir zarar gelmemişti. Tutuklama ve yargılama sürecini şöyle anlatmıştı bir mektubunda: “Beni soyup soğana çevirdiler, mahvettiler, alçalttılar, küfür ve adilikler arasında Paris ve Versailles sokaklarında sürüklediler, insanda akıl ve güç bırakmayan hücrelerde çürüdüm. Sağlığa elverişsiz yerlerde adi suçlularla birlikte, toprak zemin üzerinde uyudum. Bir cezaevinden ötekine sürüklendim. Can çekişenlerin yanında, hastanelerde, cezaevi arabalarında, insan gövdesinin sığamayacağı daracık çukurlarda, boğazıma tüfek ya da tabanca dayalı bir durumda dört ay yaşadım. Ne yazık ki yalnız değilim. Sağ ve ölü iki yüz bin kişiyiz. Hanımefendiler, halk kadınları, her yaştan çocuklar, süt bebekleri… Anasız, babasız Paris sokaklarında dolaşıp duran, her gün binlercesi hapse atılan çocukları saymıyorum. Dünya var olalı beri böyle şey görülmemiştir. Hiç bir ülkede, hiç bir tarihte, hiç bir çağda buna benzer bir kıyım, buna benzer bir öç alma asla görülmemiştir.”
Courbet 6 ay hapis, 500 Frank para cezasıyla ‘ucuz’ kurtulmuştu ancak 1873’te yeni seçilen Başbakan Mac-Mahon, Vendôme Sütunu’nun yeniden inşaası için gereken masrafları da Courbet’ye yüklemek isteyince yeniden yargılandı ve yeniden cezalandırıldı. Bu seferki para cezası tam 323.091 Frank’tı. Parayı 33 yılda 10 biner Franklık taksitlerle ödemesine izin verilmişti sadece. Elbette Courbet’nin bu cezayı ödemesi mümkün değildi. Bunun üzerine mallarına ve resimlerine el kondu. Courbet çareyi İsviçre’ye sığınmakta buldu. 1880’de çıkarılan genel af bile Courbet’in geri dönüşüne yetmedi. Aynı şekilde Yeni Kaledonya’ya sürülenlerin de bir bölümü geri dönemedi, ya da dönmek istemedi. Dönenler ise Paris’teki yeni yaşama bir türlü alışamadılar. Komünün liderlerinden çok azı siyasetle ilgilenmeye devam ettiler.
[5] “1853 yılında kentin bayındırlık işlerini yürütmek amacıyla görevlendirilen Georges Eugéne Hausmann döneminde yeni bir yaşam biçimi, kent karakteri ve altyapı değişikliklerini içeren dönüşümler meydana geldi. Paris “ışıklar kenti” olarak büyük mağazaların, moda endüstrisinin, kafelerin, büyük sergilerin dolayısıyla da tüketimin, keyfin ve turizmin merkezi hâline geldi. Tüketimin özendirilmesiyle mali düzen ve kredi yapıları 1868’de iflas etti. Fransa’nın Almanya’ya savaşta yenildiği bu tarihlerde savaş durumundan doğan boşlukta kurulan komün, kısmen de olsa Hausmann’ın yaptığı işlerden ötürü yoksunlaşmış olanlar için kenti geri alma ve yok ettiği yaşama özlem isteğiyle şekillenmiştir.” (David Harvey)
[6] Komün günlerinde başka kadınlar da vardı Paris’te. Yenilgiden sonra, tutuklu Komüncülere o zarif şemsiyeleriyle vuran, binlerce komüncünün kanıyla sulanmış sokaklarda cesetler arasında piyasa yapan, ölülerin üzerlerine serilen örtüleri açarak keyiflenen burjuva kadınları. Bir tarihçi, bu zarif giyimli bayanların özellikle de hemcinslerine karşı tutumlarıyla burjuvaların “en vahşileri” olduklarını yazıyor.
[7] Paris Komünü, arkasında başta “Enternasyonal” marşı olmak üzere, birçok eser bırakmıştır. Bunlar arasında, o dönemde popüler bir şarkı olan “Le Temps des Cerises” (“Kiraz Zamanı”) şarkısı, hâlâ ağızlardadır, her ilkbahar Paris’te bir Komün atmosferi yaratır. Sözlerini 1866’da Jean-Baptiste Clément’ın yazdığı, müziğini ise 1868’de Antoine Renard’ın bestelediği bu olağanüstü güzellikteki melodi, 1871’de Komün günlerinde herkesin dilindeydi. Karşı devrimin zaferinin ertesinde ise, Clément şarkıyı hayatını barikatlarda karşı devrime karşı mücadele sırasında yitiren bir hemşireye, bir kadın Komünar’a adamıştır. Komünün büyük kadın kahramanlarından Louise Michel, ‘La Commune: Histoire et Souvenirs/ Komün: Tarih ve Anılar’ kitabında bu kadın hemşirenin yaralı Komünar’lara yardım etmek isterken nasıl öldüğünü anlatır. Bir aşk şarkısı olan ‘Kiraz Zamanı’nın sonu komünü hatırlatan bir tonda biter: “Kiraz zamanını hep seveceğim/ O zamandandır ki yüreğimde taşırım/ O açık yarayı!”
[8] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[9] Hıfzı Topuz, ‘Paris’te Son Osmanlılar’ romanında komüne katılan Osmanlılardan söz eder. (Hıfzı Topuz, Paris’te Son Osmanlılar, Remzi Kitapevi, 2006.)
“Çok gençtiler. Hemen hepsi iyi mekteplerde iyi eğitimlerden geçilmişlerdi. Hemen hepsi varsıl yüksek bürokrat çocuklarıydı. Meşrutiyet için gizli bir örgüt kurdular. Sahneye sonradan çıkacak olanlara örnek oldular. İktidarla savaşıp sonradan uzlaşanları da oldu, uzlaşmayanları da. Satın alınanlar da oldu, değerine paha biçilmez olanlar da. Bir “düş”ün peşinden koştular. Ülkelerini terk etmek zorunda kaldılar. Fransa’da Paris’i kuşatan Almanlara (Prusya) karşı savaştılar 1870’den 71’e kadar. Sonra Mart ve komün günleri başladı. Mayıs sonuna kadar Paris’in yurtsever evlatları savaşı sürdürdüler barikatlarda. Barikatların gerisinde onlarla birlikte Mehmet, Reşat ve Nuri de vardılar…
Daha önce Paris’in savunmasına katılan üç Yeni Osmanlı, Paris Komünü’ne de katılmıştı. Yeni Osmanlılar konusunda uzman olan ve bu konudaki kitabı Sovyet Gözüyle Jöntürkler adıyla Türkçeye çevrilen Yuri A. Petrosyan, kitabında 1879 tarihli bir birincil kaynağa atıf yaparak “Mehmed Bey, Reşat ve Nuri, Fransız ordusuna girdiler ve savaşlara katıldılar. Paris’in ve Paris Komünü’nün kuşatması sırasında, her üçü de bazı bilgilere göre şehirde kaldılar ve şehrin savunmasına komünacılara katılarak aktif olarak çalıştılar… Bir Türk Komüncü… Bu Jön Türklerin doktrininde yeni bir aşamaydı” diye yazmıştı. (Ayşe Hür, “Bonapartizm, Yeni Osmanlılar ve Paris Komünü”, Radikal, 30 Ağustos 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/bonapartizm-yeni-osmanlilar-ve-paris-komunu-1424455/)
[10] Ayşe Hür, “Sene 1871: 72 Günlük ‘Muzaffer ve Mağlup’ Paris Komünü”, Radikal, 20 Mart 2016… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/sene-1871-72-gunluk-muzaffer-ve-maglup-paris-komunu-1532986/
[11] http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-22752121
[12] “Yalansız bir dünya için tabularıyla yüzleşme kararlılığına sahip bir sola gereksinim var.” (Ufuk Uras, “Yalansız Bir Dünya İçin”, Yeniyüzyıl, 13 Mart 2016… http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/yalansiz-bir-dunya-icin-1639)
[13] “Liberalizm, hiçbir surette zengin sınıfların ideolojisi olarak doğmamıştır. Esasen bir sınıfa da yaslanmaz… O yüzden liberalizm, kapitalizm ya da sosyalizm gibi herhangi bir grup çıkarı ideolojisi değildir.” (Namık Çınar, “Liberalizme Sövenler, Ne Yaptıklarını Bilseler Utanırlardı”, Taraf, 1 Mart 2016… http://www.taraf.com.tr/liberalizme-sovenler-ne-yaptiklarini-bilseler-utanirlardi/)
[14] V. İ. Lenin, İki Taktik: Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1967, s.144.
[15] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[16] Komün için son barikat ve çatışma, Belleville parkının başında bulunan Ramponeau yokuşunda yaşanmıştı. (Sokak ile parkın birleştiği noktada anıt niteliğinde küçük bir kabartma hâlâ mevcuttur.)
[17] Robert Tombs, The War Against Paris, 1871, Cambridge University Press, Cambridge, 1981.
[18] Ailen O. Carroll, The Paris Commune, 1993.
[19] Her dilden insanın “Yıkalım bu köhne düzeni/ Biz başka âlem isteriz…” diye terennüm ettiği tümceler Paris Komünü’nün en özlü ve özet ifadesidir aynı zamanda…
Yazarı Fransız komünar Eugène Pottier’dir (1816-1887). İşçi kökenli bir şair olarak, şiirlerini kavganın içinde yazdı. Burjuvaziye karşı proletarya saflarında 1848 barikatlarının direnişçisi olan Pottier, 1871 Paris Komününde de halk temsilcisi olarak yer aldı. Enternasyonal’e kaynaklık eden şiirini komün savunması sırasında yazdı. Bir diğer ifadeyle, o şiiri komünarlar kanlarıyla yazdılar. Pottier’e düşen satırlara geçirmek oldu: “Zulme karşı hıncımız volkan/ Bu ölüm dirim kavgası…”
Ve nihayet 72. günde haykırdı Komün: “Cellatların döktükleri kan/ Bir gün kendilerini boğacak/ Bu kan denizinin ufkundan/ Kızıl bir güneş doğacak…”
[20] Sovyet, Çarlık Rusyası’nda 1905 devrimi sırasında kurulan ve Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nin siyasal temelini oluşturan ilk sovyet, 1905 yazında Rus devrimi sırasında İvanovo-Voznozensk’de 70.000 grevci işçi tarafından seçilen temsilcilerden oluştu. Ekim-Aralık 1905 arasında Çarlığın baskılarına karşın, Çarlıkla savaşmak üzere büyük kentlerde işçi sovyetleri oluşturuldu ve yönetimi büyük ölçüde ele aldı. Bolşevikler, dünyada ilk örnek olan sovyetleri, devrimci erkin çekirdeği olarak değerlendirdiler.
Menşevikler’in görüşleriyse, bunları yerel yönetim organları sayma doğrultusundaydı. 1905 sonunda ezilen hareket 1917 Şubat devrimi sırasında yeniden canlandı. Devrimi izleyen günlerde köylülerin ve askerlerinde katılmasıyla işçi, köylü, asker sovyetleri kuruldu. Burjuva geçici hükümeti karşısında sovyetlerin varlığı ülkede ikili erk yarattı. 25 Ekim (7 Kasım) 1917’de geçici hükümetin devrilmesiyle tüm ülkede devlet, işçi, asker ve köylü temsilcileri sovyetlerine geçti.
[21] “Kanton”, Fransa’da idari yönetim birimlerinden birisiyken; İsviçre’yi oluşturan federe devletlere verilen isimdir. Kelimenin etimolojik kökeni “ülke birimi” anlamına gelen Latince “canto” anlamına gelirken; bir ülkenin, idari ya da sınırsal alt birimlerinden her birine verilen addır; Eyalet’in içişlerinde biraz daha özerk olanıdır.
[22] Kürt hareketinin demokratik özerklik ilanlarıyla öz-yönetim tesisine girişme sürecine ilişkin olarak Nazan Üstündağ eleştirileri dile getirir: “Kürdistan’da öz-yönetim hamlesi ortaya çıktığından beri birkaç konuda ciddi sorunlar yaşandı. Birincisi demokratik özerkliğin ayrıntılarına kadar belirlenmiş katı bir model hâline getirilerek toplumsal mühendisliğin yeni bir tezahürü kılınması. İkincisi buna bağlı olarak demokratik kısmının es geçilmesi ve özerkliği gerçekleştirmeye talip yabancılaşmış bir dil ve bu dilin öznesi yeni elitlerin yaratılması. Üçüncüsü ise kökleri, sabit ve tekçi kimlikler, bir regülasyon aracı olarak aile ve mekânı ve zamanı düzenleyen sermaye dinamiklerine karşıtlığa dayanan özerkliğin, ulusallaşma ile ikame edilerek hizmetleri devletin değil, Kürt kurumlarının ürettiği ancak hizmetin kendisinin kimlik, aile ve sermaye ile ilişkisinin sorunsallaştırılmadığı bir rejim kurmaya çalışmak.” (Nazan Üstündağ, “Cizre Deneyimi Işığında Öz-yönetimi Yeniden Düşünmek (1)”, 4 Ekim 2015… http:// www.ozgur-gundem.com/haber/146264/cizre-deneyimi-isiginda-ozyonetimi-yeniden-dusunmek-1)
[23] “HDP Eş Genel Başkanı Yüksekdağ Siirt’te (2)”, Milliyet, 23 Ekim 2015… http://www.milliyet.com.tr/hdp-es-genel-baskani-yuksekdag-siirt-siirt-yerelhaber-1029269/
[24] Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 1996.
[25] Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., 1996.
[26] “1970’lerin sonunda, Murray Bookchin, ABD’de insanların toplumsal ekoloji teorisinin değerini ve önemini kabul etmesi için mücadele ederken, dünyanın başka bir yerinde ise tamamen farklı bir mücadele ortaya çıkıyordu. Ağırlıklı olarak Türkiye’nin güneydoğusundaki Kürt bölgelerindeki dağlarda, daha sonradan Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesini benimseyecek ve hayata geçirecek bir örgüt kurulmuştu…
PKK, Marksist-Leninist düşünceden ilham alıyor ve sosyalist ilkeler üzerine kurulacak bağımsız bir Kürt devleti için savaşıyordu…
Abdullah Öcalan’ın yakalanması, PKK’nin bağımsızlık mücadelesi açısından bir kırılma noktasıydı. Çok kısa bir süre sonra örgüt, bağımsız bir devlete dönük taleplerini yerel düzeyde daha fazla özerklik talebine çevirecekti. Abdullah Öcalan ise, hapisteyken, toplumsal dönüşüm üzerine yazdıkları onu bağımsız bir ulus-devlet idealinden vazgeçmesi ve bunun yerine ‘demokratik konfederalizm’ olarak adlandırdığı alternatif bir hattı izlemesi açısından etkileyecek olan Murray Bookchin’in çalışmalarıyla tanışmaya başladı.
Yıllar önce, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, PKK zaten ulus devlet kavramına dönük eleştirel yaklaşımlara sahip olmaya başlamıştı. Kürtlerin geleneksel yurtlarından hiçbiri sadece Kürtlerden oluşmuyordu. Dolayısıyla, Kürtler tarafından kurulacak ve kontrol edilecek olan bir devlet de, aslında, Kürtlerin uzun yıllardır bastırılması gibi, etnik ve dini azınlıkların bastırılması potansiyeli yaratacak biçimde geniş azınlık gruplarına ev sahipliği yapacaktı. Aslında, bir Kürt devleti, bölgede süregiden sorunların bir çözümü olmaktan ziyade bir devamı olarak görülmeye başlanmıştı.
Nihayet, bir tarafta kapitalizm ile ulus devletin, diğer tarafta ataerkillik ile merkezi devlet iktidarının karşılıklı bağımlılığını analiz eden Öcalan, gerçek özgürlüğün ve bağımsızlığın, ancak, hareketin baskının ve sömürünün bu kurumsallaşmış formlarıyla bütün bağlarını koparmasıyla mümkün olabileceğini kabul edecekti.
2005 tarihli broşürü ‘Demokratik Konfederalizm Bildirgesi’nde Abdullah Öcalan, PKK’nin bağımsız bir Kürt ulus devleti kurmaya dönük önceki niyetiyle resmen ve kesin biçimde bağını kopardı. Abdullah Öcalan, bahsi geçen broşürde, ‘ulus devletler sistemi, XX. yüzyılın sonundan itibaren toplumun ve demokrasi ve özgürlüğün gelişmesinin önünde ciddi bir engel hâline gelmiştir’ iddiasında bulunuyordu.
Abdullah Öcalan’ın görüşüne göre, Ortadoğu’daki krizden yegâne çıkış yolu, ‘gücünü ulus devletlere dayanan küreselleşmeden değil, doğrudan halktan alacak olan’ bir demokratik konfederal sistemin kurulmasıydı. Hapiste bulunan isyancı lidere göre, ‘ne kapitalist sistem ne de emperyalist güçlerin baskısı demokrasiye yol açmayacaktı; bunlar sadece kendi çıkarlarına hizmet ediyorlardı. Görev, toplumdaki dini, etnik ve sınıfsal farklılıkları dikkate alan… bir taban demokrasisinin gelişmesine yardımcı olmaktı’…
Murray Bookchin, şayet idealimiz bir komünlerin komünü ise, işe başlamanın doğal yerinin de, ‘mahallelerde ve ilçelerde kurulacak halk meclislerinden ve belediyeleşmiş bir ekonominin gelişiminden taviz vermeyen’ bir hareket ve programla birlikte yerel siyasal zemin olduğuna inanmaktadır.
Nihayet, Kürtlerin, Zapatistaların ve dünya üzerinde son yıllarda ortaya çıkan diğer pek çok devrimci hareket ve girişimlerin mücadelelerini desteklemenin en iyi yolu, onların hikâyelerini dinlemek, deneyimlerinden öğrenmek ve onların adımlarını takip etmektir.
Ulusal sınırları ve etnik ve dini ayrımları aşan bir öz-örgütlü belediyeler konfederasyonu, [ortak zenginliklere] el uzatmaya devam eden emperyalist iktidarlara ve kapitalist güçlere karşı en iyi siperdir. Bu hedefe ulaşmak üzere verilen mücadelede, Murray Bookchin tarafından ortaya atılan düşünceleri ve liberter belediyecilik pratiğini takip etmek, önümüzdeki hiç de yabana atılmayacak seçeneklerden biridir.” (Joris Leverink, “Murray Bookchin ve Kürt Direnişi”, 14 Ağustos 2015… http://www.demokrathaber.org/siyaset/murray-bookchin-ve-kurt-direnisi-joris-leverink-h53041.html)
[27] “Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm ve Komünalizmi Üzerine”, 30 Mart 2015… http://devrimciproletarya.net/ocalanin-demokratik-konfederalizm-ve-komunalizmi-uzerine/
[28] Abdullah Öcalan, 30 Mart 2015… http://devrimciproletarya.net/ocalanin-demokratik-konfederalizm-ve-komunalizmi-uzerine/
[29] Abdullah Öcalan, “Demokratik Konfederalizm”, 6 Nisan 2015… http://devrimciproletarya.net/ocalanin-demokratik-konfederalizm-ve-komunalizmi/
[30] “Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm ve Komünalizmi -2”, 6 Nisan 2015… http://devrimciproletarya.net/ocalanin-demokratik-konfederalizm-ve-komunalizmi/
[31] Ümit Kardaş, “Devleti Yeniden Tanımlamak ve Sol”, Taraf, 6 Ekim 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/devleti-yeniden-tanimlamak-ve-sol/
[32] Aysel Sağır, “Öz-yönetim Herkese ve Her Topluma Lazım!”, Birgün, 3 Eylül 2015, s.14.
[33] Caner Sancaktar, Öz-yönetim Düşüncesi, Ayrıntı Yayınevi, 2015.
[34] Ezgi Başaran, “Demokratik Özerklik İlanının Hiçbir Anlamı Yok”, Radikal, 18 Temmuz 2011, s.12-13.
[35] Zafer Söken, “Önder: Demokratik Özerklik Önermesinin Kıymetinin Bilinmesi Gerekiyor”, Birgün, 31 Ocak 2012, s.6.
[36] “Yıllardır bazı Kürt çevreleri, Mustafa Kemal’in, Kürtleri Milli Mücadele’ye kazanmak için özerklik vaadinde bulunduğunu ancak daha sonra bundan caydığını iddia ederler. Özetin özeti söylersem gerçekten de özerklik vaadine değinen pek çok belge, bilgi var elimizde. (Henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge bulunduğunu tahmin edebiliriz) Örneğin 4-11 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi’nden hemen sonra hazırlanan Amasya Protokolleri’nin ikincisinde, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun ‘İdare’ başlığı altında toplanan 12 maddesinde, (T)BMM’nin El Cezire (Irak) cephesi kumandanlığına 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimatta, araştırmacı Robert Olson’un İngiliz arşivlerinde bulduğu bazı belgelerde, araştırmacı Murat Issı’nın Yunan arşivlerinde bulduğu bazı belgelerde Kürtlere özerklik vaadi vardır. Ancak bu vaadlerin Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı kapsamında yapılmış samimi vaadler olmadığı, sadece o zor günlerde Kürtleri Kemalist hareketin ajandasına bağlı tutmak, düşmana (İtilaf Devletleri ve Ermenilere) karşı Kemalistlerle işbirliği yapmalarını sağlamak için yapılmış sahte vaadler olduğu anlaşılıyor. Aynı şekilde Kasım 1922-Temmuz 1923 arasında Lozan Barış Görüşmeleri sürerken Mustafa Kemal’in, İtilaf Devletleri’nin Kürtleri savunmak için duruma müdahale etmelerini engellemek ve Kürtleri ayrı bir çözüm aramaktan caydırmak için 16/17 Ocak 1923’teki İzmit Basın Konferansı’nda Kürtlere özerklik vaat etmişti.
Ancak hem iktidar samimi değildi hem de bu vaadlerin arkasını takip edecek örgütlü bir Kürt siyasal hareketi yoktu. Nitekim 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Ermeni tehlikesini tamamen savuşturmuş olan Kemalist hareketin artık Kürt ittifakına ihtiyacı kalmayınca olanlar olmuştu. Mart 1924’te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırılırken Sünnî-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar ama rahatsızlıklarının dışa vurulması yakındı. 1924 Anayasası’nda Türklüğe vurgu yapan 88. Maddenin de katkısıyla bu tarihten sonra ilişkilerin kopması kaçınılmaz oldu.” (Ayşe Hür, “… ‘Kürt Meselesi’nin 90 Yıllık İcmali: Tamam mı, Devam mı?”, 26 Temmuz 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/kurt_meselesinin_90_yillik_icmali_tamam_mi_devam_mi-1403794)
[37] Fikret Kızıltan, “Cumhuriyet Kurulurken Özerklik”, Sosyalist Dayanışma, Yıl:5, No:38, Aralık 2015, s.6.
[38] “Demirtaş: Demokratik Özerklik İstiyoruz Ama”, Radikal, 29 Aralık 2011, s.19.
[39] “BDP’li Üçer: Özgür Kürdistan’a Doğru Gidiyoruz”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2011, s.6.
[40] Namık Durukan, “İmralı ile 2 Konuda Uzlaşma”, Milliyet, 8 Mayıs 2014, s.21.
[41] Güray Öz, “Tartışmanın Kaçınılmazlığı”, Cumhuriyet, 1 Ocak 2016, s.7.
[42] Alp Altınörs, “Özerk Cizre”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.
[43] Alp Altınörs, “Türkiye’nin Kurucu Değerlerine Dönelim mi?”, Gündem, 29 Mart 2016, s.11.
[44] Ahmet İnsel, “Demokratik özerklik ve öz-yönetim, siyasal alanda tartışılması, değerlendirilmesi gereken, yüzde yüz meşru taleplerdir. Ne var ki kentin içinde silahların karşılıklı olarak konuşlandırıldığı, kent çevresindeki köylerin bazılarının silahlandırıldığı bir ortamda ilan edilen bu özerkliğin demokrat niteliği sadece kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. Bu kentlerde yaşayan halkın bir kısmı, belki büyük bir kısmı için devletin kurum ve temsilcileri meşruiyetlerini kaybetmiş olabilir. Ama bu siyasal meşruiyet yitiminin yanıtı şiddet, silahlı mücadele olduğu zaman, dile getirilen öz-yönetim idealinin başka bir silahlı gücün yönetme arzusunun maskesi olma dışında bir anlamı kalmaz. İç savaş yoluyla elde edilecek bir özerkliğin her taraf için insani bedeli son derece ağır olmakla kalmayacak, ondan sonraki dönemin de silahlı gücün gölgesinde kurulmasına yol açacaktır,” (Ahmet İnsel, “Silah ve Şiddetin Gölgesinde ‘Demokratik’ Özerklik”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2015, s.13.); Murat Belge, “… ‘Özerklik’, bu da başka, karmaşık bir hikâye. Geçenlerde International New York Times’da bir yazı okumuştum. Rojava’da ders veren bir Amerikalı’nın yazısı. Gazeteyi saklamadığım için şimdi hiçbir isim aklımda değil. Onun dediğine göre Öcalan yaşını başını almış bir Amerikalı anarşistin kitabını okumuş. Adam, bazılarımızın bir süredir anlattığı bir düşünceyi savunuyor. ‘İlle iktidar olmak şart değil,’ diyor. Bir düşünsel olgunluk düzeyine geldiğinde iktidar olmadan da bir ‘toplumsal belirleyici’ olmak mümkündür. Bu yazıya göre Öcalan da fiilî sınırlar değişmeden özerklik olabilir düşüncesini savunmuş… Bir gazete yazısından büyük genellemelere yönelmek doğru da değil, mümkün de değil. Ama o yazıdaki veriler doğruysa, herhâlde Öcalan’ın anlatmak istediği ‘özerklik’ sokaklara hendek kazmakla erişilecek bir özerklik değildi. Ama orada yani ‘vaka mahallinde’ olanların düşünebildiği, tasarlayabildiği ‘özerklik’ böyle bir şeydi,” (Murat Belge, “Kürt Sorunu ve Özerklik”, Taraf, 27 Aralık 2015… http://www.taraf.com.tr/kurt-sorunu-ve-ozerklik/) derken; Hüseyin Ali’nin yanıtı da şu oluyor:
“Kürt halkı özgürlüğü direnerek kazanacaktır. Hiç kimse Kürt halkına teslimiyet ve sessizlik vaaz edemez. Haaa! Zarar görürsünüz, eviniz barkınız yıkılır diyerek teslimiyeti öneremez.” (Hüseyin Ali, “Öz-yönetim Direniş Ruhu Özgürlüğün Güvencesidir”, Gündem, 9 Ağustos 2016, s.9.)